Wednesday, December 12, 2007

'Adalete Tecavüz'

(Cumhuriyet 05.12.2007)

Başlığı Oktay Ekşi 'nin cumartesi günkü ilginç yazısından aldım. Ekşi, yazısına "İKTİDARDAKİ partinin adına bakarsanız 'Adalet' kavramının bu parti için çok önemli olduğuna hükmetmeniz gerekir. ...parti programına da bakarsanız, ' Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığını tam olarak sağlamayı ve yargıç güvencelerini korumayı' taahhüt ettiklerini görürsünüz. Tıpkı 'herkesin iktidarı' olmayı vaat edip de hemen unutuvermeleri gibi adalet konusunda da taahhütlerini unuttular. Pardon unutmak bir yana, Meclis'e verdirdikleri bir yasa önerisiyle tam tersini yapmaya kararlı olduklarını ortaya koydular" saptamalarıyla başlıyor; " Başbakan'ın her fırsatta dile getirdiği 'yargıyı tarafsızlaştırma' vaadini, 'yargıyı AKP'lileştirerek' gerçekleştirmiş (!) olacaklar " dedikten sonra, bunun nasıl gerçekleştirildiğini, Anayasa Mahkemesi 'nin AKP hükümetinin aracı haline geldiğini anlatıp, " Hukuk dünyamız da 'yargı bağımsızlığını' mahveden bu cinayeti seyrediyor" saptamalarıyla bitiriyor.

Yazılarını her gün, mutlaka okuduğum Ekşi'ye haksızlık etmek istemem ama, AKP'nin yaptıklarında şaşılacak bir şey yok! Süreç doğasına uygun bir biçimde seyrini izliyor; durdurulmadığı sürece de izlemeye devam edecek!

Parti gibi parti

Bugün, birçok yazarın, AKP'nin uygulamaları karşısında, düş kırıklığına uğramalarının, kandırıldıklarını düşünerek sinirlenmelerinin arkasında, sanırım "dün" , AKP'nin "Parti gibi parti" olduğunu görememiş ya da görmek istememiş olmaları yatıyor.

Biraz ağır kaçabilir ama, ülkede siyasi parti tarifine uyan tek yapılanma AKP'dir. Bunun dört nedeni var: Birincisi AKP, yaygın taban örgütleri olan, hem kadro hem de kitle partisidir. İkincisi, etrafı çok çeşitli, toplumun dokularına nüfuz eden yaygın, derin sivil toplum örgütleriyle, çevre ağlarıyla çevrilidir. Üçüncüsü, AKP salt yerel (ülke çapında, ülke dinamiklerinden kaynaklanan) değil aynı zamanda uluslararası boyutu olan bir siyasi-kültürel dalganın (siyasal İslam) parçasıdır. Nihayet dördüncüsü, AKP özgün bir kültüre, toplumsal projeye, buna bağlı olarak uzun erimli "sadakatlere" sahiptir.

Bu nedenlerle AKP, daha ilk kez seçimlere girmeye hazırlanırken, AKP'nin toplumsal projeye ve sosyal tabana sahip bir parti olduğunu, bu projeye, sosyal tabana, mutlaka bir ölçüde "sadakat" göstermek zorunda kalacağını, AKP yönetimi altında toplumun, bu sosyal projenin ve tabanın arzuları yönünde giderek dönüşeceğini savunmuştuk. Son seçimlerden önce yine bunları tekrarladık; ek olarak, seçimlerden sonra AKP'nin ilk dönemine göre çok daha hızlı, kendine güvenli ve artık "yol arkadaşlarının" isteklerine, eleştirilerine fazla önem vermeden davranmasını beklediğimizi söylemiş, bu momentumu kırmanın önemini vurgulamıştık.

AKP'nin "Parti gibi parti" olduğunu, gerçek bir siyasi iktidarı gerçekten arzuladığını, tarihte benzer süreçleri çözümleyen Gramsci gibi düşünürlerin yapıtlarından, Mısır gibi ülkelerin Müslüman Kardeşler gibi yapılanmalarının deneylerinden de elimizden geldiğince yararlanmaya çalıştığımız için zamanında görebildik. Ne yazık ki, öngörülerimiz gerçekleşiyor.

'İki taktik'

Ne yazık ki bu süreç işlemeye devam edecek! Gelin, gerçek iktidarı ele geçirmeye gerçekten niyetli bir başka, kadrosuyla, kitlesiyle, toplumsal projesiyle gerçek bir siyasi partinin , Rus Sosyal Demokrat Partisi 'nin lideri Lenin 'in Rus Sosyal Demokrasisinin İki Taktiği (1905) kitabından yararlanalım.

Kitabı, kendi özgün tarihsel koşullarından soyutlayarak, o tarihsel koşullara, söz konusu partinin öznel koşullarına, sınıf karakterine ilişkin tartışmaları ayıklayarak, Gramsci'nin tezleriyle birlikte okursak karşımıza, iktidarı ele geçirmeye ilişkin şu tipik model çıkar:

Bir tarafta, " aşağıdan yukarı" etkisini genişleterek, güçlenerek, toplumun dokusunu moleküler düzeyde dönüştürerek yükselen bir siyasi/toplumsal hareket. Diğer tarafta, onun etkisiyle Meclis'e girmiş, hükümet düzeyine ulaşmış bir siyasi parti. Bu parti, karşıt güçler, yanına çektiği entelektüeller, kültür endüstrisinin seçkinleri arasında bir paniğe yol açmadan, adım adım hayata geçirdiği yasal, bürokratik dönüşümlerle, " yukarıdan aşağı" doğru devleti ele geçirerek bu hareketle birleşir ve süreci tamamlar.

Benzer bir süreci (tarihsel - sınıfsal ve "sosyal projeye" ilişkin farkları unutmadan), Mussolini hükümetinin faşizme geçiş sürecinde de görebiliyoruz. Mussolini de, bir dizi yasayla devleti yavaş yavaş dönüştürür, ama sosyalist lider Giacome Matteotti 'nin öldürülmesine kadar faşist devlete geçilmez. Geçiş son bir yasal düzenlemeyle gerçekleşir.

İsterseniz, felsefeci George Santayana 'nın şu ünlü sözüyle bitirelim: " Tarihten ders almayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdurlar. " Ve sonuçlarına da katlanmaya...

Sunday, December 02, 2007

Aman beyler dikkat, çatlayacaksınız!

(Cumhuriyet, 28/11/07)

AKP yanlısı yazarlar giderek, La Fontaine’in, öküze özenen kurbağasına benzemeye başladılar. Bizden uyarması, “aman beyler dikkat! Böyle giderseniz çatlayacaksınız!”

Bataklıktaki kurbağanın trajik öyküsü
Küçük, yumurta kadar bir kurbağa bataklıkta otururken bir öküzü görmüş. Cüssesine hayran kalmış. Onun gibi olmak istemiş. Üfleye püfleye kendini şişirmeye başlamış. Sonunda da çatlayarak ölmüş. La Fontain, “dünya böyle akıllılarla doludur” diyor.

Bizimkilerde de bir hava, yazdıklarını okuyunca gözlerinize inanamıyorsunuz. Türkiye’nin diplomasi trafiği son aylarda hızlandı ya, birileri, T.S Eliot’un “deneyimi yaşadık ama anlamını gözden kaçırdık” sözlerindeki gibi, “anlamı tamamen gözden kaçırarak” teoriler üretmeye başladılar.

Efendim Türkiye AKP hükümeti ve Prof. -Stratejik derinlik- Davudoğlu sayesinde, artık “soğuk savaş dönemindeki gibi bir uydu ülke olmaktan çıkmış, bölgesel bir hegemon olmuş”. “Türk lirası dünyanın en değerli paraları ligine yükselmiş. Ülke ihracat rekorları kırıyor, kentleri inşaat şantiyelerine benziyormuş.” “Arap ülkeleri Türkiye’ye, özellikle de, ABD güçlerinin, Kuzeyden Irak’a geçmesini engellediği için hayranlık duyuyorlarmış. Türkiye bölgedeki Müslüman ülkelere benzersiz bir örnek oluşturuyormuş”…

Dış İşleri Bakanı ve Baş Müzakereci Ali Babacan, “bölgesel hegemon” olmanın verdiği öz güvenle olacak, AB’ye, ayırtında olmadığı (ne de olsa onlar dünkü çocuk, bizim stratejik, tarihsel derinliğimiz var) çıkarlarını anımsatıyor, “Avrupa’nın küresel güç haline dönüşmesinde Türkiye’nin AB üyeliği vazgeçilmez bir rol oynayacaktır”.

Biraz teori
Bir ülke de kendi başına hegemonyacı güç olamaz. Bir ülke, genel olarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebildiği bir grup ülkenin varlığı halinde, onlara göre hegemonyacı bir güç olarak tanımlanabilir. Bu yönlendirme kapasitesinin iki bileşeni var. Biri, ekonomik güç, örnek alınacak ekonomik model, kültürel yaşam, çekicilik gibi etkenlerden kaynaklanan, yönlendirilen ülkelere bu bağlamda sunulan bir tür kamusal hizmetler üzerinde oluşan kabule dayalı liderlik. İkincisi, söz konusu ülkeler grubuna, çeşitli düzeylere güvenlik sağlayıcı hizmet sunabilen bir askeri güç, rakipsiz bir şiddet uygulayabilme kapasitesi.

Bu ölçütlerle bakıldığında, Türkiye AKP döneminde hangi ülkeler grubu karşısında hegemonyacı konuma yükselmiş, bu sayede hangi çıkarlarını elde etmek için bu ülkeleri
yönlendirmeyi başarmıştır. Bu sorulara, hüsnü-kuruntu ve vehim dışında hiç bir olumlu cevap verilemez, örnek gösterilemez.

Biraz da gerçeklik…
TL’nin en güçlü paralar ligine katılması bir marifet değil, yabancı spekülatöre, (pardon yatırımcı diyecektim) güvenli ortam sunmak ve ülkenin birikmiş servetinden değer transferi için TL’nin aşırı değerli tutma politikasının soncudur; Türkiye mallarının dünya piyasalarını fethetmesinin sonucu değil. Bu bağlamda “muazzam ihracatın” ülkeye neye mal olduğuna görebilmek için cari açığa, dış borç stokuna bir göz atmakta yarar olabilir. Ülkenin kentlerinin şantiyeye dönmesine gelince söylenecek iki çift söz var. Birincisi, 1996 yılında, Asya krizinden az önce, Tayland ve Endonezya gibi ülkelerin kentleri de şantiyeye dönmüştü. İkincisi, bu binaların yapılırken ve satılırken devreye giren kredilerin finansmanının yakında nelere yol açacağını görebilmek için bakınız ABD morgıç krizi.

Biraz da kafa karışıklığı üzerine. Türkiye’nin yükselen hegemon olduğunu savunan yazar şişinirken, Mart tezkeresinden, hani Wolfowitz’in Rumsfeld’in ağzını bozan teskere var ya ondan pay çıkarıyor. Yanlış mı anlıyorum, yoksa yazar, bu hükümetin, kendi tezkeresini bilerek engellediğini mi iddia ediyor? Ya Babacan? O da AB’ye ABD’ye karşı ittifak mı öneriyor? Bizi alın sizi ABD karşında küresel güç yapalım…

Tüm bu şişinmeye, patlama vukuu bulmasın diye havasını almak için iğneyi Morton Abromovitz batırıyor, fazla acıtmamaya çalışarak: “Türkiye Ortadoğu’da bir yüzyıldır olmadığı ölçüde bir oyuncu olmuştur”…. “Ancak”, diyor “rolü etkin ve yapıcı bir oyuncu olmakla sınırlıdır; bölgede bir karar verici ve önden gelen bir kolaylaştırıcı olmayacaktır”… Abramowitz bir “uydu ülkeden mi” söz ediyor yoksa “bir bölgesel hegemondan mı?” Karar sizin.

Son bir not da siyasal İslam’ın, “Kemalizm’in” din olduğunu iddia eden “yarı-münevverler” ajitatörlerine: İslam’ın temel metni, Peygamberin eylemleri, eleştirilebilir, “doğru-yanlış” ikilemi içinde tartışılabilir mi? Eleştirilemez, tartışılamaz, çünkü İslam bir dindir, “mutlak”a ilişkindir. Buna karşılık Kemalizm’in temel metinleri, Mustafa Kemal’in uygulamaları tartışmaya, eleştiriye açıktır. Çünkü Kemalizm bir din değildir!

Thursday, November 22, 2007

'Pax Ottomana' ve Diğer Masallar

Suudi Kralı Abdullah, Filistin Yönetimi Başkanı Abbas ve İsrail Devlet Başkanı Peres Türkiye'ye geldiler. AKP propaganda makinesi hemen çalışmaya başladı: Türkiye'nin küresel, bölgesel ağırlığı artıyormuş. (Nasıl yani? AB süreci mi hızlandı? Kıbrıs'ta gelişmeler Türkiye'den mi yana? Ermeni sorununda derdinizi kime anlatabiliyorsunuz? ABD mi size yardımcı olmak için çırpınıyor?) "Şüphesiz, büyüyen ve istikrarlı ( The Economist 'e göre en riskli üç ülkeden biri, 15/11) bir Türkiye ekonomisi yeni ("Post-realist, Post-Kemalist") Türkiye dış politikası için önemli bir varlıkmış ". Osmanlı döneminden sonra uzunca bir süre içine kapanan Türk diplomasisi, Misak-ı Milli'nin yanlış yorumlanması gibi handikaplar, AKP döneminde aşılıyormuş. "Türkiye bir "merkez ülke (yani bağımlı, periferi filan değil, ABD, İngiltere, Fransa gibi bir şey) olarak bölgesinde, Pax Ottomana gibi tanzim edici bir rol oynamaya mecburmuş..."

Bu kadar çok fanteziyi bir arada görünce "eyvah" dedim "durum sandığımızdan daha vahim. Acaba hangi açılacak yaraya, akacak kana pansuman olması bekleniyor, tüm bu saçmalıkların?"

'Pax Ottomana'
Bu kavram, çeşitli etnik ve dini grupların yaşadığı bir coğrafyada, Osmanlı yönetimi altında uzun süreli bir barış sağlandığına ilişkin bir savla ilgili. Osmanlı farklı etnik ve dini cemaatleri kendi içlerinde serbest bırakıyor, hatta bunlardan gelen insanların devlet kademelerinde yükselmesi de söz konusu olabiliyormuş: Tam bir huzur, eşit haklar ve uyum dünyası! Bugün bölgede neden böyle bir düzen kurulmasın; Türkiye, AKP buna önderlik etmesin?

Metinler, bazı gerçekleri bastırırlar, ayakta kalabilmek için. Bu metnin bastırdığı ilk gerçek Osmanlı'nın kanlı fetihler, ilhaklar üzerine kurulu talancı bir imparatorluk olduğu, her ayaklanmayı acımasızca bastırdığı, çatlak sesleri susturduğuyla ilgilidir: Pax Ottomana , bir terörün ürünüdür. İkincisi, Osmanlı talancı bir imparatorluktu; ekonomik artığın üretiminden (köleci Roma, kapitalist Britanya gibi) ziyade, esas olarak vergi ve gasp yoluyla el konulmasına dayanıyordu; tutsak aldığı halkların yaşamları, üretim sistemleri pek umurunda değildi, esas olarak parazit bir yapısı vardı.

Dahası, 15. yüzyıldan itibaren Batı'da kapitalist küreselleş(tir)me süreci başladığında, Osmanlı buna uyum sağlayamadı, kendi karşıt küreselleşme sürecini, kapitalizmini geliştiremedi, giderek geride kalmaya, edilgen olmaya başladı. 19 yüzyılın sonuna gelindiğinde de " Haute Finance "ın (mali sermaye) elinde paylaşılmayı bekleyen bir ganimete dönüştü. Osmanlı sultanları, etraflarındaki entelektüelleri bu süreci asla anlayamadılar. Çünkü, kapitalizmle gelen Aydınlanma "olayını", bu yeni dünyaya, uyum sağlamanın tek yolu olan "hakikat rejimini" kaçırdılar.

