Thursday, December 31, 2009

Avrupa’da Kimlik Savaşları

2009 yılında, Avrupa’da modern tarihin en karanlık yanlarını anımsatan kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Krizin etkisiyle toplumda emek-sermaye çelişkisi üzerinden kutuplaşmaların ilk işaretleri belirginleşirken bu kutuplaşmayı sabote edecek kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaşması gerçekten çok ilginç.

Minare yasağından ‘Beyaz Noel’e
Avrupa ülkelerinin çevre ülkelerden ithal ettikleri göçmen nüfusun sayısı 20 milyona yaklaştı. Avrupa ülkelerinin yoksulları arasında “işlerimizi alıyorlar”, “sosyal hizmetleri kapıyorlar”, gibi söylemlerle başlayan bir yabancı düşmanlığı, 11 Eylül New York, 2004 Madrid, 2005 Londra bombalı saldırıları, film yapımcısı Theo van Gogh’un öldürülmesi, Hollanda karikatür krizi üzerinden “ulusal, tarihsel kimliğimizi tehdit eden Müslüman istilası” söylemiyle açık bir Müslüman düşmanlığına dönüştü. Avrupa’da muhafazakâr partiler, şimdi bu yoksulların oylarını almak için, en düşük ücretlerle en pis işlerde çalıştırılan, gettolarda yaşamaya zorlanan yabancı işçiler nüfusundan kurtulmak istiyormuş gibi davranıyorlar.

Yabancı düşmanlığı, 2009’da, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, ırkçı partilere grup kurabilecek sayıda temsilci çıkarma olanağı sağladı. İsviçre’de genel bir halkoylaması camilerin minarelerini yasakladı. Dahası, kamuoyu yoklamaları “yasağa hayır” oyu çıkacağını söylerken sandıktan kesin bir evet oyu çıkması, bu düşmanlıkların yüzeyde görünenden daha derin olduğunu düşündürüyordu. Belçika’da laikliği güçlendirmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı, İsviçre oylamasının sonuçlarının da etkisiyle, Hıristiyan grupların direnişine takıldı. Fransa’da Başkan Sarkozy, Fransız ulusal kimliği üzerine doğrudan yabancıları hedef alan bir tartışma başlatırken, peçeyi ve çarşafı yasaklamayı amaçlayan bir yasa taslağı meclise gelmeyi bekliyor. İtalya’da ırkçılık, bu yıl bazı kasabalarda “Beyaz Noel” kampanyasına, yabancıların evlerine yapılan polis baskınlarına yol açtı. İtalya’da da cami yapılmasını önleyecek bir yasa tasarısı meclise geliyor. Musevi grupları da Avrupa çapında Yahudi düşmanlığının belirgin bir biçimde artmaya başlamasından yakınıyorlar.

‘Tek bir dünya’ ve ‘başkası’
Diğer taraftan, geride bıraktığımız 20 yılın küreselleşme tartışmalarını, teknolojik gelişmeleri, finansallaşma süreçlerini, toplumsal, kültürel anlamları bağlamında düşündüğümüzde karşımıza iki gerçek çıkıyor.

Birincisi, sermaye birikimi sürecinin metalaştırma dinamiklerinin giderek daha etkin biçimlerde dayattığı bir evrenselliktir. Metalaştırma ve sermaye evrenselliği, (“kâr makinesi”) toplumsal yaşamın üretildiği ve yeniden üretildiği “dünyaların”, coğrafi, ekonomik yapılarını, kültürel kodlarını çözüyor, homojenleştiriyor, özgünlüklerini yok ediyor. İkincisi, bu evrenselleştirme süreci içinde, güçlenen askeri /sinai-finans-medya-bilişim tekelleri üzerinde, her şeye egemen, kimi araştırmacılara göre sayıları 10 bini geçmeyen, bir oligarşi şekilleniyor (Örneğin: David Rothkopf, Superclass: The Global Power Elite and the World They Are Making, 2008)

İkincisi: Bu çözülmeye ve homojenleştirmeye karşı, dini, etnik reflekslerle direnme eğilimi körükleniyor. Ne yazık ki, bir giysiyi giyme, bir dili konuşma, bir kimliği yaşama hakkı, tek tek bireyler açısından ne kadar önemli olursa olsun, sermayenin, metalaştırma süreci yaşam dünyalarını altüst ederken “yaşamı” koruyacak etkili bir direniş seçeneği oluşturamıyor. Sermayenin homojenleştirme süreci, bu kez direniş araçlarını metalaştırarak, yeni “direniş piyasaları” oluşturarak, “özgürleşen dillerin”, seçkinlerinin, mülk sahibi sınıflarının etkilerini kullanarak yoluna devam ediyor.

Diğer taraftan, kimlik siyaseti, “başkasını” tanıma talebi üzerinde yükselen direniş stratejileri, çok büyük, ama gerçekle alakası olmayan bir varsayım üzerine inşa ediliyor. Le Novel Observateur’de gerçekleştirilen Badiou-Finkielkraut tartışmasında, Badiou’nun vurguladığı gibi, bu “başkası” söylemi, yaşadığımız dünyada gerçek düşmanların var olmadığı, “başkasını” tanır ve sayarsak demokratik bir barışın bizi beklediğini varsayıyor.

Ne yazık ki, tüm “yaşam dünyalarına” sonuna kadar nüfuz etmiş bir metalaştırma sürecinin, kapitalizmin, hatta emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada (“tek bir dünyada”) yaşıyoruz. Ve bu, son derecede kırılgan, sürekli krizler, savaşlar ve bu altüst oluşlar içinde de sürekli “günah keçileri” üreten bir dünya. Dün Yahudiler, bugün Müslümanlar, Türkler için Kürtler, Kürtler için Türkler… Dünyayı dolaştıkça bu listeyi uzatmaya devam edebiliriz. Adeta, kuzuların, mezbahaya gitmekte olan bir kamyonun içindeki sıkışıklıktan birbirlerini suçlaması gibi: “Biraz öteye gidip bana biraz yer açsan, bak her şey nasıl düzelecek…” Evet, iyi fikir, ama sonunda kamyonun menziline varmasını engellemeyecek!

Wednesday, December 16, 2009

‘Blut und Boden’

Tokat saldırısı, DTP’nin kapatılması, Taksim’deki tabancalar, döner bıçakları… “Açılım” denen süreç başladığından bu yana giderek derinleşen, birkaç gündür gazete köşelerinde dile getirilen korkuların haksız olduğu söylenebilir mi?

Korkular haklı, çünkü 1923’te Cumhuriyet kurulurken açılan “olasılıklar kapısını” kapatmak için, sanırım Özal döneminde, “II. Cumhuriyet” söylemiyle ivme kazanan süreç son aşamasına girdi. Bu aşamada, dini söylemlerle bastırılması olanaksız bir “Blut und Boden” (Kan/etnisite ve toprak/vatan) denkleminin(1) siyasal yaşama egemen olmaya başladığını görüyoruz. Tarih bu denklemin, iç savaşlara, soykırıma açıldığını gösteriyor.

Ne yazık ki bu “durumdan” “sağduyuya”, “iyi niyete” dayanarak çıkamayacağız. “Öteki/başka” söylemine, “çok kültürlülük” fantezisine daha fazla sarılarak süreci bastırmak da olanaklı değil. Zayıflamak için sirke içip ülser olanı, sirke içirerek tedavi edemezsiniz.

Cumhuriyetin açtığı kapı
Çok kültürlü bir imparatorluğun enkazı üzerinde, zamanın uluslararası dengeleri içinde modern bir devlet, ancak bu etnik, dini farklılıklar aşılarak kurulabilirdi. Bu yüzden Cumhuriyet, “etnik dini kimlikleri” aşan bir vatandaşlık kimliğini yasalaştırarak, pratikte gerçekleşmesini de modern bir kapitalist ekonomi ve demokratik devlet yapısının kurulmasına indeksledi. Cumhuriyetin açtığı bu olasılığın yeterince gerçekleştirilemediğini biliyoruz. Ama bu olasılığın kapısını, ilk kez Cumhuriyetin açtığı da yadsınamaz.

Cumhuriyetin açtığı bu olasılık kapısı karşısında üç tepki şekillendi. Birincisi, bu kapının daha fazla açılmasına, gerektiğinde zor kullanarak direnirken kapitalizmin gelişmesine, dünya ekonomisine eklemlenmeye öncelik veren egemen sınıf tepkisiydi. İkincisi, eski rejimin Cumhuriyet döneminde marjinalleşen entelektüellerinden, dini cemaatlerin, etnik grupların liderliklerinden oluşan “çokluğun”, bu kapıyı kapatarak Cumhuriyet öncesinin kimliklerine geri dönmek çabası. Üçüncüsü de iç ve dış iktidar ilişkilerinin, dünya ekonomisinin basınçlarının (emperyalizm) elinde yarıda kesilmiş vatandaşlık kimliğini koruyabilmek, ilerletebilmek için onu kapitalizmin ufkunu aşan bir ekonomik politik zeminle desteklemek gerektiğine inanan solun (sosyal demokratlar, sosyalistler) özverili çabaları.

Küreselleşme ve Cumhuriyet
1980’lerden başlayarak “ekonomiyi siyasi sonuçlarından, siyaseti de ekonomik dinamiklerinden soyutlayarak tüm toplumu, kültürel bir yüzeye indirgeyen” post-modern, neo-liberal bir anlayışın giderek egemen olduğunu, 1990’larda buna siyasal İslamın da katılmasıyla bir “liberal demokrasi” blokunun şekillendiğini gördük.

Bu blok küresel kapitalizmin sınırlarını kabul ediyor, demokrasiyi birbirini “tanıyan” “öteki’lerin/başka’ların”, seçimlerde çözümlenen bir pazarlığına indirgiyor, liberal demokrasi dışındaki tüm siyasi seçenekleri totaliter bir tavırla reddediyordu. Böylece küresel kapitalizmin ilerleyişini yavaşlatan iki engeli denetim altına alabilecek bir “büyük söylemin” şekillendiğini gördük.

Bu engellerden biri, bölgesel siyasi, ekonomik, kültürel direnişleri yoğunlaştırarak büyütebilme, piyasalara, doğal kaynaklara erişimi engelleme kapasitesine sahip ulus devletti. İkincisi de bizzat kapitalizmi ulusal, küresel düzlemlerde hedef alabilecek sınıf şekillenmeleri süreci. Üstelik bu ikisinin birbirini beslemesi olasılığı da 1999-2003 arasında küreselleşme karşıtlığı hareketinde, Venezüella deneyiminde gördüğümüz gibi giderek yükseliyordu.

“Öteki’ni/başka’yı” tanıma ahlakına dayalı liberal demokrasi anlayışı hem vatandaşlık kurumunu parçalayarak ulus devletin, hem de sınıf sekilenmelerini bozarak çalışanların, küresel kapitalizme karşı direnişini zayıflattı. Ancak bu sırada, gittikçe derinleşen ekonomik krizin, sertleşen uluslararası ortamın yarattığı güvensizlik ve gelecek korkusu içinde, bireyler “ötekini/başka’yı” tanırken aynı anda kendilerini de ötekinin ötekisi olarak tanımlamaya başlamışlardı. Bu süreç “ötekini” sevmeyi değil, onu “yaşam dünyasına” nüfuz ederek “bütünlüğünü” bozan “yabancı” unsur olarak algılama eğilimlerini güçlendiriyordu. Buradan bir adım sonrasının ise “Blut und Boden” söylemi olması kaçınılmazdı artık.

