Thursday, October 28, 2010

Her Şey Ne Kadar Değişmiş!

G20 toplantısı dünyanın “yeni durumunun”fotoğrafını çekmek için bir fırsat yarattı. Bu“yeni durum” üzerine ilginç yorumlar yapıldı, iki de rapor yayımlandı. Bunlardan biriEuropan Council on Foreign Relations’ın (ECFR) Avrupa’da Çokkutupluluk Hayaleti”(Spectre of multipolarity in Europe) başlığını taşıyordu. Amerika’nın eski Ankara büyükelçilerinden Edelman da Stratejik ve Bütçesel Değerlendirmeler Merkezi (The Centre for Strategic and Budgetary Assessments) için Amerika’nın Tartışmalı Üstünlüğü” (Understanding America’sa The Contested Primacy) başlıklı bir rapor hazırlamış. Edelman’ın raporunda Türkiye ile ilgili ilginç bir not var. Ama onu en sona saklayacağım.

Fanteziler her yerde (idi)

ECFR’nin raporunun yazarlarından Mark Leonard ve Ivan Kastev Financial Times’daki tanıtma yazılarında, 1990’larda birçok yazar Avrupa’nın güçler dengesine dayanmayan bir postmodern kıta haline geldiğine inanıyordu. Ulusal egemenliğin, iç, dış ilişkiler ayrımının öneminin çok azaldığını düşünüyordu” diyor.

Yazarlar, NATO’nun genişlemeye devam ederek Ukrayna ve Gürcistan’ı etkisi altına almasını Türkiye’nin üyelik yolunda istikrarlı bir biçimde ilerlemesini bekliyorlarmış. Ancak yazarların bu beklentileri gerçekleşmemiş. Yazarlar, “Bu tek kutuplu Avrupa düzeni projesinin şimdi sönmekte olduğunu”düşünüyor. Almanya, Fransa, Rusya hatta Türkiye gibi ulus devletlerin etkileri öne çıkıyormuş.

Bu rapora daha sonra dönmek üzere şimdi bir başka düş kırıklığını aktarmak istiyorum.Financial Times’ın uluslararası ilişkiler başyazarı Gideon Rachman, pazartesi günü “Toplamı sıfır olan dünya” (Zero-Sum world) başlıklı yazısında adeta günah çıkarır gibi, “bir zamanlar nelere inanıyorduk”temasını işliyordu. Rachman yazısına özgeçmiş özetiyle başlıyor: 1980’lerde,Thatcher yıllarında BBC World Service,Gorbaçov Rusyası; 1990’larda The Economist, 1992 Clinton; 1997 Tony Blair; liberal enternasyonalizm. 1991-2008 arasında Batı’nın “iyimserlik çağı”. “Her şey daha iyi olacak diye düşünüyorduk”… Bu bir “Kazan-kazan dünyasıydı” Rachman’a göre “2008 krizi uluslararası ilişkilerin mantığını değiştirdi”… Şimdi birinin kazancı öbürünün kaybı olarak algılanıyor.

Rachman, 2008 öncesinde egemen ideolojinin beş sava dayandığını söylüyor: Birincisi, Fukuyama’nın “tarihin sonu”, bundan sonra yalnızca liberal demokrasi. İkincisi, piyasaların devletler üzerindeki zaferi kaçınılmazdır. Üçüncüsü, teknoloji, refah, demokrasi ve küreselleşme yönünde dönüştürücü bir güçtür. Dördüncüsü demokrasi ve kapitalizm geliştikçe savaş olasılığı azalır. Nihayet bu düzenin bir güvenlik poliçesi olarak, son tahlilde ABD dünyada yenilmez bir güçtür. Rachman, “Bu düşünceleri yakından biliyorum, çünkü o yıllarda The Economist’te her hafta hep bunları savunduk” diyor.

Her şey ‘birden’ değişti…

Rachman, “ABD’nin özgüveninin temelini oluşturan bu beş sav, daha Obama yönetime geldiğinde iyice aşınmıştı” diyerek devam ediyor. Rachman, gelecekteki daha tehlikeli ekonomik siyasi sorunlara, çevre sorunlarına, savaş olasılıklarına değinerek “Bundan sonra daha kötü olacak” temasıyla bitiriyor.

