Thursday, December 29, 2011

Mısır nereye gidiyor?

28 Aralık 2011 -

Mısır’da askeri cunta, üç haftadır süregelen protesto eylemini tüm dünya basınında nefretle karşılanan bir şiddetle bastırdı. Genel seçimlerin ikinci turunda, Müslüman Kardeşler’in ve Selefi akımların partilerinin aldıkları oyların oranı yüzde 70’e ulaştı. Mısır ve Devrimci Gençlik Bloku ile liberallerin toplam oyları yüzde 10 düzeyinde kaldı.

Son veriler Mısır’da ekonomik koşulların bozulmakta olduğunu gösteriyor. Ekonomik büyüme hızı yüzde 0.2’ye gerilerken, yabancı yatırımların yüzde 93, toplam yatırımların yüzde 18, turizm gelirlerinin yüzde 10.4 gerilediği hesaplanıyor (Bloomberg 25/12). Bütçe açığının bu yıl GSMH’nin yüzde 12’sine ulaşması bekleniyor (Al Ahram 25/12).

Ekonomik koşullar bozulurken, başkanlık seçiminin tarihi üzerine yoğunlaşan protesto eylemleriyle ilgili tartışmalar, siyasal İslamın, Silahlı Kuvvetler Üst Konseyi cuntasına yakınlaşmakta olduğunu düşündürüyor. Bu bağlamda oldukça kötümser yorumların birinde, Mısır’ın giderek Türkiye’ye değil Pakistan’a benzeyeceği ileri sürülüyordu.

Üç odaklı siyaset 
Mısır’da siyasi coğrafyayı bir süredir üç siyasi odak arasındaki mücadele şekillendiriyor.

Mübarek devrildikten sonra yönetimi ele geçiren askeri cunta (artı, “yargı ve bürokrasi” - Shaboski, Alawsat, 21/12), aşağıda değineceğim ekonomik etkenlerin de baskısıyla, yeni şekillenmekte olan siyasi yapı içinde kendine etkili bir kurumsal konum sağlamadan yönetimi “sivillere” devretmek istemiyor.

Gereken pazarlıkların yapabilmesini açısından cunta, önce genel seçimlerin tamamlanmasını, başkanlık seçimlerine de genel seçimlerin sonunda oluşacak meclisin yapacağı anayasa belli olduktan sonra gidilmesini öngören programı uygulamaya çalışıyor.

Mısır “devrimini” başlatan, “gençlik” hareketi ve etrafındaki liberal entelijansiyayı da kapsayan blok, gereken hazırlıkların yapılamayacağını düşünerek, genel seçimlere, başkanlık seçimlerine giden sürenin uzatılmasını istiyordu. Daha sonra, siyasal İslam ve cunta arasında gelişmeye başlayan diyaloğu, “devrimin”, devrime katılmayanların iktidarını hazırlamakta olduğunu gördükçe, yönetimin bir an evvel sivillere devredilmesini, anayasanın hemen yapılmasını talep etmeye, bu amaçla meydan ve sokak eylemlerini yeniden harekete geçirmeye başladı. Bu süreç Devrimci Gençlik Bloku ve bağlaşıklarıyla, cunta arasında gittikçe sertleşen, geçen hafta ekranlara yansıyan kanlı çatışmalara yol açmaya başladı.

Bu siyasetin üçüncü köşesinde, askeri cunta ve Devrimci Gençlik Bloku çatışarak birbirini yormaya, toplumsal desteklerini tüketmeye devam ederken, adım adım iktidarı almaya doğru ilerleyen siyasal İslam var. Bu hareketin büyük kanadını Müslüman Kardeşler’in, genel seçimlerin ikinci turunda oyların yüzde 47’sini alan Özgürlük ve Adalet Partisi, küçük kanadını da Selefi hareketin, oyların yüzde 20’sini alan Nur Partisi oluşturuyor. ABD Senato Dışişleri Komisyonu Başkanı Senator John Kerry’nin son Mısır ziyaretinde, bu siyasi partileri ziyaret etmesi de ABD’nin yılda 1.3 milyar dolar yardım yaptığı Mısır ordusuyla bu akımlar arasında bir “modis operandi” oluşturmaya çalıştığını gösteriyor.

Siyasal İslam da siyasal sürecin takvimi konusunda cuntanın yaklaşımını benimsiyor. Bu akım, yeni anayasayı, genel seçimlerden sonra iskemlelerin çoğunu almış olacağı bir meclisin yapmasını istiyor. Bu nedenle de, özellikle Selefi Nur’un sözcülerinin, çatışmalarda ölen 14 gösterici ve askerlerin meclisin camlarından göstericilere fırlattıkları eşyaların arasındaki, üzerinde Kuran’dan ayetler yazılı metal plakalar konusunda suskunluklarını koruduğu; göstericilere, özellikle kadınlara karşı giderek daha eleştirel, sert bir dil kullanmaya başladığı görülüyor (El Ahram, 22/12/2011). Bu eleştirilere ABD dış politika çevrelerinden sesler de katılıyor (“The Frankenstein of Tahrir Square” Steven Cook, Foreign Policiy, 19/12/2011).

Pakistan’a mı benzeyecek? 
Siyasal İslamla cunta arasındaki yakınlaşmanın arkasında güçlü ekonomik dinamikler de var. Mısır’da ordu, Pakistan ordusuna benzer biçimde makarna üretiminden maden suyuna, tüp gazdan petrol istasyonları zincirine, inşaattan turizme birçok alandaki yatırımlarıyla ekonominin yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor (Al – Khalsan, Al Masry Al Youm, 24/12). Bu anlamda ordu emir-kumanda “nomenklatura”sını (hiyerarşisini), bir “devlet kapitalisti” sınıf olarak görmek de olanaklı. Siyasal İslama bakınca da, Müslüman entelijansiyanın yanı sıra, çarşı eşrafından büyük tüccarlara, toprak sahiplerine kadar uzanan bir mülk sahipleri bloku görüyoruz.

ABD, Pakistan örneğinde olduğu gibi, Mısır’da da bu iki kesimi birden kendi çıkarlarına eklemlemeyi amaçlıyor. Mısırlı analist Maamun Fendi, ABD’nin bu konuda deneyimli diplomatlarından Anne Patterson’u, Pakistan’dan sonra Mısır elçisi olarak atamış olmasını, Mısır’daki siyasal İslamın Pakistanlı din bilimci Abul Ala Maududi’nin yorumlarından esinlenerek gelişmiş olmasıyla birleştirerek, “Pakistan’laşma” sürecinin bir belirtisi olarak yorumluyor (Al Masry al Youm, 16/12).

Thursday, December 22, 2011

Yılın İnsanı -Yılın ‘Olayı’

Time dergisi “protestocu”yu kapak yaptı. Time belki de uzun zamandır ilk kez doğru bir seçim yapmış. Dergi kapağındaki resme bakınca yüzü kapalı, kimliği belli olmayan bir figür görüyoruz. Bence bu da doğru. Yılın insanı, belli bir “yüzü” olan birey değil de ondan.

Yıl boyunca, Tunus, Mısır, Cezayir, Bahreyn, ABD, İspanya, İngiltere, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İsrail, Meksika, Suriye, Hindistan, Şili ve Rusya’da sokakları, meydanları dolduran protesto eylemlerinin anlamını, katılanların toplumsal özelliklerini, teknolojinin rolünü tartıştık. Tartışmaya da devam edeceğiz. Büyük bir olasılıkla, 2012’de benzer eylemlerin Çin’de ve diğer Asya ülkelerinde de patlak verdiğine tanık olacağız.

Belki de bunların hepsine birden geride bıraktığımız 20, hatta otuz yılın “olayı” demek gerekiyor. Yaşananlar, gözlemlenenler, felsefi anlamda “olay” tanımına uygun: Hiç beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yerde, biçimde patlak verdi. Hiç beklenmedik, hatta anlaşılamaz biçimde hızla yayıldı, evrensellik kazandı. Toplumsal olaylar, devrimler konusunda yerleşik bilgilerimizi altüst etti. Daha sonra üzerinde düşünmeye başladığımızda, çoğumuz, bu “olay”ın aslında olmayı beklediğini, koşullarının çoktan hazır olduğunu gördük. Ama “olay” gerçekleştikten, bizi bu koşulları görecek biçimde değiştirdikten sonra...

Peki, ne oldu?

“Olay” verili bilgi sistemimizde bir delik açtı. Şimdi deliği doldurmaya, bilgi sistemimizi yeniden düzenlemeye çalışıyoruz: Olanların anlamı ne? Kimler yaptı? Bizi nasıl etkiliyor, bir sorumluluk yüklüyor mu?

Bu açılan delik, artık gerçek anlamda bir ideolojik mücadele sahnesidir. Bu mücadeleyi kazananlar, bu “olayın” anlamını belirleyecekler, tabii etkilerini de...

Bu ideolojik mücadele alanında, birbirinden farklı üç yaklaşım dikkat çekiyor. Birincisi, “olay”a açıkça karşı çıkamıyor, saptırmaya başlıyor. İkincisi, aslında olmadı, ortada “olay” filan yok diyor. Üçüncüsü, “olayı” kabul ediyor, ona katılmaya, “hakikatini” evrenselleştirmeye, etkilerini yaymaya çalışıyor.

Birinci yaklaşımın en tipik örneğine Foreign Policy dergisinde Hernando de Soto’nun yorumunda rastlıyoruz: Tunus’ta kendini yakarak olayı başlatan Bouazizi, “hayatını kazanmak ve sermaye biriktirmek istiyordu”.. “yeteneği alıp satmaktı”.. “pazarda kalıcı bir tezgâh istiyordu, verselerdi (piyasa serbest olsaydı E.Y.) yaşamı değişecekti”.. “yoksulların da alıp satma hakkı vardı”. Kısacası bu “olay”ın “hakikati”, alıp satma özgürlüğü mücadelesidir. Gözden gizlenen ise şudur: Alış satış işlerinin devam edebilmesi, sermayenin birikebilmesi için, Bouazizi gibi “büyük insanlığın” sürekli başarısızlığa uğraması, yoksul ve işgücünü piyasada satmak zorunda kalması gerekir.

Time’ın yaklaşımı da aynı kapıya çıkıyordu. Time, bize kimliği, amacı belirsiz, ama genelde bir eğitimli “orta sınıf” bireyine indirgenmiş, “cool” bir protestocu sunuyor. Ortada ne polis, ne biber gazı, ne tutuklanmalar, ölüler var. Her “cool” orta sınıf bireyi gibi. Bu da “demokrasi”, daha adaletli, sürdürülebilir bir kapitalizm istiyor. Time’a göre “Protestocu” var olan kapitalizme, bir yenisi adına karşı çıkıyor.

İnsanın aklına,1980’lerde, neo-liberalizmin kapitalizme karşı tepkiyi, postmodernizmin sol liberallerin söyleminden yararlanarak Fordizme karşı bir tepkiyle sınırlayarak, refah devletine karşı mücadelede kullandığı günler geliyor.

“Olay”ın gerçekliğini yadsıyan yaklaşıma en iyi örneği, “kendiliğinden hareket”, “devrim” gibi kavramlardan yoksun, buna karşılık kapitalizmin “gücü” karşısında gözleri kamaşmış jeopolitik analistleri oluşturuyor: Bunlara göre ortada “olay” yok, emperyalizm bölgeyi düzenleme planlarını uygulamaya koyuyor, o kadar! Bize de umuda kapılmadan, “gerçekçi” olmak, durumu kabul etmek düşüyor.

Üçüncü yaklaşım, kitle eylemlerini, meydanlarda şekillenen örgütlenmeleri, devlet şiddetine karşı direnişi, gezegeni bir felakete sürüklemeye başlayan kapitalizme karşı seçenek arayan yeni bir dalganın ilk örnekleri olarak görüyor. Bu yaklaşım bu ilk örneklerin mutlaka başarılı olacağını, başlattıkları devrimleri tamamlayabileceklerini düşünmüyor. Bu “dalgaya” bakınca, hâlâ boş olan “özne” yerinde, işçi sınıfının yeni şekillenmekte olan, bu anlamda sınıfın geri kalanıyla örgütsel, daha önemlisi kültürel bağları zayıf kesimlerinin izlerini görüyor.

Bu “olay” halk kitleleri açısından yeniden tarihi başlatıyor. Kendi kaderini eline almak isteyen “kitle”, 19’uncu, 20’nci yüzyılın, yüzü yağlı, işçi tulumlu tipik örneklerinden (bunlar hâlâ varlığını korumaya devam ederken) farklı özellikler sergileyen yeni biçimleriyle birlikte, 2011’de tarihe geri dönüyor! Hem de tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan, hatta gezegenin geleceğine sahip çıkan taleplerle... “Başka bir dünya mümkündür” diyerek...

Friday, December 16, 2011

Avrupa kıyısında bir garip ülke

(14 Aralık 2011)-

Hayır... Türkiye’den Söz etmiyorum.

İngiltere’nin, Avrupa’yla yollarını ayırmaya başladığı, 9 Aralık gece yarısından 24 saat sonra, sabaha karşı, telefonda, “Ben Londra’yı hiç böyle görmedim” diyordu Sema. “Gündüz Oxford Street, Picadilly kalabalıktı. Malum Noel alışverişi furyası. Ama gece yarısı bankanın Noel yemeğinden çıktığımda, Picadilly Circus çok daha kalabalıktı. Metroya bindiğimde daha da şaşırdım. Ağzına kadar doluydu. Ama her zamanki sarhoşlarla, serserilerle, ısınmak için sığınan tek tük evsizlerle, yorgun perişan turistlerle, aylak gençlerle değil... Gayet iyi giyimli kadınlar, erkekler, birbirleriyle konuşuyor şakalaşıyor, havada bir neşe, iyimserlik... Metroda yanındakine bakmamaya çalışan Londra halkı nerede, bunlar nerede?”

Sonra ekledi, “Picadilly’den, South Gate”e kadar 45 dakika güle söyleye kahkahalar arasında geldik. Kendi durağında inenler, geride kalanlara iyi geceler filan diliyordu. Adeta salak bir Hollywood filminin içindeydim.”

İngiltere tarihinin en derin resesyonunu yaşıyor. Kamu sektöründe geçen ay, bir genel grev gerçekleşti. Yeni grevler kapıda. Televizyonlarda, “ana cadde” satışlarının beklenenin altında seyrettiğini duyunca, “Amazon.co.uk”ye baktım. Yılbaşı geliyor, hediye alacağız ya. Gerçekten fiyatlarda bir hafta öncesine göre bir gerileme var. Temel gıda mallarının fiyatları artmaya devam ederken sanayi malları, beyaz eşya ve konut piyasalarında deflasyon devam ediyor. Bu arada işsizlik de artmaya... Harçlar 9 bin sterline çıkınca, bu yıl üniversitelere başvuranların sayısında belirgin bir düşüş başlamış.