“Kürt açılımı” bu sürecin çok ilerlediği bir noktada gündeme geldi. Dahası her iki taraftan da ölenlerin sayısı on binlerle ifade ediliyordu. Yukarıda değindiğim üç yaklaşımdan birincisi “Siyasal İslam”ın egemenliği altına girerek etkinliğini kaybetmişti. İkincisi, uluslararası gelişmelerin de katkısıyla tarihte hiç görülmemiş bir düzeyde güçlenmişti. Öyleyse bu “Blut und Boden” söylemini besleyen durumdan çıkmanın olasılığı üçüncü yaklaşımın, sosyalist seçeneğin güçlendirilmesinden geçiyor.

Bugün karşımızdaki “çözümü olanaksız” bir “durum”dur. Böyle “durum”larda, imkânsız olanı düşünmek gerekir. Bu yüzden, bugün bu “durum”dan çıkma olasılığı öncelikle Kürt Sosyalistleri’nin, sürecin önünü kesecek radikal bir refleks gösterebilme kapasitelerine bağlıdır. Ancak böylece, Türk ve Kürt sosyalistleri ve emekçileri, hızla güçlenmeye başlayan “Blut und Boden” söylemine karşı ortak bir mücadele hattı oluşturma şansını yakalayabilirler. Yoksa modern Cumhuriyetin açtığı kapının kapanmasıyla birlikte, çok acılı bir sürecin sonunda kendimizi “Blut und Boden” ilkesi üzerine kurulmuş iki devletle karşı karşıya bulabiliriz.
................................
(1) Bu denklem için bakınız: 1930’lar Almanyası.

Thursday, December 10, 2009

11. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi

Türkiye Sosyal Bilimler Derneği’nin Ankara’da ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi salonlarında düzenlediği Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi (USBK) bugün başlıyor. Kongre, Türkiye’de sosyal bilimlerin hem andaki düzeyi, hem de geleceği açısından her iki yılda bir, o yılın en önemli olayı olmaya aday olarak başlar, katılanları da asla düş kırıklığına uğratmaz. Bu yıl da öyle olacağına hiç kuşkum yok.

Bir bilgi şöleni
USBK’de, 70 oturumda sunulacak 250’den fazla tebliğ üç gün boyunca tam bir bilgi şöleni oluşturacak. Kongre birinci güne emek sorunlarını hemen her açıdan tartışan, kimileri saha araştırmalarına dayanan tebliğlerle başlıyor. Konu başlıkları arasında yerel, uluslararası ilişkiler, ideolojik, siyasi boyutların yanı sıra Ankara’da Dikmen Vadisi’nde kentsel dönüşüm sorunlarına ilişkin oturumlar dikkat çekiyor. Medya, Türkiye sağının söylemleri, toplumsal cinsiyet başlıkları da ilginç konulara işaret ediyor.

İkinci gün, günümüzde yaşamsal önem kazanan bir konuda, değerli dostumuz Prof. Dr. Türkel Minibaş’ın anısına düzenlenen iki oturumla başlıyor: Kapitalizmin krizi ve doğa insan tahribatı. O gün oturumlarda, eğitim politikalarıyla neoliberalizmin ilişkisinden, medyadan mizaha, sağlık politikalarına, kalkınma, İstanbul’da kentsel dönüşüm, AKP’li yıllardaki değişimlere kadar birçok konu ele alınıyor. Her yıl ürettikleri, yıllık değerlendirme kitabıyla, ülkede piyasa ekonomistlerinden başka bir damarın da olduğunu göstererek, ekonomi politik kültürüne, tartışmalara büyük bir katkı yapan Bağımsız Sosyal Bilimciler grubunun düzenlediği iki oturum kongrenin ikinci gününde gerçekleşecek. Oturumlara değerli hocalarımız, Prof. Oktar Türel ve Prof. Dr. Korkut Boratav başkanlık edecekler. Praksis dergisinin düzenlediği oturum da aynı günün programında yer alıyor. Dini kimlikler, küresel eğilimler başlıklı oturumun da ilginç olacağına inanıyorum.

Üçüncü gün, değerli hocamız, Prof. Dr. Tülay Arın’ın anısına, kriz üzerine, ama bu kez daha çok, kavramsal araçlar, ekonomik, finansal dinamikler üzerinde yoğunlaşan iki oturumla açılıyor. Kürt sorunu, Türkiye’de devletin otoriterleşmesi, toplumsal cinsiyet, 2000’li yıllarda tarımsal üretimde dönüşümler, kapitalist zihniyet ve etik gibi konuları irdeleyen oturumların yanı sıra, değerli bilim insanı Prof. Dr. Mübeccel Kıray’ın anısına düzenlenen bir toplantıyla devam ediyor. Üçüncü günün programında, kriz kuramları, medya, sanayileşme, toplumsal cinsiyet konularının yanı sıra, Ortadoğu’da dönüşümler, din ve siyaset, milliyetçilik ve kimlikler gibi ilginç oturumlar dikkat çekiyor. USBK, “Toplum Bilimlerde Kriz mi?” başlıklı bir kapanış oturumu ile sona erecek.

Tarih hızlanırken
Tarihin hızlandığı yıllarda yaşıyoruz. Bu üç günlük konferans, anın “durumunu” yakalayabilmek açısından çok değerli bir fırsat. Programdaki tebliğlerin başlıklarının hepsini birden bir seferde okumak bile, okuyanın gözünün önünde, dünyanın durumuna ilişkin bir resim yaratmaya başlıyor.

Ekonomik ve ekolojik krizlerin sertleşmesine bağlı olarak tartışmaların yalnızca Türkiye’de değil genelde hızlanmaya başladığını görüyoruz. Örneğin geçen ay Londra’da filozof Alain Badiou’nın düşüncesi üzerine yapılan bir günlük konferansta, 350 kişilik salon ağzına kadar doluydu, çok yoğun, hatta kimi zaman esoterik tartışmalara rağmen gün boyunca da hiç boşalmadı. Önceki hafta Tarihsel Materyalizm dergisinin, School of Oriental and African Studies salonlarında düzenlediği üç günlük konferans toplam 800’den fazla katılımla büyük ilgi çekti. Konferansın son gününde Frederic Jameson’un “Kapital’in I. cildine ilişkin yeni bir okuma önerisi” başlıklı toplantısında 350-400 kişilik salon ağzına kadar doluydu.

Geçtiğimiz yıllarda Transkritik kitabıyla büyük ilgi çeken, Japon felsefeci Kojin Karatani de, bu hafta Londra Tate Galerisi konferans salonunda “Kapitalizmin sonu? Devrim ve Tekrar” başlıklı bir sunuş yapacak; Middlesex Üniversitesi Swedenborg Hall’de de, Kant-Hegel-Marx başlıklı bir toplantıda konuşacak.

Radikal eleştirel düşünceye ilginin yeniden artmaya başladığı kesin. Jameson’un konuşmasına bir katkı yapan Peter Thomas (The Gramscian Moment Philosophy, Hegemony - Brill, 2009) son bir yıldır Avrupa’da Kapital okuma gruplarının sayısında, daha önce görülmemiş bir patlamanın yaşandığını aktardı. Almanya ve Hollanda’da yüzlerce yeni grup oluşmuş, bu gruplar adeta yeni bir örüntü oluşturmaya başlamışlar. Thomas konuşmasında, “Kapital’e yönelik ilgideki bu artış, bir şeylerin şekillenmekte olduğuna işaret ediyor” dedi.

Wednesday, December 02, 2009

Bir ‘Kötülük Merkezi’ Olarak Dubai

Dubai’nin borcunun derdi, “herkesi” gerdi. Ama Dubai denen şeyin, serbest piyasası, köle emeği, feodal üst yapısıyla, insanlık onuru açısından ne anlama geldiğini pek düşünen yok. Esas skandal da burada…

Bir kötülük üretme makinesi: ‘Küreselleşme’
Küreselleşme, geleceğe açılan aydınlık bir yol değil adeta bir kötülük üretme makinesiydi. 1980’lerde yeni bir “kriz yönetim” modeli olarak başladı; “Neoliberalizm” yoluyla öncelikle işçi sınıfının geçmiş kazanımlarını hedef aldı. Sonra da sermayenin aşırı üretim/birikim sorununa cevap olarak, aşırı (işlevsel değil hazza dayalı) tüketimi, bunu destekleyecek finansallaşmayı körüklemek için piyasalar üzerindeki kısıtlamaları, denetimleri kaldırdı.

Bu sürecin, en azından, üç kötülük ürettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Kredi kartlarının ve bedensel hazların “hemen şimdi” tatminine dayalı tüketim tarzının şekillendirdiği, benmerkezci kısa dönemci öznellikler. Mega zenginlerle, sefil yoksulları, gökdelenlerle, teneke damlı mahalleleri birlikte üreterek hızla büyüyen “küresel kentler”. Aşırı tüketimin, mega kentlerin gereksinimleri üzerinde hızla geri dönülmez bir noktaya doğru koşan küresel ısınma dinamikleri.
Dubai, bu üç kötülüğün çakışmasıyla şekillenen bir “kötülük” merkezi olarak karşımıza çıkıyor.

Bir buçuk milyon nüfuslu, 1.6 milyar dolarlık iç pazarına karşılık, Dubai’de, 30 yılda New York’tan üç kez daha çok, gökdelen, alışveriş merkezi oluşmuş. Dünyanın en yüksek iki gökdeleni, en büyük iki alışveriş merkezi Dubai’de.

Dünyanın en sıcak bölgelerinden biri olan Dubai’de dünyanın en büyük kapalı ski slalomu, suyun 100 metre altına kadar inen, denizaltı oteli, bir dinozor parkı, sahilinde yapay ada kompleksleri var. Dubai dünya haritası biçiminde bir adalar kompleksi de inşa etmekteydi.

Bunların küreselleşmeyle ne ilgisi var? En büyük miktarda sermayeyi, en küçük alana, en kısa sürede nasıl gömersiniz? Oraya bir gökdelen dikerek… Peki, tüketimin en yoğun biçimde, en kısa sürede gerçekleşmesini nasıl sağlarsınız? Kendi bedenine odaklanmış, genç kalmak için her türlü fiyatı ödemeye hazır öznellikleri yaratma sürecini, biraz zaman aldığını düşünerek bir kenara koyarsak, geriye, çekici bir alışveriş merkezi inşa etmek kalıyor. Bir yanda yoksulluğun, öbür yanda en üst gelir diliminin servetinin hızla arttığı bir dönemde, en gerçekçi strateji, bu gökdelenleri, alışveriş merkezlerini ve dünyanın en yüksek gelirli kesimlerini bir araya toplayabilecek bir mekân oluşturmak değil mi?