O yıllarda bu beş iddianın emperyalizmi, dayatılan yeni modeli gizleyen birer “fantezi”olduğunu savunduğumuz için “dinozor”olmakla suçlanıyorduk. Dün bize dinozor diyenler şimdilerde “demokratik değişim”fantezileri satmakla meşguller.

Bu her şey birden değişti” teması Edelman’ın raporunda da göze çarpıyor. Edelman, raporuna CIA’nin Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) 2004 ve 2008 raporlarının“gelecek” tanımlarındaki değişmeyi vurgulayarak başlıyor. NIC 2004’te gelecek 15 yıl boyunca tek kutuplu bir dünyada yaşamaya devam edeceğimizi savunuyordu. 2008 raporunda, “2025’e giderken çokkutuplu bir dünyada yaşıyor olacağız” diyor.

Edelman’ın raporu, yeni yükselen güçlerin ABD üzerindeki sınırlayıcı etkilerini göz önüne alarak “kutup” kavramı yerine,“tartışmalı üstünlük (contested primacy) kavramını öneriyor. 2004’te biz, tek kutuplu dünya artık geri kaldı diyorduk. Bizi, dinozor olmakla suçlayanlar, “tek süper güç”masalında ısrar esiyorlardı. Geçen yıl aniden“çokkutupluluğu” keşfettiler. Hatta buna Türkiye’nin yükselen güç olduğuna ilişkin fanteziyi de eklediler. Büyük olasılıkla şimdi Edelman’ın, (ne de olsa yakın “dostları”)kavramını satmaya başlarlar.

Edelman’ın raporunda ilginç bir durum var demiştim… O da Türkiye’nin yükselen güç olduğuna ilişkin savlarla ilgili. Dünyadaki dengeleri, “değişimi” değerlendiren yüz küsur sayfalık raporda Türkiye’nin adı yalnızca iki kez geçiyor. Birincisinde, Edelman’ın özgeçmişi bölümünde. İkincisinde de yükselen güçlerin etkilerini tartışırken dikkate alınmayacağının vurgulandığı paragrafta…

Thursday, October 21, 2010

CHP Nedir?

Orhan Bursalı, CHP’yi irdeleyen dört yazı yazdı, bence “CHP nedir” sorusunu kaçınılmaz bir biçimde gündeme getirdi.

‘Yönetmek’ ve YÖNETMEK

CHP’liler anlaşılan çok kızmışlar. Ama partinin bugünkü durumu da ortada değil mi? Biz geçen seçimlerden önce, “bu böyle olmayacak” diye düşünüyorduk. CHP’liler belki ayırdında değil ama şimdi işleri çok daha zor. Bursalı da bu durumu görmelerine yardımcı olmaya çalışıyor.

Bursalı, CHP için “yönetemezsiniz” demiyor; YÖNETEMEZSİNİZ diyor. Çünkü, kapitalist devletin parlamenter biçiminde devletleri, kimi ender durumların dışında, bürokrasiler, müsteşarlar, sermayenin örgütlerinin temsilcileri, bu devletlerin ait oldukları hegemonya sistemlerinin öncelikleri (hatta gizli açık uzmanları) yönetiyor. Ekonomik, siyasi istikrarı, hükümetlerin yalpalamalarına karşı güvence altına almak için de zaten bu gerekiyor. Hükümetlerin görevleri de sermaye birikim rejiminin düzenleme araçlarını işletmek, ait oldukları uluslararası ilişkileri korumakla sınırlı kalıyor.

Bir de özgün bir muhalif söyleme, bu söylemi maddileştiren bir toplumsal harekete ait olan, bu hareketin programınıuygulamaya kararlı sıra dışı hükümetler var. Bunlar devletle hükümet arasındaki farkı, iktidarın nerede yattığını bilerek ama kendi programlarını uygulamak üzere hükümete geliyor, hemen kolları sıvayıp iktidar olmaya, oldukça da programlarını uygulamaya, YÖNETMEYE koyuluyorlar. Bu partilerin başarısı, kendilerini destekleyen sınıflar blokunu, ait oldukları hareketi koruyabilmelerine, devlet makinesi üzerindeki etkilerini arttırmaya devam edebilmelerine bağlı oluyor. Bir nokta, arzuladıkları rejimin hukuksal çerçevesi, meşrulaştırıcı söylemi yerleştikten sonra, toplumda çoğunluğu temsil edip etmemelerinin de bir anlamı kalmıyor.

