Wednesday, June 13, 2007

İran’la Mısır arasında Türkiye

[Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu Tempo dergisinin 7 Haziran 2007 sayısında yayımlandı.]

Türkiye, Nisan eylemleriyle birlikte Dünya gündemine oturdu. Çok canlı bir tartışma yaşanıyor. Saflar da oldukça belirgin. Bir taraftan, AKP laik düzeni yıkacak korkusuyla sokağa dökülen milyonlarca insan. Buna karşılık, hem ülke içinde hem de dışında The Economist, New York Times, The Guardian, Der Spiegel gibi dergi ve gazetelerin yorumcuları, AKP’yi destekliyor, önemli olanın Laiklik ve Cumhuriyet değil, “demokrasi” olduğunu vurguluyorlar.

İran’da devrim öncesinin tirajı en büyük gazetesi Kayhan’ın editörü Amir Taheri, Middle East Forum’un direktörü Daniel Pipes, İsrail’in prestijli güvenlik “Think Tank”ı Herzilia Enstitüsünde, Küresel Araştırmalar ve Uluslararasi ilişkiler Merkezi direktörü, Jarusalm Post yazarı Barry Rubin ve National Review’dan Barbara Lerner gibi, AKP’nin Türkiye’yi giderek tehlikeli bir biçimde İslamlaştırdığını düşünen, son gelişmeleri bu bağlamda yorumlayanlar da var

Modern zamanlarda, toplumların İslamlaştırılmasına, siyasi rejimlerinin bu yönde dönüştürülmesine ilişkin önümüzdeki en çarpıcı örnek 1979 İran Devrimi. Taliban Rejimi soğuk savaş ürünü olduğundan uygun bir örnek değil. Eğer, Türkiye’deki gelişmelere bakarken, ilk anda, İran devrimi gibi ani bir alt üst oluş modelini, ölçüt alırsak, AKP hükümetinin İslamlaştırma yolunda adımlar atmadığını, oldukça makul bir biçimde savunabilir, The Economist gibi, Türkiye’deki gelişmeleri Suudi rejimiyle karşılaştırırsak (Muslim and the veil, The meaning of Freedom, 10/05/07) “laik cephenin” boşuna telaşlandığını ileri sürebiliriz.

Ancak, ani bir alt üst oluş, bir devrim, modeli yerine, Cezayir, Filistin, Sudan, Lübnan ama özellikle Mısır örneklerinde olduğu gibi, devletle, aile arasında kalan alanın (sivil toplumun) yavaş yavaş dönüştürülmesi yoluyla “evrimci” (“mevzi savaşı” stratejisiyle), Prof. Şerif Mardin’in Vatan gazetesinde Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide, “mahalle baskısı” olarak ifade ettiği, tabandan başlayan, giderek yayılan bir İslamlaştırma modelini ölçüt alırsak, ilk anda edindiğimiz izlenim belirgin bir biçimde değişmeye başlayabilir.

Bu evrimci dönüşüm bağlamında, göz önüne almamız gereken, genellikle pasif devrim[*] kavramıyla ifade edilen bir örnek daha var: Parlamenter rejimin olanaklarını da kullanarak hükümet olmuş bir “siyasi hareket”, Mussolini İtalya’sında olduğu gibi, devlet eliyle, ilk anda birbirinden bağımsız gibi görünen bir dizi yasal değişikliklerin de katkısıyla, bir aşamada, tüm bu değişikliklere yeni bir anlam kazandıran, son bir kritik adımla, yeni bir rejim yaratabiliyor.

Tabii ki AKP ile İtalyan Faşizmi arasında bir benzerlik aramıyorum. Amacım, ideolojik, kültürel projesi olan bir siyasi partinin, belli devlet olanaklarını, örneğin Hükümeti, Cumhurbaşkanlığını ve Anayasa mahkemesini ele geçirdiğinde, sivil toplum içinde zaten yaşanmakta olan bir dönüşümler süreciyle birleşerek, gerçek siyasi gücünden çok daha büyük bir etki yapabilme olasılığına dikkat çekmek.