İşte size Dubai..
İşte, süper zengin turistlere, Irak’tan tatile gelen kiralık askerlere, kara para mafyasına hizmet veren Dubai, bir gecelik oda ücreti 5 bin dolardan başlayan, müşterilerini havaalanından Rolls Royce’larla getiren, isteyene uşaklarıyla, özel mutfağıyla, aşçısıyla (hatta Rusya’dan, sarı saçlı, uzun bacaklı uzmanlarıyla) birlikte gelen “suit”ler sunabilen otellerle, dünyanın en pahallı markalarını, en zengin altın, elmas tacirlerini, eğlence parklarını içeren alışveriş merkezleriyle, böyle bir mekân.

Peki sermaye, petrol gelirleri önemsiz, sanayi, tarım üretim kapasitesi sıfır olan Dubai’yi neden seçti? Birincisi Dubai sermaye için, Hayek’in, Friedman’ın bile rüyalarında göremeyecekleri olanaklar sunuyor: Vergi yok, mülk edinmek, kârını alıp gitmek serbest. Sendikalar, siyasi partiler gibi istikrarsızlık unsurları yok. Emir Dubai’yi özel bir işletme gibi yönetiyor. Diğer bir değişle, Neo-liberalizmin, “piyasa devletinin” en saf biçimi burada.

İyi de, 1.5 milyon nüfuslu bir ülkede tüm bunlar nasıl mı gerçekleşti? Öncelikle, 300 bin yabancı işçinin sırtından. Şöyle: Çoğu diğer Müslüman ülkelerden, büyük vaatlerle işçi ithal edeceksin, gelmelerini kolaylaştırmak için borç vereceksin. Sonra kapıdan girerken pasaportlarına el koyacaksın, kamyonlara (pardon, görüntüyü bozduğu için çelik kasalı otobüslere) doldurup, kentin dışında, havalandırması olmayan, beton binalarda bir odaya 10-15 kişi olmak üzere tıkacaksın.

Bu işçileri, 45-50 °C sıcağın altında günde 14 saat, sürekli terleyerek bir işçinin deyimiyle, bazen günlerce çişe gitmeye gereksinim duyurmayan koşullarda, çalıştıracaksın.

Bunlardan, örneğin yalnızca Hindistanlılar arasında bir yılda 900’den fazlası intihar ederse, kazalarda ölürse, saymaktan vazgeçeceksin. Maraba gibi çalıştırabilmek için borçlarını ödemelerine olanak vermeyeceksin; eğer ölürlerse borçlarını ailelerinden istemeyi ihmal etmeyeceksin…

Dün Dubai Emiri’ne ev sahipliği yapan “demokratları” düşündüğünüzde, yarın, “biz Dubai’de çok iş yaptık” diye böbürlenen “mütedeyyin” vatandaşlarla karşılaştığınızda umarım bunları anımsarsınız.

Saturday, November 28, 2009

Thursday, November 26, 2009

Bir Çatlak Daha…

Avrupa Konseyi Başkanlığı’na Von Rompuy’un atanması Türkiye’nin dış politikasındaki çatlaklara bir yenisini ekledi. Üstelik bu çatlağı kapatmak, İsrail ve Azerbaycan’la olan ilişkilerdeki çatlakları kapatmaktan çok daha zor…
AB ile ilişkilerde ortaya çıkan çatlak yeni değil, ama Rompuy’un atanması, bu çatlağın genişlemekte olduğunu gösteriyor. Bu genişlemenin bir nedeni AB’nin hegemonya projesininevrimiyse bir diğeri de AKP yönetimindeki Türkiye’nin yaşamakta olduğu kültürel, siyasi değişim.

Almanya, Fransa ekseni
AB Konseyi Başkanlığı için önce Blair’in adı geçiyordu. Her ne kadar İngiltere ve ABD medyası, Blair’i “biçilmiş kaftan”olacağını anlatmaya başlamış olsalar da bu adaylığı Doğu Avrupa ülkelerinden ve İtalya’dan başka ülke desteklemiyordu.

Blair’in adaylığına kesinlikle karşı olan Almanya, Fransa’yı da ikna edince yeni bir başkan adayı arayışı başladı. Blair’in adaylığının ölümünün arkasında iki neden vardı. Birincisi, AB liderliği, kamuoyu, Blair’in ABD’nin “adamı”olduğuna, İngiltere’nin politikalarının AB sürecinin gelişmesini engellediğine inanıyordu. İkincisi, AB, tüm liberal fantezilere karşın, içinde ciddi bir hegemonya süreci yaşanan ulus devletler topluluğuydu. Bu hegemonya sürecinin başını çeken Almanya ve Fransa, çevrelerindeki ülkeler, ulus devletlerinin gücünü azaltacak etkin, dahası Blair gibi kendine özgün gündemi olan güçlü bir başkan istemiyorlardı.

Leparmantier’in, Rompuy’un atanma sürecinin arkasındakileri anlatan ayrıntılı yazısının (Le Monde, 20/11) da gösterdiği gibi Blair’in devreden çıkması, Fransız-Alman eksenini güçlendirdi. Merkel’in Hıristiyan muhafazakâr kanattan, dengelere dikkat edecek, bu ikilinin iradesini sorgulamayacak bir aday isteği egemen oldu. Leparmantier, Merkel’in ilk adayının, eski Avusturya Şansölyesi, 2000’de faşist Haider’le işbirliği yapan Schüssel olduğunu, daha sonra, Almanya ve Fransa’nın Rompuy konusunda 30 Ekim toplantısında anlaşarak, sürece damgalarını vurduklarını aktarıyor. The Guardian’ın,“Franco-Alman mutabakatı tepki çekiyor” başlıklı yorumu da (18/11), Leparmantier’in saptamalarını doğruluyor. Böylece konsey başkanlığı süreci Almanya-Fransa ekseninin hegemonya sürecini güçlendiren yönde gelişiyor.

Wolfgang Munchau (Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası’nın görüşlerine çok yakındır) da AB’nin gereksinimi “güçlü başkanlık, liderlik sorunu değil, belirgin siyasi hedefler koymakta ve izlemekteki başarısızlık, ama en önemlisi eşgüdüm ve kriz yönetimi oluşturmaktaki yetersizliklerdir” diyor (Financial Times22/11). Diğer bir deyişle, Rompuy’un atanması, hegemonya sürecinin arkasındaki sınıf blokunun tercihlerine de uygun.

‘Benmerkezci yanılsamalar’
Rompuy’un 2004 yılında yaptığı bir konuşmasındaki tarihsel, dini gerekçelere göndermeyle, “Türkiye Avrupa’nın parçası değil, asla da olmayacak” sözlerinin atanmasından bir gün önce basına sızdırılması da bu hegemonya sürecinin bir parçasıydı. Türkiye’deki AB lobisinin, “ama konuşma beş yıl önce yapılmıştı”avuntusuna aldırmayın. Beş yıldır gelişmeler, AB kamuoyunun Türkiye’nin üyeliğine muhalefetini güçlendirmedi mi? Almanya ve Fransa’nın üyelik dışı seçeneklere yaptığı vurgu daha da güçlenmedi mi? Bir hegemonya projesi, az çok tutarlı bir metafizik (örneğin din) boyuta sahip olmak zorunda değil mi?

Bu koşullarda Türkiye Dışişleri, ya olup bitenlere aldırmıyor ya da kendini, daha kötüsü bizleri aldatıyor.

Dışişleri Bakanı Prof. Davutoğlu,Türkiye’nin üyelik sürecini canlandırmak amacıyla, çıktığı Avrupa gezisinin Madrid ayağında yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin Avrupa kültürünün parçası olduğuna ilişkin size yüz gerekçe gösterebilirim. En az 15 Avrupa ülkesinin tarihini, Osmanlı arşivlerine bakmadan anlayamazsınız”demiş. Belli ki, sözlerindeki ironininayırdına varmadan…

Avrupa “kültürünün parçası” ifadesi en az bu 15 ülke açısından iki anlamı var. Birincisi: Osmanlı, Avrupa kültürünün parçasıydı, ama askeri, siyasi ekonomik, özellikle dini açılardanolumsuz bir vurguyla kodlanmış“öteki” olarak… İkincisi: Modern Türkiye gerçekten, Avrupa açısından bu kez olumlu bir vurguyla kodlanmış olarak Avrupa kültürünün bir parçası, ama Davudoğlu’nun sandığı gibi değil. Modern Türkiye, Avrupa’nın dini, siyasi, askeri “ötekisi” olarak yaşamış bir imparatorlukla bağlantısını keserek aydınlanma geleneğini, laikliği, kadın haklarını, kapitalist hukuku, modern kapitalist devlet biçimi Cumhuriyeti benimseyerek, Avrupa’ya açılarak kültürüne eklemlenmiş bir ülke.

İroni şurada: AKP’nin Türkiye’yi, Müslümanlık özelliklerini öne çıkararak yönetme, Prof. Davutoğlu’nun da Yeni Osmanlı projeleri bu “parçası olma”ifadesindeki olumlu kodlamayı çözüyor, olumsuz kodlamayı yeniden kurguluyor. Siz Müslümanlık kültürünüzü, Osmanlı mirasınızı biteviye vurgulayacaksınız, ama karşınızdaki bunun tarihsel sonuçlarını anımsayarak bir korunma refleksiyle, birleştirici evrensel değer olarak Hıristiyanlığı vurgulayınca huysuzlanacaksınız… Bu da“benmerkezci yanılsamalarla” ilgili…

Thursday, November 19, 2009

‘Benmerkezci Yanılsamalar’

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın “görüşmelere Türkiye aracılığıyla yeniden başlama” çağrısına verdiği cevap, AKP’nin “çok başarılı dış politika” imajının cilasını çizdi. Netanyahu “aracının tarafsız, adaletli biri olması koşuluyla” görüşmelere yeniden başlamaya hazırmış. “Türkiye Başbakanı’nın yaklaşımları objektif, adaletli bir aracı imajını güçlendirmiyor” demiş (Jerusalem Post, 15/11/09).

İlginç bir ironi
Obama’nın Asya gezisini izlerken düşündüm: “AKP’nin dış politikası, bugünkü dünyanın içinde ne anlama geliyor?” Aklıma, Prof. Davutoğlu’nun Journal of International Affaires’deki makalesinde (Aralık 1997/Ocak 1998) rastladığım “benmerkezli yanılsamalar” (egocentric illusions) kavramı geldi. Davutoğlu bu kavramı Fukuyama’nın, “Tarihin Sonu” savını Batı’nın değerlerinin hegemonyasını, Huntington’un “Uygarlıklar Çatışması” teorisini de Batı’nın üstünlüğü varsayımını meşrulaştırdığı için eleştirirken, Toynbee’den alarak kullanıyordu.