AKP’nin ikinci gruba ait, sıra dışı bir parti olduğu, ikinci döneminde, gerçekten YÖNETME aşamasına geçtiği söylenebilir. Bursalı, CHP’nin bugün YÖNETECEK parti gibi durmadığına dikkat çekiyor. Çünkü hükümete gelip, devleti,bürokrasinin, uluslararası ilişkilerin oto pilotuna bağlayarak yönetme konforuna yerleşmek artık söz konusu değil. Bu konforun koşulları AKP YÖNETİMİ döneminde ortadan kalktı. Şimdi ortada yeniden yapılanma sürecinde büyük yol almış bir devlet makinesi var. CHP, bu makine üzerinde yönetmeye çalışacaksa AKP’lileşmesi de kaçınılmaz olacaktır.

Yok eğer, CHP, YÖNETMEK istiyorsa, bir harekete, yaygın örgütlenmeye, büyük maddi olanaklara, güçlü söyleme sahip, devlet makinesini kullanabilen bir parti karşısında, önce seçimleri kazanabilecek, sonra da bu devle makinesine müdahale edebilecek yapıya ulaşmalıdır. Bunun için de CHP’nin önce yapması gereken, arzuladığı temsil ilişkisini, bu ilişkinin önüne koyduğu öncelikler listesini, hangi toplumsal dinamiklere, hareket(ler)e dayanmak istediğini, tüm bunları hangi söylemle ifade edeceğini, hem sözüyle hem de etkinlikleriyle topluma önermelidir.

Bu bağlamda CHP adına iyimser olmak kolay değil. Referandum döneminde CHP’nin çalışkan bir başkanı olduğunu gördük. Ama parti örgütünün durumu, partinin temsil ilişkileri, söylemi söz konusu olduğunda, karşımıza çok bulanık bir görüntü çıkmadı mı?

Bir kimlik sorunu var!

CHP kendini tanımlamakta zorlanıyor. Türkiye’de siyaset o kadar sağa kaydı, dincileşti ki “orta”nın solu, artık “sağ”içinde bir yere işaret ediyor. Sosyal demokrat tanımına gelince, o bugün iflas etmiş bir hareketin adı.

II. Dünya Savaşı sonrasında “sosyal demokrasi” sosyalizm hedefini terk ederek, kapitalizmi, toplumsal uzlaşma ve refah devleti yoluyla, büyük kitle sendikalarına dayanarak yönetmeyi amaçlayan bir düzenleme partisine dönüşmüştü.

1970’lerde kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte, sermaye toplumsal uzlaşmayı bozunca SD’lerin bir krize, gerileme dönemine girdiğini görüyoruz. SD, bu gerilemeyi, Tony Blair döneminde, neoliberal küreselleşmeyi, serbest piyasa ilkesini benimseyerek, emekçi sınıflarla temsil ilişkisini kopararak, “orta sınıfa” yönelerek bir süre için durdurabildi. Mali krizle birlikte, sosyal demokrasinin krizi yeniden başladı. Şimdi, orta sınıflar hızla yoksullaşır, en gerici refleksleri öne çıkarken sosyal demokrasinin kimi temsil ederek hangi uzlaşmanın aracı olacağı belli değil.

Ancak, CHP liderliği, yeni durumun bu özelliklerinin (sınırlarının, olasılıklarının) farkında görünmüyor. Hareket, örgüt ve söylem inşa etmek yerine, sermayeden, yerli, yabancı medyadan onay almak için, “serbest piyasa” diyor, Amerikan sağını anımsatan “tek oranlı gelir vergisi” fikriyle oynuyor. CHP, AKP’nin söyleminin alanına girerek, kendi görüntüsünü bulanıklaştırıyor. Böylece CHP bırakın emekçi kesimleri, sermayeye bile bir ekonomik, sosyal program öneremiyor...

Bu yüzden “CHP nedir?” sorusu hâlâ cevabını arıyor!