Bugün de hâlâ, Cumhuriyeti, adeta işler yolunda giderken oluşan bir sapma, bir anomali olarak sunmaya çalışmak, "o hakikat rejimine" uyum sağlayamayanların, anakroniktik kalmaya devam edenlerin mirası.

Benzerlikler hiç mi yok?
Tabii ki var. O da bağımsız bir modern demokratik Cumhuriyet olmayı denemek yerine, bölgedeki en büyük "kağnının gölgesinde" yürüyerek etki kurmaya çalışırken bunu kendi gölgesi gibi gösterme çabasıyla ilgili.

Osmanlı'nın son dönemine baktığınızda, uluslararası alanda inisiyatifini tümüyle yitirmiş, "acaba hangi büyük güce yaslansam" hesapları yapan bir yönetici sınıf, entelektüel tabakasıyla karşılaşırsınız. Son dönem Osmanlı ekonomisi, taşıyamayacağı dış borçların altında ezilmekte, uluslararası mali sermayenin elinde çırpınmakta olan bir ülkedir. Çözülmeye başladığında, ülkenin çeşitli bölgelerinde yükselen ulusalcı hareketleri ne zamanında öngörebilmiş, ne anlayabilmiş, ne bunları bir arada tutabilecek bir proje üretebilmiştir. Fevri hareketlerle sağa sola saldırırken de "kınalı kuzularını" kumarda ve kumlarda kaybetmiştir.

"Pax Ottomana" masalını satanların saklamaya çalıştığı en büyük gerçek ise şudur: Cumhuriyet bir sapma değil, bir zorunluluğun (üstelik de ahlaki bir zorunluluğun) Osmanlı içinde, zamanın sesini duyabilen, Aydınlanma "olayının", "hakikatine" sadık bir kesimin, işte bu rezalete son verme, çağı yakalama çabasının ürünü olduğudur.

"Pax Ottomana" masalının üreticileri o kadar şaşkın, kendileriyle o kadar doludurlar ki, yeniden, bu kez ABD inayetiyle yayılmaya heveslendikleri bölgede, halkın ortak hafızasında hâlâ "Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yoğ, biçende yoğ / Yiyende ortak Osmanlı " nakaratının yankılandığının farkında bile değildirler. Bir nefret nesnesini canlandırmaya çalıştıklarının da... Aydınlanma "olayını" kaçıranların, dinin her zaman siyasetin ve maddi çıkarların emrinde araç olduğunu anlayamamalarına, maddi çelişkileri aşan, birleştirici bir unsur olabileceğini düşünmelerine şaşırmıyoruz ama, bu akılsızlığın sonuçlarının olası maliyetini düşünerek endişelenmeden de edemiyoruz.

Tuesday, October 16, 2007

Bu Kez de Prof. Kemal Karpat...

(Cumhuriyet 10.10.2007)

"Korkmayın bir şey olmaz" deme sırası bu kez Prof. Kemal Karpat 'ta. Neşe Düzel, Karpat'a sormuş: "Peki bu şeriat, din ve laiklik tartışmalarının kökeni nereden geliyor? Nasıl bir devlet yapısına sahip olduk Osmanlı'dan bu yana biz? Şeriatla yönetilen Osmanlı nasıl bir devletti? ... Cumhuriyetin hiç bitmeyen laiklik sorunu nasıl ve neden başladı? Halifeliği kaldırmadan laik bir Cumhuriyet kurulabilir miydi? Madem laiklik tartışmasından vazgeçmiyoruz, o zaman bu konuyu bari derinliğine ele alıp köklerine kadar inelim." (Radikal 08/10/07)

Bir ülkeyi kendi döneminin tarihsel bağlamı içinde, sosyoekonomik-kültürel çelişkilerinden hareketle incelemek yerine, "şunun köklerine bir bakalım" gibisinden "tembel" , bazen teleolojik, çoğu kez kasıtlı yaklaşımlara, yüzeysel gazetecilik örneklerinde sık rastlanır. Tarihçiler olaylara çok daha dikkatle, "tarihselcilik" eleştirisine hedef olmamaya özen göstererek yaklaşırlar. Prof. Karpat onlardan biri değil

Yönteme ilişkin...
Tabii ki bir "yapının" (örneğin ülke) "hafızası" vardır (hysteresis). "Bugün" yaşanmakta olan olayları anlama çabası tarihsel süreçleri de hesaba katmalıdır. Ama, "yapının" hangi (unsurlarının) tarihsel süreçlerini? Sonra, bu "yapının" unsurları arasındaki ilişkilerin yeğinliği ve gerginliği "bugün" nasıl? Bu "yapı" başka "yapılarla" etkileşim içinde mi? Daha önemlisi, bu "yapıyı" da içeren, daha büyük bir "yapı" var mı? Tüm bunların yanı sıra çok kritik bir soru daha var? Bu sorulara cevap arayan kim? "Kim konuşuyor?". Toplumsal gerçekliğe, dışından, tarafsız, bir noktadan bakılamayacağına göre, bakanın "sadakati" neye?

Neşe Düzel söyleşisine, "Dünya nano teknolojiyi, gen bilimini, iletişim devrimlerini konuşuyor. Biz ise türban ve laiklik konularına takıldık kaldık. Sanki kendimizi dünyadan koparıyoruz. Tartıştığımız konular bizi gelişen dünyadan giderek ayırıyor.." yargısıyla başlıyor.

Düzel'e göre bu tartışma aslında "anakroniktik" , dünyanın (teknolojiye indirgenmiş- EY ) andaki "zamanıyla" ilgisi yok. Adeta 1989, 11 Eylül, Irak olmadı, Uzakdoğu'dan, Fas'a siyasal İslam'ın kitlesel hareketi toplumsal yapılandırmaları, siyasi kazanımları yok. BOP bağlamında ABD'nin siyasal İslama yüklediği işlev konu değil! Türkiye'de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kalmış bir hesap görülüyor bugün. Sanki, o gün dünya (ekonomik sistem, hegemonya vb.) öyle, bugün böyle, değil. Ülkede sınıflar matrisi değişmeden kalmış, yeni iletişim teknolojilerinin ve Anglosakson kültürünün egemenliği altında bir "gösteri toplumu" da yok! Tüm bunlar olduğuna göre, Düzel'in "sadakati" nin de, liberal entelijansiyanın, bunları bir kenara iterek, inşa ettiği, "baskıcı, ulusalcı laikler/liberal, demokrat ılımlı İslam ikileminde olduğunu düşünürsek, çok mu haksızlık etmiş oluruz?

Peki ya Karpat?
Karpat'ın "Halifeliğin kaldırılması", "türban yasağı", "inanç" üzerine söyledikleri önemli. Ancak, Karpat da, Düzel'den daha farklı yaklaşmıyor soruna. Adeta, sorun "genetik" , daha çocuk (Cumhuriyet) doğarken, hatta daha önce oluşmuş. Babası da galiba Von der Goltz adlı bir Alman. Peki neden zamanın entelijansiyası bu adamı dinlemiş? Adam gelmiş "millet-asker" demiş... İş bitmiş. Peki, bu adam neden Türkiye'de? Kapitalizm, ulusçuluk, emperyalist paylaşım savaşları, hatta "Aydınlanma geleneği" , imparatorluk dağılırken çeşitli sınıfların (Askeriye dahil) ekonomipolitiği filan... Neden "Halifelik Abdülhamit devrinde ön plana geçmiş" ?

Karpat, "Halifelik kalkmadan da laiklik olabilirdi" diyor. "İyi mi oldu, kötü mü" sorusuna cevap vermiyor. Ama, mesajı şu: Kalktığı için biz, hâlâ bu konuyu tartışıyoruz... Peki ya, halifeliğin Osmanlı sınıflar matrisi içindeki yeri, dönemin bölge jeopolitik içindeki önemi, İngiltere gibi egemen güçlerin bu konudaki etkileri? Devam edelim... Türban tartışması Karpat'a göre halka ait değil, "en yukarıdaki elitler arası bir mesele"... Karpat haklı. Türban siyasal İslamın iktidar mücadelesine, bu mücadelenin de öncülerine ait bir sorun. Karpat da türbanın kaldırılmasında bir sakınca görmediğinden.. yeri de bu siyasal İslamın yanında, en azından bir "yol arkadaşı" olarak...

Bir taraftan, "Osmanlı şeriat devleti değildi" derken, diğer taraftan "Şeyhülislamlık, padişahın kararlarını onaylayan, devletin icraatlarını Müslüman halkın gözünde din adına meşrulaştıran basit bir makama dönüştü" ifadeleriyle, meşruluğun kaynağının "dini hakikatler" (rejimin de şeriat) olduğunu kabul etmesi gibi tutarsızlıkları, " Atatürk 'ü ikna ettiler" basitliğini, bir kenara bırakarak, nihayet sadakat sorununa gelirsek...

Karpat'ın, siyasal İslamın İran, Malezya, Mısır, Lübnan gibi ülkelerdeki salt dini değil, ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişme dinamiklerini, uluslararası desteklerini yok sayarak "korkuları yersiz" bulması, çok belirgin bir "Sufilik hayranlığı", "inancın" kaçınılmazlığına yaptığı özel vurgu, bence, sadakatinin "dini hakikat rejimine" olduğunu düşündürüyor... Halkın değişmez bir "ruhu" olduğunu varsayan yaklaşımı da bu "sadakatle" uyumlu... Tam bu noktada aklıma Heidegger 'in, "Alman halkının tarihsel özünden" yola çıkarak Nazi rejiminin yemek masasına oturuşu geliyor, ama neyse...

Sunday, October 07, 2007

Güvenilen Dağlara Kar Yağıyor...

(Cumhuriyet 03.10.2007)

Seçimlerden önce, kendilerini gerçekten ülkenin "kanaat önderleri" ("Biz bu sürüyü güderiz abi!"), yanında yürüdükleri "kâğnının gölgesini" kendi gölgeleri sananlar şimdi bir düş kırıklığı yaşıyorlar: Havada adeta bir panik var; mahalle, otobüs, bazen uçak baskısı, bazen internet cafede oruç dayağı, "Malezya olur muyuz" diye sormalar, kalkıp Malezya'ya gitmeler... Sonra, AB üyelik sürecine ilgimizi mi kaybettik? Büyük sermaye de endişeli...

Durun bakalım, daha yeni başladı...

Seçimlerden sonra, galiba yalnızca bizler şaşırmadık. "Tehlikenin farkında mısınız? " demiş, "liberal entelijansiyanın yavaş intiharından" söz etmiş, "mahalle baskısını" da içeren "pasif karşıdevrim sürecinin" özelliklerini anlatmaya çalışmıştık. Nihayet AKP'nin seçimlerde momentumunun kırılmaması halinde, yükselen muhalefetin yarattığı korku ve kızgınlıkla, seçimlerden sonra çok daha hızlı, kararlı davranacağını savunmuştuk. Şimdi, şaşkın değiliz.

Ama endişeliyiz. Çünkü AKP'nin "seçim" zaferinden sonra başlayan "yeni" sürecin daha başındayız. Önümüzdeki dönemde, bu süreç, ilerlemeye, derinleşmeye, düş kırıklığına uğrattıklarının listesine yenilerini eklemeye devam edecek.

Siyasal İslam, "pasif karşıdevrim" (restorasyon) sürecinin en önemli özelliklerinden biri, tüm "mevzi savaşlarında" olduğu gibi, ne kadar ufak olursa olsun sürekli kazanımlar elde etmeyi sürdürmek; bir alanda duraklama yaşanırsa, bir başka alana yoğunlaşmak, süreci oradan ilerletmeye çalışmaktır. Bugüne kadar "demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB süreci " , kavramlarını kullanarak ilerledi siyasal İslam. Bu sayede kendine çok önemli "yol arkadaşları" edindi, bunlar sayesinde, geleneksel olarak kendisine ait olmayan çevrelere nüfuz etti, verili duruşlarda, kendisine doğru önemli dönüşümler (transformismo) gerçekleştirdi. Bu çevrelerdeki dönüşümün enerjisini siyasal İslamın projesine doğrudan katamasa bile, bu projenin andaki motorunu, AKP'yi ilerletmek için kullandı.

AKP ilk kez seçimleri kazandığında, bu partinin, kendi toplumsal tabanından, bu tabanın taşıdığı sosyal projeden, bağımsız bir varlığa sahip olamayacağını, etkisinden tümüyle ve uzun süre çıkmasının söz konusu olmadığını savunmuştuk. Şimdi yaşananlar çok doğaldır. AKP'nin ait olduğu karmaşık, toplumsal hareket, siyasal İslam, kendi toplumsal güçleriyle, yaşam tarzıyla, umutlarıyla, en önemlisi gerçek liderleriyle (bunlar AKP liderliği ile örtüşür ama aynı şey değildir) iradesini dayatmaya başladı. Bu iradenin, hareketin liberal "yol arkadaşlarının" iradesiyle çatışması kaçınılmaz. AKP ve siyasal İslamın dünkü "sevimli" yüzleri bu gün, daha kalın sesle ve çatık kaşlarla, bu yol arkadaşlarına, ya artık bize katılacaksınız ya da hareketin eteklerinden düşeceksiniz diyorlar.

Son günlerde, siyasal İslamın, aile ile devlet arasındaki alanı ( "sivil toplum" ) sessizce ve adım adım ele geçirme süreci , medyanın etkisiyle görünür olmaya, "transformismo" süreciyle yakalanan tabakaların AKP'ye güvenini tehdit etmeye başladı. "Demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB üyeliği" kavramları siyasal İslam açısından, artık işlevlerini kaybediyorlar. Öyleyse, hareketin, aile ile devlet arasındaki alanı ele geçirme sürecini gizlemeye yardımcı olacak yeni bir kavrama, adeta yeni bir "destekleyici fanteziye" gereksinim oluşmaya başlıyor. Bu yeni kavram, yeni düş kırıklıklarına yol açacak.

Yeni kavram, yeni yol arkadaşları...

Bu yeni kavram acaba ne olabilir? Seçim sonrası Meclis'te AKP-MHP işbirliğine, "Söğüt Şenlikleri" kucaklaşmasına, Cumhurbaşkanı'nın şehit ailelerine verdiği iftar yemeğine bakarak bu yeni kavramın "milliyetçilik" olabileceğini düşünüyorum. Tabii bu kavram da demokrasi ve bireysel özgürlükler kavramları gibi, içeriklerinden (özellikle anti-emperyalist potansiyelinden) soyutlanmış bir biçimde kullanılacak; nasıl "demokrasi" oy verme işlevine "bireysel özgürlükler" de türban özgürlüğüne indirgendiyse, bu kavram da siyasal İslamın "mevzi savaşı" taktiğine hizmet edecek bir biçimde, sosyal tarihsel ve jeopolitik özelliklerinden soyutlanarak tek bir özelliğine, "PKK" sorununa indirgenerek devreye girecek diye düşünüyorum.

Eğer bu beklentim gerçekleşirse, siyasal İslam, AKP aracılığıyla yeni bir "transformismo" süreci başlatarak, zaman içinde liberal entelijansiya safrasını atarken bu kez Türk-İslam sentezci, şoven-milliyetçi, entelijansiya içinden yeni yol arkadaşları kazanabilecek, bunlar aracılığıyla, askerin tepkilerini de dün liberallere yönelik olduğu gibi "istediğini ben verebilirim" , söylemiyle yumuşatma şansına sahip olacaktır.