AKP döneminde, Prof. Davutoğlu’nun önderliğinde yeni bir dış politika şekillendi. Bu yeni dış politika sayesine, Türkiye, Suriye ile İsrail’i barıştıracak, bu sayede Filistin sorununun çözümünü belirleyecek, Ermenistan’la anlaşacak, İran’la Batı arasında sorunların aşılmasına yardımcı olacak, bu arada AB’ye girecek, enerji koridoru, uygarlıklar arası köprü olacak. AKP yönetimi Kürt sorununu çözecek, Kuzey Irak’a, Büyük Ortadoğu’ya istikrar getirecek, bu arada Müslüman dünyasının liderliğine yükselecekti. Zaman gazetesinin pazartesi günü aktardığına göre Türkiye, Kopenhag zirvesindeki tıkanıklığı açarak küresel ısınmaya bile çare bulabilirmiş.

Kısacası, “önce Türkiye, sonra bölge, sonra Müslüman dünyası ve nihayet dünya”... Neden olmasın? Osmanlı’nın mirasçıları değil miyiz? Stratejik derinliğimiz yok mu?

Şimdi, Suriye-İsrail arasında aracılık işlevini Fransa üstlenmeye hazırlanırken, Türkiye’nin AB üyeliği, büyük olasılıkla “Kürt açılımı”yla birlikte “yok bööle bişi” listesine yazılırken, dönüp bu yeni dış politika yönelimi için “benmerkezci yanılsamalar” deyimini kullansak haksızlık mı yapmış oluruz?
Ama teorisi de var...
Davutoğlu’nun, Fukuyama ve Huntington’un savlarını “benmerkezci yanılsamalar” olarak nitelerken, kendine çok büyük özellikler atfeden bir dış politika izlemesi bir ironi oluşturmuyor mu? Oluşturuyor, ama dahası var: Dayandığı karmaşık teorik zemine dikkatle bakınca, bu “ironinin” giderek bir “trajediye” açılma olasılığı çok yüksek.

Bu teorik zeminin katmanlarının en altında, Mackinder’in, dünyayı kontrol etmek için Avrupa, Büyük Ortadoğu ve Asya ile çevrelenen Avrasya’yı kontrol etmek gerekir, diyen “Heartland” teorisi var. İkinci katta Spykman’ın “Rimlands” (kıyı/çevre/sınır topraklar) teorisi var. Bu teori Mackinder’in teorisinden kalkıyor, ama “Kıyı/çevre toprakları (Avrupa Kıyıları, Büyük Ortadoğu ve Asya muson bölgesi) kontrol eden Avrasya’yı kontrol eder” sonucuna ulaşıyor. Spykman’ın hemen üstünde, Thomas Barnett’ın, “Pentagon’un yeni haritası” çalışmasındaki “Çekirdek” (küreselleşmiş ülkeler), “Çatlak” (Irak, Afganistan, İran gibi küreselleşmeyenler) ve bu ikisini birbirine bağlayan “menteşe ülkeler” modeli var. Barnett’a göre Pentagon “çatlağı”, “menteşe” ülkelerin yardımıyla kapatmayı amaçlıyor.

Davutoğlu, İran devriminin ardından, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Spykman’ın “Rimlands” olarak saptığı bölgede, Kuzey-Güney ekseniyle, Doğu-Batı ekseninin kesiştiği yerde (Büyük Ortadoğu), bir “iktidar boşluğu” oluştuğunu saptıyor. Davutoğlu’na göre Fukuyama ve Huntington’un İslam dünyasını bir sorunlu “öteki” olarak saptamalarının arkasında da “Batı’nın” bu “boşluğun” yerel olarak doldurulmasını engelleyecek müdahalelerini meşrulaştıracak teorik gerekçeler sunma amacı yatıyor.

Davutoğlu, bu boşluğu Araplar değil ancak bölgesel güçler doldurabilir, diyor; büyük güçlerin (ABD ve SSCB/Rusya) İran’ı engellemek için Saddam’ı desteklediklerini, Körfez Savaşı’nda da Irak’ı bastırmak için güç birliği yaptıklarını vurguluyor.

Davutoğlu’nun işte bu zeminde, kıyı ülke - menteşe ülke tanımlarını birleştiren, bölgedeki iktidar boşluğunu, ABD’nin eğilimlerini göz önüne alarak, doldurmayı amaçlayan bir dış politika ürettiği söylenebilir. Bölgeyi kontrol edenin (boşluğu dolduranın) küresel çapta önünün açılacağını düşününce: Bugün Ortadoğu, yarın dünya…

Yukarıda değindiğim ironinin trajediye dönüşme olasılığıysa iki eksenin kesişmesiyle ortaya çıkıyor. Birincisi, yukarıda değinilen teoriler hegemonya konumundakilerin, hegemonya paradigmalarının ürünü. Bu teorilerle hareket edenler bu paradigmalara hizmet ediyorlar. İkincisi, ABD-AB ekseninden gelen bakış, Türkiye’nin işlevini bu boşluğun doldurulması değil, doldurulmasının engellemesi olarak tanımlıyor; Türkiye’nin boşluğu dolduracak yönde güçlenmesini engelleyecek “sigortaları” da içeriyor… Kurtlar sofrasına gitmeden bir konuda emin olmak çok önemli: Masada mısınız yoksa menüde mi?

Thursday, November 12, 2009

1979 mu, 1989 mu?

Duvarın yıkılışının 20. yıldönümünde, 1989’da dünyanın nasıl değiştiğine ilişkin yorumları okurken, kendimi muhafazakâr, emperyalist tarihçi Niall Ferguson’la aynı yerde buluverdim. Ferguson’a göre “Demir Perde’nin yıkılışını boş verin, 1979’da olanlar çok daha önemlidir” (Newsweek, 30/10).

Ekim Devrimi’nin ölümü

Niall Ferguson, Thatcher’in iktidara gelişinin, Deng Siao Ping’in Amerika ziyaretinin, Humeyni rejiminin tarihsel etkilerinin, Duvar’ın yıkılmasından daha önemli olduğunu söylüyor; genelde, Afganistan’ın işgalini de ekleyerek katılıyorum.

Ferguson, (bir sözcük oyunuyla) 1989’un aslında bir devrim (revolution) değil bir açığa çıkma (revelation) olduğunu savunuyor. Ona göre Doğu Bloku, ama özellikle SSCB’nin çöküşü, yozlaşmış komünist seçkinlerin gerçek yüzünü açığa çıkardı.

“1989”da yaşananların bir “açığa çıkma” durumu olduğuna ben de katılıyorum. Ama bir farkla: Sosyalizmin, Ekim Devrimi’nin kazanımlarının, 1989’da değil, ondan 55-60 yıl önce, grev hakkını, fabrikalarda işçi yönetimini ortadan kaldıran I. Sanayi Planı atılımıyla, 1930’larda sanatta Avant Garde’ın, ilk devrimci Bolşevik kuşağın, liderlerinin (Kamanev, Zinoviev, Radek, Piatokov, Bukharin, Troçki vb…), biri hariç Merkez Komite üyelerinin tümünün Vişinski mahkemelerinde, cinayetlerde tasfiyesiyle öldüğünü biliyorum. “1989”, sosyalizmi öldüren sınıfın, halkını aldatamaz hale geldikten sonra, ekonomik, siyasi yapılarıyla dünya piyasasında rekabet edemeyeceğinin ayırdına varmasının sonucu, “deri değiştirmeye” çalışırken, gerçek karakterini açığa vurmasıydı… 1989’da yaşananları bir sermaye birikimi modelinden ötekine geçişin sancıları olarak da görebiliriz.

Gerçekten de duvarın, SSCB’nin çökmesi, Rusya’nın parçalanarak, sermayesinin, doğal kaynaklarının paylaşılmasına yol açmadı. SSCB egemen sınıflarının en seçkin kesimi, devletin kolektif mülkiyeti altındaki malları, kısa bir sürede çeşitli özel mülkiyet biçimlerine dönüştürerek servetlerine katmayı, çalınanları geri almayı becerdiler. Yaklaşık on yıl içinde KGB, yeni kapitalist sınıfla birlikte yönetimi yeniden ele geçirdi; Rusya’nın dış politikası da eski “nüfuz alanlarının” yeniden ele geçirilmesi amacına odaklandı.

Thatcher - Deng, Humeyni

1979 yılına dönersek, Thatcher’in iktidara gelişi, Deng’in ABD ziyareti kapitalizmde bir ekonomik, kültürel “restorasyonun” başladığını gösteriyordu. Restorasyon döneminde, işçi hareketinin 150 yıllık kazanımları, “sınıf şekillenmesinin” maddi, psikolojik, ideolojik hatta kurumsal öğeleri (kolektif dayanışma refleksi, sendikal hareket, siyasi partileri) çok büyük ölçüde imha edilecek, üyelerinin kendilerini vergi mükellefi, tüketici olarak tanımlama (atomizasyon) eğilimi güçlenecekti. Restorasyon süreci 1990’larda seri mali krizlere, “liberal emperyalizme” dayalı askeri müdahalelere, sonra da “terorizme karşı savaş” gerekçesiyle sömürgeci savaşlara yol açtı.

Humeyni’nin iktidara gelmesi ve Afganistan’ın işgali siyasal İslam’ın, 1978’de iktidara gelen Deng’in 1979’daki ABD ziyareti, Çin’in yükselme süreçlerini başlatıyordu. Restorasyonun aksamaya başladığı 90’lı yıllarda bu iki eğilimin güçleniyor olmasıysa bugün hâlâ uluslararası jeopolitiğin dilini kirletmeye devam eden “uygarlıklar çatışması” savının doğumuna ebelik edecekti.

Bugün, “yüzyılın en büyük krizinin” etkisiyle, Neoliberalizm iflas etmiş durumda. Çin’in yükselişiyse daha da hızlandı. Siyasal İslamın “ılımlı İslam” kanadı Ortadoğu’da, emperyalizmle el ele, en etkin siyasi akım haline geldi; gelişme çizgisi, ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda Çin’in gelişme süreciyle kesişmeye başladı.

Yazımı, Çin Başbakanı Wen Jiabo’nun cumartesi günü Arap Birliği’nin Kahire merkezinde yaptığı “Uygarlıkların Çeşitliliğine Saygı” konuşmasına değinerek bitirmek istiyorum.

Wen, konuşmasında, “bütün uygarlıkların eşit, aynı derecede değerli olduğunu” vurguladıktan sonra, “gelin birlikte Çin ile Arap ülkelerinin işbirliğini yeni bir düzeye çıkaralım”, “gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını korumak, adil ve makul bir yeni dünya düzeni (E.Y) kurmak için uluslararası düzeyde birbirimizi desteklemeye, işbirliği yapmaya devam edelim” dedi. Arap dünyasıyla Çin arasındaki ticaretin geçen iki yılda 37 milyar dolardan 133 milyar dolara, yatırım projelerinin toplam 100 miyar dolara ulaştığına dikkat çeken Wen, Batı’da yükselen “yeni sömürgecilik” eleştirilerine cevap olarak, “Koşullar ne olursa olsun Çin halkı Arap halkının en güvenilir dostu olmaya devam edecektir” dedi. Wen, ertesi gün Çin-Afrika zirvesinde de, 2008 yılında, Çin’le ticareti yüzde 48 artan bu bölgeye, 10 milyar dolarlık, düşük maliyetli yeni bir kredi paketini açıkladı. IMF’nin Afrika ülkelerine yönelik “Çinli kaynaklardan çok fazla borçlanıyorsunuz” uyarısına, “En yoksul ülkelerin borçlarını silebiliriz” söyleriyle cevap verdi.