Thursday, October 14, 2010

Çin ve küresel “dengesizlikler”

Hafta sonunda yapılan IMF - World Bank toplantısında, küresel dengesizliklerin giderilmesi için uluslararası işbirliğinin önemi vurgulandı. IMF Başkanı Strauss Kahn, işbirliği gerçekleştirilemezse, ulusal ve uluslararası alanlarda siyasi istikrarsızlıkların kaçınılmaz olacağını savundu.

"Dengesizlikler”… Ama kimin için?"

ABD’de yönetimi, IMF ve Dünya Bankası, ekonomik toparlanmanın geleceği açısından uluslararası dengesizliklerin (ABD ticaret açığı –Çin’in döviz rezervleri) giderilmesini, Çin’in Yuan’ı yüzde 40-50 oranında revalüe etmesini istiyorlar. Çin’in tavrıysa ilk anda izleyicileri şaşırtıyor: Nasıl olur da dünyanın ikinci büyük ekonomisi, dengesizliklerin giderilmesi için kendisine düşeni yapmaz?

Pazartesi yazımı “Ya Çin bu dengesizlikleri azaltmak istemiyorsa?” sorusuyla bitirmiştim. Pazartesi günü Financial Times’da Güney Afrika maliye bakanı Prasad Cornell’in “Çin’i dinlediğinizde yaşanmakta olanların bir yorumuyla, ABD’yi dinlediğinizde bir başka yorumla karşılaşıyorsunuz” diyordu.

ABD’ye göre, Çin, yatırıma, ihracata öncelik veren dengesiz bir büyüme modelinde ısrar ediyor. Halbuki parasının değerlenmesine izin verse, iç tüketimini güçlendirmeye odaklansa çok daha dengeli bir yapı oluşturabilir. Böylece hem, Çin halkının refahı artar, hem de ABD, Çin’deki talepten yararlanma, dış ticaret açığını azaltma olanağı bulur, dünya ekonomisindeki dengesizlikler ortadan kalkar.

Ancak bu senaryo, Çin açısından hem ihracat sektörünün, hem de dünya ekonomisinde doğal kaynaklara, kıymetli minerallere, enerji mallarına ulaşmasına, arzu ettiği yabancı şirketleri satın almasına, hükümetleri ucuz-kredi yoluyla kendine bağlamasına olanak sağlayan rezervlerinin imha edilmesi anlamına geliyor.

Bu sırada Çin’in halkının refahı belki bir süre için yükselecek ama aynı dönemde ülkeye dolan mali sermaye bu refahın zeminini çürüterek, Çin’i gelişmekte olan ülkelerin düzenli olarak yaşadığı mali krizlerin döngüsüne itecek.

Dengesizlik Çin’e yarıyor

Carnegie Endowment for Peace’in üst düzey görevlisi, Dünya Bankası, Çin Masası eski direktörü Yukon Huang’a göre, “Dengesiz büyüme Çin için çok yararlı” olmuş. Huang “hızlı ekonomik büyümenin (sermaye birikiminin-EY) motoru, tüketim, yatırım ve ihracattır. Hiç bir ülke ekonomik büyümeyi salt tüketime dayalı bir yaklaşımla uzun süre sürdüremez” diyor, “genel kanının aksine geçtiğimiz 10 yıl boyunca ekonomik büyümenin yalnızca yüzde 10-15’inin ihracattan kaynaklandığına” işaret ediyor. Huang’a göre, “Çin gibi bir ülke 20 yıllık yüksek ekonomik büyümeyi, yüksek bir yatırım hızı olmadan sürdürmezdi”. Çin’de yatırımların banka sistemi ve oto-finansman yoluyla gerçekleştirildiğini, mali bir krizde durumunda, zararları devletin emmesi halinde bunun kısmen bütçe açığı anlamına geleceğini savunan Huang, Çin’in (borç/GSMH) oranı çok düşük, döviz rezervleri çok güçlü olduğu için bir finansman sorunuyla karşılaşmayacağını düşünüyor. Huang, aslında tüketimin de yılda ortalama yüzde 8-10 oranında büyümekte olduğuna dikkat çekiyor. Özetle Çin’in ekonomik modelini değiştirmek için şimdilik bir nedeni yok.