Dahası var. Başbakan Cameron AB liderler toplantısında, mali krize karşı daha derin bütünleşme, finansal sektörde denetim, önerilerini veto edip Londra’ya döndüğünde, yalnızca ülkesini değil, koalisyon hükümetini de, AB’den daha bölünmüş buldu.

“Borç bini aşınca baklava börek yenirmiş” derler ya galiba öyle bir şey. Geçen yüzyılın başındaki depresyon döneminde de işsizlik, yoksulluk hızla artar, bedava yemek dağıtan hayır kurumlarının önünde kuyruklar uzarken halkın cebine biraz para giren kısmı, “gerçeğin çölünün” dayanılmaz ağrılarından kaçmak için kendilerini radyo programlarının, film endüstrisinin birbiri ardına ürettiği müzikallerin, ucuz müzikhollerin, ünlülerin yaşamlarına ilişkin dedikoduların, Yahudi düşmanlığının eline bırakmamışlar mıydı?

‘Hiç bu kadar yalnızlaşmamıştı’
AB liderleri, maliye politikaları ve mali piyasalar üzerinde daha sıkı bir disiplin uygulamaya, IMF’nin İtalya, İspanya destek paketine 200 milyar Avro eklemeye, 500 milyar Avro’luk kalıcı Avrupa İstikrar Fonu oluşturmaya karar verdiler. İngiltere Başbakanı Cameron, bu kararları, “İngiltere’nin çıkarlarına uygun bulmayarak” veto etti. İsveç, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti de katılmadılar. Böylece The Economist’in deyimiyle, “Maastricht anlaşmasının 20. yıldönümünde AB’nin fay hatları, en zayıf oldukları yerde, Manş Denizi üzerinde kırıldı”. The Economist, Başbakan’ın tutumunda bir mantık görmekle birlikte, 23 üyeli, birçok açıdan bölünmüş AB blokunun içinde kalarak siyaset yapmak yerine “Britanya’da, Avrupa’da siyasilerin suçladığı finansçıların çıkarlarını Cameron’un savunmasının taktik olarak tuhaf ” olduğunu yazıyordu.

Cameron ülkesine döndüğünde, partisinin milliyetçi-muhafazakâr kanadından başka kimse bulamadı yanında. Avrupa Reformu Merkezi Başkanı Charles Grant’a göre, “İngiltere Avrupa’da hiç bu kadar yalnız kalmamıştı”. Cameron’un koalisyon ortağı Liberal Parti Grup Başkanı “Veto AB’yi ikiye böldü (17 +10), İngiltere’yi de ikinci lige gönderdi” diyordu. Muhafazakâr, The Times’ın yorumcularından Martin Ivens alaycı bir dille “Başbakan sen şimdi Demir Adamsın cesur ol” dedikten sonra “İngitere’nin AB ilişkilerinde belirsiz bir alana girdiğini” vurguluyordu. Başbakan Yardımcısı Liberal Parti Başkanı Nick Clegg’e göre Cameron’un vetosu “Muazzam bir başarısızlıktı”.

The Observer’den Will Hutton muhafazakârların tarihin en eski partisi olduğunu vurguladıktan sonra, bu partinin varlığını toplumun en muhafazakâr kesimine “orta sınıfın desteğine” borçlu olduğunu anımsatıyordu. Bu parti “Fransız ve Amerikan devrimlerine, köleciliğin kaldırılmasına, karşı çıkmış, 1930’larda Hitler’le uzlaşmadan yana olmuş, Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasına direnmişti... İngiltere’yi yine bir dış politika felaketine sürüklüyordu”.

Ekonomik kriz devam ediyor. Koalisyon hükümetinin ne kadar ayakta kalacağı belli değil. Avrupa ile ilişkiler belirsiz bir alana girdi. İngiltere Finans kapitalin ve muhafazakâr orta sınıfın elinde, yalnız ve Almanya’nın liderliğinde toparlanmaya başlayan Avrupa’da kimsenin takmadığı küçük ülke konumuna düştü... Ama bu sırada bu çarşılar, sokaklar dolu, bulvarlar, John Fowless’in deyişiyle “tüm ruhen karanlık yerler gibi ışıl ışıl”. Avrupa kıyısında küçük ve garip bir ülke işte...

Wednesday, December 07, 2011

Uygarlıklar da intihar eder

(07 Aralık 2011)

Güney Afrika’da toplanan Durban İklim Değişikliği Zirvesi’nin ikinci haftasına girerken, ilk haftanın sonuçları, bu mavi, güzel gezegenin üzerinde ortaya çıkan son uygarlığın intihar etmekte olduğunu düşündürüyor.

Isınmaya devam ediyoruz 
Berkeley Earth Project ekim ayında kapsamlı bir küresel ısınma raporu yayımladı. 1800’den bu yana küresel ısınmayı araştıran raporun finansal kaynakları arasında, “küresel ısınma” savlarına yıllardır şiddetle karşı çıkan Koch Sanayi grubu da vardı. Buna karşın, raporun aktardığına göre araştırma, 1950 yılından bu yana dünyada ortalama sıcaklığın 1 derece arttığını ortaya koyuyor, bu artışın arkasında da insan etkinliğinden başka bir neden bulamıyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre geride bıraktığımız 2000 - 2010 dönemi, ölçümler başladığından bu yana en sıcak, sera gazlarındaki artışın da en yüksek olduğu on yıl olmuş (Los Angeles Times 05/12/11). Bilimsel araştırma dergisi Nature Climate Change’de (Doğa İklim Değişikliği) pazar günü yayımlanan bir makaleye göre Oslo’daki Centre for International Climate and Environmental Research’un (CICERO) bulguları, küresel ısınmanın temel nedenini oluşturan sera gazları emisyonunda, 2009’da yüzde 1.4 bir gerileme yaşandıktan sonra, 2010 yılında, yüzde 5.9’la tarihin en yüksek yıllık emisyon artışı düzeyine ulaşılmış.

Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin kasım ayında yayımlanan raporunda, 220 bilim insanının iki yıl süren bir çalışmasının sonuçları, küresel ısınmayla sert hava değişiklikleri arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyordu. Rapor önümüzdeki 20 yılda ağır sağanak yağışlardan kaynaklanan sel felaketlerinin artacağını, daha sert fırtınalar yaşanacağını, yaygın kuraklık olaylarının daha sık görüleceğini ileri sürüyor. Bu koşullardan en çok yaşlıların, yoksulların, çocukların zarar göreceğine dikkat çekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Fatih Birol’a göre 2017 yılına kadar uluslararası anlaşmalar yapılamazsa, küresel ısınmadaki artışı 2 derecenin altında tutma olasılığını tümüyle yitireceğiz (The Guardian 20/11/011).

Tüm bu sonuçlara yol açan sürecin son dönemi, 2005’te uygulanmaya konan, 2012’de de bitecek olan Kyoto İklim Değişikliği Anlaşması altında yaşandı. Şimdi Kyota’dan sonra yeni ama bu kez gerçekten etkili bir anlaşma gerekiyor.

Koyun can derdinde... 
Peki, durum bu kadar vahimse, neden gereken anlaşmalar yapılamıyor? Neden olacak, adeta, “koyun can derdinde kasap mal derdinde” de ondan. Genel olarak dünya halkları, küresel ısınmanın sonuçlarını hissediyor, eğer işi Tanrı’ya havale etmemişlerse, acilen bir şeyler yapılmasını istiyorlar. Buna karşılık, büyük ekonomilerin yöneticileri, anlaşmamak için türlü bahaneler buluyorlar. Ama aslında sorun onlardan da kaynaklanmıyor. Sorun onların korumakla yükümlü oldukları kapitalizmden kaynaklanıyor.

Birincisi, artık en muhafazakâr, sorunu yadsıma konusunda en inatçı araştırmacılar bile kavramaya başladı ki, küresel ısınma ve çevre kirlenmesi kapitalist sanayileşmenin, 1950’den sonra yerleşen, küreselleşme döneminde iyice hızlanan tüketim hummasının sonucu.

Ama kapitalizmi yönetenler, krize bir tepki olarak, tüketim, yatırım, dolayısıyla ucuz üretim alanlarını genişletmek için yaratılan, hacmi, 2007’de patlamadan önce 1000 trilyon dolara ulaşan borç köpüğüyle desteklenen küreselleşmenin, iklim krizini daha da arttırdığını kabul etmeye yanaşmıyorlar. Bu direniş krizi üç açıdan daha da derinleştiriyor. Birincisi, kâr maksimizasyonuna dayalı bir ekonomik modelde, alınması gereken önlemler maliyetler üzerinde baskı yaratacağından, liderler bu önlemleri almak istemiyorlar. İkincisi, bir aşırı kapasite fazlası sorunuyla karşı karşıya olan kapitalist sistem bunu aşabilmek için tüketimi ve üretimi (büyümeyi) körüklemekten başka bir yol göremiyor. Borçların ödenebilmesi için büyümenin hızlandırılması gerekiyor. Diğer bir deyişle, kapitalist üretim tarzının krizi aşma stratejileri küresel ısınmaya yol açan dinamiklerin hızlandırılmasını gerektiriyor.

Bu ortama, ABD hegemonyasının gerilemesiyle sistemde liderlik öğesinin kaybolmaya başlaması, yeni yükselmeye başlayan güçlerin, bu yükselişi yavaşlatacak önlemlere direnci gibi jeopolitik sorunların da eklendiği görülüyor.

Güney Afrika Durban Zirvesi’nin ilk haftasında bu direnişleri, tartışmaların jeopolitik boyutunu açıkça görmek mümkün oldu. ABD, Hindistan ve Çin, küresel önlemler almaya yönelik uluslararası bir anlaşmanın yapılmasına en çok direnen güçler olarak öne çıktılar.

Ekonomik ve siyasi rekabet kısırdöngüsüne saplanmış bir toplumsal üretim biçimi olarak kapitalizm, öldüğünü bilmeyen bir zombi gibi yürümeye çalıştıkça tüm uygarlığı tehdit ediyor.

Thursday, December 01, 2011

Liberalizmin dayanılmaz ikiyüzlülüğü

(30.11.2011)
Marx bir yerde, “insanları kendileri hakkında söylediklerine değil yaptıklarından bakarak değerlendiririz” diyordu. Bu bağlamda, liberalizm karşımıza, yalnızca söyledikleriyle yaptıkları arasında değil, söylediklerinin bir yarısıyla öbür yarısı arasında inanılmaz çelişkiler sergileyen bir akım olarak çıkıyor. İkiyüzlülük söz konusu olduğunda kimse liberalizmin eline su dökemiyor!

Özgürlükler, ama liberalizme rağmen...
Genelde bireysel özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, kuşkuculuğun ve aklın önemi gibi kazanımların liberalizm sayesinde elde edildiğine inanılır.

Halbuki felsefe profesörü Dominico Losurdo’nun 2005’te İtalya’da, 2011’de de İngiltere’de yayımlanan, Financial Times yazarlarının bile övgüyle bahsettiği “Liberalizm: Bir Karşıt Tarih” başlıklı çalışması karşımıza başka bir tarihsel panaroma koyuyor(1): İnsanlığın tüm bu kazanımları, ilk kez liberal gelenek tarafından, mutlak monarşiye, kiliseye karşı gündeme getirilmiş olsalar bile ancak liberalizmin dışladıkları, köleler, yoksullar, işçiler daha da ilginci, liberalizmin baş düşman ilan ettiği Jakobenlerin, onların mirasını devralan Marx’ın, Engels’in izinden gidenler tarafından liberalizme karşı mücadele içinde geliştirilebildiğini görüyoruz.

“Eski rejime” karşı liberal görüşlerle mücadele eden kapitalist sınıfın, kendi ekonomik kazancını arttırmak için sömürgecilikten, soykırımdan çekinmemiş, çıkarlarıyla çelişen her konuda, otoriter, baskıcı görüşleri benimsemekten, şiddet uygulamaktan kaçınmamış olması büyük bir paradoks oluşturuyor.

Ekonomik liberalizm daha başından siyasi liberalizmden (özgürlüklerden) kopmuş. Kapitalist sınıf kendisi gibi olmayanları dışlamış, liberalizmin ilkelerini onlara uygulamamış. Siyasi özgürlükleri geliştirmek için dışlayıcı, “ötekileştirici” anlayışlara, ideolojilere karşı mücadeleyi de liberalizmin dışladıkları üstlenmiş. Siyasal özgürlükleri geliştirmek için mücadele edenler de kısa sürede, liberalizmin tanımladığı “ekonomik özgürlükler” kavramıyla hesaplaşmak zorunda olduklarını görmüşler.


İşçiler, çocuklar ve köleler 
Bu “ikiyüzlülük”, kapitalist sınıf “devrimci barutunu” yitirdikten sonra gelişmiş bir hastalık değil. Losurdo, liberal düşüncenin tarihine bakınca, bu ikiyüzlülüğün “devrimci” döneme de damgasını vurduğunu gösteriyor. Örneğin Losurdo, okuyucusuna liberal düşüncenin kurucusu sayılabilecek John Locke’un aynı zamanda, köleciliğin ateşli bir savunucusu olduğunu anımsatıyor. Locke, “bir insanın bir başkasının tutarsız, belirsiz, bilinemez ve gelişigüzel iradesine tabi olamayacağını” ileri sürerken aynı zamanda, “Caroline eyaletinin her özgür bireyi, siyah köleleri üzerinde mutlak otoriteye sahip olacaktır” diyebiliyor. Amerika’nın 1775 bağımsızlık deklarasyonu, “bütün insanların (aslında erkekleri kastediyor-E.Y) eşit yaratıldığını, yaratıcının bu insanlara verdiği hakların ellerinden alınamayacağını” savunurken aynı anda köleleri insan saymayarak bu haklardan dışlıyor; bu tutumunu da “Yaratıcı”nın (Tanrı’nın) iradesine dayandırıyordu. Losurdo, çalışmasında liberallerin iktidarında köleciliğin hızla geliştiğini, Amerika’daki köle sayısının, 1700’de 330 binden 1800’de üç milyona, 1850’de de altı milyona çıktığını gösteriyor.

1770’lerde Adam Smith’in bir “gündelikçiler ve uşaklar sınıfından” söz etmeye başlaması, liberallerin, proletaryanın sefil yaşam koşullarını haklı çıkarmak için de “Yaratan”ın iradesine (takdiri ilahi), başvurduklarını gösteriyor. Saturday Review adlı popüler bir dergi 1864’te “Nasıl bir negro köle, Tanrı’nın hangi deri rengini kendisine verdiğini anımsaması gerekiyorsa, yoksul İngilizlerin ve çocukların da Tanrı’nın onları koyduğu yeri anımsamaları gerekiyor” diye yazıyordu. Jefferson Amerika’da yerlilerin kökünün kazınmasını isterken Locke da “yoksulların kiliseye gitmesinin zorunlu kılınmasının yararlı olacağını” savunuyordu.