Bunlar, 1979’un, dünyayı 1989’dan daha köklü bir biçimde değiştirdiğini göstermiyor mu?

Wednesday, November 04, 2009

Yeniden Bir ‘Déjà Vu’

Sanki geçen iki yıl yaşanmadı, kredi köpüğü patlamadı, “spekülatörlerin sürü refleksi”, yeni bir “Büyük depresyon” riski üzerine ciltler dolduracak yorumlar yapılmadı. Yine tüm varlık piyasalarında köpüklerden, hatta senkronize bir “mega köpükten” söz ediliyor. Mali piyasaların oyuncuları hiç mi ders almadı olup bitenlerden?

Tabii ki ders aldılar

Onlar geçen dönemde olanlardan, belki sizin beklediğinizi değil ama, yine de en doğru dersi çıkardılar: Mali piyasalarda istediğiniz riski üstlenebilir, köpüğü şişirir, dünyanın geri kalanından birikmiş serveti becerebildiğiniz kadar kendi cebinize aktarabilirsiniz. Adeta yarın yokmuş gibi, “Benden sonra tufan” yaklaşımıyla yola devam edebilirsiniz.

Çünkü öğrendiniz ki, bu köpükler patlayıp geminiz batmaya, karşılıksız kontratlar boynunuzda dibe çökmeye başladığınızda, devletleriniz devreye girerek, elinizden tutarak sizi yukarı çekiyor, yüzmeye devam edebilmeniz için size kurtarma paketleri veriyor, piyasaya likidite enjekte ederek dalgaları yatıştırmaya başlıyorlar. Dahası devletler zararlarınızı üstlenerek toplumsallaştırıyor, siz milyar dolarlık ikramiyelerinizi bile almaya devam edebiliyorsunuz, sanki gemileri siz batırmamışsınız gibi...

Bir kez bu dersi aldıktan sonra, elinize geçen ilk fırsatta, en iyi bildiğiniz oyunu oynamaya, kasalarınızı dolduracak yeni köpükler şişirmeye başlayabilirsiniz, hem şişerken hem de patladığında milyonlarca insanın yaşamını altüst edeceğini, tasarruflarını, gelecek umutlarını imha edeceğini bile bile...

Siz şimdi bana, “Sen zaten sosyalistsin, önyargılısın” filan demeye hazırlanıyorsanız, Financial Times’ın mali piyasalar editörü Gillian Tett’in 22 Ekim tarihli yazısına bakabilirsiniz. Tett, ayın başında, yeni emekli olmuş üst düzey bir bankacıdan aldığı mektuptaki “Geçen 12 ayı unutun... Oyuncular yine sahnede, hem de eskisinden daha büyük bir hırsla... Yüksek derecede kaldıraçla (örneğin, yatırımı yaparken siz 1 koyup 9’unu borçlanıyorsunuz) desteklenen spekülasyon yine revaçta... Gayrimenkul fonlarından emtialara, yükselen piyasalara, hisse senetlerine, bonolara kadar her alanda her konuya el atıyorlar yine... Her türlü denetim anlayışı yine camdan dışarı atıldı... 2008 Ekim sarsıntısı, bir kostümlü prova mıydı?” saptamalarını aktarıyor.

‘Köpüklerin anası’ mı geliyor?

Geçen cuma günü Newsweek, “Yatırımcılar hisse senetlerinin, altının, petrolün fiyatını baş döndürücü düzeylere yükseltiyorlar. Yeniden bir déjà vu” başlıklı bir araştırma yayımladı. Başlıktaki “Yeniden déjà vu” ifadesindeki totoloji tüm yaşananlardan sonra oluşan absürt durumu çok iyi dile getiriyordu. Yazar, “çılgınlığın yeniden geri geldiğini” vurgulamanın yanı sıra “yankı köpük” kavramıyla, büyük köpüğün patlamasının yankılarının çeşitli piyasalarda oluşturduğu daha küçük köpüklere dikkat çekiyordu.

Pazartesi günü Nouriel Roubini bu “yankı köpüklerin” senkronize olmaya başladığını düşündüren çok tehlikeli bir şekillenmeye dikkat çekti. Devletlerin mali piyasalara yönelik kurtarma operasyonları, bol likidite, düşük faiz ortamı yarattı. Özellikle dolarda düşük faizler, doların zayıflama eğilimine bağlı olarak yüzde 20’ye ulaşan negatif faiz hadleri oluşturdular. Bu ortam, özellikle dolarla borçlanarak diğer varlıklara son derecede kârlı kısa dönemli yatırımlar yapmaya olanak veren bir “carry trade” yarattı. Mart ayından bu yana emtia piyasalarında, petrol dahil olmak üzere her türlü riskli varlığın fiyatlarında, yükselen piyasalardaki hisse, tahvil ve para birimleri değerlerinde eşzamanlı olarak büyük yükselmeler yaşanıyor.

Şimdi yükselen emtia, petrol fiyatlarını, üretim, girdi maliyetlerini arttırıyorlar. Böylece ithalatçı ülkelerde, üretici ve tüketici, fiyatlar yukarı giderken darbe yiyor. Köpükler patlayınca, bu kez fiyatlar aşağı gelirken ihracatçı ülkelerin tüketicileri, üreticileri darbe yiyecekler.

Bu köpükler sonsuza dek sürdürülemezler. Çünkü, doların gerileme eğiliminin bir sınırı olduğu, devletlerin bir aşmada piyasadaki likiditeyi çekmeye, faizleri arttırmaya başlayacağı kesin. Nitekim pazartesi günü Wall Street Journal, hükümetlerin döviz piyasalarına, dolardaki gerilemeleri yavaşlatma yönünde müdahale etmeye hazırlandığını aktarıyordu.

Bir taraftan piyasaları kurtarma operasyonları, yeni ve çok daha büyük senkronize bir köpüğün oluşmasına yol açıyor. Diğer taraftan, bu köpüğü engellemenin yolu “reel ekonomiyi”, üretimi, tüketimi ve yatırımları olumsuz etkileyecek, işsizliği körükleyecek önlemleri gerektiriyor. Böyle bir politika çıkmazı da, krizin tüm şiddetiyle devam ettiğini gösteriyor.

Thursday, October 29, 2009

‘Serbest Piyasa’dan Sonra...

“Peki, şimdi ne olacak?” Ekonomiden çevre sorunlarına, enerjiden suya, gıdaya, sağlıktan eğitime, toplumun en temel sorunlarının çözümünü “serbest piyasa” denen şeye bıraktık. O da getirdi bizi ekonomik, siyasi, kültürel, ekolojik krizin, diğer bir deyişle bir uygarlık krizinin içine bıraktı.

Şimdi ne olacak?

Şimdi, piyasa değilse ne? Yaşamın düzenlenmesini neye emanet edeceğiz? “Komünizm” de geçen yüzyıldan kalma haliyle bugün, özendiren, insanları heveslendiren bir seçenek sunmuyor. Bakın benim aklıma, aniden, çok ilginç, çok parlak bir fikir geldi. Acaba, piyasa mekanizması “hurafesinin” yerine, kendi aklımıza güvenemez miyiz? Seçenekleri yeniden düşünemez miyiz?

Biliyorum çok korkutucu bir olasılık bu. Hem buna alışkın da değiliz. Otuz yıl dile kolay; en azından bir kuşak demek. 1980’lerde yetişmeye (ideolojik evrene girmeye) başlayanlara, yıllar boyunca, okulda, televizyonda, gazetelerde, sokakta sürekli piyasanın hem kendi kendini düzenlediği, hem de kaynakları en iyi biçimde dağıttığı, buna müdahalenin krize yol açacağı anlatıldı. “Komünizm” çökmüştü; toplumu değiştirme projesi iflas etmişti. Kişi kendi başının çaresine bakmalıydı. Zaten “toplumsal çıkar” diye bir şey yoktu...

Otuz yıldır, “öz yönetim”, “sosyal devlet”, kaynakların adaletli dağılımı, yoksulluğa karşı mücadele, hatta eşitlik gibi kavramlar hep aşağılandı. Le Monde’da Filozof Axel Honneth’ın, Sloterdijk’i eleştiren yazısında anımsattığı gibi, eşitlik düşüncesine tepki, giderek halk sınıflarına yönelik bir nefrete dönüştü. Sosyalist, hatta sosyal demokrat siyaset, yoksulların, zenginin malına yönelik kıskançlığından yararlanan aydın oportünizmi, ‘Refah devleti’, “bürokratik kleptokrasi” olarak mahkûm edildi, hem de karşılığında, “piyasanın gizli elinden” başka hiçbir seçenek sunulmadan (Le Monde, 25/10/09; kısaltılmamış versiyonu: http://www.zeit.de/2009/40/Sloterdijk-Blasen?page=1). Kamu hizmetleri hırsızlığa eşitlenerek tasfiye edilirken sosyal adalet, zenginin vereceği sadakaya indekslendi vatandaş toplumu, sadaka toplumuna dönüşmeye başladı; demokrasi de entelijensiyanın, seçmenin, seçilenlerin alınıp satıldığı, Badiou’nun deyimiyle “olanı onaylama” pratiğine... “Komünizm”den sonra adeta “ortaçağlara” geri dönüyorduk.

Tepetaklak dünya...

Ama gördük ki, piyasa kendi kendini düzenleyemiyor, kaynakları rasyonel biçimde dağıtamıyor. O yalnızca bir sermaye birikim “makinesidir”. Bu “makine”, ahlak, adalet, toplumsal refah, çevreyle ilgili sürdürülebilirlik gibi kaygılardan bağımsız olarak işliyor. Bu makinenin rasyonel olduğunu söylemek, “antropomorfik” (insanmış gibi düşünmek) bir saçmalığın ötesinde, herkesten sermaye birikimine, insana duyarsız bir “makineye” yakıtı olmasını istemek anlamına geliyor.

Ama artık bu “makine” kırıldı. Dün, devlet müdahalesine, sosyal devlete karşı olanlar, şimdi toplumsal çıkardan (biz batarsak siz de batarsınız), yeni düzenlemelerin, denetimlerin gereğinden (toplumsal mühendislik) söz edip adeta bir “sosyal devlet” istiyorlar. Ama bir koşulla; bu devlet vatandaşlardan vergi toplayacak, bununla piyasayı kurtaracak. Diğer bir deyişle ekonomi politik tepetaklak ediliyor. İşçinin, emekçinin, halkın verdiği vergi, dev şirketleri kurtarıyor.

Biraz da biz konuşsak

O ki ekonomiye siyasi müdahalenin, yeniden yapılandırmanın gerekebileceği kabul edilebiliyor. O zaman bu müdahalenin, yeniden yapılandırmanın içeriğini, biçimini, bizim aklımıza uyup uymadığını tartışmaya başlamanın tam zamanı değil mi?