Peki, ABD’nin döviz savaşları tehdidiyle Çin’i zorlama şansı var mı? Bence, dört nedenle yok. (1) Döviz savaşları, doların zayıflaması anlamına gelecek. Pekin’li ekonomist Dee Woo’nun işaret ettiği gibi, ABD ile Yunanistan’ın mali krizi arasındaki tek fark, doların uluslararası statüsü. Doların zayıflamaya devam etmesi bu statüyü sarsıyor. (2) Doların zayıflaması, ABD işçi sınıfının refah düzeyinin korunmasına olanak sağlayan, Çin kaynaklı ucuz malların fiyatını yükseltecek, işçi sınıfının gerçek gelirlerini düşürecek. Bu toplumsal çelişkilerin derinleşerek siyasi istikrarı tehdit etmesi anlamına geliyor (Wall Street Journal, 08/10). Ayrıca bu malları Çin’den ithal eden, Wall- Mart, Home Depot, Best Buy gibi dev şirketlerin, sermayelerinin, yarattıkları istihdamın çapından dolayı ABD siyasetinde büyük ağırlıkları var ve bunlar bir döviz savaşına karşılar. (3) David Pilling’in Financial Times’da gösterdiği gibi, Çin’in ucuz iş gücü nüfusu ve iç pazarının potansiyelleri çok büyük. Bu hem ona çok güçlü bir üretim, rekabet kapasitesi, hem de dünyanın geri kalanına, Çin’in koşullarını kabul ettikleri oranda, Pazar, finansman olanaklar sunuyor. (4) Bu yüzden ABD, Çin’le iş yapan ülkeleri, Avrupa Birliği ve Brezilya dahil, Çin’e karşı kendi etrafında toplayamıyor…

Özetle, “dengesizlikler”, ABD hegemonyası altında şekillenmiş dünya ekonomisine ait ve Çin’in yükselişiyle de ilişkili. “Dengesizliklerin” giderilmesi, bu hegemonyanın restorasyonuna açılıyor, Çin’in ise bu dengesizliklerde kendi yükselişine hizmet eden dinamikler görüyor.

Thursday, October 07, 2010

“Kusursuz Fırtına”nın öncü rüzgarları mı?

Mali krizle birlikte güçlenen kimi eğilimlerin toplumsal açından “kusursuz fırtına” kavramını düşündürecek biçimde su yüzüne çıkmaya başladıkları görülüyor. Örmeğin Pazartesi yazımda değindiğim gibi emperyalist eğilimler ve hegemonya rekabeti sertleşiyor. Büyük işçi eylemleri tüm Avrupa’yı sarsıyor. Üçüncü olarak Avrupa siyasi coğrafyasında bir yabancı (özellikle Müslüman) düşmanlığı artık iyi belirginleşiyor.

Bu mali krizle birlikte güçlenen bu eğilimlerin arasında, henüz birbirini besleyen bir döngü oluşmadı, ama böyle bir döngünün oluşarak adeta bir “kusursuz fırtına”ya yol açma olasılığı artıyor.

Kapitalizmin üçlü süreci…

Gerçekten de çok sert ekonomik, kültürel ve siyasi, çalkantılara gebe bir döneme giriyoruz. Kriz 1980’lerden bu yana geçerli, bir ölçüde sorunları ötelemeyi başaran, kriz yönetim modeli, neo-liberal küreselleşmenin (finansallaşma) tüm enerjisinin tükendiğini gösteriyor. Artık sermayenin önünde, üçlü bir süreç var:

Birincisi, karların restorasyonu açısından, üretkenliğin artırılmasından, emek maliyetlerini düşürülmesinden başka seçenek kalmadı. Emek disiplininin arttırılması, ücretlerin düşürülmesi gerekiyor.

İkincisi, ulus devletin, temsil ettiği sermaye gruplarının (ekonominin) hammadde ve enerji tedarikinin güven altına alması, talep yetersizliği, sermaye fazlası sorunlarını hafifletmek için yeni piyasaların bulunması (“açılması”) gerekiyor. Hammadde ve enerji kaynaklarının denetiminden elde edilen rantların, bu denetimin getireceği siyasi jeopolitik avantajların önemli adeta geometrik bir hızla artıyor. Kant’çı küresel yönetişim fantezileri, yerini Hobbes’çi “itin iti yediği” bir dünyaya bırakmaya başlıyor.