Ama, bu ikiyüzlülükten başka bir başka gelenek daha var. Bunu da liberalizmin ötekileştiriciliğine, ayrımcılığına karşın evrenselliği savunan Jakoben hükümetin köleciliği kaldıran kararında, Fransız kolonisi Santa Domingo Adası’nda 1891’de patlak veren siyah kölelerin isyanında, Latin Amerika’da Bolivarcı hareketlerde görüyoruz.

Santa Domingo, köle isyanının lideri siyah Jakoben Toussaint L’Ouverture, eşitlik ve özgürlük kavramlarını “doğanın insanlara verdiği bir hak olarak” tanımlıyor, böylece maddi ve evrensel bir zemine oturtuyordu. Kendileri de birer köleci olan Amerikan liberal devrimcilerinin aksine Fransa’da devrimci Jakoben hükümet, Toussaint’in bağımsızlık, özgürlük isyanını destekledi. Toussaint’in, Napolyon ordularını yenen askeri dehasının bu süreci hızlandırdığını da söylemeden geçmemek gerekir.

Jakoben hükümeti yıkıldıktan sonra, Napolyon Toussaint’i güvenliği konusunda garanti vererek Fransa’ya davet etti, ancak yolda tutuklattırıp hapse attırdı, ölüme terk etti. Belli ki bazı şeyler hiç değişmiyordu. Sınıf egemenliğini meşrulaştırmak, yoksulların başına gelenleri açıklamak için bugünlerde de sık sık “takdiri ilahiye” dayanmaya çalışmak gibi...

(1) Tim Black, Spiked, 25.11.2011; Ed Rooksby, New Left Project, 21.11.2011.

Thursday, November 24, 2011

Cesaret ve sabır

23 Kasım 2011 -

Pazartesi yazımın sonunda aktardığım ikilem, toplumsal muhalefetin içinde bulunduğu koşulları yansıtıyordu. Bu koşullarda, en önemli “erdem”in “cesaret”, başka bir “dünyanın” kurulabileceğine, kültür endüstrisinin tüm propagandasına karşın ve bir başarı garantisi beklemeden inanma “cesareti” olduğunu daha önce birkaç kez vurgulamıştım. Şimdi artık, “cesaret”in yanına “sabır”ı da eklemek gerektiğini düşünüyorum.

Yeni ‘durum’ 
Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluştuğuna dikkat çekmiştim: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu saptamalar andaki gerçekliği yansıtıyor olabilir. Ama Fukuyama bir yana, Tarık Ali gibi “eski tüfeklerin”, “komünist partilerin” de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da aynı gerçekliğin parçası. Meydan işgallerinin oluşturduğu “hareket” yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!

Bu yeni hareket yaratıcı olmayı gerektiriyor, çünkü “gelenek”, kimi unsurlarını içinde barındırsa da yeni bir “durumla” karşı karşıya; bu nedenle hazır, siyasi talepleri, pratik örgütsel cevapları yok. Öyleyse “geleneğin” ayakta kalabilmesi yolunda devam edebilmesi için bu cevapların bulunarak “yenilenmesi” gerekiyor. İyi de bu durumun geleneğin önüne getirdiği sorular neler? Soruları aramaya, bu yeni durumun kaba bir “zaman-mekân” haritasını çıkarmayı deneyerek başlayabiliriz sanırım.

İlk geniş çaplı, şiddetli öğrenci olayları 2010 yılının mayıs ve kasım aylarında İngiltere’de patlak verdiyse de bunların yeni “durumun” oluşturduğu “küme”ye ait olduğunu o zaman söylemek olanaklı değildi. Bu yeni durum 17 Aralık günü Tunus’ta patlak veren kitle eylemleriyle başladı. Cezayir, Mısır (Tahrir), Bahreyn, ABD’de Wisconsin işçi protestoları ilk kez, “Burası Tahrir Meydanı” diyerek, alakasız gibi görünen iki “olay” arasında bağlantı kurdu. Bu bağlantı bize evrensel bir hareketle dolayısıyla yeni bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü. Sonra İspanya’da Porto del Sol, Yunanistan’da Sintagma, hiç beklenmedik bir biçimde Wall Street işgali geldi... Bunu İngiltere’de St. Paul Meydanı işgali izledi. Başka birçok kentte “işgal olayları” başladı. İngiltere’de Londra’nın Tottenham mahallesinde patlak veren isyan, yağma, başka mahalleleri ve kentleri de etkiledi.

İngiltere devletinin bu olaylara cevabı, kimi düşünceleri suç kategorisine almaya, 9 Kasım’da, lise öğrencilerinin de katıldığı protesto yürüyüşünde plastik mermi kullanma tehdidine kadar varan bir polis şiddeti, kapalı devre TV kameralarını, en son yüz tanıma tekniklerini, Twitter, Facebook gibi ağları da kullanarak gerçekleştirilen 3000’den fazla tutuklu, alabildiğince ağır cezalar oldu.

Tüm bu protesto ve işgal olaylarına katılanların sayısının 7 milyarlık dünya nüfusu içinde binde birlerle bile ifade edilemeyecek kadar küçük olmasına karşın, yarattıkları haber ve tartışma dalgasının dünya medyasını, web sayfalarını doldurduğunu görüyoruz. Filozoflar, siyaset bilimciler, ekonomistler, “herkes” bu “yeni durum” üzerinde düşünüyor, yazıyor. Bunlardan olaylara katılanların toplumsal profilinin, teknolojilerinin, davranış biçimlerinin, yaşadıkları toplumlardan bağımsız bir benzerlik taşıdığını öğreniyoruz. Hepsi birden tek “evrensel” bir “küme” (küme teorisi bağlamında) oluşturuyorlar. Toplamları bu “küme”nin büyüklüğünü aşıyor.

Bu yeni “durumun” bileşenlerinin oluşturduğu kümenin “zamanına” bakınca, neden bu kadar önemli bir “durumla” karşı karşıya kaldığımızı anlayabiliyoruz. Bu yeni “durum”, ekonomik, siyasi (uluslararası hegemonya ve liberal demokrasi), ideolojik (serbest piyasa söylemi), psikolojik (hazlara odaklı tüketimin bireyinin finansal durumu) ve nihayet ekolojik (küresel ısınma ve gıda, su) krizlerinin çakıştığı “yerde” ortaya çıktı. Kapitalizmin krizden çıkmak için arzuladığı, daha fazla üretimin, daha fazla tüketimin tüm diğer krizlerin daha da ağırlaşmasını getirecek olması, genel bir uygarlık kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Meydan işgalleri, işte bu krizlere karşı bir tepkiyi temsil ediyor, “insanlık böyle devam edemez” diyor. Bu noktada “komünist geleneği”, “peki öyleyse ne yapmalı”, “nereden başlamalı” ve “nasıl” sorularını sormaya zorluyor.

“Cesaret”, bu “uygarlık krizi”nin ve ona neden olan kapitalizmin aşılabileceğine inanmaya devam etmekle ilgiliyse, “sabır”ın da, düzenin, hareketi, yeniden kapitalizmin, “demokrasi”nin dünyasını kabul etmeye çekecek uzlaşma önerilerine, “jestlerine” kulakları kapayarak telaşa kapılmadan, çalışmaya, bu sorulara “geleneği” yenileyecek, insanlığın önünü açacak cevaplar bulmak için çabalamaya ait olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık başladı...

Wednesday, November 16, 2011

'Avrupa Birliği' düş kırıklığ

16 Kasım 2011 -

Avrupa Birliği büyük projeydi; şimdi büyük bir düş kırıklığına yol açıyor. Büyük toplumsal düş kırıklıkları hemen her zaman büyük tarihsel olaylara yol açarlar.

Büyük projeden ‘Frankfurt Grubu’na 
Avrupa Birliği projesi, öncelikle, Almanya’nın yeniden hegemonya kurmaya kalkmasını, Avrupa devletleri arası savaşları önlemeyi, komünizme karşı bir set oluşturmayı amaçlıyordu. Giderek bütünleşmiş bir ekonomik birim, sınırların kaldırıldığı, yasaların ortaklaştırıldığı, bir parlamentoya, anayasaya sahip, birleşmiş bir siyasi coğrafya oluşacaktı.

Bu proje, “ulus devletlerin egemenlikleri” paradigmasını geride bırakıyor, tüm üye ülkelerin eşit koşullarda katıldığı bir “birleştirilmiş egemenlik” (“pooled sovereignity”) oluşturuyor; Avrupa çapında, anayasa, vatandaşlık kurumunu, demokrasiyi güçlendiriyordu. Bu anlamda Avrupa Birliği bir uygarlık projesiydi. Hatta, European Council on Foreign Relations’ın kurucularından Mark Leonard’a bakılırsa AB, diğer ülkeleri kendine doğru çeken yeni model bir imparatorluktu.

Mali kriz tüm bu varsayımları sorguladı, vaatleri boşa çıkardı. Çünkü bu, 1970’lerden bu yana ertelenerek gelen, 1980’lerden sonra neo liberal politikalarla yönetilen kriz dinamiklerinin hepsinin birden patlak vermesinin yarattığı bir mali krizdi.

Krizle birlikte Almanya, AB içinde belirleyici olmaya, kendi ulusal çıkarlarını birlik üyelerine dayatmaya başladı. Bu sırada birlik üyeleri de, “birleştirilmiş egemenliğin” Almanya hegemonyası projesini destekleyen bir fantezi olduğundan şüphelenmeye başlamışlardı: Tüm AB üyeleri eşitti ama birileri daha fazla eşitti. Bu daha eşitler arasında da Almanya artık birinci konumdaydı.

Geçen hafta, Yunanistan ve İtalya’da hükümetler devrilir, başbakanlar istifaya zorlanır, yönetimleri, “Trilateral Komisyon” ve “Bilderberg” tiplerine emanet edilirken İrlanda da İngiltere bankalarının teminatsız alacaklarına mahsuben 1 milyar dolar ödüyordu. The Irish Times’dan Fintan O’Tool’un işaret ettiği gibi, “Başbakan, Michael Noonan bu muazzam büyüklükteki parayı, zaten iflas etmiş bir ülkenin kasasından alıp akbaba kapitalist kumarbazlara, bunun iyi bir fikir olduğunu düşündüğü için vermiyordu. Kafasına bir tabanca dayadıkları için veriyordu. Tehdit Avrupa Merkez Bankası’ndan geliyordu, acımasızdı: Hey düzenbazlar, vergi mükelleflerinizden topladığınız parayı verin yoksa banka sisteminizi yıkarız!” “Bu milyar dolarlık haracı parlamentoda tartışamaz, bir oylama da yapamazsınız!”(12/11)

Ülkelerin halklarının karar verme hakkı ellerinden alınırken “Frankfurt Grubu” diye bir şeyin oluştuğuna, G20 Cannes toplantısında şekillenen bu şeyin AB yönetimini fiilen üstlendiğine ilişkin yazılar medyada görülmeye başladı (Nelson, Spectator, 12/11; Cockburn, The Independent, 13/11).

“Frankfurt Grubu”, Merkel, Sarkozy, IMF Başkanı Lagarde, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi, Manuel Barroso, Jean-Claude Juncker, AB Başkanı Van Rompuy ve Olli Rhen’den oluşuyor, “AB hiyerarşisiyle Alman finans gücünü birleştiriyordu”. Böylece, Merkel’in “çekirdek Avrupa”, “iki hızlı Avrupa” “değişken geometrili Avrupa” kavramları da daha bir anlaşılır olmaya başlıyordu. Ama, “Frankfurt Grubu”nun arkasında ne var?

Sanırım IMF kaynaklı bazı veriler bu soruya bir cevap bulmaya yardımcı olabilir. İtalyan hükümetinin borçlarının yüzde 44’ü yabancıların elindeymiş. Bu oran Yunanistan’da 57.4, Portekiz’de 60.5, Fransa’da 62.5, Almanya’da 59.2. Bu veriler uluslararası borç piyasasını işaret ediyor. Kısacası, “Frankfurt Grubu”nun arkasında uluslararası finansal kapital var diyebiliriz.

Gerçekten de Merkel’in bile finans kapitalin basıncından kurtulamadığını görüyoruz. AB bölgesine ihracat yapan Alman Toptancılar, Dış Ticaret ve Hizmetler Federasyonu, Merkel’den mutlaka Avro’yu kurtarmasını istiyor, “Bu önlemlerin işe yarayacağına inanmıyoruz” diyorlar (New York Times, 13/11). Merkel de mali piyasaları denetlemekten, bankalara fiyat ödetmekten söz ediyordu. Ama sonra, Finansa Kapital’in “önce borçlar ödenecek” talebine teslim oldu.

Avrupa’da demokratik süreçlerin, sermayenin bu kesiminin taleplerine cevap vermek için askıya alınmaya başlaması birçok yorumcuda “uygarlık projesi” iddiaları bağlamında derin kaygılar yaratıyor. “AB vatandaşlığı iflas ederken gelişmiş üyelerle eşit olduklarına inananlar ‘geri kalmış ülke’ konumuna düşüyorlar”. “30 yıldır canavarca genişleyen finans kapitalin Avrupa’da demokrasiyle bağdaşmadığı ortaya çıkıyor”. “Böylece kapitalizmle ve demokrasinin 300 yıllık yol arkadaşlığı nihayet, Avrupa’da sona eriyor”. T.S Eliot’un “İçi Boş Adamlar” şiirini anarsak faşizm gibi olağanüstü rejimlere yol açan bir “patlamayla” değil, bürokratların elinde bir “sızlanmayla”...

Ama bu “sızlanmalarla” birlikte şekillenen yeni olasılıklar yelpazesi içinde, Harvard’dan Prof. Rodrik’in işaret etiği gibi, Avro bölgesinin dağılmasına, buna bağlı olarak gelişecek, 1930’ları anımsatan siyasi kâbuslara ilişkin senaryolar da var.

Thursday, November 10, 2011

'Tek parti egemenliği' - 'Yapışkan statüko'

Yalçın Doğan’ın “Doçentlik jürileri tamam” başlıklı yazısı çok önemli bir gelişmeye dikkat çekiyor: Doçentlik jürilerini belli bir muhafazakâr görüşe sahip kadrolar ele geçiriyormuş.

Doğan’ın bu gözlemlerinin, siyasal iktidarların korunması ya da tehdit edilmesi açısından büyük öneme sahip “epistemik topluluk”ların (rejimden yana ya da karşı siyasi tutumlar için gerekli teorileri üreten, yayılmaya hazır hale getiren uzman toplulukları- Michel Foucault) en önemli yaşam alanlarının (akademik araştırmaların) belli bir görüş tarafından denetim altına alınmasından öte iki boyutu daha var. Bunlardan biri, Gramsci’nin “pasif devrim” kavramından esinlenerek betimlediğimiz sürecin tamamlanmasıyla, ikincisi de uzun süreli tek parti egemenliği dönemlerinde toplumda oluşan ve siyasette “patika bağımlılığı” denen olguya yol açan “algısal kilitler”le ilgili.