Hemen birey-toplum, azınlık-çoğunluk ilişkisini, vatandaşın haklarını, vergilerin kaynaklarını, kullanılış biçimini, devletin öncelikle kime sorumlu olması gerektiğini konuşalım. Bu konularda aklımızın ürünlerini nasıl uygulamaya sokabileceğimize, karşımızdaki siyasi seçeneklere, geçen yüzyılın deneyimlerine yeniden bakalım. Aklımızın ürünlerini bırakın uygulamaya koymayı, daha tartışmaya, hatta düşünmeye başlama aşamasında önümüze dikilen, düşünsel, kurumsal ve fiziki engelleri anlamaya çalışalım.

Karşımıza çıkan her siyasi partiye, öncelikle bir taraftan haklar ve özgürlükler (aklımızın ürünlerini serbestçe konuşma, uygulama hakkı) diğer taraftan ekonomik eşitlik ve adalet (insanca -temel gereksinimleri karşılanmış- yaşama hakkı) konusunda düşüncelerini, devleti bizden yana nasıl kullanmayı, yapılandırmayı düşündüğünü soralım. Kısacası serbest piyasa modeline, bunun iktidar ilişkilerine karşı bize hangi seçenekleri sunduklarını soralım. Bu sorulara bütünlüklü cevaplar sunamayan partileri zaman kaybı olarak görelim.

Çok özel bir tarihsel andayız, bir şeyler çözülüyor, ama yerine neyin geleceği belli değil. Diğer bir deyişle insan eylemine, yaratıcılığına alan açan bir çatlak oluşuyor zamanda... Günlük yaşamın küçük sorunlarıyla, dünyanın büyük sorunlarını birlikte düşünmenin tam zamanı!

Thursday, October 22, 2009

Türkiye’nin Dış Politika Atılımlarını Düşünürken…

Ermenistan’la tarihsel bir protokol imzalanıyor. İsrail’le kriz derinleşiyor, Suriye ile “stratejik ortaklık” gündeme geliyor. Batı’nın baskılarına karşı, İran’ın nükleer programı savunuluyor, “bölgede Türkiye, İran, Suriye ekseni mi oluşuyor” diye soranlar artıyor. Kuzey Irak Kürt yönetimiyle oluşturulan karşılıklı anlayış, PKK kamplarından Türkiye’ye geri dönüş... Türkiye’nin dış politika alanında Prof. Davutoğlu önderliğinde bir atılım yaptığı kesin.

Bu atılımın, Kafkaslar’dan, Ortadoğu’ya meyvelerini vermeye, ülkenin uluslararası konumunda önemli bir dönüşüm yaratmaya başladığı söylenebilir. Ancak bu atılım üzerine kesin bir yargıya varmak için acele etmemekte yarar olabilir.

Yeni doktrin...

Batı basınında Türkiye’nin dış politikası üzerine yazanlar, konuya öncelikle Davutoğlu’nun dış politika savlarını kısaca özetleyerek girmeye özen gösteriyorlar. Bu özetlerde “Stratejik Derinlik” başlıklı çalışmaya göndermeyle, üç nokta öne çıkıyor. Ancak, Davutoğlu’nun çalışmasındaki, en az bu üçü kadar, önemli bir dördüncü nokta daha var. Bu ise ısrarla “dışarıda” bırakılıyor. Bu üç noktadan birincisi şöyle: Türkiye geçmişte benimsemiş olduğu içine kapanık, bölge sorunlarına duyarsız çizgiyi terk ediyor, dışa dönük aktif bir politika benimsiyor. İkincisi, Türkiye’nin bölgesinde, Osmanlı İmparatorluğu mirasından, bir İslam ülkesi olmasından kaynaklanan kültürel etki araçları (derinliği-E.Y) var. Üçüncüsü, Türkiye komşularıyla “sıfır” sorun hedefi güden yeni bir düzen kurmayı amaçlıyor.

Ancak ilginç olan şu ki, Türkiye’nin yeni dış politikasını bu üç nokta üzerinden düşündüğümüzde bir sonuca, yorumlarda ısrarla “dışarıda” bırakılandördüncü noktayla birlikte düşündüğümüzdeyse bir başka sonuca ulaşabiliyoruz. Dördüncü nokta şu varsayıma ilişkin: Türkiye’nin bölgesinde güç yansıtabilmesi için bir küresel gücün desteğine, kaldıracına vb. gereksinimi vardır. İşte bu dördüncü noktayı göz önüne alınca, olupbitenlerin çoğunu (geri kalanı yeni sınıf şekillenmeleriyle, siyasal İslamın dinamikleriyle ilgili) ABD’nin bölge politikalarının merceğinden okumak gerektiği sonucuna ulaşabiliyoruz.

‘Eski’ ve ‘yeni’ pratik

Örneğin, “geçmişteki” içine kapanık dış politikanın, Soğuk Savaş döneminde, bölgedeki tüm dış politika seçeneklerinin iki büyük gücün dengesine bağlı olarak saptanmış, Türkiye’ye NATO dışında bir hareket alanı bırakılmamış olmasından kaynaklandığı söylenebilir. “Yeni” dışa dönük politika ise, Soğuk Savaş’tan sonra ayakta kalan tek hegemonyacı gücün bölgedeki hesaplarının değişmiş, Türkiye’den beklenenlerin çeşitlenmiş olmasıyla ilişkilendirilebilir. Bu yaklaşıma, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki, İsrail’in Lübnan ve Gazze’deki fiyaskolarının, bu iki ülkenin arasındaki ilişkiye, hatta manevra alanlarına, bölgesel ve küresel çapta getirdiği kısıtlamalar da eklenebilir. Bu saptamalar, ılımlı ve Batı’yla barışık, Arap ülkelerine örnek, demokratik İslam ülkesitanımıyla, Stephen Kinzer’ın Boston Globe’da vurguladığı “Türkiye ABD’nin gidemediği yerlere gidebilir, kuramayacağı ortaklıklar kurabilir, mutabakatlar oluşturabilir” (15/10/09) beklentisiyle zenginleştirilerek okunabilir. O zaman medyada egemen olanlardan başka senaryolar düşünülebilir.

Örneğin, Türkiye’nin “yeni” dış politikası, bir büyük gücün dış politikasının uzantısı olarak yorumlanabilir. Yeni İsrail politikası, Suriye yakınlaşması ise, İsrail’in yalnızlık, kuşatılmışlık algısını güçlendirerek, ABD’nin (Obama yönetiminin) Ortadoğu politikalarına direncini azaltmayı; Suriye’yi de İran’dan uzaklaştırmayı amaçlıyor olabilir. Bu yorumlar eğer gerçeği yansıtıyorsa, Türkiye ABD’nin bölge projelerine, olayların akışına daha fazla kapılması, şimdi sahip olduğuna inandığı manevra alanını, karar alma kapasitesini de giderek kaybetmesi beklenebilir.

İki gelişme bu “kötümser” olasılığı güçlendiriyor. Bunlardan birincisi Ermenistan’la yapılan anlaşma. Her iki ülkenin halkları açısından olumlu bir anlaşma, ama ABD, AB, Rusya’nın ve enerji jeopolitiğinin gölgesi altında gerçekleşmesi, zemininin çok kırılgan olduğunu gösteriyor. Bu anlaşma Azerbaycan’ın kendi doğal kaynaklarını koruma kapasitesini zayıflatacak. Türkiye’nin Azerbaycan’la ilişkilerinin bozulmasıysa enerji jeopolitiğinde, AB karşısında elini (Azerbaycan gazını Avrupa’ya ulaştırmanın, Nabucco dışında bir başka yolunu bulursa -RFR/RL, 19/10/09- iyice) zayıflatacak. İkincisi, Belücistan kaynaklı, ABD ve İngiltere bağlantılı olduğu söylenen Cundullah adlı radikal Sünni grubun İran devrim muhafızlarının 6 liderini öldüren bombalı saldırısı. Bu saldırı İran’a yönelik destabilizasyon girişimlerinin ivme kazandığını, Türkiye’nin bu ülke ile ilişkilerinde seçeneklerinin hızla daralacağını düşündürüyor.

Türkiye’nin yeni politikasıyla İslam dünyasında etkisini arttırma hesaplarına gelince, süreç, ekonominin kaynak gereksiniminin, AKP’nin kültürel duyarlılıklarının etkisiyle, beklenenin aksi bir yönde gelişerek, Arap ülkelerinin Türkiye siyaseti üzerindeki etkilerini arttırabilir.

Wednesday, October 14, 2009

‘Belli ki İyi Niyetli Sözler’

Başbakan’ın Yıldız Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın ardından kopan “fırtınayı” izlerken, “belli ki iyi niyetli sözler”... “olumlu bir şey söylediğini sanıyordu” diye düşündüm. “Amacının önyargıları güçlendirmek olmadığına inanıyorum” gibisinden savunmalar ortaya dökülmeye başlayınca Marx’ın,Graucho Marx’ın sözlerini anımsadım. Başbakan’ın gerçek niyetini bildiklerine inanarak onu savunmaya soyunan bu insanlara dönüp acaba şöyle diyemez miyiz: “Beyler, Başbakan önyargılı biri gibi görünebilir, önyargılı biri gibi konuşabilir, ama sakın bu sizi yanıltmasın. O gerçekten önyargılı biri olabilir!”

Hafızayı beşer…
Sonra da aklıma “Hafızayı beşer nisyanla maluldür” (insan hafızası hatırlama özürlüdür) sözleri geldi. Yıldız konuşması ilk değil ki... Buyurun size yakın geçmişten iki örnek: “Biz, dedeleriniz, ecdadınız kovulduğu zaman sizi kalkıp da bu topraklarda ağırlayan, bu topraklarda misafir eden Osmanlı’nın torunları olarak konuşuyoruz” (6 Ocak, İsrail’in Gazze saldırısı üzerine…) ve “Öldürmeye gelince siz çok iyi bilirsiniz” (Davos, “one minute” olayı).

İlk alıntıda Başbakan, “sizi” sözleriyle, soyut bir “biz”, “siz” ikilemi kuruyor, sonra güncel bir olayı konuşuyor olmasına karşı bu “ikilemi”, tarihin uzak bir anına kadar yansıtarak adeta mutlaklaştırıyor. Diğer bir deyişle, Başbakan, liberal, postmodern söylemin çok sevdiği bir kavramı kullanırsak, Yahudileri “ötekileştiriyor”, dahası tarihten gelerek, bu “öteki” üzerinde bir hak iddia ediyor. İçindeki, “biz”in kim olduğu belirsiz, yozlaşmış, müflis bir hanedanla kurulan “torunluk” ilişkisinin de son derecede sorunlu olması bir yana, “Osmanlı’nın torunları olarak konuşuyoruz” ifadesi de tarihten gelmekte olan bir “ruha” gönderme yaparak, Başbakan’ın sözlerini iyice ağırlaştırıyor.

