İngiltere’yi sarsan isyanlarla ilgili tartışmalar, sokaklardakileri anlama çabaları üzerinde yoğunlaşıyor. Ama, “barikatın” öbür tarafına, iktidardakilerin sergiledikleri davranışlara da bakmak gerekir.
‘Kaos’ eğilimleri ve karşı etkenler
Pazartesi yazımda aktardığım araştırma, gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal huzursuzluklar arasında tarihsel olarak çok güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak araştırma, parlamenter demokratik sistemleri, kurumsal yapıları güçlü, halkın hukuk düzenine, devletin bağımsızlığına güveninin yüksek olduğu ülkelerde bu ilişkinin ortadan kalkmamakla birlikte, zayıfladığını düşündürüyordu.
İngiltere’de Muhafazakâr - Liberal koalisyon hükümeti, mali piyasaların baskılarına boyun eğerek, bütçede, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve güvenlik (polis, yargı sistemi vb.) alanlarına ayrılan fonlarda kesintileri derinleştirerek hızlandırmıştı. Ayaklanmaların hemen ardından, hükümet ekonomi politikasında değişiklik yapmayacağını vurguladı. Öyleyse, bu ayaklanmaların arkasındaki maddi koşullar var olmaya devam ediyor. Bu koşularda bu tür ayaklanmaların tekrarlanma olasılığını azaltmak, demokratik sistemin, kurumsal yapıların, güvenlik örgütünün, halkın devlete ve sisteme olan güveninin gücüne bağlı kalıyor.
İngiltere, parlamenter demokratik sistemi, geleneği, kurumsal yapılarının gücü, halkın hukuk düzenine, devletin tarafsızlığına inancı açısından en eski ve istikrarlı kapitalist ülkelerden biri.
Güven sorunu...
Ancak daha isyanlardan önce bir seri gelişme İngiltere’nin demokratik kurumsal yapısının, “ideolojik evreninin” sarsılmakta olduğunu gösteriyordu.
Mali krizde, işsizlik artarken, insanlar evlerini kaybederken, batık bankalar kurtarılırken, bankacıların akıllara zarar büyüklükteki ikramiyeleri, toplumda oluşan öfkeye aldırmadan almakta ısrar etmeleri büyük “infial” yaratmıştı. Milletvekillerinin harcamalarında yaptıkları yoksuzluklarla, medya sektöründe patlak veren telefon dinlemeleriyle, polise yapılan ödemelerle ilgili skandallar; koalisyon partilerinin seçimlerden önce verdikleri sözlerden, seçimlerden sonra vazgeçmeleri, toplumda büyük tepkilere yol açıyor, demokrasiye ve kurumlarına olan güveni sarsıyordu.
İsyanlarda yanan, talan edilen binalar, Observer’den Will Huttton’un işaret ettiği gibi toplumsal “özgüveni” (yapının istikrarı için gerekli mutabakatı), İngiliz kimliğine ilişkin varsayımları kökünden sarstı. İsyanlar, katılanların kimlikleri belli olmaya başlayınca, “toplumun başına bela” unsurların kimliklerine (“yabani siyah gençlik, çeteleri”) ilişkin varsayımları da sarstı.
Olaylardan önce, ayaklanmanın “omurgasını” oluşturan toplumsal kesimlerin polise güveni son derecede düşük bir düzeydeydi. Ayaklanmadan sonra, polise olan güvenini kaybetme sırası bu kez orta ve üst sınıflarda, yönetici seçkinlerdeydi.
Bu kesimlere göre, polis zamanında müdahale etmemişti, dükkânlar yağmalanırken seyretmişti, yeterince polis yoktu; Başbakan’ın deyişiyle polis isyanlar sırasında pasif davranmıştı. Başbakan’ın Los Angeles’in “çetelerle mücadelede” deneyimli emekli polis şefini Scotland Yard’ın başına getirmek üzere davet ettiğine ilişkin haberler bu güvensizliği yansıtıyordu.