Üçüncüsü, hem emekçi sınıfların mücadele kapasitesini sabote edecek, borç balonu sönerken krizin yükünün halkın sırtına yıkılmasına itiraz edebilecek sesleri, özellikle komünistleri susturacak, hem de enerji ve Pazar rekabetinde, gündeme gelecek çatışmalarda kullanılacak bireyleri üretecek bir ideolojik-kültürel ortamın oluşması gerekiyor.

Ya da “Geleceğe dönüş”

Avrupa Birliği ülkelerinde, hükümetlerin bitici süreç bağlamında gündeme getidiği “kemer sıkma” önlemlerini protesto etmek için geçen hafta, tüm Avrupa çapında 13 başkente, gerçekleşen görkemli protesto eylemler işçi sınıfının sessiz kalmayacağı gösteriyor. İspanya’daki genel greve10 milyon işçi katıldı, Fransa’da yaklaşık 18 kentte toplam bir milyon kişinin katıldığı eylemler gerçekleşti. Almanya’dan, Polonya’dan gelen tersane işçilerin de katılımıyla Brüksel’de yaklaşık100,000 kişilik bir eylem yapıldı. Yunanistan’da doktorlar, Slovenya’da kamu işçileri greve cıktı. Pazartesi günü de Londra’da metro istasyonları görevlilerinin grevi vardı.

Ancak bu krizde de yoksulluk derinleşir, sınıf mücadelesi sertleşirken aşağı orta sınıfların (küçük burjuvazi) korkuları, kendilerine günah keçisi arama refleksleri güçleniyor. Irkçı, yabancı düşmanı sağ popülist partiler, gruplar, entelektüeller, sosyal demokratların kimi, işsizlikle, emeklilerle ilgili politikalarını de benimseyerek (Spiegel online, 28/09), Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te, İtalya’da, Fransa’da, Polonya’da bu reflekslere cevap veriyor, hızla büyümeye, ülkelerin siyasi iklimini etkilemeye başlıyorlar. Bu süreçte merkez sağ partiler de konumlarını koruyabilmek için daha da sağa kaymaya başlıyorlar. Fransa’da Sarkozy göçmen işçi düşmanlığını, Roman’ların sınır dışı edilmesine kadar vardırıyor; İsviçre’de minareler, Belçika’da Çarşaf yasaklanıyor. Almanya da saygın bir banka müdürü Thilo Sarazzin, Türklerin ekonomi üzerinde yük oluşturduğunu ileri sürüyor.

Bir önceki büyük kriz de Yahudileri üzerinde odaklanan günah keçisi arama çabaları, şimdi göçmen işçileri, özellikle Müslümanları hedef alıyor. Bu sırada, sosyal demokrat partilerin, her hangi bir reform önerisi üretemez hale geldiği, sağa giden trene atlayarak, çöplükten enerji elde etmeye çalıştıkları görülüyor.

Mali sermayenin sağda Wolf, solda Krugman gibi etkili entelektüellerinin, Pazartesi yazımda aktardığım, emperyalist politikalara açılan önerileri, bu resmi tamamlıyor. Merkez ülkelerin basınının da uluslararası alanda kendine günah keçisi olarak Çin’i seçerek, bu zeminde bir hegemonya söylemi oluşturmaya çabaladığı görülüyor.

Özetle, sınıf mücadeleleri keskinleşirken, çalışanları yerli ve göçmen olarak bölen, küçük burjuvazinin korkularından enerji alan faşit ideoloji, siyasi akımlar güçleniyor. Afganistan, Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan kaynak savaşlarının formatına kolaylıkla uyabilecek bir kültürel iklim ile emperyalist savaşlara yatkın, bireylerin üretimi, kültür endüstrisinin de yardımıyla hızlanıyor. Böylece geçmişteki bir karanlığı anımsatan bir geleceğe açılma potansiyelleri çok yüksek bir “kusursuz fırtına” ortamı oluşuyor.