İran, Cezayir ve Mısır iki farklı yol..
İran’da 1979 yılında bir devrim oldu, arkasından Şii ruhban sınıfının hakimiyetine dayanan yeni bir İslami devlet kuruldu. Cezayir’de, Laikler ve İslamcılar olarak şekillenen bir toplumsa kamplaşma üzerinde, 1989 da kurulan İslami Kurtuluş Cephesi, Aralık 1991 genel seçimlerinde meclisteki 430 iskemlenin 231’ini ele geçirdi. İKC lideri Benhacı’nın, İslam’ın demokrasi ve genel seçimlerle uyumlu olmadığına, ancak seçimleri iktidara gelmek için kullanacaklarına, “bir kişiye bir oy, bir kez” anlayışıyla, seçimleri salt bir kez yapacaklarına ve iktidardan seçimlerle gitmeyi kabul etmeyeceklerine ilişkin, görüşünü göz önüne alan ordu müdahale etti, IKC’nin iktidara gelmesini engelledi. İKC’de ülkede uzun soluklu, yüz binden fazla insanın ölümüne yol açacak olan iç savaşı başlattı.

Mısır’da ise hiç bir aşamada İslami bir rejim kurulmadı, aksine, Nasır, Sedat, Mübarek gibi seküler eğilimli, Batı yanlısı liderlerle ve rejimlerle yönetildi. Ancak bu gün İran’da toplum giderek açılır, “dini hakikatlerin” günlük yaşam içinde etkileri azalmaya başlarken, Mısır’da, toplumun ve devletin içinde “dini hakikatlerin” etkisi artmaya devam ediyor. Bu gün gelinen aşamada, 1981’den bu yana iktidarda olan Hüsnü Mübarek’ten sonra rejimin, son seçimlerde büyük başarı gösteren Müslüman Kardeşlerin eline geçmesinin önünde hemen hiç bir engel yok.

Her iki modeli de dikkatle irdelediğimizde, en önemli farkın, İslami hareketin, toplumun aile ile devlet arasındaki, çoğu zaman sivil toplum denen alandaki etkinlik düzeyinden kaynaklandığını görüyoruz.

İran deneyinde, 1979’da Şah rejimi çökmeye ve devrim olmaya başladığında, Şii İslam’a dayalı dini hareket, doktrin ve örgütlenme açısından merkezi, homojen, hiyerarşik ve yetkin kadrolara sahip olmasına karşın, bir çok tarihçinin, örneğin Asef Bayat’ın (“Revolution withouth movement. Movement Without Revolution: Comparing, Islamic Activism in Iran and Egypt” Comparative Studies in Society and History 1998, No 40:1, Cambridge) ayrıntılı bir biçimde gösterdiği gibi, “çarşıdan” ve feodal toprak sahiplerinden destek almasına karşın, esas olarak bir halk hareketine değil aydınlar arasında etkinliğe dayalı, seçkinci bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan devrimden önce İran’da, Şah rejimine rağmen (ve bu rejimin, Carter yönetiminin de baskısıyla 1970’lerin ikinci yarısında insan hakları ve demokratik haklar alanlarında gevşemeye başlamasının da etkisiyle) seküler yaşam tarzına yatkın bir orta sınıfın, Tudeh, Fadayin ve Mücahidin gibi modern devrimci/Marksist siyasetin ürünü, yaygın kitle desteğine sahip siyasi örgütlerin olduğunu, güçlü bir işçi sınıfının şekillendiğini biliyoruz.

Ancak, sivil toplum içinde varlığı, çok yaygın ve derin olmamasın karşın bir kez devrimci kargaşa başlayınca, Şii dini örgütlenmesinin, camilerin, medreselerin, Kuran kurslarının, Vakıfların ve dini derneklerin üzerindeki etkisine dayanarak, seküler muhalefetin taktik hatalarından da yararlanarak, adeta devrimci bir parti gibi davrandığını, devrimlerin birinci kuralı olan “iktidar en örgütlü ve kararlı kesimin elinde kalır” ilkesine uygun olarak, devleti ele geçirdiğini, ondan sonra diğer siyasi rakiplerini imha ederek, sivil toplumu yukarıdan aşağı, şiddete dayanarak dönüştürmeye başladığını görüyoruz: Kısa sürede, İran’da monolitik, baskıcı, yaşamın hemen tüm alanını adeta bir faşist devlet gibi, ama onun hayal edebileceğinden çok daha etkin ve güçlü bir meşruiyete dayanarak nüfuz eden, denetleyen bir Molla rejimi kuruldu.