‘Pasif devrim’... 
“Pasif devrim” kavramı, bir hamleyle siyasi iktidarın ele geçirilmesinden sonra toplumun yeniden şekillendirilmesinden (siyasal ve toplumsal devrim) farklı bir sürece işaret eder. Bu süreç, aile ile devlet arasında yer alan “sivil toplum” alanını, egemen öznellik biçimleri, kurumlar, ortak yaşam alanlarının nitelikleri, belki de en önemlisi, belli bir “hakikat rejimi” (doğruları ve yanlışları ayırt etmeye, bunun için gerekli kavramları kullanmaya, kimi kavramları da dışlayarak, konuşulmaz kılan varsayımlardan oluşan düşünsel sistemler) doğrultusunda adım adım, adeta “moleküler” düzeyde dönüştürülmesine işaret eder.

“Pasif devrim” süreci siyasi iktidarı almadan ilerler, giderek devlet olarak bildiğimiz, siyasi/idari kurumlar, ilişkiler ağının sinir düğümlerine (iktidarın kristalleştiği ve dağıtıldığı noktalara) ulaşır. Bu noktaya kadar aşağıdan yukarı, toplumdan devlete doğru ilerleyen süreç, bu noktadan sonra devletten topluma doğru, “pasif devrim” sürecini hızlandırarak ilerler.

Yakın tarihte, Müslüman Kardeşler hareketinin etkinlik alanlarında bu “pasif devrim” sürecini izlemek olanaklıdır. Özellikle Mısır çok gelişkin, başarılı bir örnek oluşturur. Türkiye’de de “siyasal İslam”ın geride bıraktığımız 20 yıl boyunca yaşadığı, AKP hükümetleriyle taçlanan yükselme süreci, liberal entelijansiyanın oynadığı rolü, AKP politikalarını, getirdiği kurumsal dönüşümleri de bu “pasif devrim” paradigması altında düşünmek olanaklıdır.

Yalçın Doğan’ın aktardığı gelişmeler, bu “pasif devrim” sürecinin nerelere kadar ulaşmış olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

‘Algısal kilitler’, ‘Patika bağımlılığı’ 
Yürütme üzerinde, uzun süre, tek bir partinin egemen olduğu ülkelerde, kimi araştırmacıların dikkat çektiği gibi (örneğin, Forestiere ve Allen, International Political Science Review, sf. 380, Eylül 2011) siyasi kararların alınma süreçlerinde bu partinin iktidar yaşamının çok ötesine uzanan, kalıcı davranış biçimleri, “patika bağımlılığı” yaratan “algısal kilitler” oluşabiliyor. Böylece toplumda, bir kez yerleştikten sonra, değiştirilmesi giderek zorlaşan bir “yapışkan statüko” şekillenebiliyor.

Muhalefetin çok parçalı, kutuplaşmış, hükümet partisi karşısında bir seçenek oluşturmakta başarısız kaldığı koşullarda, hükümet partisinin uygulamaları sonucunda oluşan “algısal kilitler” daha güçlü, “statüko” daha “yapışkan” oluyor.

“Statüko”nun “yapışkanlık” düzeyini belirleyen bir etken de tek parti hükümetinin, ülkenin siyaset yapma süreçleri, alanları üzerinde kurmayı başardığı “tekelci yapılanmalar” oluyor. Bu “tekelci yapılanma”, siyaseti etkilemek isteyenleri bu “tekelci yapılanmaya” katılmaya zorluyor. Bir kez katılım gerçekleştikten sonra, “tekelci yapılanma”, başarısız politikalara, hatalara yol açsa da bu “statüko”nun dışına çıkarak başka seçenekler aramak verimsiz bir çaba gibi görünmeye başlıyor.

Belli grupların ekonomik çıkarlarını savunmak üzere oluşan koalisyon partilerinin hükümetlerinin yaratacağı “algısal kilitler”, iktidara geldikten sonra toplumun daha geniş kesimlerinin çıkarlarını ve sesini kapsamaya çalışan, bu izlenimi veren partilerin hükümetlerininkinden daha zayıf oluyor.

Neticede, hiçbir “algısal kilit” ve “patika bağımlılığı” sonsuza kadar kalmıyor. Bir aşamada “yapışkan statüko” zayıflamaya, “statüko”nun dışında seçenek arama eğilimi güçlenmeye başlıyor. Bu noktada “epistemik toplulukların” önemi artıyor.

Uzun süre iktidarda kalan bir tek parti egemenliği rejiminde, egemen akım, bu toplulukları, bunların “yaşam alanlarını”, “doğdukları” ortamı kontrol edebildiği ölçüde, “statükoyu koruyacak” “tekelci yapı” dışında ve ona karşı düşünerek, işlemeyen, hatalı politikalara karşıt seçenekler üretme ve hataları tamir etme olasılıklarını da azaltacak, demektir. Yalçın Doğan’ın aktardığı gözlemler bu açıdan da çok önemlidir.

Friday, November 04, 2011

Suriye, Libya değilse…

NATO ve AfriCom’un Libya operasyonu, Obama’nın “arkadan liderlik verme” stratejisi “başarılı” oldu ya, “Şimdi sıra sırada neresi var?” sorusu gündeme geliyor. En güçlü aday  Suriye. Ancak, Suriye’ye niyetlenenleri rahatsız eden bir durum var. Libya’da izlenen rejim değişikliği senaryosunu, Suriye’de aynen sahnelemek pek olanaklı görünmüyor; dekorda, aktörlerde önemli değişiklikler yapmak gerekecek. Bu bağlamda da gözler Türkiye’nin, Başbakan Erdoğan’ın üzerinde yoğunlaşıyor. Sizi bilmem ama, tüm bunlar beni korkutuyor.

Libya senaryosu zor...
Libya senaryosunun Suriye’de sahnelenemeyecek olmasına yol açan etkenlerin başında, coğrafi koşulları geliyor (Roff & Momani, Globe &Mail, 25/10). Suriye, Libya’dan farklı olarak, dağlık bir coğrafyaya sahip. Sivil nüfus, bu dağların arasına ve kenarlarına yerleşik. Havadan bombalamak olanaklı ama, tali hasarın çok yüksek olması kaçınılmaz. Libya nüfusu 6,6 milyondu, Suriye’de 22 Milyon insan yaşıyor. Suriye ordusu, Libya ordusundan sekiz kat daha büyük, iki kat daha fazla uçağı,  dokuz kat daha fazla tankı var...

İkincisi,  Suriye’de muhalefetin, toplumun en fazla yüzde 40’ını etkilediği düşünülüyor (age). Robert Fisk, halkın büyük bir kısmının iç savaştan korktuğunu, Esat’ı desteklemek için, kendiliklerinden, yüzbinlerle olmak üzere sokaklara çıkabildiklerini aktarıyor (The Independent 27/10) Time’dan Tony Karon, “Muhalefetin karşısındaki tatsız gerçek şu ki, Suriye toplumunun büyük bir kesimi, Sünni - İslamcı akımların önderliğindeki bir isyandan, rejimden korktuklarından daha çok koruyor”  diyor.

Üçüncüsü, daha çok diplomatik: Birleşmiş Milletler’den, Libya’ya müdahale etmeye olanak sağlayan karara benzer bir karar çıkartmak Rusya, Çin yüzünden olanaksız. Dahası, Zogby araştırma grubunun bulguları bölgede Sünni Arap nüfus içinde Esad’ı destekleyen kimse kalmadığını, ancak büyük çoğunluğun, Suriye’ye bölge dışından, Batı’dan yapılacak  bir müdahaleye kesinlikle karşı olduklarını gösteriyor (The National, 30/10). Bu nedenlerden dolayı, Jarusalem Post’tan Bloomfield, BM dışında, uluslararası ve bölge ülkelerinden oluşan bir “Suriye Dostları” grubu kurulmasını öneriyor (26/10).

Öyleyse ne yapmalı?
İsrail gazetesi Haaretz’in bir yorumunda bu soruya oldukça mantıklı bir cevap veriliyordu: “NATO ve Arap Birliği, BM, Beşir Esad’ı doğrudan hedef alamaz. Çünkü İran ve Hizbullah onun yanında, Rusya ve Çin’de diplomatik olarak destekliyor”. Ancak Haaretz’ göre “Esad’ın zayıf bir noktası var, düşmanları da hançeri oradan batırmayı planlıyorlar.  Esad’ın kaderi Türkiye Başbakanı Tayyip  Erdoğan’ın elinde” (30/10). Haaretz, “ ‘Özgür Suriye Ordusu’ denen şey Esad rejimini tehdit edemez ama, Türkiye’nin desteğiyle giderek büyüyor” diyor. Zogby’nin yukarda aktardığım araştırmasının bulguları da, Türkiye üzerinden yapılacak, Suudi Arabistan tarafından desteklenecek bir müdahaleyi, bölge halklarının benimseyeceğini ima ediyordu.

Gerçekten de, son haftalarda medyada izlediklerim, bana böyle bir senaryonun uygulanmaya konduğunu düşündürüyor. Hakkari- Çukurca baskınından sonra, daha toz duman yatışmadan hemen parmaklar Suriye ve İran’ı gösterdi. Geçen hafta, New York Times, yaygın olarak aktarılan bir haberinde, Türkiye’nin Suriye’li İsyancıları barındırdığını, koruduğunu hatta silahlandırdığı anlatılıyordu.  Wall Street Journal, başyazısında, “Türkiye artık Esad’ı hedef alıyor”, “Obama, arkadan liderlik verme konusunda yeni bir fırsat yakalıyor” (31/10) diyordu.

Dışişleri Bakanı Davudoğlu’nun “Türkiye Suriyelileri ve Filistinleri koruma sorumluluğu var” (Peki Esad’ı destekleyen yüzde 60’ı kim koruyacak? Yoksa bunlar Suriyeli değil mi?) sözleri,  Suriyeli İsyancılara kucak açarken “Sakın Türkiye’yi karıştırmaya kalkma” ültimatomu, “meşruiyeti olmadan  ayakta duramaz” (sokağa çıkan 200,000 kişi-Fisk- bir meşruiyet kaynağı sayılmaz mı?) saptaması. Türkiye tarafının da bu “arkadan verilecek liderliği” kabul etmeye hazır olduğunu düşündürüyordu.  Tam bu sırada Suriye muhalefeti, “uluslararası topluluktan” yardım istiyor. Arap Birliği Esad’a ültimatom veriyor...

Geçen hafta, Slate’de yayımlanan bir araştırma,  “Arap İsyanları” başladıktan az sonra, Pentagon’un CENTCOM bünyesinde, sıra dışı senaryoları düşünmek amacıyla kurulan “Kırmızı Ekip”i harekete geçirdiğini aktarıyordu. “Kırmızı Ekip”, bölgeyi İran ve Araplar, Sünniler ve Şiiler olarak bölecek senaryoları ve söylemlerini geliştirmeyi amaçlıyormuş.

Benim de aklıma nedense, İngiltere, Hindistan’dan çıkarken yaşananlar geldi. Şimdi, Hindistan yükselirken, o zaman etnik dini söylem üzerinden kurulan Pakistan dağılıyor. “O zaman, İngiltere’nin ‘böl yönet’ tezgahına gelen Pakistan burjuvazisi, şimdilerde acaba kafasını duvara vuruyor mudur?” diye düşündüm.

Thursday, October 20, 2011

Washington-Tahran-Riyad üçgeninde Türkiye

İran'ın  ABD toprağında, Suudi Arabistan elçisine suikast planladığına ilişkin iddialar, Ortadoğu jeopolitiğinde yeni rüzgârların habercisi. Bu rüzgârların Türkiye dış politikasını hangi sahillere savuracağını ise şimdiden bilmek olanaklı değil. Ama AKP hükümetini zor günlerin beklediğini söyleyebiliriz.

İran’a karşı birleşik cephe...
Pazartesi günü özetlediğim gibi suikast planlarının inanılması çok zor yanları var. Bunu İran’ın planladığına bu aşamada inanmak zor. Ama fraksiyon çatışmaları altında istikrarını kaybetmeye, uluslararası konumunun zorlaşmasına paralel olarak telaşlanmaya başlayan totaliter bir rejimin hata yapma olasılığını da göz önüne almak gerekiyor. Bu suikast planının gerçek yazarını bilmemiz bu aşamada olanaklı değil. Yine de bu planın ortaya çıkmasıyla hızlanan olaylara bakarak bir şeyler düşünebiliriz.

FBI başkanı, başsavcı, Obama, İran’a yönelik suçlamaların arkasına imzalarını koyduklarına göre, bir bildikleri, bir planları olsa gerek. New York Times ve Washington Post’un kolları sıvayıp bir taraftan senaryoyu zenginleştiren, diğer taraftan, inanılırlığını arttıracak arka plan bilgileri yayımlamaya başlamaları, Obama yönetiminin bir taraftan Çin ve Rusya’yı ikna etme çabalarını hızlandırırken öbür taraftan olayı Birleşmiş Milletler’e taşıması, başkanlık seçimleri yaklaşırken İran’a yönelik yeni bir kararın alınmış olabileceğini düşündürüyor.

Suudi Arabistan yönetiminin, ABD savlarını hiç sorgulamadan İran’ı suçlaması, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurması, Alawsat, Al - Hayat gibi Suudi kaynaklı yayınların, İran’ın nasıl bir bölgesel (Yemen, Bahreyn, Suriye, Irak) istikrarsızlık kaynağı, hatta terorizmi besleyen bir bela olduğunu anlatmaya odaklanmaları da anlamlı. Bunlar, Suudi rejiminin ABD planlarından haberdar olduğu, İran’a karşı bir ABD- Körfez ülkeleri cephesinin inşasının hızlandığını düşündürüyor.

İsrail’in Haaretz gazetesinde, Yossi Melman’ın yorumu da bir taraftan senaryonun ne kadar inanılması zor olduğunu vurguluyor, diğer taraftan suikast planının hedef aldığı Suudi elçisinin, WikiLeaks belgelerine göre, Suudi Kralı’nın İran’a karşı tavrının sertleşmesinde etkili oluğunu, Suudi Arabistan’ın ABD’deki Yahudi topluluğuyla diyalog kurmasına olanak sağlamış olduğunu aktarıyor; İsrail devletinin konuya ilişkin suskunluğunu korumakta olmasına dikkat çekiyordu (16/10). Buradan hareketle, Washington–Riyad ekseninin, bir “sessiz ortağının” olabileceğini düşünmek de olanaklı.

Manevra alanı iyice daraldı
“Sıfır sorun” politikası, ABD desteği, “stratejik derinlik”, Türkiye’nin bölgesinde güç yansıtma kapasitesini, manevra alanını, daha önceki dönemlerde görülmemiş düzeyde arttıracaktı.