Bu içi boş (ötekileştiren) “siz” kavramıyla, “Öldürmeye gelince siz çok iyi bilirsiniz” ifadesinde de karşılaşıyoruz. Başbakan “siz” kavramıyla İsrail devletini ya da ordusunu kastediyor olamaz. Çünkü o zaman, Başbakan yağmur yağarken, bakıp “yağmur yağıyor” gibi gereksiz bir şey söylemiş olurdu: Her devlet, her ordu öldürmeyi en az öteki kadar iyi bilir, daha iyi bilmek için biteviye çabalar. Acaba, Başbakan, Peres’in Haganah’daki, Savunma Bakanlığı’ndaki geçmişini düşünerek, bizzat Peres’i mi hedef aldı, ona “sen katilsin” demeye getirdi? Bu, Gazze saldırısı gibi jeopolitik bir trajediyi kişileştirmek, basitleştirmek olurdu. Başbakan’ın kafasının bu kadar karışık olduğuna inanasım gelmiyor. O zaman, geriye, son seçenek olarak, İsrail’i (bir bütün homojen “nesne” olarak) kasteden, Yahudi düşmanı olanların, “içine” kendi önyargılarını kolaylıkla “yazabilecekleri” “boş” bir gösterge olarak “siz” kalmıyor mu?

Önyargı ve ötesi…
Bir halk, bir insan topluluğu, tüm karmaşıklığı, içerdiği bireyler arasındaki sonsuz farklılıklar görmezden gelinerek, onu tek bir özelliğe indirgeyen bir kavramla ifade ediliyorsa, orada, bir önyargının açtığı çok tehlikeli bir kapıdan içeri girmek üzereyiz demektir.

Bu, önyargının sahibinin, mutlaka bu kapıdan içeri gireceği anlamına gelmiyor. O, önyargısının hedefi olan şeyin kendisine “gerçekte” nasıl göründüğünün ayırdında bile olmayabilir. Çünkü, o bu “görüntüyü” toplumsal etiket kaygısıyla ya da psikanalizden bir kavramı ödünç alırsak, “süper ego” sayesinde bastırmaktadır. Ama “bastırılan” her zaman geri gelerek rahatsız ettiğinden, bu şahıs, bu rahatsızlıkla yaşayabilmek için, sürekli kendine, etrafındakilere ırkçı olmadığını, en yakın arkadaşlarının siyah, Yahudi olduğunu anımsatma, siyahların, Yahudilerin “iyi özelliklerini” her fırsatta vurgulama gereği duyabilir. Örneğin, “siyahlar çok iyi sporcudur, çok iyi dans ederler. Yahudiler parayı, bilgiyi çok iyi yönetirler… Hep bunun rantını almaya devam ederler…” Ya da bir başka durumda olduğu gibi, bu genellemelere karşı çıkarken, aynı anda, bir genelleme yaptığının ayırtında bile olmadan “Tüccar ve sanayici olmak iyidir! Bilim adamı, felsefeci, sanatçı olmak iyidir. Bunlar her milletin, bu arada Yahudilerin de iyi taraflarını yansıtan özelliklerdir” (abç) de deyiverirler.

Bunlar ilk anda çok masum görünen ifadeler. Ama, gerçekte, “yüzde 90’ının hayatında Yahudi biriyle hiç teması olmamış, ama önyargılar nedeniyle yarısı Yahudi komşu istemeyen”, yoksullaştıkça gerilen, “Mutluluğumu kim çalıyor? Niye birileri benden daha iyi yaşıyor?” sorularına kestirme cevaplar arayan insanların öfkesine, üstelik de “Durdukları yerde para basıyorlar” ifadeleriyle birlikte kullanıldıklarında kibrit çakmaya benziyorlar…

Thursday, September 24, 2009

‘İmparatorlukların Mezarlığı’ Afganistan

ABD’nin dış politika gündeminin başında Afganistan var. Başbakan’ın ABD gezisi öncesinde, Türkiye’de, jeopolitik konularla ilgilenen kimi gazete köşelerinde, düşünce kuruluşlarında egemen yaklaşımın Türkiye’nin Afganistan’daki varlığını arttırması gerektiği yönündeydi. Bu yaklaşım Dışişleri BakanıDavutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”kitabında savunduğu, büyük bir küresel güce dayanarak bölgede güç yansıtmak, etki arttırmak olarak özetlenebilecek çizgisiyle de uygunluk halinde.

Ancak bugünkü koşullarda Türkiye’nin Afganistan’a ne başlık altında olursa olsun daha fazla asker ve personel göndermesine, bu adım, ölümcül bir“tuzağın” içine bile bile atlamak anlamına geleceğinden, kesinlikle karşı çıkmak gerekiyor.

Bir bilenden uyarılar

Rusya’nın Afganistan yenilgisinin mimarlarından, o zamanın ABD Devlet Başkanı Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı, Zbigniew Brzezinski, 1998’de konuyla ilgili olarak şöyle diyordu. “O gizli operasyon mükemmel bir düşünceydi. Sovyetler’i Afganistan tuzağına çekmeye hizmet etti. Sovyetler’in sınırı geçtiği gün Başkan Carter’a şöyle yazdım: Şimdi Sovyetler’e kendi Vietnam savaşını verme şansına kavuştuk.”

Brzezinski önceki hafta Avrupa’daydı. NATO, Afganistan bağlamında güvenlik uzmanlarıyla görüşür, konuşmalar yaparken ise şöyle demiş:“Afganistan’da… Sovyetler’in kaderini tekrarlama riskiyle karşı karşıyayız”. New York Times’ın aktardığına göre, Brzezinski, Kuzey ittifakıyla birlikte savaşan 300 özel tim görevlisiyle Taliban rejimini yıktık. Ancak şimdi ABD ve bağlaşıklarının Afganistan’daki toplam asker sayısı 100.000 civarında”… “Sovyetler’in o zamanki toplam gücüne ulaşmak üzereyiz ve daha şimdiden en üst düzey generallerimiz savaşı kaybetmekte olduğumuzu söylüyorlar”.

Brzezinski, “Askeri güçlerin bir gelişme stratejisine nasıl yardım edebileceğine karar vermek için bir uluslararası konferansın toplanması gerektiğini”savunmuş. Böylece “Avrupalıların oradaki varlık süresini uzatmak daha da kolay olacakmış. Eğer ABD Afganistan’da yalnız kalırsa bu ittifakın (NATO-E.Y.) sonu” olurmuş.

Japon Stratejik Çalışmaları Enstitüleri Birliği’nin Brzezinski Avrupa’dayken yayımladığı bir analizde de, dün Afganistan yenilgisinin nasıl Sovyetler’in geleceğinde rol oynadıysa bugün de ABD’nin geleceğinde rol oynayabileceğine dikkat çekildikten sonra söylenenler arasında şu iki nokta dikkatimi çekti: Birincisi: “Avrupa ve Japonya, ABD’ye belki de bu savaşı askeri olarak kazanamayacağımızı anlatmalılar”. İkincisi: Batı’nın ulusal kurtuluş savaşları deneyiminden çıkarmış olması gereken dersler vardır”. “Askeri harekâtlar çok fazla tali hasar yaratıyor, yerel nüfusu NATO güçlerine yabancılaştırıyor. Koalisyonun esas olarak Avrupa-Atlantik güçlerinden oluşması, beyaz adamın savaşı izleniminigüçlendiriyor” (abç).

‘Durum’ çok olumsuz

Afganistan’da iç ve dış etkenlerin birlikte oluşturduğu “durum”, ABD ve NATO açısından çok olumsuz. ABD’de Temsilciler Meclisi’nde, Washington koridorlarında, hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar arasında bu savaşın kazanılabileceğine ilişkin inanç hızla kayboluyor. Geçen hafta GeneralMcChristal’in de “bu savaşı kaybedebiliriz” sözleri bu havayı daha da ağırlaştırdı. GSMH’si 23 milyar dolar, devlet bütçesi 600 milyon dolar olan Afganistan’da Taliban’la savaşacak, 400.000 kişilik bir yerel ordu inşa etmek ise tam anlamıyla bir fantezi. General McChristal, istediği azami ek gücü alabilse bile bunlarla ne yapacağı ve bunun “durumu” nasıl değiştireceği meçhul. İngiltere, Kanada ve Almanya’da Afganistan sorunu gündemin önüne çıkmaya başladı. Kanada yönetiminin yayımladığı raporlar durumun gittikçe kötüleştiğini ABD’nin yalnız kalma olasılığının artmakta olduğunu gösteriyor.

ABD yönetiminin, “yabancı güçlere karşı iç savunma” (ABD politikalarını kabul etmeyen isyancılara karşı) alanında uzmanlaşmış Special Forces 3rd Group olarak bilinen özel güçleriniPakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Uzbekistan, Kazakistan ve Kırgızistangibi Afganistan’ı çevreleyen ülkelere getirmeye başlaması (Eurasianet, 17/09/09) “yeni bir duruma” hazırlık yapmaya çalıştığını düşündürüyor.

Bu sırada Asya Times’ın Pakistan büro şefi, birbirine hasım beş büyük Taliban liderinin, Afganistan’ın Khost eyaletinde yapılan bir toplantıda, güçlerini birleştirme, eylemlerde eşgüdüm oluşturma kararı aldıklarını aktarıyordu (17.09/09). Perşembe günü Kâbil yakınında gerçekleşen bir NATO konvoyuna yönelik saldırı bu sürecin ilk ürünüymüş. Oxford Research Group’dan Prof. Paul Rogers’de güvenilir kaynakların Taliban’ın artık Kandahar’ın çoğunu kontrol ettiğini”söylediklerini aktarıyordu.

İskender, Cengiz Han, İngiliz ve Rus imparatorlukları Afganistan’daboylarının ölçüsünü aldılar. Bu yüzden oraya “imparatorlukların mezarlığı” da deniyor. “Yeni Osmanlı” fantezileriyle aklı karışanların vaatlerine inanıp çocuklarımızı oraya gömmeyelim…

Tuesday, September 22, 2009

Çoktan, gereğinden fazla uzamış bir tartışma üzerine son kez

“Bir boya dökme vakası” başlıklı yazımda “aklın istikrarsızlığından” öz ederken, Margulies’in özgün bir durum olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Birlikte savruldukları noktada, grup arkadaşlarında da bu durumun kimi “semptomlarını” gözlemlemek olanaklı.

Örneğin Doğan Tarkan, arkadaşı Roni Margulies’i savunmak amacıyla bana yönelik bir yazı yazmış. Bir insanın siyasi çizgisini paylaştığı bir dostunu savunması çok yerinde bir tutum. Ama keşke acele etmese, biraz daha özenle savunsaydı “aklın istikrarsızlıklarını” belki kontrol altına alabilirdi diye düşündüm okurken. Ama ne yazık ki alamamış.

Tarkan yazısına devrimci geçmişimizin fedakarlıklarını, çektiklerini vurgulayan bir giriş yapıktan sonra sıra bana gelince, birden bire, benim dip not merakıma ve şiir yazma pratiğime gönderme yapmaya başlıyor. Bu göndermenin nedenini anlamadım. Yine de davete uyup bir not düşeceğim: Dip not merakı, söylenen şeylerin kaynağını vermek, paylaşmak arzusundan kaynaklanır; bir akademik ahlak anlayışıyla, disipliniyle ilgili bir durumdur.