Polisle hükümet arasında çıkan tartışmalar, polisin hükümete güveninin sarsıldığını gösteriyordu. Örneğin polis müdürünün, “İsyanları bastıran önlemleri biz aldık, siyasetçiler değil” açıklaması, Başbakan’ın siyasi kazanç sağlamasını önledi; Londra’ya Amerika’dan “süper polis” getirme önerilerine karşı çıkarak adeta “Biz işbirliği yapmayız” dedi. Polis şeflerinin, polis kaynaklarının, personel sayısının azaltılmasına karşı dile getirdiği itirazlar da hükümetin ekonomi politikasına yönelik eleştiriler olarak algılandı.
Kargaşa...
Sokaklarda isyandan kaynaklanan kargaşa vardı, ama “barikatın” öbür tarafında da olayların arkasındaki maddi koşulları, olayların “siyasi” boyutunu ısrarla yadsımaktan kaynaklanan bir başka kargaşa vardı.
Hükümet, basit bir hırsızlık vakası olan dükkândan mal yürütmekle, düzene baş kaldırmak anlamına gelen yağma arasındaki farka (Gary Young, The Guardian), gözlerini, kapatıyor. İşçi Partisi üyelerine, “kesintileri suçlamayı yasaklıyor”. “Liberal sol”, sokağa çıkma yasağı, kauçuk mermi, basınçlı su, daha fazla polis, hatta asker müdahalesi istiyor; orada duramıyor, “Black Berry’nin mesaj hattını kapatın”a kadar gidiyor. İsyan sonrası, sokak temizleme adına ortaya çıkarak yerel halkın arasına karışan faşist çeteler, medyada “dayanışma ruhu” adına yüceltiliyor...
Sonuç olarak, siyasi yapı, bu olaylara çare olarak, “disiplin ve ceza” dışında bir şey üretemiyor. Başbakan tatilden Londra’ya döner dönmez, “insan haklarıyla ilgili uyduruk kaygılara aldırmayacaklarını” açıklıyor. MI5 ve CSHQ (istihbarat örgütleri) telefon mesajlarına girerek olayları başlatanları arıyor, ayaklanmaya katılanların ve ailelerinin sosyal hakları askıya alınıyor. Biz de, “Liberal Demokrasinin Beşiği”nde iktidar ancak bu çözümleri üretebiliyorsa, “Tarihin sonu filan derken Liberal demokrasi’nin sonuna gelmişiz demektir” diye düşünmeden edemiyoruz...
‘Kaos’ eğilimleri ve karşı etkenler
Pazartesi yazımda aktardığım araştırma, gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal huzursuzluklar arasında tarihsel olarak çok güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak araştırma, parlamenter demokratik sistemleri, kurumsal yapıları güçlü, halkın hukuk düzenine, devletin bağımsızlığına güveninin yüksek olduğu ülkelerde bu ilişkinin ortadan kalkmamakla birlikte, zayıfladığını düşündürüyordu.
İngiltere’de Muhafazakâr - Liberal koalisyon hükümeti, mali piyasaların baskılarına boyun eğerek, bütçede, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve güvenlik (polis, yargı sistemi vb.) alanlarına ayrılan fonlarda kesintileri derinleştirerek hızlandırmıştı. Ayaklanmaların hemen ardından, hükümet ekonomi politikasında değişiklik yapmayacağını vurguladı. Öyleyse, bu ayaklanmaların arkasındaki maddi koşullar var olmaya devam ediyor. Bu koşularda bu tür ayaklanmaların tekrarlanma olasılığını azaltmak, demokratik sistemin, kurumsal yapıların, güvenlik örgütünün, halkın devlete ve sisteme olan güveninin gücüne bağlı kalıyor.
İngiltere, parlamenter demokratik sistemi, geleneği, kurumsal yapılarının gücü, halkın hukuk düzenine, devletin tarafsızlığına inancı açısından en eski ve istikrarlı kapitalist ülkelerden biri.
Güven sorunu...
Ancak daha isyanlardan önce bir seri gelişme İngiltere’nin demokratik kurumsal yapısının, “ideolojik evreninin” sarsılmakta olduğunu gösteriyordu.