Şimdi, Türkiye, hem Suriye hem de İsrail’le kavgalı olmayı başardığı, Füze Kalkanı Projesi’ne, Suriye’deki rejim değişikliği sürecine katılarak, kullandığı enerjinin yaklaşık yüzde 70’ini ithal ettiği iki ülkeyle, Rusya ve özellikle İran’la ilişkilerinin geleceğini tehlikeye soktuğu bir noktada duruyor. Filistin Yönetimi’nden gelen, “İsrail’le ilişkilerin düzelt” tavsiyesine, Hamas-İsrail tutuklu değiş tokuşunda, devre dışı kalma durumuna bakarak, AKP dış politikasının “kumlara saplandığını” söyleyebiliriz.

Bu noktada AB üyeliği artık bir fantezi bile olmaktan çıkmıştır; Doğu Akdeniz enerji rekabeti, Kıbrıs üzerinden, AB ile yeni sorunlar açmaya, İsrail ile çatışma çıkartmaya adaydır. Türkiye’nin adeta ABD ve İngiltere’den başka destekçisi kalmamış gibidir.

Bu sırada, İstanbul’un büyük otellerinin birinde yapılan kapalı bir toplantıda, Kissinger, Kofi Annan, Council on Foreign Relations’ın Başkanı Richard Haass, Tony Blair, eski Kolombiya Devlet Başkanı Uribe, eski İsrail Merkez Bankası Başkanı ve halen J.P Morgan Başkanı Frankel gibi tiplerin, bazı Türkiyeli şahsiyetlerle bir araya gelerek “Türk kimliği ve yeni dış politika” başlığı altında bir şeyler konuştuğunu öğreniyoruz (Çandar, 15/10).

Çandar’ın aktardıklarından, AKP hükümetinin özgüven ve başarı sarhoşluğuna kapılarak… ölümcül sonuçlar verebilecek yanlışlıklar yapmaktan kaçınması, Türkiye’nin uluslararası sistemde elde ettiği gücü görmezden gelen, 1980’lerin, 1990’ların tedavülden çoktan kalkmış bakış açısı ile analiz yaparak iktidarı yıpratmayı hesaplayan muhalefetin de -Ankara’dan Kandil’e- hesaplarını gözden geçirmesi gerekiyormuş… Kısacası, ABD askeri-mali kompleksi, “kendini bir şey sanıp zorluk çıkartma, sana söyleneni yap” mesajını vermiş.

Boratav Hocamızın ekonominin dış kaynak dengelerinin bozulduğuna, gündemde sert bir ekonomik daralma olduğuna (“Kötü Haberler Başlarken”, soL.org), Mustafa Sönmez dostumuzun AKP rejiminin “vergi, zam, işsizlik, angarya ile sokağın sabrını taşırmak için ne lazımsa” yaptığına ilişkin saptamalarına bakınca, AKP hükümetinin manevra alanının iyice daraldığını, pek bir seçeneğinin kalmadığı görünüyor. Bakalım bu seçeneksizlik ülkeyi nerelere sürükleyecek!

Wednesday, October 12, 2011

Korkular, kaygılar

12 Ekim 2011
Zeitgeist (Zamanın Ruhu) değişiyor, mali krizin etkisiyle başlayan değişiklik giderek hızlanıyor.

Bu değişikliği iki kanaldan izleyebiliriz. Birincisi, 1980’lerden bu yana egemen olan ideolojinin duvarları çatlıyor; gizledikleri, bastırdıkları geri geliyor. İkincisi, sesini kaybetmiş olanlar seslerini yeniden bulmaya başlıyorlar; meydanlar, sokaklar kitlelerin protesto eylemlerine yeniden kavuşuyor.

Birinci eğilimin ilk ve en çarpıcı ifadelerini, ABD Merkez Bankası Başkanı, piyasaların gurusu Greenspan’ın, mali kriz sırasında ABD Kongre Komisyonu’na ifade verirken sığındığı, “gerçeklik, kafamdaki modele uymadı” ifadeleriydi. Böylece serbest piyasa modeline güvenin sarsıldığını, onun en kararlı savunucularından birinin ağzından öğrenmiş oluyorduk.

İkinci örnek, geçen aylarda, mali piyasaların bir başka gurusunun, dünyanın en zengin spekülatörlerinden Warren Buffett’in, “devletin zenginleri şımartmaktan artık vazgeçmesine” ve vergi vermek istediğine ilişkin sözleriydi. Buffett’e göre, gelir dağılımındaki bozulma tehlikeli düzeylere ulaşmıştı.

Zeitgeist’in değişmeye başlamasına yol açan, aynı zamanda bu değişiklikten beslenen toplumsal hareketler önce Avrupa’da başladı, sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci dalgasında kendini gösterdi. Geçen ay ABD mali kurumlarının merkezi “Wall Street” de protesto eylemleriyle tanıştı. Bu dalganın, nihayet ABD’yi de etkisi alına almaya başlaması, eşitlik, gelir dağılımındaki bozulmalar, devletin rolü, kapitalizmin geleceği... gibi konulardaki tartışmaları daha da alevlendirdi.

‘Halk bıktı...’ ‘Bırakın TV seyretsinler’
Geçen hafta Washington Post’ta Samuelson, zenginlere karşı bir tepkinin başladığını, gelir dağılımı bozulmaya devam ettikçe bu tepkinin güçlenmeye devam edeceğini yazıyordu. New York Times’ta Krugman, “Plütokratların korkusu” başlıklı yorumunda, sağ kesimden yazarların, siyasilerin Wall Street işgaline karşı, “Amerika düşmanı”, “Lenin çizgisi”, “ayaktakımı” gibi nitelemelerle hezeyana varan tepkilerini aktarıyordu. Columbia Üniversitesi’nden Prof. Jeffrey Sachs da Project Syndicat’da “Halk, hükümetlerin, zenginlere hizmet etmesinden bıktı” diyordu.

İngiltere’de gazetelerle ilgili hoş ama gerçeği de yansıtan bir şaka vardır: The Daily Telegraph’ı ülkenin eskisi (Victoria Dönemi) gibi yönetilmesini isteyenler, The Guardian’ı (sosyal demokrat) ülkeyi kendilerinin yönetmesi gerektiğine inananlar, The Times’ı ülkeyi yönetenler, Financial Times’ı ülkenin sahibi olanlar, The Sun’ı (tabloid magazin) da “gazetenin 3. sayfasında çıplak kadın resmi olduğu müddetçe umurumda değil” diyenler okurmuş.

Sun bir yana, Telegraph, Times ve Financial Times’ta son haftalarda yayımlanan yorumlar, Zeitgeist değişirken bu çevrelerde nasıl kaygı ve korkuların şekillenmeye başladığını sergiliyorlardı.

Telegraph’ta Alisdair Palmer, “Kapitalizm başarısız olursa alternatifi çok daha kötüdür” başlıklı yorumunda, Yunanistan’dan New York’a kadar “sokakları” aktardıktan sonra, “bunlar belki ne istediklerini tam olarak bilmiyorlar”... “ama neye karşı olduklarını biliyorlar”... “Bunları küçümsemek hata olur” diyordu.

Times’ta Phillip Collins’in “Tabii ki zenginler daha fazla vergi vermelidir” başlıklı yazısında, İşçi Partisi Başkanı Miliband’a yönelik, zenginlerden daha fazla vergi istenebilir ama “bunu ‘eşitlik’ talebine bağlamak yanlış ve tehlikeli olur” önerisini aktarmıştım. Geçen hafta da Financial Times’ın emektar ekonomi yorumcularından Samuel Brittan “Eşitsizliğe karşı Haçlı seferine son veriniz” başlıklı yazısını, “eşitlik” kavramının ne kadar “yanlış”, “zararlı” olduğunu kanıtlamaya ayırdığını gördük. Brittan, “Yeniden dağılım”a evet ama “eşitlik talebine hayır” diyor. Çünkü “eşitlik talebi”... “bütün mülklerle gelirler devlete aittir” demek oluyormuş.

Bunlar şaşırtıcı tepkiler değil, bir anlamda “eşyanın doğasına uygun”... Ama Times’ta Giles Cohen’in, “Bırakın TV seyretsinler, sokağa çıkmalarını önler” başlıklı yazısı gerçekten sıra dışıydı?

Cohen, öğrenci olaylarında “Savaş Abidesine” tırmanan, İngiliz bayrağına asılarak sallandığı için 16 ay hapis cezası talebiyle yargılanan Charlie Gilmoure’un avukatının savunmasını örnek veriyor. Ailesi, Gilmoure’a çocukken hiç televizyon seyrettirmemiş, bu genç adam ülkenin en önemli anıtı “Şanlı Ölüler” heykelini daha önce TV’de görmediği için tanıyamamış. Gilmour’a TV seyrettirmeyen solcu anne ve babası, onun yalnızca tarih öğrenmesini engellemekle kalmamış, terbiyeli davranmayı öğrenmesini de önlemişler.

Cohen yazısını, “Ben şimdi eve gidiyorum, sekiz yaşındaki kızımı TV önüne koyup orada bırakacağım” sözleriyle bitiriyor. Yazının öğrenci olaylarına kızgınlığın yanı sıra, şaka boyutu da yüksek. Ama, insan bir yıldır, ekonomik krizin ortasında, İngiltere’de devlet kanalı BBC’de, yüksek üretim maliyetlerine karşın, sunuma giren tarihi dizilere, programlara bakınca, her şakanın içinde bir gerçek vardır saptamasını ve de Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” yapıtını anımsamadan edemiyor.

Thursday, October 06, 2011

Wednesday, October 05, 2011

İsyan mevsimi - New York - Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet) 05 Ekim 2011 -


(Bankacılar, sokaktaki protestocuları izliyor ve şampanya içiyorlar: Aklıma Fransız devrimi öncesi aristokrasinin rahatlığını getirdi)

Az sayıda eylemcinin 17 Eylül’de, New York’un uluslararası dev bankaların merkezlerinin bulunduğu Wall Street’in yakınında Zucotti Park’ta başlattıkları protesto eylemi, polis cumartesi günü 700 eylemciyi gözaltına alınca nihayet gazete sayfalarına ulaştı.

Cumhuriyet, pazartesi günü protesto eyleminin ayrıntılarını aktarmıştı. Bunları tekrarlamak istemiyorum. İki noktayı eklemekle yetineceğim. Birincisi New York polisinin 700 eylemciyi gözaltına aldığı gün JP Morgan Chase, New York polis teşkilatına 4.6 milyon dolar bağışta bulunuyordu.

Protesto eylemi yeni katılımlarla büyürken başka kentlerde, ülkelerde de benzer eylemler ortaya çıkmaya başladı. Ben bu gelişmelerden hareketle eylemlerin anlamı üzerinde düşünmeyi deneyeceğim.

‘Küresel öfke yılı’
Kuzey Afrika ve Ortadoğu “olay”ları patlak verdiğinde, bunların arkasında “birilerinin” parmağı olduğunu düşünenlerden farklı olarak, her birinin özgün koşullarından öte ortak bir evrensel boyuta sahip olduklarına dikkat çekmeye çalışmıştım.

Egemen sınıfların, emperyalizmin, siyasal İslamın, kısacası karşıdevrimci güçlerin tüm manipülasyonlarına, yönlendirme çabalarına rağmen karşımızda, yönü, olası sonuçlar henüz belli olmasa da yeni, yükselmeye başlayan bir “dalga” var. Tarihsel kültürel zeminleri, gelişmişlik düzeyleri birbirinden bu kadar farklı ülkelerde, benzer talepleri, benzer kızgınlıkları dillendiren, birbirinden öğrenen, güç alan, benzer örgütlenme biçimleri yaratan, aynı teknolojileri kullanan eylemlerin ortaya çıkmaya başlaması başka türlü anlamlandırılamaz.

Nitekim, bu “dalganın” ayırdına, kapitalist düzenin önde gelen yorumcularının da varmaya başladığını görüyoruz.

Bu bölümün başlığını Financial Times yorumcularından Gideon Rachman’ın 29 Ağutos tarihli yorumundan aldım. Rachman yazısına “Küresel bir ruh hali var mı?” diye sorarak başlıyor, “kesinlikle var” diyerek devam ediyordu. Rachman yazısında “Arap Baharı”ndan öte, Madrid’deki Porto del Sol işgaline, Yunanistan’da görülen protesto eylemlerine, İngiltere’deki ayaklanmalara, Hindistan’da Anna Hazara’nın yolsuzluklara karşı başlattığı kitlesel eylemlere, Şili’deki öğrenci olaylarına, Tel Aviv’deki büyük protesto gösterilerine, Çin’de tren kazasına, Dalian bölgesindeki kimya fabrikasına karşı bir ev kadınının itirazıyla başlayan protesto eylemlerine dikkat çekerek (ama Wisconsin’i görmemeyi seçiyor) 2011’in dünya çapında bir “öfke yılı” olduğunu savunuyordu.

Rachman, dünya halklarının, ama özellikle hızla yoksullaşan orta sınıfların (biz bunu çalışanlar olarak okuyoruz), gelecek umudunu kaybetmeye başlayan gençlerin, “uluslararası düzeyde bütünleşmiş” (bir sınıf/kesim oluşturmaya başlayan) seçkinlere (“egemen sermaye”, uluslararası finansa kapital olarak okuyabiliriz) karşı yükselen öfkeye, isyanlarına değindikten sonra ilginç bir şeye daha dikkat çekiyordu: Rachman’a göre, isyan edenler, neoliberal dönemde ülkelerin, “hızlı büyüme adına hızlı yoksullaşmayı kabul eden” anlayışına karşı, geçmişin, dayanışmacı, toplumcu, hatta eşitlikçi Kibbutz gibi sosyalist (yazar sosyalizm kavramına ancak bu kadar yaklaşabiliyor) siyasi geleneğini canlandırmaya çalıştıklarını ileri sürüyor.

Madalyonun öbür yüzü
Küresel çapta bir isyan dalgası, “gerçek demokrasi”, eşitlik, özgürlük, daha adaletli bir ekonomik düzen, güvenlik gelecek talepleriyle, neoliberalizm öncesinin halk hareketlerinin toplumcu, dayanışmacı geleneğini özleyerek egemen sınıfların en zengin kesimini hedef alarak adeta 1970’lerin “tekelci kapitalizme karşı cephe” duyarlılıklarıyla yükselirken madalyonun öbür yüzündekilerin de tehlikenin ayırdına varmaya başladıkları görülüyor.

Süper spekülatör, süper zengin Warren Bufet’ın ağustos ayında New York Times’da yayımlanan “Zenginleri şımartmaya son veriniz” başlıklı yazısını anımsayacaksınız. Buffet, “Liderlerimiz fedakârlıkların paylaşılmasını istemişlerdi. Ama kimse benden bir şey istemedi. Süper-zengin arkadaşlarıma sordum, onlardan da istenmemiş” diyerek başlıyordu yorumuna, özetle şöyle diyordu: Yük alt sınıfların üzerine yıkıldı, zenginlerin de vergi vermesi gerekiyor.