Ama o ki şiirden laf açıldı, ilgileneler için bir bilgi aktarayım bari: Margulies kendini siyasette, Troçkist olarak tanımlar. Ancak iş sanata geldiği zaman, 1994-95’de Adam Sanat dergisinde yaşanan bir tartışmada hayretle izlediğimiz gibi, Stalin’in Avant Gard’ı imha eden komiseri Jidanov’un savlarıyla, Atilla İlhan’a yaslanarak 1980’ler kuşağına saldırmaktan çekinmez… Tartışmanın ayrıntılarını öğrenmek isteyenler benim Yaşasın Modernist Refleks (Telos yayınları 1997) kitabıma bakabilirler. Şiir tartışmasını, “Bir serginin düşündürdükleri” başlıklı yazıyla birlikte okumalarını öneririm.

Konu Stalinizm’e gelince insan ister istemez anımsıyor. Stalin rejiminin en önemli özelliklerinden biri de, tarihi geriye doğru yeniden yazmak, birilerini silmek, birilerini de ajan, polis filan gibi düzmece mahkemelerle imha etmekti. Diğer bir deyişle, siyasette argüman yerine yalana başvurmakla ilgili bir damarı var Stalinist geleneğin.

Troçkist olduğunu “bildiğim” Tarkan’ın yazısında da bu geleneğin karanlık gölgelerine rastlayınca, yine “aklın istikrarsızlıklarını” düşünmeden edemedim; gerçekten de çok üzüldüm.

Örneğin, Margulies-Tarkan grubundan daha önce bana gönderilen V.A imzalı bir mesajda da benim siyasi geçmişim tarihten siliniyordu. Bunu yazanın cehaletine vererek, üzerinde durmamıştım. Ama şimdi bir kez daha düşüneceğim bu tutumun anlamını.

Tarkan da, Türksam adlı bir kuruluşa yazı yazdığımı, devlet görevlisi olduğumu ileri sürüyor, Kürt ve Ermeni düşmanı olduğumu ima ediyor. Bu arada 1980’lerin gizlilik döneminde kullanılan bir takma ismi de, sahibinden izin almadan açıklamakta hiç bir sakınca görmüyor.

Türksam için hiçbir yazı yazmadım. Diğer taraftan ben tek başına, bağımsız bir entelektüelim. İstediğim yere yazarım. Beni yazılarımın içeriği bağlar. Diğer taraftan, internet ortamında benim yazılar, irademin dışında, bana sorulmadan, hiç bilgi dahi verilmeden oraya buraya konuyor.

Devlet görevlisi olmama gelince, bu gerçekten çok hazin bir iddiadır. Margulies, şair, yazar ve giderek, özellikle AKP’ye ve siyasal İslam’a yakın medya çevrelerinde “Kamusal entelektüel” konumuna ulaşmış bir insan. Ben eleştirilerimde, onun destek vermekte olduğu çizgiye, üstlenmekte olduğu işleve yönelik teorik bir saptama yapmıştım. Bu bir yorumdur, teorik saptamadır. Katılanlar oldu katılmayanlar da. Ancak Tarkan gibi, “sen devlet görevlisisin” diyeni çıkmamıştı. Tarkan eğer bana bürokrat, kamu işçisi, memur filan demiyorsa, acaba ne demek istiyor? “Sen derin devletsin”, “5. Kolsun” filan mı demek istiyor? Burada da insanın aklına Vişinski mahkemeleri geliyor… Tarkan sinirli, gözü çabuk kararan bir arkadaştır (bunları bir eleştiri olarak söylemiyorum) ama, kantarın topuzunu bu kadar kaçıracağını hiç ummuyordum doğrusu…

Ermeni ve Kürt düşmanı olduğuma ilişkin imalara gelince… Kürt sorunu tartışılırken, Tarkan ve arkadaşları gibi kimi sosyalistlerin umutlarını düzen partilerine bağlayan tutumuna karşılık, ben hep bu sorunun sınıfsal yanını, toprak sorununu ve emperyalizm eksenini vurguladım. Belki bu noktada da “reddetmemiz gereken miras” bağlamında, parlamentarizme ilişkin tartışmaları, “kendi sağındaki güçlerden medet ummak” konusunda geçmişte yapılmış eleştirileri anımsamak yararlı olabilir.

Ermeni sorunu konusunda ise bir keresinde Hrant’ın alçakça katledilmesinden sonra, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını atanlarını eleştirdim. Ermenilerin yaşadığı felaketi yaşamayanların, o acıları çekmeyenlerin, kendilerini onlarla ayni düzleme koymaya hakkı olmadığını vurguladım. Bir başka zamanda da Ermeni sorunuyla ilgili çok imzalı bir bildiriyi yayınlayanları da, “soykırım” kavramından kaçtıkları için eleştirdim. Bunların Ermeni düşmanlığı olduğunu, “Big Brother”ın “Düşünce Polisi” bile iddia etmeye cesaret etmezdi.

Cumhuriyeti savunmaya gelince, evet siyasal İslam’ın Osmanlı nostaljisine, liberalizmin, emperyalizmin Huntington okulunun saldırılarına karşı 1923 “olayını” savunuyorum. Gericilerle, rejimle, kapitalizmle, emperyalizme uzlaşmak için sıraya girenlere karşı, 1970’ler kuşağının devrimci refleksini savunduğum gibi. Bu iki “olayı” savunmam, bu iki olayın “hakikatine” sadakatle ilgilidir. Benim bu iki olaya yönelik eleştirilerimin olmadığı, birincisinin, demokrasi ayağı eksik (kim demiş burjuva devrimleri illa demokratik olur diye), ne kadar varsa o kadarıyla emekçi sınıfların direnişini bastırmış, bir Burjuva Devrimi olduğunun ayırtında olmadığım anlamına gelmiyor. Geçmiş değerlendirmelerimde de, 1965-70’ler kuşağının, sosyalist mücadelenin anti emperyalist, anti faşist yanını egemen kıldıkları, popülist (ama devrimci-popülist) bir çizgi izlediklerini, ama bunun illa sosyalizmle özdeş olmadığını vurguladım. Evet, anti-faşizm, anti-emperyalizm “kümeleri” sosyalizm kümesiyle kesişebilir, ama özdeş değildirler. Diğer bir deyişle sosyalizm “kümesi” bunları içerebilir, ama onlar sosyalizm “kümesini” içeremezler. Bugün, emperyalizme bağımlı, bölgesinde ABD tarafından sürdürülen emperyal operasyonları destekleyen bir hükümet ve ordu ile yönetilen bir kapitalist ülkede, kapitalizme karşı anti-emperyalist bir eksen üzerinden mücadele etmeyenlerin, bu hükümete destek vermekte ısrar edenlerin, ne kadar enternasyonalizm lafları etseler de kapitalizme karşı mücadele ettikleri söylenemez.

Bu nedenlerle, geçmişte Mahir Çayan’a yönelttiğim eleştiriler kadar, yine geçmişte geleneğimiz bağlamında Çayan’a sahip çıkan yazılarıma da, bugün sahip çıkmakta hiçbir mahsur görmüyorum. Özellikle, Mahir Çayan’ın “oligarşik devlet” biçimine ve “emperyalizmin iç olgu” olmasına ilişkin zamanından çok önce ve büyük bir önseziye yapılmış saptamalarına… Ama bunlara sahip çıkmak “öncü savaşı”, “evrim devrim iç içe”, savlarına da sahip çıktığım anlamına gelmiyor.

Diğer taraftan, galiba ben de Tarkan da boşuna nefes tüketiyoruz. Margulies’in, Taraf gazetesinde, Kürt açılımı konusunda kimi AKP milletvekillerine verdiği akıla bakar mısınız?

Margulies şöyle yazıyor: “Adamın partisinin hükümeti kelleyi koltuğa alıp bir barış girişimi başlatıyor. Başarırlarsa tahminen yüz yıl hükümet olacaklar. Bu adam da, salt barışı sağlayan partinin milletvekili olduğu için, tahminen öldüğü güne kadar milletvekili seçilecek.” (09/09/09). Şimdi bu “kelleyi koltuğa alma” fantezisini bir kenara bırakalım, bir burjuva hükümet “neden kelleyi koltuğa alır?” diye sormayalım. Hatta bu “fantezinin” örttüğü “çatlağı” da aramayalım. Gelin bu akıl vermenin mantıksal sonuçlarına bakalım. Margulies bir burjuva hükümete ve hükümet partisinin milletvekillerine yüzyıl iktidarda kalabilmenin yolunu anlatıyor. “Arkadaş sana ne?” diye de sormayalım. Ama şunu da görelim: AKP milletvekilleri onun sözünü tutarlarsa, yüzyıl iktidarda kalacaklar… Margulies AKP milletvekillerini yüzyıl iktidarda tutacak bir adımı destekliyor… Şimdi ben “akıl istikrarsızlığından” söz ederken haksız mıyım?

İroni bir yana, Margulies’in öğütlerinin gerçeklikle bir ilgisi yok. Bu sözler, kimin kendisini bunları söylerken görmesini istiyorsa, o göz için önemli, ama o da bizi ilgilendirmez!

Gerçekteyse, ne AKP, tüm milletvekilleri destek verse bile, Kürt sorununu çözebilir, ne de o milletvekilleri Margulies’i ciddiye alırlar. Ama AKP milletvekillerine verdiği öğütlerle Margulies’in sosyalistlere çok karanlık bir gelecek vaat ettiği de bir gerçek.

Bitirirken esas tartışma konusuna bir kez daha dönmek istiyorum. Margulies’in başına boya, onun Türkiye solunun geçmişine yönelik yaralayıcı sözlerine tepki olarak dökülmüştü. Tabii ki tatsız bir olay. Keşke böyle olmasaydı. Boya dökmek yerine, bir tartışma ortasında hesaplaşmayı seçselerdi ideal olurdu, ama birileri bu yolu seçmişler. Olur böyle şeyler… Ama biçimi tartışılır bir protesto eylemini, düşünce özgürlüğüne bir saldırı olarak satmaya çalışmak olmaz!

Şu da olmaz: Arkadaşınız bir geleneği karaladığı için protesto edilecek, ama siz, uyduğunda, “biz Anayasayı değiştirmek istediğimiz iddiası ile düşüncelerimizden dolayı idam ediliriz… Yani eylemimizden dolayı cezalandırıldığımızda da aslında düşüncemizden dolayı verilir bu ceza” sözleriyle arkadaşınızın karaladığı kişilere gönderme yaparak, onların çok kısa, birkaç yıllık (kimileri 15-20 yıl çabalar, ülke siyasetine bir çizik bile atamaz) ama son derecede parlak, etkin ( o kadar etkin ki, 35-40 sene sonra hala Taraf gazetesinde yuvalanmış yazarların boy hedefi olmaya devam ediyorlar) yaşamlarının yarattığı deneyimin içine, işinize geldiğinde geri döneceksiniz.

Nihayet bu da olmaz: Bir taraftan devletin (evet devletin) sınıf çıkarlarıyla, emperyalist hesaplarla kirlenmiş politikasına destek çıkacaksınız, diğer taraftan, bu politikaya inanmayan, herkesi Ergenekon’la aynı kaba koymak üzere, darbeci, devlet memuru ilan edecek, adeta “düşünce polisliği” yapacaksınız, sonra da ifade özgürlüğünü savunmaktan söz edeceksiniz.