Mali krizde, işsizlik artarken, insanlar evlerini kaybederken, batık bankalar kurtarılırken, bankacıların akıllara zarar büyüklükteki ikramiyeleri, toplumda oluşan öfkeye aldırmadan almakta ısrar etmeleri büyük “infial” yaratmıştı. Milletvekillerinin harcamalarında yaptıkları yoksuzluklarla, medya sektöründe patlak veren telefon dinlemeleriyle, polise yapılan ödemelerle ilgili skandallar; koalisyon partilerinin seçimlerden önce verdikleri sözlerden, seçimlerden sonra vazgeçmeleri, toplumda büyük tepkilere yol açıyor, demokrasiye ve kurumlarına olan güveni sarsıyordu.
İsyanlarda yanan, talan edilen binalar, Observer’den Will Huttton’un işaret ettiği gibi toplumsal “özgüveni” (yapının istikrarı için gerekli mutabakatı), İngiliz kimliğine ilişkin varsayımları kökünden sarstı. İsyanlar, katılanların kimlikleri belli olmaya başlayınca, “toplumun başına bela” unsurların kimliklerine (“yabani siyah gençlik, çeteleri”) ilişkin varsayımları da sarstı.
Olaylardan önce, ayaklanmanın “omurgasını” oluşturan toplumsal kesimlerin polise güveni son derecede düşük bir düzeydeydi. Ayaklanmadan sonra, polise olan güvenini kaybetme sırası bu kez orta ve üst sınıflarda, yönetici seçkinlerdeydi.
Bu kesimlere göre, polis zamanında müdahale etmemişti, dükkânlar yağmalanırken seyretmişti, yeterince polis yoktu; Başbakan’ın deyişiyle polis isyanlar sırasında pasif davranmıştı. Başbakan’ın Los Angeles’in “çetelerle mücadelede” deneyimli emekli polis şefini Scotland Yard’ın başına getirmek üzere davet ettiğine ilişkin haberler bu güvensizliği yansıtıyordu.
Polisle hükümet arasında çıkan tartışmalar, polisin hükümete güveninin sarsıldığını gösteriyordu. Örneğin polis müdürünün, “İsyanları bastıran önlemleri biz aldık, siyasetçiler değil” açıklaması, Başbakan’ın siyasi kazanç sağlamasını önledi; Londra’ya Amerika’dan “süper polis” getirme önerilerine karşı çıkarak adeta “Biz işbirliği yapmayız” dedi. Polis şeflerinin, polis kaynaklarının, personel sayısının azaltılmasına karşı dile getirdiği itirazlar da hükümetin ekonomi politikasına yönelik eleştiriler olarak algılandı.
Kargaşa...
Sokaklarda isyandan kaynaklanan kargaşa vardı, ama “barikatın” öbür tarafında da olayların arkasındaki maddi koşulları, olayların “siyasi” boyutunu ısrarla yadsımaktan kaynaklanan bir başka kargaşa vardı.
Hükümet, basit bir hırsızlık vakası olan dükkândan mal yürütmekle, düzene baş kaldırmak anlamına gelen yağma arasındaki farka (Gary Young, The Guardian), gözlerini, kapatıyor. İşçi Partisi üyelerine, “kesintileri suçlamayı yasaklıyor”. “Liberal sol”, sokağa çıkma yasağı, kauçuk mermi, basınçlı su, daha fazla polis, hatta asker müdahalesi istiyor; orada duramıyor, “Black Berry’nin mesaj hattını kapatın”a kadar gidiyor. İsyan sonrası, sokak temizleme adına ortaya çıkarak yerel halkın arasına karışan faşist çeteler, medyada “dayanışma ruhu” adına yüceltiliyor...
Sonuç olarak, siyasi yapı, bu olaylara çare olarak, “disiplin ve ceza” dışında bir şey üretemiyor. Başbakan tatilden Londra’ya döner dönmez, “insan haklarıyla ilgili uyduruk kaygılara aldırmayacaklarını” açıklıyor. MI5 ve CSHQ (istihbarat örgütleri) telefon mesajlarına girerek olayları başlatanları arıyor, ayaklanmaya katılanların ve ailelerinin sosyal hakları askıya alınıyor. Biz de, “Liberal Demokrasinin Beşiği”nde iktidar ancak bu çözümleri üretebiliyorsa, “Tarihin sonu filan derken Liberal demokrasi’nin sonuna gelmişiz demektir” diye düşünmeden edemiyoruz...
No comments:
Post a Comment