Muhafazakâr basın Buffet’in saptamalarına itiraz edemedi ama büyük korkuyu dile getirmekten de kaçınmadı. The Times’a göre, evet zenginler daha fazla vergi vermeliydiler ama bunu isterken eşitlikten, bir amaç olarak asla söz etmemek gerekiyordu. (Collins, 16/08/11)

New York Times’da yayımlanan ayrıntılı bir araştırmanın sergilediği gibi küresel çapta yükselen bu dalganın, madalyonun öbür yüzündekileri kaygılandıran bir ortak özelliği var: Bu eylemlere katılanlar, geleneksel politikacıları, parlamenter demokrasiyi küçümsüyorlar. Genel seçimlere, oy verme işlemlerine güven hızla azalıyor; (Kulish, 17/09) doğrudan demokrasi arayışları hızlanıyor.

Bu duygu kapitalizmin bugünkü durumuyla son derecede uyumludur: Kapitalizm, merkezde ve çevrede, “demokratikleşme” süreçlerini destekleyebilecek ekonomik, kültürel kaynaklarını artık yitirmiştir. Halklar giderek bunun daha fazla ayırdına varıyor.

Wednesday, September 28, 2011

Kayan kumlarda 'Zaloğlu Rüstem'


28 Eylül 2011 -  
Ortadoğu’da ABD hegemonyasıyla kurulan Soğuk Savaş sonrası dönemde temel özelliklerini korumaya devam eden siyasi “düzen”in, Irak’ın işgalinden, özellikle “Arap Baharı” olarak adlandırılan “olay”dan bu yana yapısal tutarlılığı çözülüyor. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas’ın Birleşmiş Milletler’e Filistin devletinin tam üyeliğe kabul edilmesi için yaptığı başvuru bu çözülmeyi daha da hızlandıracak gibi görünüyor.

Çözülmenin parametreleri
Afganistan, Irak işgalleri, Büyük Ortadoğu Projesi, ABD hegemonyasının gerilemesini hızlandırırken, bölgede İran’ın yükselmesine, Siyasal İslamın radikal kanatlarıyla birlikte güçlenmesine yol açtı.

“Arap Baharı”, bölge halklarının eşitlik, özgürlük talebinin, ABD hegemonyasına, onunla işbirliği yapan despot yönetimlere, Filistin sorununa, ekonomik krizin ağırlaştırdığı yaşam koşullarına olan tepkilerin patlamasıydı.

Bu dalga ABD’nin bölgedeki en önemli maşalarından Mübarek’i devirdi. ABD’nin hem bu devrimci süreci hegemonyasını koruyacak yönde etkileyebilmek hem de İran’ın etkilerini dengeleyebilmek için Müslüman Kardeşler ile, hatta Selefi akımlarla bir modis operandi kurma stratejisi, bu akımların, ülkelerinde siyasi iktidara ulaşma olanaklarını arttırdı.

Bu gelişmelerden AKP hükümetinin, “stratejik derinlik” teorisi bağlamında iki açıdan yararlanmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Birincisi, ABD hegemonyasına dayanarak (“eşbaşkan” filan) bölgede güç yansıtmaya soyunmak. İkincisi, İsrail’e yönelik eleştirilerin dozunu gittikçe arttırarak “Arap Dünyası” (eski Osmanlı coğrafyası) içinde bir siyasi, kültürel liderlik (hegemonya) inşa etmek.

AKP’nin “Sıfır Sorun” sloganıyla tanımladığı bu proje, bugün gelinen noktada, barış, istikrar getiren, ABD hegemonyası gerilerken oluşan boşluğu doldurabilen bir bölgesel güç oluşturamadı. Aksine, “tüm komşularıyla arasında sorun” yaratarak, başlangıçta, bu projeyi ilgiyle karşılayan Arap seçkinlerinde kuşku, büyük bir hevesle destekleyen liberal entelijansiya arasında giderek artan bir tedirginlik (Turan Alkan, Zaman), düş kırıklığı, hatta korku (Cengiz Çandar, Hürriyet) yaratmaya başladı.

Kayan kumlar üzerinde
Kayan kumlara saplananlar, çabaladıkça batarlar. Cengiz Çandar’ın “dış politikada yedi düvelle vuruşan Zaloğlu Rüstem” benzetmesi, tam da böyle, batış sürecini hızlandıran çabalamalara işaret ediyor. Ama “bütün komşularla” hatta birbiriyle kavgalı olanlarla bile sorun yaratma “becerisinin” arkasında, daha önce de vurguladığımız bir “hiperaktivite” sorunundan öte, kendi ekonomik, siyasi, askeri kapasitelerinin, tarihsel, kültürel özelliklerinin getirdiği yapısal kısıtlamaların ayırdında olmadan, birbiriyle çelişen çıkarları aynı anda yönetmeye kalkışmak gibi vahim bir zaaf var. Diğer bir deyişle Mahan Abedin’in The Asia Times’da vurguladığı gibi “Türkiye’nin yeni (sıfır sorun) dış politikası, kavramsal berraklıktan ve ideolojik özgünlükten yoksun”.

AKP’nin, Arap dünyasında lider olmak isterken, ABD-NATO projesinin bölgedeki sözcülüğünü, uygulayıcılığını üstlenmesi kuşku yaratıyor. AKP, ülkesinde laikliğe karşı bir mücadele sürdürdüğü için İslamcı akımların hayranlığını kazanırken, Batı karşısındaki imajını, ABD’nin beklentilerini düşünerek Müslüman Kardeşler’e “laiklik” önerince, bu kez NATO’nun “Truva Atı” algısının oluşmasına yol açıyor.

AKP, İsrail ile gerginliği tırmandırarak Arap dünyasında “yumuşak güç” uygulamaya çalışırken, Türkiye - İsrail askeri ekonomik ilişkilerinin, ticaretinin gelişmeye devam etmesi bölgenin seçkinlerinin gözünden kaçmıyor. Bölgede, herkese demokrasi dersi verirken, muhalif gazetecilerin, yazarların, entelektüellerin tutuklanması, Kürt sorununda giderek daha savaşçı politikaların öne çıkması da...

Bu sırada, İran’ın ekonomik kaynaklarından, Kürt hareketine karşı askeri desteğinden yararlanmak isterken AKP, İran füzelerini etkisizleştirerek İsrail’i de korumayı amaçlayan “füze kalkanı” projesine katılmayı kabul ediyor.

FKÖ ve Filistin Yönetimi Başkanı Abbas’ın BM başvurusu tüm bu kargaşanın üzerine geldi. AKP hükümeti geçmişte hep Hamas’a yatırım yapmışken, bu kez Abbas’ın güçlenmesi durumuyla karşı karşıya kalıyor. Abbas’ın başvurusunun Güvenlik Konseyi’nde ABD tarafından “veto” edilmesi halinde, AKP, bölgenin en temel sorunlarından birinde kendini ABD’nin karşısında bulacak. Buna karşılık, Abbas’ın bu başvurusu, Obama’nın BM’deki konuşmasının da gösterdiği gibi, ABD ile İsrail arasındaki bağları yeniden güçlendiriyor. Bu durum, Türkiye’nin İsrail politikasının, ABD duvarına çarpmaya başlayacağını düşündürüyor.

Abbas’ın başvurusu, Almanya ve Fransa’nın ABD’den farklı tutum alması durumunda NATO’nun iç uyumunu da olumsuz etkileyecek.

Bu gelişmeler, Haaretz’de Leon Hardar’ın, Gulf News’de Patrick Seal’ın, Foreign Policy’de Rothkopf’un da vurguladıkları gibi, ABD’nin bölgede olayları etkileme kapasitesinin zayıfladığını gösteriyor. Öyleyse, AKP hükümetinin bölgede güç yansıtmak için gerek gördüğü dayanak etkisini kaybediyor.

Bölgede “Pax Americana” dönemi kapanır, çok yönlü savaş olasılıkları artarken “Zaloğlu’na” ne olur dersiniz?

Saturday, September 10, 2011

'Ulus devlet' krizi


 07 Eylül 2011 -  
“Arap Dünyası”ndaki devrimci dalganın yarattığı sarsıntının, üçü de birbirinden farklı olmasına rağmen Mısır, Tunus ve Libya’da açığa çıkan bazı özelliklerinden hareketle, yaşananlara “imparatorluk” ve “ulus devlet” ilişkisinin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan biçiminin krizi bağlamında da bakabiliriz. Kees Van Der Pijl’in New Left Review dergisinin temmuz/ağustos sayısındaki, “Arap Ayaklanmaları ve Ulus Devlet Krizi” yazısı bu konuda bize yardımcı olabilir.

‘İmparatorluk’ ve ‘ulus devlet’
Bu iki kavramı da tırnak içinde yazıyorum. Çünkü, “imparatorluk” kavramını, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyası altında, belli, sermaye birikim rejimi bir enerji düzeni, tehdit algısı üzerinde oluşan “Batı” blokunun, (IMF, Dünya Bankası, NATO gibi bu blokun askeri, siyasi, ekonomik yapısını yöneten, üreten, yeniden üreten kurumlarıyla birlikte) etki alanını tanımlamak için kullanıyorum. “İmparatorluk” kavramını, burada, oldukça geniş adeta “Batı merkezli” dünya sisteminin egemenlik ve bağımlılık ilişkilerini ifade eden bir “metafor” olarak kullanırken, “ulus devlet” kavramını dar anlamda, “bağımlı”, çoğu kez “post-colonial” (sömürge durumu sonrası), 1960’larda “yeni sömürgecilik” olarak betimlenen bir devlet biçimini ifade etmek için kullanıyorum.

Kee Van Der Pijl’in vurguladığı gibi bu “ulus devlet”in üç özelliği dikkat çekiyor. “İmparatorluk”, bu “ulus devletlerin” ekonomik, siyasi modellerini, toplumsal gelişme dinamiklerini belirliyordu. Bu bağlamda, “imparatorluk”, ekonominin ve popüler kültürün kapısını Batı’nın kullanımına ve etkisine açık tutması koşuluyla devletin yönetimini, Batı blokuna bağımlı, işbirlikçi bir yönetici kesimin eline teslim ediyordu. “İmparatorluk”, devletin rejiminin, açık diktatörlükle, bir yönetici sınıf fraksiyonunun, diğerinin yerine ikame edilebileceği bir parlamentarizme uzanan yelpaze içinde kalmak, bu sınırı aşmamak koşuluyla, toplumun kendini ifade etme biçimlerine göre şekillenmesine izin verebiliyordu.

Diğer bir deyişle, “ulus devletin” ekonomik sistemi, bunun dünya ekonomisine ya da egemen sermaye birikim rejimine eklemlenmesinin biçimleri, bu devletin “imparatorluğu” oluşturan devletler sistemi ve bu sistemin tehdit algıları içindeki yeri, devletin değişmezleriydi. Bu değişmezler veri olmak koşuluyla, siyasi rejim (hatta devletin biçimi) ekonomik istikrarın, toplumsal muhalefetin özelliklerine bağlı olarak değişebiliyordu. Pijl bu sisteme, “imparatorluğun vites kutusu” diyor. Toplumsal muhalefeti bastırmak gerektiğinde açık diktatörlük, toplumsal muhalefet imparatorluk düzenine itiraz etmediği ölçüde, genel seçimleri, siyasi partileri ve yalnızca düzen partilerinin hükümetlerini içeren bir parlamenter rejim şekillenebiliyordu.

... Ve krizi
Ekonominin kullanıma, popüler kültür alanının etkiye açılması koşullarını düşününce, “ulus devletin” krizinin, “küreselleşmenin” sözde özgürleştirici etkilerinden kaynaklanmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu kriz iki dinamiğin kesiştiği yerde ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi, “imparatorluğun”, ABD hegemonyasının gerilemesine, egemen sermaye birikim rejiminin, hem dünya ekonomisinde oluşturduğu eklemlenme (merkez-çevre) biçimlerinin krizin etkisiyle değişmeye, hem de iç düzeninin istikrarını kaybetmeye başlamasıyla ilgili. İkinci dinamik, ekonomik krizin, özellikle neo-liberal kriz yönetim modelinin, özelleştirme, toplumsal harcamaları kısma, önlemlerinin siyasi etkileriyle ilgili.

Birinci dinamik imparatorluğun “ulus devlet” üzerindeki kontrol sistemini zayıflatırken ikinci dinamik, “ulus devletin” içindeki toplumsal (sınıfsal, etnik, dini gruplar arası) çelişkileri keskinleştiriyor, sömürgeciliğe karşı “siyasi bağımsızlık” kazanıldıktan sonra, “kalkınma” (ulusal proje) üzerinde kurulmuş olan toplumsal mutabakatı çözmeye başlıyordu. Böylece toplumsal nefretin, “değişim” talebinin hedefi olarak yalnızca yerel yönetici sınıf temsilcilerini (devletten sorumlu sınıflar) değil bunların iktidarda kalmasına olanak sağlayan uluslararası ilişkileri de (imparatorluk) hedef alıyordu.

Bu genel çerçevenin içine Ortadoğu ve Afrika bağlamında dünya ekonomisinde halen büyük ölçüde “imparatorluğun” denetiminde olan enerji düzenini, imparatorluğun, yeni piyasalara, yatırım alanlarına ve minerallere olan gereksinimini eklememiz gerekiyor. Bu resmi, Çin başta olmak üzere yükselen güçlerle “imparatorluk” arasında bu alanlarda keskinleşmeye başlayan nüfuz alanları rekabetini de göz önüne alarak tamamlayabiliriz.

Van Der Pijl’in de işaret ettiği gibi devrimci dalga “imparatorluğun” Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi ve enerji düzeni üzerindeki egemenliğini, bizzat “vites kutusu”nun kendisini sorgulayarak tehdit etmeye başladı. Bölgede Siyasal İslamın Sünni versiyonunun devrimci dalgadan yararlanarak devlet aygıtına, iktidar noktalarına ulaşmaya başlaması, NATO’nun Libya’da denemeye başladığı “model”, “ulus devlet”in yerine, yeni bir “vites” kutusu oluşturma çabalarının söz konusu olabileceğini düşündürüyor.

Thursday, August 18, 2011

Sokaklar ve ‘barikatın’ öbür tarafı


İngiltere’yi sarsan isyanlarla ilgili tartışmalar, sokaklardakileri anlama çabaları üzerinde yoğunlaşıyor. Ama, “barikatın” öbür tarafına, iktidardakilerin sergiledikleri davranışlara da bakmak gerekir.

‘Kaos’ eğilimleri ve karşı etkenler
Pazartesi yazımda aktardığım araştırma, gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal huzursuzluklar arasında tarihsel olarak çok güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak araştırma, parlamenter demokratik sistemleri, kurumsal yapıları güçlü, halkın hukuk düzenine, devletin bağımsızlığına güveninin yüksek olduğu ülkelerde bu ilişkinin ortadan kalkmamakla birlikte, zayıfladığını düşündürüyordu.