Görüldüğü gibi İran’daki gelişmelerin ve Devrim modelinin Türkiye’de tekrarlanmasını beklemek için yeterli neden yok. Türkiye’de dini hareket Şii ruhban sınıfı gibi hiyerarşik, monolitik bir örgüt tarafından kontrol edilmiyor; aksine çok parçalı çok liderli bir yapı sergilediği, liderliklerinin sermaye ve meta ilişkilerine entegre edildiği (tarikatların holdingleşmesi denen olgu) söylenebilir. Buna karşılık, dini hareketin bu çok parçalı haliyle, sivil toplum içinde, giderek etkisini arttırdığına devlet içinde kadrolaştığına ilişkin kimi gözlemler yapmak olanaklı. Yine de geniş kapsamlı bir siyasi kriz içinde dahi, tüm bu etkinliği bir araya toplayacak bir merkezi üreterek iktidarı ele geçirme kapasitesine aniden ulaşabileceğini düşünmek, imkansız olmasa da, kolay değil. Bu nedenle İran devrimine bakınca, Türkiye’de islami bir rejim kurulma tehlikesinin düşük olduğu söylenebilir. Ama, Mısır deneyi başka ve oldukça düşündürücü bir öykü anlatıyor.

Mısır ve “Pasif devrim” süreci
Mısır’da ılımlı İslam’ı, şiddet kullanmayı reddeden Müslüman Kardeşler örgütü temsil ediyor. 2005 genel seçimlerine, Mecliste 88 temsilciyle iskemlelerin %20’sini ele geçiren (diğer muhalefet partileri yalnızca 14 iskemle kazanabildiler) Müslüman Kardeşler örgütünün kökleri 1920’lere kadar gidiyor. Ancak siyasi bir etken olmaya başlamaları, 1960’larda Nasır’ın popüler halkçılığı gibi seküler hareketlerin yenilgisiyle, 1980’lerde Sedat’ın öldürülmesinden sonra, hükümetin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’la işbirliği yapmaya karar vermesiyle başladı.

Bu sürecin arka planındaysa, 1970’lerden başlayarak, 1990’lar boyunca devam eden ekonomik gerileme, nüfus patlaması ve yoksullaşma var. Bu dönemde, İslami gruplar, yerleşik cami ağlarına, derneklere, toplum içi bağlara ve körfez ülkelerinden gelen mali yardımlara dayanarak güçlendiler. Aynı dönemde devlet özellikle 1967’de İsrail’e yenilmesinden sonra hızla meşruiyetini kaybediyor, radikal terörist eğilim İslami hareket içinde güçleniyordu. Devletin, bu kanada karşı, ılımlı İslam’la işbirliği çabası bu meşruiyeti kaybetme sürecini hızlandırdı.

Ama islami hareketin güçlenmesinin temelinde, öncelikle, devletin, sunmakta giderek zorlandığı sosyal hizmetleri üstlenmeye başlaması yatıyordu. İslami hareketin sivil toplum içindeki etkisi artarken beraberinde siyasi bir mesaj da gelişiyordu: “Tek yol İslam”. Böylece, bir yorumcunun işaret ettiği gibi, İslam’ın vurgusu birey-tanrı ilişkilerinden, birey-siyasi İktidar ilişkisine kayıyor, din, bir siyasi ideolojiye dönüşüyordu (“There are no moderates”, National Interest, Sonbahar, 1995,).

Dahası, bu süreç bir örgütlenme aracı olarak da işliyor, Sheri Berman’ın belgelediği gibi önce herkese sunulan bir sosyal hizmet, örneğin tüm üniversiteli kız öğrenciler için başlatılan minibüs servisine, talep artınca, yalnızca peçeli öğrenciler kabul edilmeye başlanıyordu (“İslamism, Revolution, and Civil Society”, Perpectives on Politics, Haziran 2003). Kendi sivil toplum örgütlerini kurmalarının yanı sıra Müslüman Kardeşler 1980’lerde öğrenci örgütlerini, 1990’larda, doktorların, eczacıların, mühendislerin avukatların vb.. meslek örgülerini de ele geçirdiler.

Mübarek rejiminin radikal İslam’a karşı “ılımlı”, şiddete baş vurmayan İslam’la, işbirliği yapmaya başladığı1980’lerden itibaren dini söylem, resmi siyasi söylemin içine sızmaya, siyasi tartışmalarda, en üst düzey bürokratların yükselme süreçlerinde önemli rol oynamaya, Kuran’a ve Hadislere gittikçe daha sık gönderme yapılmaya, böylece, siyasette, seküler söylem gerilemeye başladı.

Mısır’ın önde gelen dini eğitim merkezi El Ahzar üniversitesinin, etkisi arttı, giderek kültürel alanda önemli bir egemenlik merkezi haline geldi. Artık, okullarda neyin okutulacağına, neyin nasıl öğrenileceğini El Ahzar fetvaları belirliyordu. El Ahzar denetiminde üniversitelerden yetişen öğrenciler devlet bürokrasisinde yükseldikçe, Müslüman Kardeşlerin, genelde İslami hareketin etkisi, toplumu dönüştürme kapasitesi artıyor, diğer bir değişle “pasif devrim süreci” ivme kazanıyordu. Bu sırada, El Ahzar’ın kültürel baskısı altında Seküler aydınların çalışma, etkinlik alanı hızla daralıyordu.