Sanırım, şimdi düş kırıklığına uğrama sırası, dün sorunlarının çözümü için AKP'den (hâlâ ABD'den) medet uman Kürt entelijansiyasında, burjuva-feodal, mülk sahibi sınıflarında, yerel seçkinlerinde... Sanırım, onlar da güvendikleri dağlara kar yağdığını görecekler.

Saturday, September 29, 2007

Daha Çok Geç Olmadan...

(Cumhuriyet 26.09.2007)

İmparatorluğun enkazı üzerinde, sömürgeleşmenin sınırından dönülerek kurulan modern cumhuriyetin, bağımsızlık, laiklik, medeni hukuk, kadın hakları gibi kazanımları, akılcılığa, (Aydınlanma'nın 'hakikat rejimine') dayalı kültürel geleneği, bu zeminde doğan ve gelişen eşitlikçi, demokratik, hatta sosyalist hareketlerin geleceği tehdit altında. "Mahalle siyaseti" etrafında yükselen kaygılar, tehlikenin, geç de olsa bilinçlere çıkmaya başladığını gösteriyor. AKP hükümetinin siyasal İslama kazandırdığı momentumun daha çok geç olmadan mutlaka kırılması gerekir.

Uluslararası sermayenin ve emperyalizmin en gerici...

Bugün Türkiye'de siyasal İslam, "şeytanla" aynı yatağa bilerek girmeyi kabul etmiş olduğunu düşünerek avunsa bile, ABD'nin/AB'nin, uluslararası mali/tekelci sermayenin bölgemizdeki ve ülkedeki siyasi projelerinin taşeronu olmuştur.

Siyasal İslam, tekelci sermayenin bölgedeki militarist ve gerici (aydınlanma ve sosyal ilerleme düşmanı) politikalarının destekçisi olmanın yanı sıra mahalle düzeyine kadar inen ve "yaşam alanlarını" yakından denetlemeyi amaçlayan bir siyasi kültürel örgütlenmeye ve kitle hareketine sahiptir. Projesi ilerledikçe "devletin baskıcı aygıtlarıyla", "devletin ideolojik aygıtları" (Althusser) (din, hukuk, siyaset, eğitim kurumları, medya, sendikalar, aile) arasındaki göreli bağımsızlık kalkacak, devletle aile arasındaki (sivil toplum) alanı Almanya'da nazizm, İtalya'da faşizm, Rusya'da Stalinizm, İran'da da Şii teokrasisinde olduğu gibi baskıcı bir devletin denetimine geçecektir.

Bu noktaya gelmeden, sürecin kesilmesi ve tersine çevrilmesi gerekir. Bu bağlamda, Antonio Gramsci 'nin İtalyan burjuva devrimi tarihi ve faşizmin yükselişiyle ilgili, "cephe savaşı" ve "mevzi savaşı" kavramları bize yardımcı olabilir. Siyasal İslamın momentumu, demokratik ve barışçı (şiddet içermeden, verili yasaların içinde kalarak) kitle gösterileri, siyasi, özellikle ekonomik boykotlar, çeşitli protesto yöntemleriyle kırılabilir. Sonra, siyasal İslamın "yaşam alanlarındaki" etkisinin geriletilebilmesi için, halkçı, (halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan) ve demokratik reformlarla, yerel örgütlenmelerle ve vatandaşlık inisiyatifleriyle sürdürülecek, uzun süreli kültürel, ekonomik, sosyal hakları da içeren bir "mevzi savaşı" süreci başlayacaktır.

Bu iki direniş ve mücadele yöntemi birleştirilmediği takdirde ülke, emperyalizmin bölgedeki projelerinin aracı olarak işlemeye devam edecek, bu topraklarda yaşayanlar etnik kökenleri ne olursa olsun, gittikçe artan büyük maddi ve manevi acılara mahkûm edileceklerdir.

Truva atlarına dikkat
Siyasal İslama karşı direniş, hem siyasi-hukuki hem de kültürel-ekonomik olmak zorunda. Bu nedenle şu sıralarda olduğu gibi, genelde halkın sorunlarına duyarsız bir çevrenin, "yaşam tarzını koruma" kaygısıyla sesini yükseltmesi, çok olumlu bir gelişmedir. Ancak bugün, salt TÜSİAD'dan, büyük medyadan gelen eleştirilerin etrafında kurulacak bir muhalefetin, gerek momentumun kırılması gerekse de uzun dönemli süreçte, etkisinin çok sınırlı, refleksinin istikrarsız olacağını da baştan görmek gerekir.

Bu bağlamda, seçimlerden önceki konjonktürde yükselen ulusalcı dalgaya ilişkin yaptığımız uyarının seçimlerden sonra Meclis'te doğrulandığını söyleyebiliriz. O zaman demokratik, halkçı (halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan) bir siyasi programı içermeyen ulusalcılık iddialarının, tüm "şiddetine" karşın, hatta bu nedenle, emperyalizmin "Truva atı" olmaya mahkûm olduğunu ileri sürmüştük. Seçimlerden sonra şekillenen Meclis'te yaşanan AKP-MHP işbirliği, bu savımızı doğruladı. Dün olduğu gibi bugün de MHP liderliği, tüm ulusalcılık iddialarına karşın taraftarlarını "suya götürüp susuz getirmeye" devam edecek, tabanda siyasal İslamla yaşanan rekabet (mücadele değil), siyasal İslamın (emperyalizmin) değirmenine su taşıyacak, hatta ucu Hrant Dink cinayetine açılan süreci besleyecektir.

Büyük sermayenin ve büyük medyanın siyasal İslam kaygılarını değerlendirirken bunların sınırını, çizen ekonomik çıkarları da görmek gerekir. 1980 sonrası siyasal rejimin aydınlanma geleneğinden kaynaklanan sol/sosyalist muhalefet üzerinde, "serbest piyasa" rejiminin de yerleşik bölüşüm ilişkileri üzerinde yarattığı yıkımın dinamikleri bizi bugünkü siyasal İslam dalgasına getirdiğini unutmamak gerekir. Bu dönem boyunca her türlü halkçı politikaya, "özelleştirme, serbestleşme gerekir", "köylüyü tasfiye ediyoruz", aymazlığa ve şiddetle direnen, postmodernizmin rölativizminden kalkarak siyasal İslama meşruiyet kazandıran kesimin, bugün laiklik ve demokrasi, hatta ne yazık ki hâlâ "modernite" mücadelesine yapacağı katkıların zaaflarını da baştan görmek gerekir. Bu mücadeleyi bu güçleri yadsımadan, ama esas olarak 14 Nisan "olayına", diğer bir deyişle çalışanların en modern, örgütlenme kapasitesi en yüksek kesimine (geleneksel işçi sınıfını da ihmal etmeden) dayanarak ve "yaşam alanlarında" inşa etmek gerekiyor. Daha çok geç olmadan...

Tuesday, September 25, 2007

Bir 'Semptom' Olarak Prof. Şerif Mardin

Prof. Şerif Mardin 'in Ayşe Arman 'la yaptığı söyleşi ( Hürriyet /06/09), 1990'larda "de facto" hızlanan, şimdi yeni bir anayasayla da "de jure" hale gelmek üzere olan "restorasyon" sürecinin en önemli dinamiklerinden "transformismo" (1) olgusuna ilişkin çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Şimdiden bilemeyiz... Bekleyiniz

Mardin, Arman'ın "Hayat tarzımız değişebilir mi? Malezya olur muyuz? Kadınların gerçeği?.. Takıyye mi yapıyorlar? İstediğim gibi giyinemeyecek, Boğaz'da içki içemeyeceksem ne yapacağım? AKP'ye merkez sağ demek doğru mu? AKP konusunda yanılmış olabilir miyiz" olarak özetleyebileceğimiz sorularına, özetle, "Korkularınız yersiz olmayabilir. Bilemeyiz, bekleyip görmek gerekir" gibisinden cevaplar veriyor.
Böylece, söyleşi, iki işi birden "başarmış" oluyor. Birincisi, AKP'den huzursuz olanların, haz temelli, "maddiyatçı" ve "dekadan" yaşam tarzlarını (ayrıcalıklarını) kaybetmekten korkan, halkının maddi ve manevi sorunlarına yabancı ve ilgisiz bir seçkinlerden oluştuğuna ilişkin "fanteziyi" bir kez daha pekiştiriyor. İkincisi, Mardin, bu söyleşide, hem bu kaygılara "anlayışla" yaklaşarak Arman gibi düşünenleri, siyasal İslamın "pasif karşıdevrim" sürecine yabancılaştırmıyor. Hem de, "belki de değildir" (Ah! Aziz Nesin .), "bekleyip görelim" diyerek, liberal entelijansiyayı, siyasal İslama bağlayan "değişti-değişmedi" tartışmasına sadık kalarak, pratikte AKP'ye "pasif karşıdevrimi" (restorasyon) tamamlaması için gerekli süreyi tanımakla eşanlamlı bir tutum öneriyor. Bu arada, demokrasi adına, "konuşacaksınız" , "söyleyeceksiniz" gibi, özgürlükçü ve akılcı (inanca değil bilgiye dayalı) bir tartışma ortamı yoksa, pratikte hiçbir etkisi olmayan önerileri sıralıyor.

Mardin'in sözleri, bana, örümceklerin avlarının bedenine enjekte ettikleri uyuşturucu ve protein eritici sıvıyı anımsattı. Demokrasinin biçimselliğine/ritüellerine kanarak, bu bekle gör tutumunu benimseyenler, hem siyasal İslamın toplumsal ilişkilerinin, yasal kazanımlarının yaşam tarzlarını (bedenlerini) gittikçe daha çok sardığını hem de saflarının (kaslarının) gittikçe eridiğini (transformismo), tepki gösterme kapasitelerini yitirdiklerini görecekler.

Prof. Mardin'in, Chantal Mouffe 'tan söz ettiği için, hegemonya süreçleriyle ilgili tartışmaları bildiğini varsaymamız, buradan hareketle de ne yazık ki, akademik ve kişisel saygınlığıyla "transformismo" sürecinde önemli bir katalizör işlevi gördüğünü de kabul etmemiz gerekiyor.

Popülizm ve yerellik

Diğer taraftan, söyleşide, siyasal İslamın tırmanan iktidarına karşı direnmek isteyenlere yararlı olabilecek ipuçları da var. Örneğin, Mardin söyleşiye başlarken konuya Yusuf Akçura 'dan girip Rus Narodnik hareketinden geçerek, sözü AKP'nin karakterini konuşmaya getirdiğinde, karşımıza tam anlamıyla popülist, yerel (ulusal ve vatandaşlık gibi soyut aidiyetlere değil din, tarikat, mahalle gibi somut aidiyetlere dayalı), bu zeminde derin bir biçimde örgütlenmiş (Nakşibendilik) bir siyasi hareketten güç alan bir siyasi parti/hareket resmi koyuyor. Ancak, Mardin, Arman'ın temsil ettiği kesimin duyarlılıklarını "paylaştığı" izlenimini verdikten, bekleyip görmek gerektiğini vurguladıktan, olası itirazlara karşı "demokrasi kaostur" (herkes her istediğini söyler) dedikten sonra, "sakın darbe olmasın" diyerek "gardını" alıyor...

Bunlardan en azından iki ders çıkarılabilir. Birincisi, AKP'nin tabanıyla arasındaki, popülist (havuç/sopa, seçkinler-kalabalıklar dinamiğine, "onurlu yalana" , dayalı) bir ilişkidir. Bu ilişki salt şiddet ve bastırmayla değil, ancak bir "karşıt hegemonya" hareketiyle kırılabilir. İkincisi, belli ki, bu "pasif karşıdevrim" süreci, çok kritik bir aşamada. Siyasal İslam'ın "transformismo" ile yanına çektiği kesimin desteğine hâlâ büyük gereksinimi var.

Solun ve sosyalistlerin, bu konjonktürü değerlendirebilmek için ilk önce aydınlanma geleneğinin ( aklın eleştirisi, özgürlük, demokrasi, toplumsal ilerleme ) çocukları, ürünü olduklarını, bu geleneğin yadsınarak aşıldığı, ama şimdi restore edilmeye çalışılan dini hakikatlere dayalı evrenin içinde, hiçbir düzeyde, var olamayacaklarını anımsamaları gerekiyor... Ondan sonra belki liberal entelijansiyayı da yeniden kazanabilecek bir karşıt hegemonya inşa etmeye girişmek söz konusu olabilir. Bu bağlamda, ulusal bağımsızlık, halkçılık (popülizm değil), tüketim toplumunun kültür ve ahlakına, hümanist bir karşı çıkış, siyasal İslamın hegemonyası altındaki kesimlere ulaşmak için bir başlangıç noktası, bir köprü olabilir.

1) İktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir siyasi hareketin, rakipleriyle arasındaki "alanda" yer alan kanaat önderlerini ve siyasetçileri süreç içinde kendisinden yana "dönüştürmesi" anlamına gelen bu kavramı siyasal İslamın toplumsal yapıyı ele geçiriş sürecini irdelerken, Gramsci nin "Hapishane Defterleri" yapıtından anımsamış, Cumhuriyet'teki yazılarımda, 7 Haziran'da Tempo dergisinde yayımlanan "İran'la-Mısır arasında Türkiye" başlıklı denememde kullanmıştım.

Thursday, September 13, 2007

Sığlıktan söz ederken , bir örnek

Yeni Safak aktarıyor:
"Orhan Pamuk, Türkiye'de laik kesimin kendisini Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gücüne yasladığını ve 'son 5-10 yılda yaşanan çatışmanın, Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne yaklaştırmak isteyen ılımlı İslamcılarla, silahlı kuvvetlere dayanmak isteyen bu laikler arasında yaşandığını, Türkiye'deki ılımlı siyasi islamcıların, demokrasiye laiklerden daha saygılı olduklarını' kaydetti. … Ayrıca Pamuk, 'Bir yazarın görevi, geçmişte ne olduğu ile ilgilenmek değildir. Onun görevi, bugünün parlak gerçeğini eserlerine yansıtmaktır. Benim için gelecekte ne olacağı önemli değildir. Ben bir edebiyatçıyım. Siyasi eylem adamı veya militan değilim'derken, şöyle konuştu: 'Benim için önemli olan, bugünü ve hayatı kitaplarıma romanlarıma nasıl yansıttığımdır. Zaman zaman siyasi konularda ettiğim laflarla başımı derde sokmuş olabilirim. Ama bu, siyasi bir ajandam olmasından değil, sadece aklımdan geçenleri söylediğim için olmuştur. Çünkü kendime ait köşeli düşüncelerim var ve vicdani kanaatlerim var. Bunları söylemişimdir.' diyormuş

Tarihte ne olduğu onu ilgilendirmiyor ama Cevdet Bey ve Oğulları…

Görevi “bu günün parlak gerçeğini eserlerine yansıtmak” mış, sanki gerçek, verili gerçekliğe karşı, onun, kendi imkansızlığını bastırarak, tutarlılık taklidi yapan toplumsal simgesel bir yapıntı, olduğunu gözler önüne sermeyi amaçlayan öznel (siyasi ve etik) bir saldırı olmadan yansıtılabilirmiş gibi…

Siyasi ajandası yokmuş ama, kendine ait köşeli düşünceleri varmış… Sanki bunlar apolitik olabilirmiş gibi…

Nitekim, son derecede ideolojik ve siyasi bir saptama olan “ılımlı İslam - Laikler” denklemini kabul etmenin yanı sıra, bir de taraf oluyor…

Avrupa Birliği'ne girmek istemenin siyasi bir ajanda olduğunun ayırtına varmayacağımızı sanıyor.

Sayenizde...

Türkiye'deki liberal/post-modernist entelijansiyanın sığ, seçkinci kendini beğenmişliğinin ( "bu koyunu biz güderiz arkadaş!" ) farkındaydık. Elimizden geldiğince, uyarmaya, "yaşam tarzlarına" düşman bir siyasi akımı desteklediklerine, bir "transformismo" sürecinde olduklarına dikkat çekmeye çalıştık. Şimdi, destekledikleri akım "doğasına" , kendi "hakikat rejimine" uygun davranmaya başlayınca, şaşırdıklarını, huysuzlaştıklarını görüyoruz.

Aziz Nesin'i anmanın tam zamanı

Nesin 'in bir öyküsünde, öykünün karakteri (adı lazım değil) bozkırda yürürken uzaktan kurt sesi duyar. Çok korkar, kendini avutmak için, "yok canım köpektir" der. Kurt sesi yakınlaştıkça o "köpektir, köpektir" diye avunmaya devam eder. Ta ki kurt yetişip, bacağına dişlerini geçirene kadar. "Ah!" der "kurtmuş" tökezlenerek yere yuvarlanırken...

Liberal entelijansiya işte bu karaktere benziyor. Önce, damarlarında "ikamecilik" olduğundan, AKP liderliğinin vitriniyle, partiyi, partiyle de siyasal hareketi birbirine karıştırdı. Sonra, siyasal İslam hareketinin tarihsel, uluslararası özelliklerini yadsıyarak, ısrarla "ılımlı (iktidara ancak, liberal ve demokratik olduğunu iddia ederse, yaklaşabileceğini bilen) İslam" ın, farklı, "ehlileşmiş bir yaratık" olduğunu tekrarlayıp durdu, oluşmasında kendine büyük önem vehmetti. Fanteziyi biliyorsunuz: Bak, bunları radikallerden (Milli Görüş'ten) ayırdık, şimdi sıra, sıradan bir muhafazakâr partiye dönüştürmeye geldi. İktidar "realitesi" ve bizim aklımız bu süreci hızlandıracaktır..

Bu kez, AKP hem hükümeti hem de Cumhurbaşkanlığı'nı aldı. Artık, rejimi yeniden yapılandırmaya uygun tüm araçlar elinde. Siyasal İslamın "mahalle etkisi", kültürel projesinin çeşitli öğeleri kendilerini hissettirmeye, daha önce kimsenin bilmediği "Namaz gönüllüleri" gibi örgütleri ortaya çıkmaya, hareketin entelijansiyası da, ses tonunu sertleştirmeye başladı. Şimdi "bizimkiler" düş kırıklığı deklare ediyor, artan fanatik tutumlardan yakınıyorlar; hâlâ akıl vermeye çabalıyorlar...

Sığlık derken işte bunu kastediyordum. Her arzusuna uygun, aklına yatkın olanı gerçek sanmakla, kendi önemini abartmakla ilgili bir sığlık bu. Arkadaş senin hiçbir "hakikat rejimine" (ne Aydınlanma, ne Dini) sadakatin yok. Kendi fantezilerinin ( 'büyük söylemler' bitti) herkes için geçerli olduğuna, herkesin "yapıya" teslim olduğuna inanacak kadar kendinle dolusun. Bugün buna, yarın öbürüne inandığın için insanların "inançlarından" kolaylıkla vazgeçmesini bekliyorsun. Tayyip Bey, en son Kanal D programında olmak üzere, kaç kez uyardı: "Ilımlı İslam yakıştırmaları çok çirkin" dedi, ekledi, "dinimize saygısızlıktır, hakarettir. İslamın ılımlısı ılımsızı falan olmaz, İslam İslamdır o kadar". Sen hâlâ bağıran köpektir... köpektir diyorsun ayağını ısırmaya başladığı halde.

'Ilımlı İslam' kavramı gerekli, ama bizim için değil

Ortadoğu'da uygulanmaya konan emperyalist proje için, "ılımlı İslam" kavramı gerekli. Stratejik açıdan hedef alınan coğrafyada, yükselmekte olan bir siyasi, dini, en önemlisi kitlesel hareket var. Bunu, bölmek, içinde işbirlikçiler yaratarak zayıflatmak, diğer muhalefet hareketleriyle özellikle ulusalcılıkla, antiemperyalizmle, sosyalizmle kapıştırmak, bu arada hareketin tümünü karşıya almamak gerekiyor: "Sorun İslam değil radikal İslam. Çözüm ılımlı İslam saptaması" işte bu amaçla üretildi.

Kuramsal açıdan, eğer realiteyi, her tarihsel, kültürel zeminde, bukalemun gibi renk değiştirerek sermaye ilişkisini üreten, tek bir kapitalist uygarlık olarak değil de, tek bir boyutuna, kültüre indirgeyerek, birbirine düşman Hıristiyan ve İslami uygarlıkların çatışması olarak betimliyorsanız işiniz çok zor. Karşınızda, ılımlı, yani asimile edilebilecek bir İslam yoksa ne yapacaksınız? Savaş, imha, tecrit ve Batı'dakileri de Doğu'ya sürmekten başka bir seçeneğiniz kalır mı? Bu nedenle, "gerçekçi" bir politika üretebilmek için, "ılımlı İslam" kavramını, gerçekte böyle bir akım var olmasa bile, birkaç sahte Müslümanın, oportünist yazarın sayesinde fantezi olarak korumak, varmış gibi davranmak gerekiyor.

Ancak, siyasal İslamın siyasetçileri bu kavramın arkasındaki zaafları gördüler, sürece parazit bir ilişkiyle bağlandılar. Şimdi hem zaman, mevzi kazanıyor, hem toplumsal etkilerini yaygınlaştırıyor, hem de, kapitalizmle barışık olduklarından (tek bir uygarlık), sermaye ve güç biriktirmeye, bu sırada "radikalleri" de koruyarak hareketi bölmemeye dikkat ediyorlar. Ama, bu arada kapitalizme ve emperyalizme karşı projeler, hatta liberal demokrasi dahi hızla tasfiye oluyor; sosyal demokrat taklitçileri "ülkenin inanç haritası içinde" kendilerine yer aramaya başladıkça, siyasal yelpaze, sağıyla soluyla, siyasal İslamın "simgesel evreni" içine çekiliyor, İslamın "hakikat rejimiyle" uyuşmayan siyasi akımlar, yaşam tarzları giderek tasfiye oluyor.

Sayenizde...

(Cumhuriyet 12.09.2007)

Monday, September 10, 2007

'İslamcı tehlikeyi unut...'

İslamcı tehlikeyi unutun, gelmekte olan çatışma Rusya ve Çin gibi otokratik uluslarla dünyanın geri kalanı arasında olacak" diyor "Neo-con" çevrelerin en ağır toplarından biri Robert Kagan (The Weekly Stardart ve The New Republic'in, editörlerinden, Carnegie Endovement for International Peace'in yöneticilerinden, German Marshall Fund'un da üyesi), pazar günü Londra Times gazetesinde yayımlanan denemesinde. Böylece, Kagan, ABD dış politikasının önemli bir prensibini de dile getiriyordu: ABD'nin esas düşmanı, radikal İslam değil Çin ve Rusya ... Çünkü birincisinin kapitalizmin, küreselleşmenin, modernitenin güçlerine tepkisi küresel yaşamın bir gerçeği ama en fazla bir yan sorun. Diğer bir değişle Batı merkezli sisteme yönelik bir sorun değil. Zaten ABD'de hem İslamcı hareketin içinde kendine bağlı ılımlı bir kanat oluşturuyor, hem Sünni-Şii bloklaşmasıyla en güçlü iki ülkesini karşı karşıya getirmeye çabalıyor: Divide et impera!

Halbuki, Rusya ve Çin, ABD'nin, kendi ekonomik siyasal sistemine hizmet edecek biçimde şekillenmiş ( "neo-liberal demokrat" ) bir tek kutuplu dünya (imparatorluk) projesine, gittikçe artan etkinlikle direnen ve gelişmekte olan ülkeler karşısında da bir çekim merkezi oluşturmaya başlayan iki güçlü ülke... Kagan ABD yönetimine, Avrupa ülkelerinden, Hindistan, Japonya Avustralya gibi Asya ülkelerine kadar uzanan bir demokratik ülkeler bloku oluşturmayı öneriyor...

'Yeşil Kuşak' redux

Aslında son günlerde, ABD basınında, Kagan'ın bu projesini şu veya bu biçimde "pazarlayanların " arttığını görüyoruz. Örneğin, Los Angeles Times 'da, yine Carnegie'den Josua Kurlantzick , pazar günü, Çin'in en son başarılı ihraç malının "yumuşak güç" olduğunu yazıyor, bu ülkenin askeri yapısının yenilenmesinin yanı sıra, özellikle Orta Asya'da gittikçe yayılan ekonomik, diplomatik etkilerine dikkat çekiyordu.

Aynı gün, yine aynı gazetede Stanford Üniversitesi'nden Prof. Michael McFaul , bu kez "Yeni Rusya Yeni Tehlike" başlıklı bir yazıyla Rusya'nın hızla artmaya başlayan askeri kapasitelerine ( "sert gücüne" ) ve yeni diplomasi inisiyatiflerine karşı Bush yönetimini uyarıyordu. Newsweek 'in son sayısında da (10/09) ABD ile Çin'in Asya'daki askeri ve diplomatik rekabetini ayrıntılı bir biçimde irdeleyen uzun bir deneme var.
Anlaşılan, bu yeni jeopolitikte, AKP 'den Müslüman Kardeşler 'e kadar siyasal İslam, özellikle kendi projesini yaşama geçirmek için ABD'ye hizmet etmeyi kabul eden ılımlı kanadı, ABD açısından, bu yeni düşmana karşı önemli bir ittifak, imparatorluk projesinin bir dayanak noktası olarak beliriyor, bir nevi Yeşil Kuşak redux

Monday, July 30, 2007

Tuesday, July 10, 2007

İt Cazı [1], "tekrar" ve risk...

(Cumhuriyet Kitap Eki 10 Nisan 2007)

"Ben memleketi kurtarmaya gidiyorum.
Sen akşama cinnet pişir"(
İt Cazı sf, 109)
Bu bir "kitap tanıtma" yazısı değil. Ben, "diğerleri" gibi yaşamamak, yazmamak, "özgün olmak" için çabalayan, bugüne kadar da bunu İt Cazı [1] da dahil olmak üzere büyük ölçüde başaran küçük İskender'in geldiği noktada, karşı karşıya olduğu bir tehlikeye değinmek istiyorum: İskender'in sanatı, bugüne kadar karşı durduğu "kentsoylu" kültürünün yeni biçimlerde, özellikle "gençlik kültürü", "karşıt kültür" "özgünlük" piyasası biçimleri içinde yeniden üretilmesi sürecine katılarak gücünü kaybetmek üzere.
I- Romantizmden Avant-Garde'a, "ideal"den "reel"e
Modern zamanlarda [2] felsefenin tarihini Kant'ın "üç eleştirisiyle" ortaya koyduğu, son tahlilde özgürlüğün anlamı ve sınırlarıyla ilgili sorunlarla boğuşmak oluşturuyor, modern siyasetin başı, Fransız devriminden bu yana "özgürlük" ve "eşitlik" sorunlarıyla dertte. Modern sanatın tarihini ise felsefenin ve siyasetin sorunlarıyla etkileşmesinin yanı sıra, romantizmden kurtulma çabası olarak yorumlanabilir.

Romantik sanat ideal ve sonsuz olanı, maddi ve sonlu olan yapıtta ifade etmeyi amaçladı. Yapıt "sonsuzun sonlu olana inişiydi". Özgürlük[3] ideali, böylece yapıtın estetik özellikleriyle kendini göstererek yaşantılandırılacak, duyumsatılacak, insanlık tarafından daha iyi anlaşılacak, gerçekleşmesi kolaylaşacaktı. Romantik sanatçı bu anlamda karşımıza adeta bir "yalvaç", sanat ise siyasetin ve dinin yerini alan yeni "sistem"[4] olarak çıkar [5].
Modernist sanatçı için ise sorunun, özgürlük idealinin yapıtın sonlu maddiliğinde yaşantılandırılması[6] olmadığını görüyoruz. Artık o sınıfları ortadan kaldırmaya, eşitlik, özgürlük, kardeşlik getirmeye söz vermiş olan bu toplumda özgürlük yokluğunun ayırdına varmaya başlamıştır. Tüm uygarlığın tarihi, özgürlük "yokluğu" etrafında yapılandırılmış toplumların tarihidir. Özgürlük, hep egemen sembolik (simgeler) sistem içinde yaşantılandırılamayan, dile getirilemeyen, bastırılan bir "şey" olagelmiştir: Özgürlük uygarlığın "reeli"dir. Modernist sanatçı özgürlüklerinin önündeki engellerle yüzleşmeye başladığında, bunları aşarak özgürlüğe ulaşmanın, reelin peşinde olacaktır.

Modernist sanatçı için sorun, giderek özgürlüğü, estetik haz yoluyla yeniden yaşantılandırmaya çalışan romantizmden kopmak, onun yerine özgürlük yokluğunu, reeli yeniden yaşantılandırmanın peşinde koşmak, olarak belirmeye başlar. Ancak reel, tarifi gereği yaşantılandırılamayan, dile getirilemeyen olduğundan, modernist sanatçı ister istemez yapıtını özgürlük üzerine değil, özgürlük yokluğu üzerine kuracaktır. Böylece modern yapıt karşımıza, reeli/sonsuzu, özgürlüğü, onun yokluğunu yaşantılandırma yoluyla arayan bir imkânsızlık olarak çıkar.
Ve hemen siyasallaşmaya başlar. Çünkü "yapıt" ve sanat eylemi, sanatçıyı özgürlüğün verili tanımlarıyla, düzenin yasalarıyla, ahlakıyla, daha genel olarak söylersek ideolojisiyle karşı karşıya getirecektir. Bir egemen sınıfın varlığı, özgürlük yokluğunun kendisi olduğuna göre, bu aynı zamanda reelin de ta kendisidir. Öyleyse sanatçı, hemen reelin sureti (semblance), simgesel varlığı olan egemenlik ideolojisiyle karşı karşıya gelecek, onu delerek arkasına geçmeye, reele ulaşmaya çalışacak, yapıtını hep bu paradigma içinde kuracak, bu nedenle egemen sınıflar/güçler tarafından hep kuşkuyla karşılanacak, sık sık yargılanacak, cezalandırılacaktır.

Buradan, yapıt, hep başarısız kalacaktır sonucuna ulaşırız ama bu sanatçının da başarısızlığa mahkûm olduğu anlamına gelmez. Çünkü, yapıtın "başarısız" varlığı, simgesel sistem içinde reele ilişkin bir fark yaratır. Yapıt, reel değildir, ama simgesele de uymaz. Yapıtla simgesel arasında bir uzaklık, yapıtın varlığıyla simgesel içinde, yapıtı izleyen "özne" üzerinde iz bırakacak bir "çatlak" oluşur. Sanatçının başarısı da işte bu uzaklıkta, bu çatlağın izleyicide bırakacağı "izde" ve bu uzaklığı durmadan yeniden yaratma çabasında yatar.

Bu açıdan bakınca, İskender'in hep "reel"in peşinde, sürekli aynı eylemi tekrarlayarak üreten "modernist" bir sanatçı olduğunu söyleyebiliriz. İskender İt Cazı'nda da ifade edilemeyeni, egemen ideolojinin dünyasında bastırılanı dile getirmeye, kentsoylu duyarlıkları delip geçerek arkasındakine, reele ulaşma çabasını sürdürmeye devam ettiğini görüyoruz.
Ancak İt Cazı, İskender'in sanat yaşamında geldiği noktada giriş bölümünde değindiğim gibi önemli bir sorunla karşılaşmaya başladığını da gösteriyor. Ya İskender'in reelin peşinde koşarken "buldukları", çoktan simgeselin içine alınmış, normalleştirilmişse? Ya kentsoylu duyarlılıkları delerken kullandıkları, artık kentsoylu duyarlıkların parçası, hatta kalkanı olmuşsa?

Aslında sorun İskender'den kaynaklanmıyor. 1980'lerde İskender yazmaya başladığında, henüz bu süreç yeni başlıyor, "küreselleşme" (neo-liberalizm) ve simgesel evreni, ülkeye yeni nüfuz ediyordu. İskender kendini kolaylıkla bu yeninin, aslında kapitalizmin kendini sürekli tekrarlayan "yenisinin" de (kötü sonsuzun) karşısına koyabiliyordu. Şimdi ise işi o kadar kolay değil; dahası, suç ortağı olma tehlikesi bile söz konusu.
II- Avant-Garde ve İskender
Toplumun medya eliyle genelleştirilen en düşük ortak beğeni parçacıklarıyla çalışan bir "estetik yönetici"[7] değil İskender. Onun, iktidar ilişkilerini, egemen ideolojiyi yeniden üretmeye, onun güncelini yüceltmeye hiç niyeti yok. Aksine onunki, bir tepki şiiri[8]. Şairin "girdiği yere sadece imha etmek için" girdiğine inanıyor (age). Şiir onun için bir "iltihap", "uyum sağlayamamanın, algılayamamanın, insan ruhunda yarattığı sıkıntılar... Eşitliğin olmadığı, çıkarcılığın ön plana çıktığı, faşizmin at koşturduğu bir dönemde" bir ütopyanın peşinde koşmanın ruh dünyasında yarattığı çatışmanın, bu çatışmada ölen hücrelerin iltihabı adeta şiir (age). "Oksijenle beslenmeyen", zehirli bir şiir bu, "toplumu içerden kemirmekle"... "sistemi içerden çürütmekle" ilgili.

İskender, bu tepki duyduğu dünyayı değiştirmek istiyor. "Bir soyguna hazırlanıyorum" diyor... ve ekliyor: "Bu ülkenin değil tüm Ortadoğu'nun, dünyanın alt kültür edebiyatını değiştirecek bir soygun bu". "Ben hayattan anlam çalmaya çalışıyorum" derken, bize kendini duşan kampında bir casus ve hırsız gibi gören Kierkegaard'ı anımsatıyor.

İskender yapıtlarıyla ve yaşantısıyla toplumu düelloya davet ediyor. İskender'in elindeki en güçlü silah "alt kültür". İskender'in bu kavramla tam olarak neyi kastettiğini anlamak zor. Ancak yapıtlarından, söylediklerinden bu kavramın "karşıt kültür" kavramıyla, yakın akrabalığı olduğu, hatta tümüyle örtüştüğü söylenebilir. İşte beni kaygılandıran da bu. Çünkü, bu alan İskender'in yüklediği anlamları taşımıyorsa, onun bu düellodan canlı çıkması olanaksız. Kayıp edeceği en değerli şey ise canı olmayacak...

Düellonun silahları, kentsoylu duyarlıkların (beğenilerin, yasaların, umutların, ahlakın) olumladığı neyse, onun tam tersi şeylerden (kavramlar, nesneler, değerler ve yaşam tarzı) oluşuyor. Diğer bir deyişle İskender de kentsoylu dünyanın reelinin peşinde.
Bu "karşıt", "çürütücü" değerler sisteminin, reelin peşinden gidişin, serüveni üzerine ilginç, bir çalışma olan "küçük İskender Şiirinde Aşk Anlatısı: Suç İktidar ve Ölüm" başlıklı denemesinde [9] Nilay Özer, İskender'in ilk kitabından bu yana (Gözlerim sığmıyor yüzüme, 1988) şiirlerini, çoğunlukla "eşcinsel aşkı, kimi zaman salt erotik/pornografik boyutlarını vurgulayarak; uyuşturucu, alkol, intihar, cinayet gibi öğelerle kurulmuş bir atmosferde işlediğini" saptayarak, bu şiirlerin, "Türk şiirinde görülmemiş genişlikte bir sözcük ve ifade evreniyle, alt kültürle üst kültürü buluşturan bir söylemler çeşitliliğine sahip" olduğuna işaret ediyor. Özer "Şairin kullandığı sözcükler dört gruba ayrılabilir" diyor ve devam ediyor, "1. Argo ve küfrü de içeren erotik/ pornografik sözcükler, 2. Cinayet, tecavüz, cinsel taciz, uyuşturucu gibi kanun ve ahlak bağlamında suça ilişkin ve şeytani olanı işaret eden sözcükler, 3. Devlet ideolojisine, iktidar odaklarına saldıran siyasi içerikli sözcükler. 4. Tıp başta olmak üzere bilimsel terminolojiyle insan bedeninin üye, organ ve dokularına ilişkin sözcüklerle ilaç isimleri. Aşkın konu edildiği hemen her şiirde karşılaşılan bu sözcük grupları, küçük İskender şiirindeki aşk anlatısının, suç, iktidar ve ölüm üçlüsüne dayanan özgün bir içermesi olduğunu düşündürür."

Özer'in bu saptamalarının, hemen hiçbir değişikliğe gerek duymadan İt Cazı için de, kitaptaki ilk "Abi" başlıklı şiirden başlayarak, geçerli olduğunu söyleyebiliriz [10]. Diğer bir deyişle İskender İt Cazı'nda da toplumun karşısına, ilk kitabından bu yana taşıdığı "alet çantasıyla" (temalarla ve sözcükler "kümesiyle") çıkıyor. Reelin peşinden koşan ama yapıtının hep başarısız kalacağını bilen bir sanatçı için bu doğal. Sanatçının başarısı yapıtın reeli yaşantılandırmasında, üründe değil (bu olanaksızdır), bunu gerçekleştirme çabasını sürekli tekrar etmesinde yatar. Badiou'nun işaret ettiği gibi, sonsuzu sonluda ifade etmenin yolu, onu yapıtın içine sıkıştırmaya çalışmaktan değil, tekrarda, harekette aramaktan geçiyor.

İskender'in aynı temaları biteviye tekrarlaması bu bağlamda, olağan ve gerekli. Ancak bu stratejinin, tekrarlanan temalar, kentsoylu duyarlıkların reeli olarak kalmaya devam ettikleri sürece başarılı olacağı da bir başka gerçek. İt Cazı'nı bekleyen tehlikeler de bu gerçekten kaynaklanıyor: 1988'den 2006'ya çok şey değişti, Türkiye'de ve dünyada. Esas olan aynı kalmakla birlikte...
III- İsyan ve "isyancı piyasası"
İskender'in bugün karşı karşıya kaldığı tehlikeyi betimleyebilmek için, 1988'den 2006'ya yaşanan gelişmelere, ve bu süreç içinde karşıt /alt kültürün piyasa ilişkilerine, onun "indirgemeci", "araççı mantığına"[11] eklemlenme sürecine kısaca değinmemiz gerekiyor.

1970'lerden başlayarak sermaye, önce merkez ülkelerde sonra dünya çapında bir aşırı üretim/talep yetersizliği kriziyle karşı karşıya kaldı [12]. Sermaye açısından, bu krize cevap olarak yeni yatırım alanları açılmalı, eksik tüketim sorunu talep yaratılarak, bu sırada finansal alana kaçarak/sığınarak aşılmalıydı. Bunların gerçekleşebilmesi için, sermayenin egemen örgütlenme biçimi ("yapılaştırılmış uyumu" ve "yapılaştırılmış duyarlılıkları" -öznelikler/beğenileri/değerler [13]) yıkılmalı ve yeniden kurulmalıydı.
1980'lerde başlayan bu dönüşümler, 1990'larda küreselleşme ve teknolojik (veri işlem ve iletişim- PC ve internet) devrim kavramlarıyla ifade edilerek hızlandılar. Bir başka açıdan baktığımızda ise, meta ilişkilerinin dünya çapında yayılma sürecinde bir hızlanmanın yaşandığını, zaman ve mekân kavramlarına ilişkin algılama biçimlerinin ve sermaye birikimi için gerekli duyarlık yapısının yeniden şekillendirildiğini görüyoruz. 1989'da Doğu blokunun çökmesinin ve devrimci imajların kısa sürede reklam piyasalarınca (sermayenin talep yaratma makinesinde) kullanılmaya başlamasının egemen ideolojiye getirdiği avantajları da ekleyelim.

Sermayenin talep yaratma makinesi, dikkatini özellikle üç alan üzerinde yoğunlaştırdı. Birincisi 1968-73 kuşağının, şimdi yılgın, yorgun ve tümüyle sinik (çok bilmiş) ama artık tüketim kapasitesi yüksek ve aklı gençliğinde kalan üyeleri. İkincisi, her yıl yenilenen bir piyasa olarak gençlik. Üçüncüsü hızla, IMF programlarıyla mali sermayeye açılmaya başlanan "gelişmekte olan piyasalar".

Bu konjonktürde sermayenin talep yaratma makinesinin en büyük esin kaynağının, ne yazık ki devrimci, isyancı kanat, 1968-73 sonrasında geliştirilen ama 1990'larda postmodernizmin kültür fetişizminin de etkisiyle hızla güçlenen, "karşıt kültür", "kültürü bozmak/tıkamak" (Culture Jamming) tezleri, "Cool", "Hip" kavramları ve "özgünlük" saplantısı olduğunu görüyoruz [14].
Bu tezlerin arkasında da yine 1968'in hayaletleri var. Bu tez iki parçadan oluşuyor: 1- Kapitalizm, teknoloji, kitle üretim ve kitelesel tüketim yoluyla, bürokratik yönetim araçlarını da kullanarak, uyumlu, zihni kapalı, pasif bireylerden oluşan bir topum yarattı. Sınıf mücadelesinden, siyasi partilerden ve reformlardan önce, bu kültürel egemenliği kırmak gerekir. Ancak o zaman insanlar özgürce düşünebilir ve devrimcileşebilirler. 2- Öyleyse, egemen kültür ne yasaklıyorsa, tam aksini yapmak gerekir!
Ancak bu kapitalizmin, çeşitlendirici, dinamik özelliklerini, sürekli yeni gereksinimler yaratarak ilerleyen doğasını göremeyen, deyim yerindeyse arabayı atın önüne koşan tezler, 1990'larda hızlanan dönüşüme hazırlıksız yakalandılar. Şimdi, talep yaratma makinesi (reklam endüstrisi) 1968-73 kuşağının özellikle 1989'dan sonraki, bilgiç, şüpheci ama umutsuz ruh halini doğru bir biçimde anlayarak uyum sağlamaya başlamıştı bile. Şimdi talep yaratma makinesi, yeni hedef kitlesini göz önüne alarak, kapitalizmin yabancılaştırıcı bir sistem olduğunu, malların vaat ettiklerini yerine getirmediğini itiraf ediyor, bu "gerçeğin farkında olan" "isyankâr" kesime mallarını, adeta göz kırparak, şaka, ironi, devrimci nostalji yoluyla, gençliğe ve genç kalma (Ah! Genç kalma endüstrisi!) fantezileri, "hip" ve "cool" imajları, "özgünlük" saplantısını körükleyen imalar aracılığıyla satıyordu[15].
Dahası bu talep kıtlığı ortamında, sermayenin talep yaratma makinesi, yerleşik, bir önceki birikim modelinin kentsoylu duyarlılıklarına/değerlerine karşı da savaş açacak [16], ahlaki sınırları aşmaya başlayacaktı. Marx'ın Komünist Manifesto'da vurguladığı gibi yine "kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyordu". Hiper-kutsal (din) olan için de, ayrı, ona özgün bir din sömürüsü piyasası oluşturuldu.

Şimdi, kentsoylu kültür, gereksinimlerin "ânında tatminine" öncelik veren bir biçimde yeniden şekilleniyor, böylece insanlar da verili an üzerinde odaklaşıyor, geçmişlerini ve geleceklerini kaybediyor, sürekli bir unutkanlık ortamında, yaşama programlanıyorlar. Burada estetik yaşam (yine Kierkegaard) diğer bir deyişle, bedensel hazlara odaklanmış bir yaşam yüceltiliyor, bedensel olarak özgürleştiklerini sananlar eskisinden çok daha yakından denetlenen ve yönlendirilen bir "biopolitic" nesnesi olmaya başlıyorlar. Artık en makbul nesneler ânında tatmin vaat edenlerdi: Metalar (alışveriş), seks (aşk fantezileri) ve uyuşturucu.
Bu süreçte artık, parfümler, giysiler, uyuşturucu hatta eroin imajlarıyla satılıyor, yeni müzik grupları, "alt kültürün" yaşamından alınmış imajlarla pazarlanıyor, seks her türlü malın imajına işleniyor, eşcinsellik için yeni pembe piyasalar, çevreciler için ahlaklı yatırım araçları yaratılıyordu. Uydu kanallar, MTV, Fox, CNN, ABD, CNBC kaynaklı diziler, reklam afişleri önce gelişmiş ülkelerde hızlanan bu süreci gelişmekte olan ülkelerin metropollerine taşıyordu.

Bu süreç Türkiye'de özellikle 1990'larda büyük bir ivme kazandı. İskender'in "düelloda" kullandığı silahlar teker teker, kapitalizmin, bu yeni neoliberal kentsoylu yaşamın simgesel evrenini içine alınmaya, reelin alanından çıkmaya başladılar.
IV- Sonuç

Şimdi, İskender, reelin peşinde giderken, simgeselin yeniden üretiminin aracına, (bu kez isyancılar, için açılmış yabancılaşma pazarındaki genel geçer, ortak paydayı temsil eden beğenilerden oluşan) bir "estetik yöneticiye" de dönüşebilir... Biz de son 25 yılın en önemli şairlerinden birini kaybetmiş oluruz.
-------------------
(1) küçük İskender, İt Cazı, Temmuz 2006, Sel Yayıncılık.
(2) Modern zamanlar kavramını kapitalizmin tarihiyle eşanlamı olarak kullanılıyorum. Ancak kapitalizmin tarihini da kabaca, ortaya çıkış, kapitalist sınıfın şekillenmesi ve eski rejimle mücadeleleri, kapitalist sınıfın egemenliğinin ve egemen ideolojisinin sembolik evrende belirleyici olması, nihayet kapitalizme karşı ilk kuşkuların ve eleştirilerin oluşmaya başlaması olarak üç aşamada düşünebiliriz: Oraya çıkış (becoming), Varoluş (existence), değişemeden tekrar (kötü sonsuz). Romantizm, Modernizm, Avant Garde... olarak düşünülebilir mi acaba?
(3) "Sanat sanat için", "sanatın kendinden başka hiçbir işlevi yoktur" tezleriyle yükselen kentsoylu sınıfın özgürlük talebi arasındaki ilişkiyi başka bir yerde (Köpeğin Ahlakı, 2005, Gri Yayınları) irdelediğim için burada girmiyorum.
(4) Örneğin, Bkz: "Alman idealizminin en eski sistem programı" (1796) olarak bilinen belge, İngilizce çevirisi için Andrew Bowie, Aesthetic and Subjectivity, from Kant to Nietzche 2003, Manchester University Press sf. 334
(5) Slavoj Zizek bu konuya sık sık değinmekle birlikte, "sistemli" bir değerlendirme için: Alain Badiou, The Century, 2007, Polity Press.
(6) Bu kavramın yeterli olmadığının farkındayım ama "present" ve "re-present" kavramları için daha iyisini bulamıyorum...
(7) Bu kavram Donald Kuspit'e ait, Redeeming Art, Allworth Press, New York, 2000, sf, 134-154) ama esas kaynağı için: Bernd Schmitt and Alex Simonson Marketing Aesthetics - The Strategic Management of Brands, Identity and Image, Free Press New York, 1997.
(8) Röportaj: Esmer, Eylül 2006
(9) Nilay Özer, "küçük İskender'in Şiirlerinde Aşk Anlatısı: Suç, İktidar ve Ölüm", Varlık. Eylül 2006. Sayfa 36-41
(10) It Cazı'nın, İskender'in en gelişkin, zamanın ruhuna uygun olarak en melankolik, aynı zamanda en şiddetli yapıtı olduğunu düşünüyorum. İt Cazı'nı biçim açısından da ayrıca tartışmak gerekecek. Ancak bu başka bir yazının konusu.
(11) Adorno, T., Horkheimer, M., Dialectic of Enlightenment. Verso. 1979 (1944)
(12) Robert Brenner, "The Economics of Global Turbulance", New Left Review, 229, Mayıs Haziran, 1998
(13) David Harvey, Spaces of Capital -Towards a Critical Geography-Routledge, New York 2001. Özellikle sf. 312'de başlayan bölüm.
(14) Bu alanda iki çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Thomas Frank, Conquest of Cool, Business Culture, Counterculture and the Rise of Hip Consumerism, University of Chicago Press, 1998, ve Joseph Heath ve Andrew Potter, The Rebel Sell: How the Counter Culture Became Consumer Culture, Capstone 2005
(15) "Distruption", yöntemi özellikle ilginç: Reklamcı, önce yerleşik bir davranış biçimi saptıyor. Sonra reklamını yapmak istediğiniz ürünü buna karşı çıkışın simgesi olarak sunuyor. En son örneklerden biri: Komünist Çin'de bir lise. Öğrencilerin hepsinin elbiseleri ve saç modelleri aynı. Bir kız ve bir erkek, "X" marka saç jelini kullanarak isyan ediyorlar.
(16) Plesantville (Gary Ross, 1998) filmini anımsayın: 1990'lardan iki genç aniden kendilerini 1950'lerin (Refah devleti, sınıf aidiyetleri vb...) siyah-beyaz dünyasında buluyorlar, ama 1990'lardan getirdikleri liberal (neoliberal) davranış biçimleriyle film yeniden renklenmeye başlıyor...

Wednesday, June 27, 2007

Tuesday, June 26, 2007

“Eğreti burjuvalar”ın- Eğreti entelleri

Canan Barlas, Türk Burjuvazisi'nin hallerini, kendi yaşamından çok ilginç örneklerle yazmış Söyle diyormuş:

"Amerika'da burjuvazi yok kapitalizm ile üretilen teknolojilerle gelişen, modernizm
önde. Avrupa’da gelişmiş bir burjuva sınıfı oluşmuştu. Türkiye'de bütün Batı'cılık politikalarına rağmen burjuvazi oluşmadı.Taklitçilikten öteye gidemeyen paralı sınıf ,birikince de örnek yaşam tarzları üretemedi.Şimdi AKP nin geliştirdiği bir orta sınıf var.Karmaşık düşüncelerle İslami kimlik dışında örnek arıyorlar.AKP İslami kimliğin dışında AB için çalıştıysa da bunu anlatamadı.Kendi ürettiği orta sınıf ona sahip çıkmıyor.Türkiye'de ise artık örnek burjuvaların oluşması mümkün değil.Global kültür yeni değerleri ile toplumlara yön verebilir.
AKP nin oluşturduğu yeni orta sınıf bayraklı mitinglerde kafası karışık bir biçimde kendini
ifade edemedi...Yükselen orta sınıf Türkiye'de gelişmiş bir burjuva sınıfı oluşmadığından örnek alacak önderleri olmadı.

AKP nin AB çalışmalarını gözden kaçıran bu yeni orta sınıf islami kimliğin dışında arayışlara
giriyor. AKP tepede çeşitlilik gösteremediği için bu orta sınıfı yanına alamıyor.
87 yılından beri üzerinde çalıştığım İğreti Burjuvalar kitabında, Atatürk'ün bürokratlara ve
aydınlara verdiği burjuvalaşma görevini taklitçilikten öteye götüremediklerini, üçüncü
kuşaklara varan sermaye sahiplerinin de ,bunu başaramadığını ortaya koydum.
Bundan sonra global kültürün toplumlara istikamet verebileceği düşüncesine vardım.Burjuva
kültürü taklitle üremiyor.Batıcılık karşısında halk anlayamadığı kültüre pek yanaşmadı, yanaşsa da bunu kendi değerleri içinde eritti.Belki de aydın ve bürokrat ve zengin takımından daha içten oldular. Şimdi orta sınıf örnek arıyor.AKP toplumsal çeşitliliği ön plana çıkarırsa belki iletişim kurabilir.Örnek ise global kültür olabilir."

("EĞRETİ BURJUVALAR" Haber Türk, 23.06.2007 14:48)


Türkiye’de burjuva sınıfının en büyük trajedisi “eğreti” olması değil. Tarih sahnesine geç çıkmış olması. Bu nedenle bir türlü çıkarlarını doğru dürüst dile getirebilecek, toplumu onun önderliğine ikna edecek organik entelektüellere sahip olamadı. Kültürel hegemonyasını kuramadı.

Doğru, 1980’lerden sonra oluşan bir neo-liberal -küreselleşmeci entel kuşağı var, görünüşte burjuva sınıfının çıkarlarını savunuyorlar, projesini halka kabul ettirebiliyorlar. Ama dikkatle bakılırsa iki önemli sorunla karşı karşıya Türkiye burjuvazisi:

Birincisi, bu entel kuşağı gerçekten çok çapsız, ne felsefe, ne sanat ne de ekonomi alanında ülkesine özgün hiç bir düşünce üretemedi bu güne kadar. Çünkü, aslında bir başka organik entelektüel sınıfın türevi (derivative). İkinci sorunda bu “türev” olmakla ilgili: bu entelijensiya, bu ülkedeki burjuvazinin organik aydını olmaktan çok uluslararası sermayenin/ finans kapitalinin, daha doğrusu onun çıkarlarını temsil eden organik entelektüellerin (epistemik toplulukların) türevi. Bu nedenle kendi ülkesindekini üreterek değil bu, sermayenin kültürel siyasi formlarını kopyalayarak taşıyor ve bu yolla yaşıyor.

Bu nedenle, bu eğreti organik entelektüeller kendi ülkelerinde sıkışıp kalmış olmaktan fena halde şikayetçiler ve aşağılık duygusu altında eziliyorlar- çünkü “bon pour l’Orient” olduklarının farkındalar. Bu aşağılık duygusunu örtmek için sürekli kendi ülkesindeki burjuva sınıfını ve kendi ülkelerindeki orta sınıfları giderek tüm halkı aşağılıyor ona bir bağlılık hissetmiyorlar. Ha bire neden Avrupalı gibi değilsin? Avrupalı gibi değilsen sen burjuva bile değilsin diyerek aşağılıyorlar.

Yukarıdaki alıntının sahibi, Canan Barlas da belli ki bu “organik” entellerden biri. Yukarıda aktardığım yaklaşımın pratikteki yansıması söyle: Aralarından kimileri kürese çapta klasmana giren, Koç, Sabancı, Eczacıbaşı grupları çapında üyeleri olan bir kapitalist sınıfın ne kadar oligarşik özellik gösterirse göstersin, salt kültürel nedenlerle “burjuva” olmadığına karar veriliyor.

Canan Barlas’da Türkiye’deki burjuvaziyi “eğreti”, taklitçi buluyor. Batıyı taklit etmekle olmuyormuş, küresek kültürü örnek almak gerekirmiş. Bu arada, küresel kültür, küresel olarak egemen olanın kültürü olduğundan, Barlas aslında ABD-AB kültürünü örnek alalım, taklit edelim demiş oluyor ya neyse… Dedik ya Tükriye’de burjuva sınıfı bir türlü organik entellektüellerine sahip olamadı. Sorun, bu ülkede bir burjuva sınıfının olamaması değil; o var. Sorun organik entellektüel adaylarının, daha baştan, uluslararası “egemen sermaye” tarafından bir “transformismo” süreci içinde asimle ediliyor olmaları.

Süreç şöyle işledi:
Amerika’da çıkan Life (Time, Life, Fortune dergileri medya kompleksinin parçası) dergisinin editörlerinden Henry Luce, 1941’de, ABD hegemonya atağına başlarken, yayımlanan The American Century başlıklı büyük formatif etki yapmış olan kitabında söyle yazıyordu: “dünyadaki en güçlü ve canlı ülke olarak, tüm etkimizi dünyanın geri kalanına uygun gördüğümüz amaçlar ve araçlarla dayatma görevimizi ve fırsatımızı bütün kalbimizle benimsememiz gerekiyor… Dünyada yayılan düşüncelerin kaynağı olma sırası şimdi bizde”

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD tam bu momenti yakalarken karşısına SSCB ve az gelişmiş ülkelerde, anti-sömürgecik, kalkınmacılık, “ulusal proje” vb etkenleri çıktı. Soğuk savaş başladıktan az sonra taraflar adeta “pata” kaldılar. ABD yönetimi bu “pata” durumu bozmanın, egemenliğini sürdürmenin ve soğuk savaşı kazanmanın yollarını tartışmaya başladı.

1967’de Kongrede bir dış işleri komitesi “Soğuk savaş nasıl kazanılır. ABD’nin İdeolojik taarruzu” başlıklı bir rapor hazırladı. Bu rapor, “Amerika’nın yaptıkları büyük ölçüde yükselmekte olan uluslararası iletişim sistemini şekillendirecektir…. Diğer ülkeler büyük ölçüde bizim deneyimimizi taklit edecekler, kendilerini bizi oluşturduğumuz kurumlara ve sistemlere bağlayacaklardır…”

Bu aslında tam anlamıyla bir dış politika ve egemenlik projesidir. Bu nedenle rapor şöyle devam eder:

“Bazı dış politika hedefleri, yabancı ülkelerin, hükümetlerinden ziyada halklarıyla doğrudan ilişki kurarak gerçekleştirilmeye çalışılabilir. İletişim teknolojinin modern araçları kullanılarak ulusal nüfusun geniş ve etkili bir kesimine ulaşılabilir- bilgilendirilebilir ve davranışları etkilenebilir, eylemleri belli bir yönde motive edilebilir. Bu kesimler, de kendi hükümetleri üzerinde belirgin hatta belirleyici etkiler yapabilirler…”

ABD bu politikayı gerçekleştirmek için, hedef ülkelerin eğitimli kuşaklarına, hatta eğitim sistemlerine ulaşmayı amaçladı ve filmler, yayınlar, burslar, davetli eğitimler, konferans davetleri vb… yoluyla ilerledi, Daha sonra TV, uydu ve Internet çağında bu etki alabildiğince hızlandı. Ülkelerin organik entelektüel adayları, eğer sola kayıyorlarsa imha edildiler, kaymıyorlarsa, daha kendi burjuva sınıfların bağlanmadan, ABD kapitalizminin kültürel çoğu zaman da finansal etkisine bağlandılar. Son yıllarda, Franz Fanon’un “siyah ten beyaz maske” terimini sıkça kullanmam bundandır. Bu insanlar kendi ülkelerindeki egemen sınıflara bile, yabancı gözüyle bakarlar… Onları eğreti, yetersiz, sahte, çapsız bulurlar…

Böylece bir çok işlevi birden gerçekleştirirler uluslararası sermayenin yerel düzeyde üretilen organik entelektüelleri”.

1- Egemen projesini kendi ülkelerinde yayarak, yerel burjuva sınıfının buna direncini zayıflatır, hükümetleri bu yönde şekillendirirler. Uluslararası mali askeri ilişkiler de bu süreci destekler
2- Ülkede gelişme potansiyeli gösteren “organik entelektüel adaylarını” (ulusalcıları) anakroniktik, III. Dünyacı vb ilan ederek bastırmaya, susturmaya çalışırlar
3- “uluslararasi sermayenin yerel organik entelektüellerinin yerel kapitalizmi sürekli aşağılaması, Sol içindeki “saptırıcı” bir fantezinin (çarpık kapitalizm tezinin) desteklenmesinde de büyük rol oynar. Bu tez, kapitalizmin temel özellikleri gözden saklar, bir yerlerde saf demokratik ve ulaşılması olanaklı bir kapitalizm fantezisi yaratır. Bu fantezi anti-kapitalist mücadelenin kapitalizme değil onun sözde “çarpıklıklarına” yönelmesini kolaylaştırır, kendi özgün projesini oluşturmasını engelleyen yaklaşımları güçlendirir, sapla saman sürekli birbirine karışır. Bu “fantezi”, sisteme karşı cepheleri sürekli felç eden, küresel sistemi destekleyici bir fantezi olarak çalışır.

-o-

Bu işlevselci eleştirilere ek olarak “eğreti burjuva” fantezisine teorik düzlemde de değinmekte yarar var.

Burjuva salt kültürel, yada mekansal (bourg’da yaşayanlar anlamında) bir kategori değil, hatta öncelikle ekonomik kategori. Ekonomik olarak sermaye ilişkisini taşıyan insan demek.

Daha kapsamlı bir betimlemeyle, burjuva kavramı, genel sermaye devresinin özel aşamalarından biri üzerinde yerleşmiş, bu devrenin genişlemesinde işlevsel olan, devrenin bu kesimi üzerinde üretim, yeniden üretim ve bölüşüm araçları üzerinde mülkiyet ve kontrol hakkına sahip, bu konumundan dolayı ekonomik artıktan (artı-değerden) pay alan sosyal kesimi anlatır.

Bu anlamda burjuva sanayide ve tarımda üretici olabilir, mali devrelerde esas olarak tefecilik (bankacılık, borsacılık vb..) yapıyor olabilir, yada mal devrelerinde ticaretle uğraşıyordur. Yada kültür üretim ataçlarına sahiptir. Toprak sahibidir ve toprağını kapitaliste kiraya veriyordu, salt bu kirayla geçinen bir rantiyedir.

Belirleyici olan şudur:Gelirlerin hepsinin kaynağı artı-değerdir, feodal artık ürünün, köle emeğinin değerlenmesinde elde edilen servet değil.

Bu sermaye devresi tümüyle yerel, bölgesel, ulusal olabilir. Ama yerel, bölgesel, ulusal düzeyde uluslararasi sermaye ile, dış ticaret, finansman, know-how düzeyinde eklemlenmiş, ürettiği, sahiplendiği artı-değerden ona pay veriyor olabilir. Bu anlamda ya tümüyle uluslararasi sermayenin bir uzantısıdır yada, uluslararası sermaye ile ilişkisi, kendi etkenliğinin bir uzantısıdır ve istediği anda son verilebilecek bir biçimde, kenti denetimi altındadır. Bu sermaye kendi birikim süreci üzerindeki denetimini korumaktadır. Kısacası, ya ulusaldır, ya yereldir (yani uluslararası sermaye ile kendi otonomisini koruyarak çalışır) yada iş birlikçi-kompradordur (tümüyle yabancı sermayenin uzantısı aracıdır, ondan bağımsız bir biçimde var olamaz.)

Bu süreçlerin hepsinde karşımızdaki sınıf burjuva/kapitalist bir sınıftır. Çünkü 19. yüzyılın sonundan bu yana kapitalizm bir dünya sistemidir ve dünyada eşitsiz, hiyerarşik, egemenlik bağımlılık ilişkileri içinde var olur. Yeniden üretilir. Başka kapitalizm (çarpık olmayan kapitalizm) artık yoktur. Bu anlamda çarpık kapitalizm, eğreti burjuva kavramı boş laftır.

Taklit ve kopya işine gelince. Sermaye birikimi, taklit ve kopya yoluyla ilerler ve genişler. Daha doğrusu, emek süreçleri, dolaşım yönetim yöntemleri, kurumları, kısacası, birikim tarzları sürekli kopya edilir. Çünkü yeni birikim tarzı yeni üretkenlik düzeyi demektir. Rekabet acilen kopya etmeyi gerektirir.

Dahası, sermaye sürekli yerelliğinden çıkar bir başka bölgeye gider ve orada var olmasına uygun koşulları yaratmaya başlar (David Harvey’in mekan düzlenmesi -spatial fix- dediği şey). Bu koşullar, hukuksal, kurumsal siyasi olduğu kadar, ideolojik, kültürel hatta duyarlılıklara ilişkindir de. Olmak zorundadır, çünkü belli bir tüketim normu, davranış biçimi, belli estetik duyarlılıkları gerektirir. Giysi, müzik, otomobil, ev eşyaları, gıda piyasası nereye bakarsanız bakın bu beğeni, duyarlıklara ilişkin “estetik yöneticilik” öneklerini göreceksiniz.

Üstelik bu salt gelişmekte olan ülkeler ait bir durum değil. Boşuna mı Fransa kültürel kurumlarının özgünlüğünü korumaya çalışıyor. Almanya medya sektörünün yabancıların eline geçmesini istemiyor. Ama yine de İngilizce her yere giriyor yeniden üretiliyor ve Anglosaxon duyarlılıkları taşıyor. Şimdi Çin ve Hindistan kaynaklı bir film endüstrisinin, yayılmakta olması da rastlantı değil.

Tüm bunları bilmeden konuşmak, bu arada kendi burjuva sınıflarını hor görmek bizim eğreti entelektüellerimizin bir özelliği ama, salt bizimkilerin değil. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’ya kadar bunların bir çok örneğini bulmak olanaklı.
Ama bunların yarattığı literatür içinde, ABD’de burjuva yok diyene hiç rastlamadım. Bu da Canan Barlas’ın katkısı olsa gerek. Canan Barlas tam 20 yıl çalışmış. Eh! Bu kadar büyük bir saçmalık da daha kısa sürede üretilemezdi doğrusu…

Wednesday, June 20, 2007

Solculuk anti-kapitalizm ve tuhaf bir anti-emperyalizm korkusu

[Rıdvan Akar, "Solculuğun temel şartlında unut(tur)ulan! Birgün, 18/06/07]


Birgün gazetesi yazarlarından Rıdvan Akar, “Solcuysan anti emperyalistsin” önermesiyle polemik yapmak istemiş. Diğer bir değişle bu tezle sorunu var. Solcu olmak için önce anti kapitalist olacaksın diyor. Ne kadar radikal bir duruş!

Ama ufak bir sorun daha, doğrusu üç sorun var. Birincisi, bu kadar radikal duruş, tam anlamıyla bir kafa karışıklığı üzerinde duruyor. İkincisi, tartışma iyi niyetle yapılmıyor. Üçüncüsü de şu soruyu sorunca ortaya çok garip bir durum çıkıyor? Anti kapitalist olduğunu söyleyen biri neden “solcuysan anti-emperyalistsin” önermesini dert ediyor?

Birincisinden başlayalım: Anti-kapitalist olmak solculuğun değil sosyalist olmanın kriteridir. Sol göreli bir kavramdır ve sağa göre şekillenir. Örneğin sosyal demokratlar, hiç de anti-kapitalist olmadıkları halde, muhafazakar partilerin karşısında solcu kategorisine girerler. Bir sömürgede, işgale tavır alan, bağımsızlık yanlısı bir küçük dükkan sahibi, bir aşiret şefi siyasi spektrumu saymaya başladığımızda, anti sömürgeci güçler kümesine girdiklerinden solda sayılırlar.

Biraz matematik kafa karışıklığına iyi gelebilir:

Tüm anti-emperyalistler bir küme olarak sayabiliriz: Anti-emperyalistler kümesi (AEK). Ancak bu küme içindeki çoluk bir çok başka kümeler oluşturacak biçimde sayılabilir. Hemen üç büyük küme düşünebiliriz: Popülist (geniş cepheci, dinci, şoven milliyetçi) anti emperyalistler kümesi (PAEK), Salt bir sınıfa (köylülük, yada proletarya) dayanana, sınıf temelli anti-emperyalistler kümesi (SAEK). Nihayet iç pazarda kontrolü ele geçirmek, bunun için emperyalistlerin ekonomik, siyasi kültürel egemenliğinden kurtulmak isteyen, ancak, bunu da emperyalistlerle anlaşarak yapmaya çalışan burjuva anti-emperyalistler kümesi BAEK. Buradan AEK (PAEK, SAEK, BAEK) önermesi çıkar.

Şimdi bir adım daha ilerleyerek, bu kez AEK içindeki çokluğu yeniden bu kez Anti kapitalistler (AKAEK) ve Anti kapitalist olmayanlar (AKOAEK) olarak sayalım. AKAEK’ içindeki çokluğu da, sosyalist anti kapitalist ve feodal anti kapitalistler, ütopik (küçük üretimci fantezisi) anti-kapitalistler kümelerini oluşturacak biçimde sayabiliriz. Hatta sosyalist anti-kapitalistler kümesinin içindeki çokluğu, Troçkistler ve diğerleri olarak…

Birinci önermedeki kümeler ile ikinci önermedi kümelerin ikisi de AEK içine girerler, bu kümelerin bir kısmı birbiriyle kesişir, bir kısmı, diğerleri tarafından içerilir, bir kısmı da diğerlerini tümüyle dışlar. Tüm bunları, matematik ifadesi olarak yazmaya kalkmayacağım. Gerek yok, ama şu kadarını saptamak yeter: Anti kapitalistler mutlaka AEK’nin içindedir. Ama AEK içindeki kimi kümeler AKAEK içine girmezler. Bir kez daha vurgularsak, anti-kapitalist olacaksan mutlaka anti-emperyalist olacaksın; solcuysan anti-emperyalist olacaksın! Anti-emperyalist değilsen solcu değilsin, anti kapitalist hiç değilsin!

Bu set ilişkileri içinde, “Solcu olmak için anti emperyalist olacaksın önermesi”, “her anti emperyalist solcudur” önermesini, o sosyal formasyonun yapısının andaki durumuna göre içerebilir yada içermeyebilir! “Solcu” kavramını el çabukluğu marifet “sosyalist” yerine kullanmadığımı bir kez daha anımsatayım!

Ama tüm bunlar hepimizin 1960’lardan bu yana malumu, dünya sosyalist geleneğinin ise yaklaşık yüz yıldır malumu! Öyleyse Rıdvan Akar’ın derdi ne? Anti-emperyalizme öncelik veren popülist solcularla mı sorunu var? Yoksa onları kendine müttefik olarak değil de düşman olarak mı görüyor? Yoksa, emperyalizmi açık işgal ile sınırlayarak, Türkiye’deki kim siyasi sorunlar kümesinden çıkarmak isteyenleri, kendine daha mı yakın buluyor?

Rıdvan Akar’ın yazısının ikinci sorunu ise kötü niyetle yazılmış olması. Tabii, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin gereksiz, “escamotage” olduğuna inanıyor olabilir Rıdvan Akar. Ama bu inancın ne kadar büyük bir teorik sorun çıkaracağının ve son tahlilde o kadar önem verdiği anti-kapitalist duruşunu tehlikeye düşüreceğini, sanırım hemen kavrayarak bu yola gitmeyecektir.

Kötü niyet şurada: Solcu isen anti-emperyalistsin tezini ileri sürenler, her anti emperyalist solcudur diye düşünmüyorlar. İçlerinden kimileri doğru yada yanlış (bana göre fena halde yanlış), radikal İslam'ın anti emperyalist kanadıyla cephe kurabileceklerine inanıyorlar. Ama bu bambaşka bir sorun? Rıdvan Akar’ın emperyalizme karşı güç birliği oluşturma derdi olmadığı için de onu ilgilendirmiyor.

“Solcu isen anti-emperyalistin” diyenler, kendine solcu diyenlerden ABD emperyalizmine, AB emperyalizmine (yoksa bunlar emperyalist değil mi?) ve ülkedeki iz düşümlerine karşı tavır almalarını istiyorlar. Bu tavrın nasıl alınacağı bir başka tartışma konusu. Yoksa Rıdvan Akar ABD emperyalizmine, AB’ye karşı değil mi? Olabilir neden olmasın? O zaman lafı dolaştırmadan, “solcu isen anti-emperyalistsin” diyenlere neden bunu anlatmaya çalışmıyor…

Bu arada Rıdvan Akar’a Gandi’yi iki açıdan bir kez daha çalışmasını önerelim. Birincisi, O sırada Hindistan’daki siyasi yelpaze açısından, ikincisi ise ekonomik siyasi tezleri acısından. Musaddık’a gelince, 1950’lerin İran’ında anti emperyalist, bir burjuva demokratik hareketi, siyasal yelpazenin neresine koyacağız, Şah ile birlikte sağına mı?

Ama benim kafamdaki en önemli sorun hala şu: Neden birilerinin, Türkiye’de anti-emperyalizmden söz edilince tüyleri diken diken oluyor? Yoksa, anti-emperyalizmin siyasi sonuçlarından ve karşı karşıya kalacakları güçlerden mi korkuyorlar?

Wednesday, June 13, 2007

İran’la Mısır arasında Türkiye

[Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu Tempo dergisinin 7 Haziran 2007 sayısında yayımlandı.]

Türkiye, Nisan eylemleriyle birlikte Dünya gündemine oturdu. Çok canlı bir tartışma yaşanıyor. Saflar da oldukça belirgin. Bir taraftan, AKP laik düzeni yıkacak korkusuyla sokağa dökülen milyonlarca insan. Buna karşılık, hem ülke içinde hem de dışında The Economist, New York Times, The Guardian, Der Spiegel gibi dergi ve gazetelerin yorumcuları, AKP’yi destekliyor, önemli olanın Laiklik ve Cumhuriyet değil, “demokrasi” olduğunu vurguluyorlar.

İran’da devrim öncesinin tirajı en büyük gazetesi Kayhan’ın editörü Amir Taheri, Middle East Forum’un direktörü Daniel Pipes, İsrail’in prestijli güvenlik “Think Tank”ı Herzilia Enstitüsünde, Küresel Araştırmalar ve Uluslararasi ilişkiler Merkezi direktörü, Jarusalm Post yazarı Barry Rubin ve National Review’dan Barbara Lerner gibi, AKP’nin Türkiye’yi giderek tehlikeli bir biçimde İslamlaştırdığını düşünen, son gelişmeleri bu bağlamda yorumlayanlar da var

Modern zamanlarda, toplumların İslamlaştırılmasına, siyasi rejimlerinin bu yönde dönüştürülmesine ilişkin önümüzdeki en çarpıcı örnek 1979 İran Devrimi. Taliban Rejimi soğuk savaş ürünü olduğundan uygun bir örnek değil. Eğer, Türkiye’deki gelişmelere bakarken, ilk anda, İran devrimi gibi ani bir alt üst oluş modelini, ölçüt alırsak, AKP hükümetinin İslamlaştırma yolunda adımlar atmadığını, oldukça makul bir biçimde savunabilir, The Economist gibi, Türkiye’deki gelişmeleri Suudi rejimiyle karşılaştırırsak (Muslim and the veil, The meaning of Freedom, 10/05/07) “laik cephenin” boşuna telaşlandığını ileri sürebiliriz.

Ancak, ani bir alt üst oluş, bir devrim, modeli yerine, Cezayir, Filistin, Sudan, Lübnan ama özellikle Mısır örneklerinde olduğu gibi, devletle, aile arasında kalan alanın (sivil toplumun) yavaş yavaş dönüştürülmesi yoluyla “evrimci” (“mevzi savaşı” stratejisiyle), Prof. Şerif Mardin’in Vatan gazetesinde Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide, “mahalle baskısı” olarak ifade ettiği, tabandan başlayan, giderek yayılan bir İslamlaştırma modelini ölçüt alırsak, ilk anda edindiğimiz izlenim belirgin bir biçimde değişmeye başlayabilir.

Bu evrimci dönüşüm bağlamında, göz önüne almamız gereken, genellikle pasif devrim[*] kavramıyla ifade edilen bir örnek daha var: Parlamenter rejimin olanaklarını da kullanarak hükümet olmuş bir “siyasi hareket”, Mussolini İtalya’sında olduğu gibi, devlet eliyle, ilk anda birbirinden bağımsız gibi görünen bir dizi yasal değişikliklerin de katkısıyla, bir aşamada, tüm bu değişikliklere yeni bir anlam kazandıran, son bir kritik adımla, yeni bir rejim yaratabiliyor.

Tabii ki AKP ile İtalyan Faşizmi arasında bir benzerlik aramıyorum. Amacım, ideolojik, kültürel projesi olan bir siyasi partinin, belli devlet olanaklarını, örneğin Hükümeti, Cumhurbaşkanlığını ve Anayasa mahkemesini ele geçirdiğinde, sivil toplum içinde zaten yaşanmakta olan bir dönüşümler süreciyle birleşerek, gerçek siyasi gücünden çok daha büyük bir etki yapabilme olasılığına dikkat çekmek.

İran, Cezayir ve Mısır iki farklı yol..
İran’da 1979 yılında bir devrim oldu, arkasından Şii ruhban sınıfının hakimiyetine dayanan yeni bir İslami devlet kuruldu. Cezayir’de, Laikler ve İslamcılar olarak şekillenen bir toplumsa kamplaşma üzerinde, 1989 da kurulan İslami Kurtuluş Cephesi, Aralık 1991 genel seçimlerinde meclisteki 430 iskemlenin 231’ini ele geçirdi. İKC lideri Benhacı’nın, İslam’ın demokrasi ve genel seçimlerle uyumlu olmadığına, ancak seçimleri iktidara gelmek için kullanacaklarına, “bir kişiye bir oy, bir kez” anlayışıyla, seçimleri salt bir kez yapacaklarına ve iktidardan seçimlerle gitmeyi kabul etmeyeceklerine ilişkin, görüşünü göz önüne alan ordu müdahale etti, IKC’nin iktidara gelmesini engelledi. İKC’de ülkede uzun soluklu, yüz binden fazla insanın ölümüne yol açacak olan iç savaşı başlattı.

Mısır’da ise hiç bir aşamada İslami bir rejim kurulmadı, aksine, Nasır, Sedat, Mübarek gibi seküler eğilimli, Batı yanlısı liderlerle ve rejimlerle yönetildi. Ancak bu gün İran’da toplum giderek açılır, “dini hakikatlerin” günlük yaşam içinde etkileri azalmaya başlarken, Mısır’da, toplumun ve devletin içinde “dini hakikatlerin” etkisi artmaya devam ediyor. Bu gün gelinen aşamada, 1981’den bu yana iktidarda olan Hüsnü Mübarek’ten sonra rejimin, son seçimlerde büyük başarı gösteren Müslüman Kardeşlerin eline geçmesinin önünde hemen hiç bir engel yok.

Her iki modeli de dikkatle irdelediğimizde, en önemli farkın, İslami hareketin, toplumun aile ile devlet arasındaki, çoğu zaman sivil toplum denen alandaki etkinlik düzeyinden kaynaklandığını görüyoruz.

İran deneyinde, 1979’da Şah rejimi çökmeye ve devrim olmaya başladığında, Şii İslam’a dayalı dini hareket, doktrin ve örgütlenme açısından merkezi, homojen, hiyerarşik ve yetkin kadrolara sahip olmasına karşın, bir çok tarihçinin, örneğin Asef Bayat’ın (“Revolution withouth movement. Movement Without Revolution: Comparing, Islamic Activism in Iran and Egypt” Comparative Studies in Society and History 1998, No 40:1, Cambridge) ayrıntılı bir biçimde gösterdiği gibi, “çarşıdan” ve feodal toprak sahiplerinden destek almasına karşın, esas olarak bir halk hareketine değil aydınlar arasında etkinliğe dayalı, seçkinci bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan devrimden önce İran’da, Şah rejimine rağmen (ve bu rejimin, Carter yönetiminin de baskısıyla 1970’lerin ikinci yarısında insan hakları ve demokratik haklar alanlarında gevşemeye başlamasının da etkisiyle) seküler yaşam tarzına yatkın bir orta sınıfın, Tudeh, Fadayin ve Mücahidin gibi modern devrimci/Marksist siyasetin ürünü, yaygın kitle desteğine sahip siyasi örgütlerin olduğunu, güçlü bir işçi sınıfının şekillendiğini biliyoruz.

Ancak, sivil toplum içinde varlığı, çok yaygın ve derin olmamasın karşın bir kez devrimci kargaşa başlayınca, Şii dini örgütlenmesinin, camilerin, medreselerin, Kuran kurslarının, Vakıfların ve dini derneklerin üzerindeki etkisine dayanarak, seküler muhalefetin taktik hatalarından da yararlanarak, adeta devrimci bir parti gibi davrandığını, devrimlerin birinci kuralı olan “iktidar en örgütlü ve kararlı kesimin elinde kalır” ilkesine uygun olarak, devleti ele geçirdiğini, ondan sonra diğer siyasi rakiplerini imha ederek, sivil toplumu yukarıdan aşağı, şiddete dayanarak dönüştürmeye başladığını görüyoruz: Kısa sürede, İran’da monolitik, baskıcı, yaşamın hemen tüm alanını adeta bir faşist devlet gibi, ama onun hayal edebileceğinden çok daha etkin ve güçlü bir meşruiyete dayanarak nüfuz eden, denetleyen bir Molla rejimi kuruldu.

Görüldüğü gibi İran’daki gelişmelerin ve Devrim modelinin Türkiye’de tekrarlanmasını beklemek için yeterli neden yok. Türkiye’de dini hareket Şii ruhban sınıfı gibi hiyerarşik, monolitik bir örgüt tarafından kontrol edilmiyor; aksine çok parçalı çok liderli bir yapı sergilediği, liderliklerinin sermaye ve meta ilişkilerine entegre edildiği (tarikatların holdingleşmesi denen olgu) söylenebilir. Buna karşılık, dini hareketin bu çok parçalı haliyle, sivil toplum içinde, giderek etkisini arttırdığına devlet içinde kadrolaştığına ilişkin kimi gözlemler yapmak olanaklı. Yine de geniş kapsamlı bir siyasi kriz içinde dahi, tüm bu etkinliği bir araya toplayacak bir merkezi üreterek iktidarı ele geçirme kapasitesine aniden ulaşabileceğini düşünmek, imkansız olmasa da, kolay değil. Bu nedenle İran devrimine bakınca, Türkiye’de islami bir rejim kurulma tehlikesinin düşük olduğu söylenebilir. Ama, Mısır deneyi başka ve oldukça düşündürücü bir öykü anlatıyor.

Mısır ve “Pasif devrim” süreci
Mısır’da ılımlı İslam’ı, şiddet kullanmayı reddeden Müslüman Kardeşler örgütü temsil ediyor. 2005 genel seçimlerine, Mecliste 88 temsilciyle iskemlelerin %20’sini ele geçiren (diğer muhalefet partileri yalnızca 14 iskemle kazanabildiler) Müslüman Kardeşler örgütünün kökleri 1920’lere kadar gidiyor. Ancak siyasi bir etken olmaya başlamaları, 1960’larda Nasır’ın popüler halkçılığı gibi seküler hareketlerin yenilgisiyle, 1980’lerde Sedat’ın öldürülmesinden sonra, hükümetin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’la işbirliği yapmaya karar vermesiyle başladı.

Bu sürecin arka planındaysa, 1970’lerden başlayarak, 1990’lar boyunca devam eden ekonomik gerileme, nüfus patlaması ve yoksullaşma var. Bu dönemde, İslami gruplar, yerleşik cami ağlarına, derneklere, toplum içi bağlara ve körfez ülkelerinden gelen mali yardımlara dayanarak güçlendiler. Aynı dönemde devlet özellikle 1967’de İsrail’e yenilmesinden sonra hızla meşruiyetini kaybediyor, radikal terörist eğilim İslami hareket içinde güçleniyordu. Devletin, bu kanada karşı, ılımlı İslam’la işbirliği çabası bu meşruiyeti kaybetme sürecini hızlandırdı.

Ama islami hareketin güçlenmesinin temelinde, öncelikle, devletin, sunmakta giderek zorlandığı sosyal hizmetleri üstlenmeye başlaması yatıyordu. İslami hareketin sivil toplum içindeki etkisi artarken beraberinde siyasi bir mesaj da gelişiyordu: “Tek yol İslam”. Böylece, bir yorumcunun işaret ettiği gibi, İslam’ın vurgusu birey-tanrı ilişkilerinden, birey-siyasi İktidar ilişkisine kayıyor, din, bir siyasi ideolojiye dönüşüyordu (“There are no moderates”, National Interest, Sonbahar, 1995,).

Dahası, bu süreç bir örgütlenme aracı olarak da işliyor, Sheri Berman’ın belgelediği gibi önce herkese sunulan bir sosyal hizmet, örneğin tüm üniversiteli kız öğrenciler için başlatılan minibüs servisine, talep artınca, yalnızca peçeli öğrenciler kabul edilmeye başlanıyordu (“İslamism, Revolution, and Civil Society”, Perpectives on Politics, Haziran 2003). Kendi sivil toplum örgütlerini kurmalarının yanı sıra Müslüman Kardeşler 1980’lerde öğrenci örgütlerini, 1990’larda, doktorların, eczacıların, mühendislerin avukatların vb.. meslek örgülerini de ele geçirdiler.

Mübarek rejiminin radikal İslam’a karşı “ılımlı”, şiddete baş vurmayan İslam’la, işbirliği yapmaya başladığı1980’lerden itibaren dini söylem, resmi siyasi söylemin içine sızmaya, siyasi tartışmalarda, en üst düzey bürokratların yükselme süreçlerinde önemli rol oynamaya, Kuran’a ve Hadislere gittikçe daha sık gönderme yapılmaya, böylece, siyasette, seküler söylem gerilemeye başladı.

Mısır’ın önde gelen dini eğitim merkezi El Ahzar üniversitesinin, etkisi arttı, giderek kültürel alanda önemli bir egemenlik merkezi haline geldi. Artık, okullarda neyin okutulacağına, neyin nasıl öğrenileceğini El Ahzar fetvaları belirliyordu. El Ahzar denetiminde üniversitelerden yetişen öğrenciler devlet bürokrasisinde yükseldikçe, Müslüman Kardeşlerin, genelde İslami hareketin etkisi, toplumu dönüştürme kapasitesi artıyor, diğer bir değişle “pasif devrim süreci” ivme kazanıyordu. Bu sırada, El Ahzar’ın kültürel baskısı altında Seküler aydınların çalışma, etkinlik alanı hızla daralıyordu.

Sheri Berman’ın aktardığı gibi, devlet bu politikaları radikal İslam’a karşı geliştiriyordu ama “ılımlı İslam’ın temsilcileri hiç bir zaman daha radikal kardeşlerini ret etmiyor”, Müslüman Kardeşler’in sözcüleri sık sık, onların eylemlerini savunuyor, onları, hükümetin politikalarına karşı çıkan ateşli, idealist gençler olara tanımlıyor, faturayı hükümete çıkarıyordu.

Böylece hem sivil topumda, hem de devlet kademelerinde İslam’ın etkisi artıyor, merkezi devletin denetimi zayıflıyor, Mısır toplumu derin bir biçimde İslamcılaşma yönünde dönüşüyordu. Sonuç olarak İslami hareket belki devleti yıkmıyordu ama, gittikçe tecrit ediyor, içine nüfuz ediyor ve dönüştürüyordu. Bu İran modeli bir devrim değildi ama, dönüşümlerin derinliği, çapı açısından belki de çok daha kalıcı özellikler gösteriyor, devlet ve sivil toplum içindeki İslamlaşma birleştiği taktirde, İran türü ani bir radikal alt üs oluş olasılığını da güçlendiriyordu.

Türkiye’de “pasif devrim”?
1980’ler başlayan, 1990’larda güçlenen kimi gelişmelere, 19 AKP hükümetinin deneyimine, Mısır örneğinin ışığında baktığımızda, Türkiye’de de İslami hareketin, 1994 belediye seçimlerinin, 28 Şubat sürecinin, AKP’nin iktidara gelişinin gösterdiği gibi, salt siyasi olarak değil, sayıları artan camiler, kuran kursları, dini medya, dini eğitiminin yeniden canlanması, ulusal eğitim sistemi içinde dini söylemin etkisini artmasıyla, aile ve devlet arasında kalan alanda, dayanışma kurumları, çeşitli sosyal hizmetler yoluyla da geliştiğini görüyoruz. Jenny White’ın (Islamist Mobilization in Turkey: A study of vernacular politics, 2002) İstanbul tabanlı bir araştırmayla sergilediği gibi, bu sürece, katılanların, siyasi yaşama katıldıkları düşünmeden, siyasi yaşamın parçası haline gelmelerine olanak sağlayan, geniş, yaygın ilişki çevreleri (hücrelerden) ağından oluşan ortak yaşam alanlarını oluşmuştu. Jenny White gelinen noktada, taban örgütlenmelerinin, giderek siyasi yapıyı, etkilemeye başladığına, siyasi yapının da bunları koruma eğiliminde olduğuna işaret ediyor.

Bu günlerde, tüm bu gelişmelerin, yakın zaman kadar AKP’ye yakın, kesimlerde bile endişe yaratan düzeye ulaştığını görüyoruz. Bu bağlamda, Cüneyt Ülsever’in, Hürriyetteki köşesinde üç gün yayımladığı çarpıcı yazısında AKP’nin tabanının “milli görüş” tarafında ele geçirildiğinden yakınması, önemli bir örnek olarak görülebilir. Yine “ılımlı İslam’a” olumlayıcı bir gözle bakan Prof Şerif Mardin’in, Ruşen Çakır’a AKP’nin Cumhurbaşkanlığını almasını çok olumlu karşılamadığını anlattığı söyleşisinde “mahalle politikası”, “mahalle baskısı” olayından rahatsızlığını ifade etmesi de anlamlı. Bir süredir, yine yakın zaman kadar en azından AKP karşısında tarafsız kalmaya çalışan kimi köşe yazarlarının İslami hareketin toplum yaşamına müdahale eden, türban takmaya zorlama, dini Bayramlarda, Ramazanda içki yasağı, lokanta kapattırma yoluyla toplumsal baskı oluşturma çabası, kimi bölgelerde İslami yaşam tarzını, tüm simgeleriyle birlikte hakim kılmaya başlamasını en son olarak da “malum” bikini tartışmasını vurgulamaya çalışmaları da benzer bir korkunun ürünü olarak görülebilir.

Mısır örneğine dönersek, bir benzerlik daha bulabiliyoruz: Radikal siyasi yaklaşımları bastırmak için ılımlı İslam'la işbirliği taktiği. Türkiye’de, 1980’da askeri rejimle birlikte gündeme gelen, İslami harekete yeni hareket alanı açan, din eğitimini resmileştiren bu taktiğin, aynı zamanda kimi seküler aydınlar arasında İslami entelijensiyayla diyalog çabaları, İslami hareketin meşruiyet kazanarak gelişmesini hızlandırmasında önemli rol oynadı. Bu sürece ekonomik programın, kırsal yapılarda, kent alt sınıflarında hatta geleneksel orta sınıf üzerindeki sarsıcı etkileri eklenince süreç bizi 1994 belediye seçimlerine kadar getiriyor….

Sonuç olarak denebilir ki, Türkiye’de 27 yıldır devletle aile arasındaki alanı, “sivil toplumu” adım adım etkisi altına alan “bir pasif devrim” sürecinden söz edilebilir. Kimi yorumculara göre bu süreç, uluslararası ilişkilerle de birleşerek, hem AKP hükümetinin oluşmasına yardımcı olmuş, hem de AKP hükümeti döneminde yeni mali kaynak, kadro, kurumsal hukuki kazanımlar elde ederek daha da derinleşmiş, hızlanmıştır. AKP Cumhurbaşkanlığı makamını de elde etmeye kalktığında, oluşan büyük tepkinin arkasında da, sanırım, bu gün bu sürecin çok kritik bir noktaya geldiğine ilişkin korkular yatıyor.
-------------------------
[*](DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ, Cumhuriyet 04.06.2007)
(...)
'Devrim'... 'pasif devrim'
Ilımlı ve radikal kanatlar arasındaki diyalektiği daha iyi görebilmek için "pasif devrim" kavramına bakabiliriz. Devrim, bir toplumun iktidar ilişkilerinin, siyasi, ekonomik rejiminin değiştirilmesine ilişkin bir kavram. Bu bağlamda iki olasılık söz konusu: Siyasi erkin ani bir altüst oluş sırasında "cepheden bir saldırıyla" ele geçirilmesi; ya da toplumda yaşanan dönüşümler, bir "mevzi savaşının" kazanımları, birikerek bir aşamada siyasi erkin ele geçirilmesine olanak sağlar.


Antoni Gramsci , ikinci olasılığı, devletle aile arasındaki alanın, "sivil toplumun", "mevzi savaşı" y ürüten bir siyasi hareket tarafından dönüştürülmesi, giderek yeni sınıflar matrisinin iktidar ilişkilerinin oluşması süreci olarak tanımlamak için, "pasif devrim" kavramını kullanıyor ( Prison Notebooks -Hapishane Defterleri- L&W 1971, sf: 52-119: "İtalya tarihi üzerine notlar" )


"Pasif devrim" sürecinde üç boyut önemli. Birincisi, "sivil toplumun" ilişki ağları, kurumsal özellikleri, kültürel duyarlılıkları, değer yargıları ( "hakikat rejimi" ) bağlamında dönüştürülmesi. İkincisi, "mevzi savaşını" sürdüren hareketin, Gramsci'nin "tranformismo" (sf: 58-60, 107-109) (dönüşümcülük) dediği bir taktikle, siyasi coğrafyada rakipleriyle arasındaki alanı tutan "tarafsız" seçkinleri teker teker ikna ederek, satın alarak vb. kendi tarafına kazanması; karşı kamptaki huzursuzları bağımsızlaştırmaya çalışması. Böylece süreç ilerledikçe "mevzi savaşı" sürdüren hareket, "merkezin" kanaat önderlerini (entelektüellerini) de kazanarak toplumda kendi "hakikat rejimini" egemen kılmaya, kültürel hegemonyasını kurmaya başlar. Üçüncüsü, bu kültürel hegemonya bir taraftan devlet bürokrasisi içinde kendi kadrolarıyla yayılırken "mevzi savaşı sürdüren" hareketin "en kabul edilebilir/ılımlı" kanadını, parlamenter yoldan hükümet taşır. "Ilımlı kanat" hükümete ulaştığında, devletin kurumlarını, yasaları adım adım değiştirerek alttan gelen radikal unsurları taşıyan, hatta onlar tarafından belirlenen dalgayla birleşerek ya da onların önünü açarak "pasif devrimi" hızlandırır.


Siyasal İslamın, Mısır, Malezya gibi ülkelerde ama özellikle Türkiye'deki gelişme sürecine bakınca "mevzi savaşının", "pasif devrim" sürecinin tüm özelliklerini görebiliyoruz. Bugün bu gözlemlere "ılımlı" kanadın büyük güçler tarafından desteklenmesini de eklemek gerekiyor.