İngiltere’de Muhafazakâr - Liberal koalisyon hükümeti, mali piyasaların baskılarına boyun eğerek, bütçede, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve güvenlik (polis, yargı sistemi vb.) alanlarına ayrılan fonlarda kesintileri derinleştirerek hızlandırmıştı. Ayaklanmaların hemen ardından, hükümet ekonomi politikasında değişiklik yapmayacağını vurguladı. Öyleyse, bu ayaklanmaların arkasındaki maddi koşullar var olmaya devam ediyor. Bu koşularda bu tür ayaklanmaların tekrarlanma olasılığını azaltmak, demokratik sistemin, kurumsal yapıların, güvenlik örgütünün, halkın devlete ve sisteme olan güveninin gücüne bağlı kalıyor.

İngiltere, parlamenter demokratik sistemi, geleneği, kurumsal yapılarının gücü, halkın hukuk düzenine, devletin tarafsızlığına inancı açısından en eski ve istikrarlı kapitalist ülkelerden biri.

Güven sorunu... 
Ancak daha isyanlardan önce bir seri gelişme İngiltere’nin demokratik kurumsal yapısının, “ideolojik evreninin” sarsılmakta olduğunu gösteriyordu.

Mali krizde, işsizlik artarken, insanlar evlerini kaybederken, batık bankalar kurtarılırken, bankacıların akıllara zarar büyüklükteki ikramiyeleri, toplumda oluşan öfkeye aldırmadan almakta ısrar etmeleri büyük “infial” yaratmıştı. Milletvekillerinin harcamalarında yaptıkları yoksuzluklarla, medya sektöründe patlak veren telefon dinlemeleriyle, polise yapılan ödemelerle ilgili skandallar; koalisyon partilerinin seçimlerden önce verdikleri sözlerden, seçimlerden sonra vazgeçmeleri, toplumda büyük tepkilere yol açıyor, demokrasiye ve kurumlarına olan güveni sarsıyordu.

İsyanlarda yanan, talan edilen binalar, Observer’den Will Huttton’un işaret ettiği gibi toplumsal “özgüveni” (yapının istikrarı için gerekli mutabakatı), İngiliz kimliğine ilişkin varsayımları kökünden sarstı. İsyanlar, katılanların kimlikleri belli olmaya başlayınca, “toplumun başına bela” unsurların kimliklerine (“yabani siyah gençlik, çeteleri”) ilişkin varsayımları da sarstı.

Olaylardan önce, ayaklanmanın “omurgasını” oluşturan toplumsal kesimlerin polise güveni son derecede düşük bir düzeydeydi. Ayaklanmadan sonra, polise olan güvenini kaybetme sırası bu kez orta ve üst sınıflarda, yönetici seçkinlerdeydi.

Bu kesimlere göre, polis zamanında müdahale etmemişti, dükkânlar yağmalanırken seyretmişti, yeterince polis yoktu; Başbakan’ın deyişiyle polis isyanlar sırasında pasif davranmıştı. Başbakan’ın Los Angeles’in “çetelerle mücadelede” deneyimli emekli polis şefini Scotland Yard’ın başına getirmek üzere davet ettiğine ilişkin haberler bu güvensizliği yansıtıyordu.

Polisle hükümet arasında çıkan tartışmalar, polisin hükümete güveninin sarsıldığını gösteriyordu. Örneğin polis müdürünün, “İsyanları bastıran önlemleri biz aldık, siyasetçiler değil” açıklaması, Başbakan’ın siyasi kazanç sağlamasını önledi; Londra’ya Amerika’dan “süper polis” getirme önerilerine karşı çıkarak adeta “Biz işbirliği yapmayız” dedi. Polis şeflerinin, polis kaynaklarının, personel sayısının azaltılmasına karşı dile getirdiği itirazlar da hükümetin ekonomi politikasına yönelik eleştiriler olarak algılandı.

Kargaşa...
Sokaklarda isyandan kaynaklanan kargaşa vardı, ama “barikatın” öbür tarafında da olayların arkasındaki maddi koşulları, olayların “siyasi” boyutunu ısrarla yadsımaktan kaynaklanan bir başka kargaşa vardı.

Hükümet, basit bir hırsızlık vakası olan dükkândan mal yürütmekle, düzene baş kaldırmak anlamına gelen yağma arasındaki farka (Gary Young, The Guardian), gözlerini, kapatıyor. İşçi Partisi üyelerine, “kesintileri suçlamayı yasaklıyor”. “Liberal sol”, sokağa çıkma yasağı, kauçuk mermi, basınçlı su, daha fazla polis, hatta asker müdahalesi istiyor; orada duramıyor, “Black Berry’nin mesaj hattını kapatın”a kadar gidiyor. İsyan sonrası, sokak temizleme adına ortaya çıkarak yerel halkın arasına karışan faşist çeteler, medyada “dayanışma ruhu” adına yüceltiliyor...

Sonuç olarak, siyasi yapı, bu olaylara çare olarak, “disiplin ve ceza” dışında bir şey üretemiyor. Başbakan tatilden Londra’ya döner dönmez, “insan haklarıyla ilgili uyduruk kaygılara aldırmayacaklarını” açıklıyor. MI5 ve CSHQ (istihbarat örgütleri) telefon mesajlarına girerek olayları başlatanları arıyor, ayaklanmaya katılanların ve ailelerinin sosyal hakları askıya alınıyor. Biz de, “Liberal Demokrasinin Beşiği”nde iktidar ancak bu çözümleri üretebiliyorsa, “Tarihin sonu filan derken Liberal demokrasi’nin sonuna gelmişiz demektir” diye düşünmeden edemiyoruz...

Thursday, August 11, 2011

Yoksulluk günlerinde isyan



Londra’da Borsa bir haftada yüzde 14 düştü, sokaklar dört gündür yanıyor, dükkânlar yağmalanıyor.

Cumartesi akşamüstü, Londra’nın yoksul mahallelerinden Tottenham’da patlayan “toplumsal olaylar”, pazar ve pazartesi geceleri başka mahallelere, kentlere sıçradı. Cumartesi günü, Tel Aviv’de gerçekleşen bir protesto yürüyüşüne 300.000’den fazla insan katıldı.

“Aralarında binlerce kilometre, kültürleri arasında neredeyse aşılamaz dağlar var” denebilir ama bu iki olayın kökünde aynı ekonomik, demografik koşullar yatıyor.

Londra - Tel Aviv
Tottenham’da 4 Ağustos akşamı polis, Mark Duggan isimli siyah bir genci öldürdü. Duggan’ın ailesi 6 Ağustos akşamı cesedi teşhis etmeye giderken, karakolun önünde yaklaşık 300-400 kişi toplanmıştı. Barışçı bir biçimde sürmekte olan protesto eylemi, polisin 16 yaşında bir genç kızı coplaması üzerine aniden bir ayaklanmaya dönüştü. Polisle gençler arasında sert çatışmalar yaşandı; polis arabaları, bir belediye otobüsü, tarihi bir bina, alt katındaki halıcı dükkânı, üst katlardaki apartman daireleri yandı. Büyük mağazaların yanı sıra yerel dükkânları da hedef alan yağma olayları yaşandı. Polis olayı kontrol altına aldığında, ana cadde adeta bir savaş alanına dönmüştü; tutuklananların sayısı 60’ı geçmişti.

Cumartesi günü, Twitter gibi sosyal ağlardaki haberleşmelerden, olayların başka mahallelere de sıçrayacağı anlaşılıyordu. Polisin bu kez çok yoğun olarak aldığı önlemlere karşın, Enfield, Edmonton, Waltham Cross, Brixton, Islington, Peckham ve hatta Oxford Meydanı’nda değişen boyutlarda, dükkânları yakma yağmalama, polisle çatışma olayları yaşandı. Pazartesi günü İçişleri Bakanı, salı günü Başbakan tatillerini yarıda keserek Londra’ya döndüler. Salı sabahı TV kanalları yayılan olayları tartışıyordu, birçok gözlemci “polisin zamanında müdahale etmeyerek olayların yayılmasına seyirci kaldığını”savunuyordu.

Belki de tüm maaşla çalışanlar gibi yoksullaşan, işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan polis, basıncı kaldıramıyor ya da medyada oluşacak görüntülerle, hükümeti, yeni kaynakları ve önlemleri devreye sokmaya zorlamak istiyordu...

Tel Aviv’de yaklaşık üç hafta önce bir grup öğrenci genç, konut yetersizliği sorununu protesto etmek amacıyla, en zengin kesimin yaşadığı mahallede çadır kurmuştu. Bu eylem, toplumdaki pahalılık, yoksulluk sorunlarına karşı tepkileri harekete geçirerek hızla yayıldı; 31 Temmuz Cumartesi günü 150.000 kişinin katıldığı büyük bir protesto yürüyüşü, pazartesi günü 100.000’den fazla belediye çalışanının katıldığı “bir günlük” dayanışma “genel grevi” gerçekleşti. Geçen hafta cumartesi, eylemlere katılanların sayısında büyük bir artış gözleniyordu. Tel Aviv’de protesto yürüyüşüne bu kez 300.000’den fazla insan katıldı.

Haaretz gazetesinin yorumcularından Gideon Levy’nin “İsyanın Mucizesi” başlıklı yazısında vurguladığı gibi, “markalarla, elektronik oyuncaklarla yetiştiğine, toplumsal sorunlarla ilgilenmediğine, alkole, uyuşturucu kullanmaya meraklı olduğuna inandığımız”, vurdumduymaz bir kuşaktı bu (08/08/11). Ama bu kuşak şimdi, başını, önüne atılan haz parçacıklarından kaldırıyor, toplumsal sorunlara müdahale ediyor, ülkenin gündemini değiştiriyor.

1985 - 2011
Tottenham, Brixton 1980’lerin başında da de benzer olaylara sahne oldu. Thatcher hükümeti, ekonomideki kapasite ve çalışan nüfus fazlasını bir resesyon yoluyla temizlemeye, devletin mali krizini halkın sırtına yıkarak aşmaya çalışıyordu. İşsizlik, yoksulluk artıyor, refah devleti tasfiye edilirken toplumsal dayanışma kurumları, toplumsal doku çözülüyordu. Irkçılık artıyor, polisin siyah, göçmen gençliğe karşı tutumu sertleşiyordu. 1981 ve 1985’te Brixton’da, Tottenham’da ayaklanmalar patlak verdi. Geçen Cumartesi polis karakolunun önünde toplanan kalabalığın, Broadwater Farm adlı belediye evleri kompleksinde başlayan bir protesto yürüyüşünün ürünü olması, bölgede ortak bir toplumsal hafızanın varlığına da işaret ediyordu. 1985 yılında isyan, siyah bir gencin tutuklanmasından sonra evine yapılan baskında yere düşen annesinin kalp krizi geçirerek ölmesinin ardından Broadwater Farm’da patlak vermişti.

O günden bugüne, Tottenham’ın nüfusu daha da arttı, gelen göçmenlerle toplumsal yapısı daha da karmaşıklaştı. Şimdi, ekonomik kriz, bu kadar dar bir alana sıkışmış, bu kadar yoğun bir genç nüfusu, gittikçe artan yoksullukla, işsizlikle, Gençlik Kulüpleri gibi kurumların kaynaklarını keserek, dayanışma ağlarını ve toplumsal dokuyu çözerek vuruyordu. Çete ve silah kültürü tek dayanışma ağı, güvenlik kurumu olarak, uyuşturucu, gangsterlik tek gelir kaynağı olarak yükseliyor, patlamaya hazır bir karışım yaratıyor, yoksulluk günlerinde isyanlar artıyor...

Thursday, July 28, 2011

AKP’nin "köpükleri" ve gelmekte olanlar


Seçimlerden önce bir pazartesi yazımda (16 Mayıs) AKP iktidarını ayakta tutan “köpüklerden” söz etmiştim. Geçen haftanın olayları ve tartışmaları beni bu konuya geri gönderdi.

O yazımda, AKP hükümetinin geride kalan iki döneminin, “istikrarlı ekonomik büyüme”, “demokratikleşme”, “bölgede güç olmak” olarak tanımlanabilecek “üç köpük” üzerinde şekillendiğine dikkat çekmiştim. Ne ki, Türkiye haziran seçimlerine girerken, “demokratikleşme” ve “bölgede güç olma” köpükleri delinmişti, ekonomideyse, gelişmekte olan göstergeler,“istikrarlı büyüme köpüğünün” delinmek üzere olduğunu gösteriyordu.

O günden bu yana “demokratikleşme” ve “bölgede güç olma köpüklerinin” sönme süreci hızlandı. Geçen hafta, yaşanan gelişmeler, “istikrarlı ekonomik” büyüme köpüğünün de patladığını gösteriyordu. “Demokratikleşme”, “bölgede güç olma”köpüklerinden çıkan gazların toplumsal dokuyu çürütme sürecine, büyüme köpüğünün patlamasıyla çıkan gazlar da katılıncaçok patlayıcı bir karışım oluşmaya başladı.

Dokudaki çürüme
Prof. Yılmaz Esmer’in geçen hafta açıklanan “2011 Değerler Araştırması”nın sonuçları toplumsal dokudaki, çürümeyi ayrıntılı bir biçimde gözler önüne serdi. Nilgün Cerrahoğlu’nun yazısı araştırmanın bulgularından en önemlilerini aktarıyor, durumun tüm vahametini çok iyi ortaya koyuyordu. Ben onun yazısında, bu çürümeyi en iyi örneklediğini düşündüğüm üç noktaya değineceğim. Birincisi, toplumda dindarlık artarken insanların birbirine güveni azalıyormuş. Dine yönelerek varlığına“aşkın” bir anlam kazandıran kişinin huzura kavuşması gerekmez mi? Öyle olmadığına göre, bu dindarlaşmanın, toplumdaki anlamlar sisteminin, ekonomik beklentilerin sarsılmasıyla gelişen güvensizliğin ürünü olduğunu, vatandaşlığı var eden soyut evrensellikten uzaklaşarak, somut dini aidiyete, kan bağıyla bağlı olduğu en yakın çevreye sığınma eğiliminin güçlendiğini söyleyebiliriz. Gittikçe yaygınlaşan sadaka toplumu uygulamalarının da bu vatandaşlıktan kaçış sürecini hızlandırdığını düşünüyorum.

Değinmek istediğim, diğer iki nokta da vatandaşlık kurumunun neredeyse anlamını yitirdiğini düşündürüyor. Ezici çoğunluk Türkiye’de; “parlamentoyla, seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayan güçlü bir lidere sahip olmanın” iyi fikir olduğunu düşünüyormuş. Bu çoğunluk, “dilekçe imzalamak, barışçı gösterilere katılmak gibi en konvansiyonel siyasal katılım ve protesto yöntemlerine sıcak bakamıyor”muş (aktaran, Cerrahoğlu).

Böylece, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana, düşe kalka, yara bere içinde ilerleyen, hatta AKP’nin iktidara gelmesine olanak sağlayan modernleşme sürecinin, AKP hükümeti döneminde, durdurulduğu, imha edilmeye başlandığını söyleyebiliriz.