Sheri Berman’ın aktardığı gibi, devlet bu politikaları radikal İslam’a karşı geliştiriyordu ama “ılımlı İslam’ın temsilcileri hiç bir zaman daha radikal kardeşlerini ret etmiyor”, Müslüman Kardeşler’in sözcüleri sık sık, onların eylemlerini savunuyor, onları, hükümetin politikalarına karşı çıkan ateşli, idealist gençler olara tanımlıyor, faturayı hükümete çıkarıyordu.

Böylece hem sivil topumda, hem de devlet kademelerinde İslam’ın etkisi artıyor, merkezi devletin denetimi zayıflıyor, Mısır toplumu derin bir biçimde İslamcılaşma yönünde dönüşüyordu. Sonuç olarak İslami hareket belki devleti yıkmıyordu ama, gittikçe tecrit ediyor, içine nüfuz ediyor ve dönüştürüyordu. Bu İran modeli bir devrim değildi ama, dönüşümlerin derinliği, çapı açısından belki de çok daha kalıcı özellikler gösteriyor, devlet ve sivil toplum içindeki İslamlaşma birleştiği taktirde, İran türü ani bir radikal alt üs oluş olasılığını da güçlendiriyordu.

Türkiye’de “pasif devrim”?
1980’ler başlayan, 1990’larda güçlenen kimi gelişmelere, 19 AKP hükümetinin deneyimine, Mısır örneğinin ışığında baktığımızda, Türkiye’de de İslami hareketin, 1994 belediye seçimlerinin, 28 Şubat sürecinin, AKP’nin iktidara gelişinin gösterdiği gibi, salt siyasi olarak değil, sayıları artan camiler, kuran kursları, dini medya, dini eğitiminin yeniden canlanması, ulusal eğitim sistemi içinde dini söylemin etkisini artmasıyla, aile ve devlet arasında kalan alanda, dayanışma kurumları, çeşitli sosyal hizmetler yoluyla da geliştiğini görüyoruz. Jenny White’ın (Islamist Mobilization in Turkey: A study of vernacular politics, 2002) İstanbul tabanlı bir araştırmayla sergilediği gibi, bu sürece, katılanların, siyasi yaşama katıldıkları düşünmeden, siyasi yaşamın parçası haline gelmelerine olanak sağlayan, geniş, yaygın ilişki çevreleri (hücrelerden) ağından oluşan ortak yaşam alanlarını oluşmuştu. Jenny White gelinen noktada, taban örgütlenmelerinin, giderek siyasi yapıyı, etkilemeye başladığına, siyasi yapının da bunları koruma eğiliminde olduğuna işaret ediyor.

Bu günlerde, tüm bu gelişmelerin, yakın zaman kadar AKP’ye yakın, kesimlerde bile endişe yaratan düzeye ulaştığını görüyoruz. Bu bağlamda, Cüneyt Ülsever’in, Hürriyetteki köşesinde üç gün yayımladığı çarpıcı yazısında AKP’nin tabanının “milli görüş” tarafında ele geçirildiğinden yakınması, önemli bir örnek olarak görülebilir. Yine “ılımlı İslam’a” olumlayıcı bir gözle bakan Prof Şerif Mardin’in, Ruşen Çakır’a AKP’nin Cumhurbaşkanlığını almasını çok olumlu karşılamadığını anlattığı söyleşisinde “mahalle politikası”, “mahalle baskısı” olayından rahatsızlığını ifade etmesi de anlamlı. Bir süredir, yine yakın zaman kadar en azından AKP karşısında tarafsız kalmaya çalışan kimi köşe yazarlarının İslami hareketin toplum yaşamına müdahale eden, türban takmaya zorlama, dini Bayramlarda, Ramazanda içki yasağı, lokanta kapattırma yoluyla toplumsal baskı oluşturma çabası, kimi bölgelerde İslami yaşam tarzını, tüm simgeleriyle birlikte hakim kılmaya başlamasını en son olarak da “malum” bikini tartışmasını vurgulamaya çalışmaları da benzer bir korkunun ürünü olarak görülebilir.