Dokusu bu biçimde çürümeye başlayan bir toplum, hızla patlamaya hazır bir bombaya dönüşecektir. Aynur Doğan’ın Açıkhava Tiyatrosu’nda Kürtçe şarkı söylemeye kalktığı için başına gelenler, daha sonraki günlerde Zeytinburnu ve Dolapdere mahallelerindeki provokasyonların yarattığı çatışma ortamı, patlamaya hazırlanan bombanın neye benzeyeceği hakkında da bir fikir veriyor.

Toplumsal yapının çözülme eğilimi güçlenirken, hükümetin de eli giderek ağırlaşıyor. “Büyük medya”dan AKP muhaliflerini ayıklama operasyonları, yakın zaman kadar AKP’ye hayırhah bir gözle bakan kimi yazarları, TV programlarını da susturarak genişlemeye devam ediyor. Beyoğlu’nda başlayan “masa kaldırma operasyonları” ifade özgürlüğünü hedef alan dolaylıdenetim uygulamalarının yaşam alanlarını ve yaşam tarzlarını doğrudan denetleme uygulamalarına dönüşmeye başladığını düşündürüyor.

“Kürt Açılımı”ndan, “Kürt sorunu yoktur” noktasına gelmiştik. Şimdi de, parlamenter demokraside, yalnızca zabıta olaylarıyla uğraşması gereken polisin “terorizmle mücadele” gibi ileri derecede siyasi bir sürece dahil edilerek, düzenin değil de rejimin koruyucusu konumuna yükseltilmesinin, planlandığını öğreniyoruz. Hükümetle, hatta ‘siyasal İslam’ın projesiyle aynı çizgide olmayanlar için hiç iyi bir haber değil!

Bu sırada, ekonominin dış açık sorunu, dünya piyasalarında Türkiye’nin borçlarını sigorta etmenin (CDS’lerin) gittikçe artan maliyeti, dış kaynakla finanse edilen ithalata dayalı ihracatın, tüketime dayalı büyümenin artık sonuna gelindiğini gösteriyor. IMF’nin ekonomik büyümede sert bir frenin, ekonomi yönetiminin de mali bir krizin gelmekte olduğuna ilişkin uyarıları, kıdem tazminatını hedef alan projeyle birlikte değerlendirildiğinde, yakın gelecekte yaşanacakların ilk işaretlerini veriyor. Bunları düşünürken, polisin politikleşmesinin bu alandaki olası etkilerini de düşünmek gerekiyor.

Thursday, July 21, 2011

İngiltere’de medya skandalı

Dünyanın en büyük medya imparatorluğu News Corporation’un polisle, politikacılarla, halkla başı belada.

Avustralyalı iş adamı Rupert Murdoch’un kurduğu News Corp, Atlantik’in iki yakasında, 200’den fazla gazete ve dergisiyle, uydu televizyon kanallarıyla, daha bir kaç ay öncesine kadar politikacıların, sanatçıların, ünlülerin yüreklerine korku salıyordu.  News Corp’un, haberleriyle, kampanyalarıyla genel seçimlerin sonuçlarını belirleyebildiğine, insanların meslek yaşamlarına, aşklarına, evliliklerine son verebildiğine inanılıyordu. News  Corp, bugünlerde, İngiltere’de Parlamento Komisyonu tarafından soruşturuluyor, Murdoch, imparatorluğunun amiral gemisi, 168 yıllık News of  The World  (NTW)  gazetesi kapandı, imparatorluğun CEO’su Rebekah  Brooks tutuklandı. İmparatorluğunu, 1980’lerde, Margret Thatcher ile başlayan “serbest piyasa” “Restorasyon”unu destekleyerek inşa eden News Corp bugün yıkılmak üzere.

Bir türlü sonu gelmeyen finansal kriz “Restorasyon”un ekonomik temellerini çökertirken, patlak veren bir ahlaki kriz, “Restorasyon”un en önemli ideolojik aygıtlarından birini kökünden sarsıyor.

“Sınıf  refleksi”
Siyasetçilerin, ünlülerin hatta kraliyet ailesinin özel yaşamlarının, cinsel, finansal kaçamaklarının, tüketim alışkanlıklarının ayrıntılarına ilişkin iç gıdıklayıcı dedikoduları sayfalarında işçi sınıfına satan NTW hakkında, bu bilgilere yasadışı yollardan ulaştığı iddiasıyla, ilk kez 2003-2007 döneminde bir soruşturma açılmış, ancak News Corp bu soruşturmayı, hiç yara almadan, suçu “denetim dışı” iki muhabirin üzerine yıkarak atlatmıştı. Soruşturmayı yürüten Polis şefi de News Corp’un gazetelerinden The Times’da köşe yazarı olmuştu.

Bu kez skandal The Guardian gazetesinin, NTW muhabirlerinin, kaçırılarak öldürülen 14 yaşında bir kızın telefon hesabına girdiğine ilişkin bir iddiayı ortaya atmasıyla patlak verdi: NTW muhabiri kızın telefon hesabına girmekle kalmamış, yeni mesajlara yer açabilmek için mesaj kutusundaki kimi mesajları da silmiş. Halbuki, Polis bir ipucu bulabilmek için kızın telefon hesabını özellikle açık tutuyormuş. Bazı mesajlar silinince kız ailesi, kızlarının hayatta olduğunu düşünerek umuda kapılmış. Daha sonra kızın cesedi bulundu, NTW muhabirinin mesajları sildiği sırada çoktan öldürülmüş olduğu ortaya çıktı.
NTW’nin okuyucuları, işçi sınıfı düne kadar “öteki”lerin hayatlarını, skandallarını okurken, bu kez, tam da muktedirler tarafından “düzüldüklerini” düşünmeye başladıkları bir iklimde, kendilerinden birinin yaşamının, acılarının bu biçimde istismar edilmesine büyük tepki gösterdiler. Bu tepkiyi gören büyük şirketler reklamlarını NTW’den çekmeye başladılar. Bunun üzerine Murdoch ani bir kararla, 200 çalışanını kapının ününe koyarak NTW’yi kapattı.

Ancak tepkiler durmadı. Öfke dalgasının büyümeye devam ederek News Corp’u yıkımın eşiğine getirmesinin arkasında üç etkenin oluğu söylenebilir. İş çevrelerinin yanı sıra siyasetçiler de bu tepkiyi dikkate almak zorunda olduklarını hissettiler. Siyasetçiler, bu tepkiden yararlanarak News Corp’dan kurtulabileceklerini düşündüler. Hükümet, News Corp’a hesap sorarken, halkın gözünde, kemer sıkma politikalarından dolayı zedelenen meşruiyetini onarmak işin bir fırsat yakaladı.

Bir dönem kapanırken
News Corp, “Restorasyon”a aitti. Bir taraftan işçi sınıfını, sendikaları hedef alan, savaşları kışkırtan yayınlarla, diğer taraftan, yeni şekillenmekte olan “hazlara dayalı tüketim tarzını”, “ünlüler ve  cinsel, mali dedikodular kültürünü” üreterek işlevini yerine getirdi.
“Restorasyon”la birlikte “devletten sorumlu sınıfların” özellikleri de değişiyordu; Sermayenin uzun dönemli çıkarları adına davranan, “refah devletinin” müdahaleci bürokratı yerini, “piyasa devletinin” sermayenin günlük kaprislerine tümüyle teslim olmuş, servet yapmaktan başka amacı olmayan, bu arada iktidarsızlaşarak medya (News Corp) “manyağına” dönüşmüş siyasetçiler, danışmanlar ordusu alıyordu. Bu iklimde News Corp adeta, “Büyük Öteki”nin  gözü, kulağı, sesi oldu.
Mali kriz toplumsal yapının bu “durumunu” değiştirdi. “Kurtarma Paketleri”, yeniden canlanan düzenleme, müdahale eğilimleri, “devletten sorumlu sınıfları” yeniden güçlendirmeye başladı. Bu sırada kredi krizi, “hazlara dayalı tüketim tarzının” finansal temelini çökertiyordu. “Dedikodu”nun da, piyasanın parçaladığı toplumsal dokuda, “atomize” olan bireysel deneyimlere, ünlüler kültürü bağlamında ortak, birleştirici bir söylem oluşturma kapasitesi zayıflıyordu.  Nihayet banka skandalları, kemer sıkma paketleri, yoksulların varsıllara öfkesini yeniden alevlendiriyordu; dahası bir devrimci dalga yükselmeye başlıyordu.

İngiltere özelinde “devletten sorumlu sınıflar”, bu dalgayı karşılamak için olanaklar ararken, News of The World  skandalına dört elle sarıldılar. Bu refleksin, “bunlar 9/11 kurbanlarının telefonlarını da dinlemişler” suçlamasıyla ABD’de de ortaya çıkmaya başladığı görülüyor.
Kısacası bir dönem kapanırken, onun temel direklerinden biri çöküyor...

Wednesday, June 29, 2011

İç Dinamik - Dış Dinamik – AKP

Seçimlerden sonra patlak veren yasaklı milletvekilleri olayı, Türkiye - Suriye arasında bir çatışma olasılığıyla birlikte giderek artan gerginlik, aklıma, AKP’nin ilk yıllarında sıkça başvurulan, “iç ve dış dinamiklerin ilk kez çakıştığına” ilişkin bir açıklamayı getirdi.

Yine böyle bir çakışma gelişiyor ama bu kez, destekleyici dinamiklerden daha çok kriz eğilimleri var karşımızda. İlginç günler bekliyor hepimizi: AKP bugüne kadar hiçbir ciddi krizin sınavından geçmedi ki...

Dünden bugüne ‘dinamikler’

AKP’nin doğuşunun, iktidara gelişinin kısa tarihine bakınca, ülke içinde, IMF programının etkisiyle patlak vererek, tüm siyasi sınıfı (Poulantzas’ın bir deyişini ödünç alırsak, “devletten sorumlu sınıfları”) halkın gözünde itibarsızlaştıran bir mali krizle karşılaşıyoruz. Bu ortamda AKP, IMF karşıtı, AB yanlısı ve “Kürt Sorunu”nu çözme iddiasıyla ortaya çıktı, “yeni” olmanın çekiciliğinden yararlandı. Bu iç dinamik, ABD’nin 11 Eylül’ün arkasından benimsediği imparatorluk stratejisinin ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin gereksinimleriyle çakıştı. ABD bölgede kendine bir destek, Batı’yla ve liberal ekonomi politikalarıyla barışık bir müttefik arıyordu. İşte bu nedenle Tayyip Erdoğan “Oval Ofis”te hiçbir resmi sıfatı yokken misafir edildi, zamanın CHP’si Erdoğan’ın Meclis’e girmesine olanak sağlayacak “özveriyi” gösterdi. Liberal entelijansiya da AB rüyasına, demokratikleşme fantezisine ve “vesayet rejimi” söylemine sığınarak AKP’yi desteklerken kendi “yavaş intihar sürecini” de başlatıyordu.

Bugünlerde, oldukça farklı bir konjonktür gelişiyor. Öncelikle AKP’nin gelinen noktada, seçimlerde yüzde 50 oy aldıktan sonra, artık kimsenin yardımına ve desteğine gerek duymadan davranmaya başladığı söylenebilir. Başbakan’ın deyimiyle “çıraklık dönemi” bitmiş.

Ve işte tam bu noktada, tam AKP “ustalığını” sergilemeye hazırlanırken, iç ve dış dinamikler, tehlikeli kriz eğilimleriyle birlikte yeniden devreye girmeye başlıyorlar. Düne kadar, nasıl olur da yargı (atanmışlar), seçilmişlerin (“halkın iradesinin”) önüne geçer diyen, her fırsatta dış “dinamiklere” giderek yakınmaktan, destek aramaktan çekinmeyen AKP’nin, bu kez atanmışların (yargının), seçilmişlerin önüne geçen kararlarından ışık hızıyla yararlanmaya çalıştığını görüyoruz. Biz, dün, referandumda “hayır” derken tam da bugünleri düşünüyorduk. “Yetmez ama evet”in “yararlı salakları” acaba bugünlerde ne düşünüyorlar?

Dış dinamiklere gelince, orada da yeni rüzgârlar esiyor. Dün AKP’yi, otokratların dünyası Ortadoğu’da, demokrasinin “Deniz Feneri” olarak tanımlayan, “katı laikçi, kara gözlüklü generallerin darbe tehditlerine karşı” Arap Dünyası’nın liberallerini de cesaretlendirmek için, “mutlaka seçimleri kazanmalıdır”, “başyazılarıyla” destekleyenler, şimdilerde, Erdoğan’ın otokratik eğilimlerinden, “Yeni Osmanlı” hayallerinden yakınıyorlar.

Otokratın iyisi...

Bu değişen havaya bakarak, ülkenin iç siyasetine, dışardan demokratikleştirme ayarları bekleyenlere kötü bir haberim var: Bu sözde eleştiri havasının içinde, bölge jeopolitiğinden kaynaklanan zehirli gazlar da var.

Dış dinamikler, AKP yönetimini, Ortadoğu’da bu kadar saygınlık kazanmasına olanak veren “sıfır sorun” politikasından uzaklara, komşularıyla, önce Suriye, sonra belki de İran’la savaşmak zorunda kalabileceği bir noktaya doğru sürüklüyorlar. Savaş olasılığına doğru sürüklenen bir ülkede, demokratikleşme değil “güçlü lider” gereksinimi, “nüfus denetimine” yönelik yeni önlem arayışları öne çıkar!

İthalatı, konut piyasasındaki köpüğü büyütmeye devam eden dış kaynaklar sayesinde, eninde sonunda Türkiye’yi de ziyaret edecek olan mali kriz de demokratikleşmeyi değil, istikrar talebini güçlendirecektir. Bu bağlamda bir örnek Yunanistan: Geçen hafta Financial Times’da Samuel Brittan, bir süredir unutulmuş bir opsiyonu anımsayarak, “Askeri bir rejimin dahi düzeni sağlayabileceğini sanmıyorum” diyordu...

“İstikrarın” demokrasinin önüne geçtiğini düşündüren ikinci örneği de ABD dış politika çevrelerinin etkili dergilerinden The National Interest’de, Robert Kaplan’ın (Center for a New American Security ve Pentagon’s Defense Policy Board üyesi), Çin’de Deng Xiaopeng, Güney Kore’de Park Chung Hee, Singapur’da Le Kuan Yew gibi “liderleri” öven yazısında rastladım. Bu liderler, Batı’nın istikrarsız, hatta kaotik demokrasi deneyimlerine yol açan “bireysel özgürlüklere” önem veren bir siyaset anlayışını değil, görevlere, otoriteye saygıya dayanan istikrarı, ekonomik refahı amaçlayan politikalar izlemişler. Bu anlamda, Kaddafi, Esad, Bin Ali, Mübarek, Suudi hanedanının aksine birer “iyi otokrat” olarak tanımlanmayı hak ediyorlarmış...