Mısır örneğine dönersek, bir benzerlik daha bulabiliyoruz: Radikal siyasi yaklaşımları bastırmak için ılımlı İslam'la işbirliği taktiği. Türkiye’de, 1980’da askeri rejimle birlikte gündeme gelen, İslami harekete yeni hareket alanı açan, din eğitimini resmileştiren bu taktiğin, aynı zamanda kimi seküler aydınlar arasında İslami entelijensiyayla diyalog çabaları, İslami hareketin meşruiyet kazanarak gelişmesini hızlandırmasında önemli rol oynadı. Bu sürece ekonomik programın, kırsal yapılarda, kent alt sınıflarında hatta geleneksel orta sınıf üzerindeki sarsıcı etkileri eklenince süreç bizi 1994 belediye seçimlerine kadar getiriyor….

Sonuç olarak denebilir ki, Türkiye’de 27 yıldır devletle aile arasındaki alanı, “sivil toplumu” adım adım etkisi altına alan “bir pasif devrim” sürecinden söz edilebilir. Kimi yorumculara göre bu süreç, uluslararası ilişkilerle de birleşerek, hem AKP hükümetinin oluşmasına yardımcı olmuş, hem de AKP hükümeti döneminde yeni mali kaynak, kadro, kurumsal hukuki kazanımlar elde ederek daha da derinleşmiş, hızlanmıştır. AKP Cumhurbaşkanlığı makamını de elde etmeye kalktığında, oluşan büyük tepkinin arkasında da, sanırım, bu gün bu sürecin çok kritik bir noktaya geldiğine ilişkin korkular yatıyor.
-------------------------
[*](DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ, Cumhuriyet 04.06.2007)
(...)
'Devrim'... 'pasif devrim'
Ilımlı ve radikal kanatlar arasındaki diyalektiği daha iyi görebilmek için "pasif devrim" kavramına bakabiliriz. Devrim, bir toplumun iktidar ilişkilerinin, siyasi, ekonomik rejiminin değiştirilmesine ilişkin bir kavram. Bu bağlamda iki olasılık söz konusu: Siyasi erkin ani bir altüst oluş sırasında "cepheden bir saldırıyla" ele geçirilmesi; ya da toplumda yaşanan dönüşümler, bir "mevzi savaşının" kazanımları, birikerek bir aşamada siyasi erkin ele geçirilmesine olanak sağlar.


Antoni Gramsci , ikinci olasılığı, devletle aile arasındaki alanın, "sivil toplumun", "mevzi savaşı" y ürüten bir siyasi hareket tarafından dönüştürülmesi, giderek yeni sınıflar matrisinin iktidar ilişkilerinin oluşması süreci olarak tanımlamak için, "pasif devrim" kavramını kullanıyor ( Prison Notebooks -Hapishane Defterleri- L&W 1971, sf: 52-119: "İtalya tarihi üzerine notlar" )


"Pasif devrim" sürecinde üç boyut önemli. Birincisi, "sivil toplumun" ilişki ağları, kurumsal özellikleri, kültürel duyarlılıkları, değer yargıları ( "hakikat rejimi" ) bağlamında dönüştürülmesi. İkincisi, "mevzi savaşını" sürdüren hareketin, Gramsci'nin "tranformismo" (sf: 58-60, 107-109) (dönüşümcülük) dediği bir taktikle, siyasi coğrafyada rakipleriyle arasındaki alanı tutan "tarafsız" seçkinleri teker teker ikna ederek, satın alarak vb. kendi tarafına kazanması; karşı kamptaki huzursuzları bağımsızlaştırmaya çalışması. Böylece süreç ilerledikçe "mevzi savaşı" sürdüren hareket, "merkezin" kanaat önderlerini (entelektüellerini) de kazanarak toplumda kendi "hakikat rejimini" egemen kılmaya, kültürel hegemonyasını kurmaya başlar. Üçüncüsü, bu kültürel hegemonya bir taraftan devlet bürokrasisi içinde kendi kadrolarıyla yayılırken "mevzi savaşı sürdüren" hareketin "en kabul edilebilir/ılımlı" kanadını, parlamenter yoldan hükümet taşır. "Ilımlı kanat" hükümete ulaştığında, devletin kurumlarını, yasaları adım adım değiştirerek alttan gelen radikal unsurları taşıyan, hatta onlar tarafından belirlenen dalgayla birleşerek ya da onların önünü açarak "pasif devrimi" hızlandırır.


Siyasal İslamın, Mısır, Malezya gibi ülkelerde ama özellikle Türkiye'deki gelişme sürecine bakınca "mevzi savaşının", "pasif devrim" sürecinin tüm özelliklerini görebiliyoruz. Bugün bu gözlemlere "ılımlı" kanadın büyük güçler tarafından desteklenmesini de eklemek gerekiyor.



No comments: