Thursday, November 24, 2011

Cesaret ve sabır

23 Kasım 2011 -

Pazartesi yazımın sonunda aktardığım ikilem, toplumsal muhalefetin içinde bulunduğu koşulları yansıtıyordu. Bu koşullarda, en önemli “erdem”in “cesaret”, başka bir “dünyanın” kurulabileceğine, kültür endüstrisinin tüm propagandasına karşın ve bir başarı garantisi beklemeden inanma “cesareti” olduğunu daha önce birkaç kez vurgulamıştım. Şimdi artık, “cesaret”in yanına “sabır”ı da eklemek gerektiğini düşünüyorum.

Yeni ‘durum’ 
Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluştuğuna dikkat çekmiştim: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu saptamalar andaki gerçekliği yansıtıyor olabilir. Ama Fukuyama bir yana, Tarık Ali gibi “eski tüfeklerin”, “komünist partilerin” de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da aynı gerçekliğin parçası. Meydan işgallerinin oluşturduğu “hareket” yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!

Bu yeni hareket yaratıcı olmayı gerektiriyor, çünkü “gelenek”, kimi unsurlarını içinde barındırsa da yeni bir “durumla” karşı karşıya; bu nedenle hazır, siyasi talepleri, pratik örgütsel cevapları yok. Öyleyse “geleneğin” ayakta kalabilmesi yolunda devam edebilmesi için bu cevapların bulunarak “yenilenmesi” gerekiyor. İyi de bu durumun geleneğin önüne getirdiği sorular neler? Soruları aramaya, bu yeni durumun kaba bir “zaman-mekân” haritasını çıkarmayı deneyerek başlayabiliriz sanırım.

İlk geniş çaplı, şiddetli öğrenci olayları 2010 yılının mayıs ve kasım aylarında İngiltere’de patlak verdiyse de bunların yeni “durumun” oluşturduğu “küme”ye ait olduğunu o zaman söylemek olanaklı değildi. Bu yeni durum 17 Aralık günü Tunus’ta patlak veren kitle eylemleriyle başladı. Cezayir, Mısır (Tahrir), Bahreyn, ABD’de Wisconsin işçi protestoları ilk kez, “Burası Tahrir Meydanı” diyerek, alakasız gibi görünen iki “olay” arasında bağlantı kurdu. Bu bağlantı bize evrensel bir hareketle dolayısıyla yeni bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü. Sonra İspanya’da Porto del Sol, Yunanistan’da Sintagma, hiç beklenmedik bir biçimde Wall Street işgali geldi... Bunu İngiltere’de St. Paul Meydanı işgali izledi. Başka birçok kentte “işgal olayları” başladı. İngiltere’de Londra’nın Tottenham mahallesinde patlak veren isyan, yağma, başka mahalleleri ve kentleri de etkiledi.

İngiltere devletinin bu olaylara cevabı, kimi düşünceleri suç kategorisine almaya, 9 Kasım’da, lise öğrencilerinin de katıldığı protesto yürüyüşünde plastik mermi kullanma tehdidine kadar varan bir polis şiddeti, kapalı devre TV kameralarını, en son yüz tanıma tekniklerini, Twitter, Facebook gibi ağları da kullanarak gerçekleştirilen 3000’den fazla tutuklu, alabildiğince ağır cezalar oldu.

Tüm bu protesto ve işgal olaylarına katılanların sayısının 7 milyarlık dünya nüfusu içinde binde birlerle bile ifade edilemeyecek kadar küçük olmasına karşın, yarattıkları haber ve tartışma dalgasının dünya medyasını, web sayfalarını doldurduğunu görüyoruz. Filozoflar, siyaset bilimciler, ekonomistler, “herkes” bu “yeni durum” üzerinde düşünüyor, yazıyor. Bunlardan olaylara katılanların toplumsal profilinin, teknolojilerinin, davranış biçimlerinin, yaşadıkları toplumlardan bağımsız bir benzerlik taşıdığını öğreniyoruz. Hepsi birden tek “evrensel” bir “küme” (küme teorisi bağlamında) oluşturuyorlar. Toplamları bu “küme”nin büyüklüğünü aşıyor.

Bu yeni “durumun” bileşenlerinin oluşturduğu kümenin “zamanına” bakınca, neden bu kadar önemli bir “durumla” karşı karşıya kaldığımızı anlayabiliyoruz. Bu yeni “durum”, ekonomik, siyasi (uluslararası hegemonya ve liberal demokrasi), ideolojik (serbest piyasa söylemi), psikolojik (hazlara odaklı tüketimin bireyinin finansal durumu) ve nihayet ekolojik (küresel ısınma ve gıda, su) krizlerinin çakıştığı “yerde” ortaya çıktı. Kapitalizmin krizden çıkmak için arzuladığı, daha fazla üretimin, daha fazla tüketimin tüm diğer krizlerin daha da ağırlaşmasını getirecek olması, genel bir uygarlık kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Meydan işgalleri, işte bu krizlere karşı bir tepkiyi temsil ediyor, “insanlık böyle devam edemez” diyor. Bu noktada “komünist geleneği”, “peki öyleyse ne yapmalı”, “nereden başlamalı” ve “nasıl” sorularını sormaya zorluyor.

“Cesaret”, bu “uygarlık krizi”nin ve ona neden olan kapitalizmin aşılabileceğine inanmaya devam etmekle ilgiliyse, “sabır”ın da, düzenin, hareketi, yeniden kapitalizmin, “demokrasi”nin dünyasını kabul etmeye çekecek uzlaşma önerilerine, “jestlerine” kulakları kapayarak telaşa kapılmadan, çalışmaya, bu sorulara “geleneği” yenileyecek, insanlığın önünü açacak cevaplar bulmak için çabalamaya ait olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık başladı...

Wednesday, November 16, 2011

'Avrupa Birliği' düş kırıklığ

16 Kasım 2011 -

Avrupa Birliği büyük projeydi; şimdi büyük bir düş kırıklığına yol açıyor. Büyük toplumsal düş kırıklıkları hemen her zaman büyük tarihsel olaylara yol açarlar.

Büyük projeden ‘Frankfurt Grubu’na 
Avrupa Birliği projesi, öncelikle, Almanya’nın yeniden hegemonya kurmaya kalkmasını, Avrupa devletleri arası savaşları önlemeyi, komünizme karşı bir set oluşturmayı amaçlıyordu. Giderek bütünleşmiş bir ekonomik birim, sınırların kaldırıldığı, yasaların ortaklaştırıldığı, bir parlamentoya, anayasaya sahip, birleşmiş bir siyasi coğrafya oluşacaktı.

Bu proje, “ulus devletlerin egemenlikleri” paradigmasını geride bırakıyor, tüm üye ülkelerin eşit koşullarda katıldığı bir “birleştirilmiş egemenlik” (“pooled sovereignity”) oluşturuyor; Avrupa çapında, anayasa, vatandaşlık kurumunu, demokrasiyi güçlendiriyordu. Bu anlamda Avrupa Birliği bir uygarlık projesiydi. Hatta, European Council on Foreign Relations’ın kurucularından Mark Leonard’a bakılırsa AB, diğer ülkeleri kendine doğru çeken yeni model bir imparatorluktu.

Mali kriz tüm bu varsayımları sorguladı, vaatleri boşa çıkardı. Çünkü bu, 1970’lerden bu yana ertelenerek gelen, 1980’lerden sonra neo liberal politikalarla yönetilen kriz dinamiklerinin hepsinin birden patlak vermesinin yarattığı bir mali krizdi.

Krizle birlikte Almanya, AB içinde belirleyici olmaya, kendi ulusal çıkarlarını birlik üyelerine dayatmaya başladı. Bu sırada birlik üyeleri de, “birleştirilmiş egemenliğin” Almanya hegemonyası projesini destekleyen bir fantezi olduğundan şüphelenmeye başlamışlardı: Tüm AB üyeleri eşitti ama birileri daha fazla eşitti. Bu daha eşitler arasında da Almanya artık birinci konumdaydı.

Geçen hafta, Yunanistan ve İtalya’da hükümetler devrilir, başbakanlar istifaya zorlanır, yönetimleri, “Trilateral Komisyon” ve “Bilderberg” tiplerine emanet edilirken İrlanda da İngiltere bankalarının teminatsız alacaklarına mahsuben 1 milyar dolar ödüyordu. The Irish Times’dan Fintan O’Tool’un işaret ettiği gibi, “Başbakan, Michael Noonan bu muazzam büyüklükteki parayı, zaten iflas etmiş bir ülkenin kasasından alıp akbaba kapitalist kumarbazlara, bunun iyi bir fikir olduğunu düşündüğü için vermiyordu. Kafasına bir tabanca dayadıkları için veriyordu. Tehdit Avrupa Merkez Bankası’ndan geliyordu, acımasızdı: Hey düzenbazlar, vergi mükelleflerinizden topladığınız parayı verin yoksa banka sisteminizi yıkarız!” “Bu milyar dolarlık haracı parlamentoda tartışamaz, bir oylama da yapamazsınız!”(12/11)

Ülkelerin halklarının karar verme hakkı ellerinden alınırken “Frankfurt Grubu” diye bir şeyin oluştuğuna, G20 Cannes toplantısında şekillenen bu şeyin AB yönetimini fiilen üstlendiğine ilişkin yazılar medyada görülmeye başladı (Nelson, Spectator, 12/11; Cockburn, The Independent, 13/11).

“Frankfurt Grubu”, Merkel, Sarkozy, IMF Başkanı Lagarde, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi, Manuel Barroso, Jean-Claude Juncker, AB Başkanı Van Rompuy ve Olli Rhen’den oluşuyor, “AB hiyerarşisiyle Alman finans gücünü birleştiriyordu”. Böylece, Merkel’in “çekirdek Avrupa”, “iki hızlı Avrupa” “değişken geometrili Avrupa” kavramları da daha bir anlaşılır olmaya başlıyordu. Ama, “Frankfurt Grubu”nun arkasında ne var?

Sanırım IMF kaynaklı bazı veriler bu soruya bir cevap bulmaya yardımcı olabilir. İtalyan hükümetinin borçlarının yüzde 44’ü yabancıların elindeymiş. Bu oran Yunanistan’da 57.4, Portekiz’de 60.5, Fransa’da 62.5, Almanya’da 59.2. Bu veriler uluslararası borç piyasasını işaret ediyor. Kısacası, “Frankfurt Grubu”nun arkasında uluslararası finansal kapital var diyebiliriz.

Gerçekten de Merkel’in bile finans kapitalin basıncından kurtulamadığını görüyoruz. AB bölgesine ihracat yapan Alman Toptancılar, Dış Ticaret ve Hizmetler Federasyonu, Merkel’den mutlaka Avro’yu kurtarmasını istiyor, “Bu önlemlerin işe yarayacağına inanmıyoruz” diyorlar (New York Times, 13/11). Merkel de mali piyasaları denetlemekten, bankalara fiyat ödetmekten söz ediyordu. Ama sonra, Finansa Kapital’in “önce borçlar ödenecek” talebine teslim oldu.

Avrupa’da demokratik süreçlerin, sermayenin bu kesiminin taleplerine cevap vermek için askıya alınmaya başlaması birçok yorumcuda “uygarlık projesi” iddiaları bağlamında derin kaygılar yaratıyor. “AB vatandaşlığı iflas ederken gelişmiş üyelerle eşit olduklarına inananlar ‘geri kalmış ülke’ konumuna düşüyorlar”. “30 yıldır canavarca genişleyen finans kapitalin Avrupa’da demokrasiyle bağdaşmadığı ortaya çıkıyor”. “Böylece kapitalizmle ve demokrasinin 300 yıllık yol arkadaşlığı nihayet, Avrupa’da sona eriyor”. T.S Eliot’un “İçi Boş Adamlar” şiirini anarsak faşizm gibi olağanüstü rejimlere yol açan bir “patlamayla” değil, bürokratların elinde bir “sızlanmayla”...

Ama bu “sızlanmalarla” birlikte şekillenen yeni olasılıklar yelpazesi içinde, Harvard’dan Prof. Rodrik’in işaret etiği gibi, Avro bölgesinin dağılmasına, buna bağlı olarak gelişecek, 1930’ları anımsatan siyasi kâbuslara ilişkin senaryolar da var.

Thursday, November 10, 2011

'Tek parti egemenliği' - 'Yapışkan statüko'

Yalçın Doğan’ın “Doçentlik jürileri tamam” başlıklı yazısı çok önemli bir gelişmeye dikkat çekiyor: Doçentlik jürilerini belli bir muhafazakâr görüşe sahip kadrolar ele geçiriyormuş.

Doğan’ın bu gözlemlerinin, siyasal iktidarların korunması ya da tehdit edilmesi açısından büyük öneme sahip “epistemik topluluk”ların (rejimden yana ya da karşı siyasi tutumlar için gerekli teorileri üreten, yayılmaya hazır hale getiren uzman toplulukları- Michel Foucault) en önemli yaşam alanlarının (akademik araştırmaların) belli bir görüş tarafından denetim altına alınmasından öte iki boyutu daha var. Bunlardan biri, Gramsci’nin “pasif devrim” kavramından esinlenerek betimlediğimiz sürecin tamamlanmasıyla, ikincisi de uzun süreli tek parti egemenliği dönemlerinde toplumda oluşan ve siyasette “patika bağımlılığı” denen olguya yol açan “algısal kilitler”le ilgili.

‘Pasif devrim’... 
“Pasif devrim” kavramı, bir hamleyle siyasi iktidarın ele geçirilmesinden sonra toplumun yeniden şekillendirilmesinden (siyasal ve toplumsal devrim) farklı bir sürece işaret eder. Bu süreç, aile ile devlet arasında yer alan “sivil toplum” alanını, egemen öznellik biçimleri, kurumlar, ortak yaşam alanlarının nitelikleri, belki de en önemlisi, belli bir “hakikat rejimi” (doğruları ve yanlışları ayırt etmeye, bunun için gerekli kavramları kullanmaya, kimi kavramları da dışlayarak, konuşulmaz kılan varsayımlardan oluşan düşünsel sistemler) doğrultusunda adım adım, adeta “moleküler” düzeyde dönüştürülmesine işaret eder.

“Pasif devrim” süreci siyasi iktidarı almadan ilerler, giderek devlet olarak bildiğimiz, siyasi/idari kurumlar, ilişkiler ağının sinir düğümlerine (iktidarın kristalleştiği ve dağıtıldığı noktalara) ulaşır. Bu noktaya kadar aşağıdan yukarı, toplumdan devlete doğru ilerleyen süreç, bu noktadan sonra devletten topluma doğru, “pasif devrim” sürecini hızlandırarak ilerler.

Yakın tarihte, Müslüman Kardeşler hareketinin etkinlik alanlarında bu “pasif devrim” sürecini izlemek olanaklıdır. Özellikle Mısır çok gelişkin, başarılı bir örnek oluşturur. Türkiye’de de “siyasal İslam”ın geride bıraktığımız 20 yıl boyunca yaşadığı, AKP hükümetleriyle taçlanan yükselme süreci, liberal entelijansiyanın oynadığı rolü, AKP politikalarını, getirdiği kurumsal dönüşümleri de bu “pasif devrim” paradigması altında düşünmek olanaklıdır.

Yalçın Doğan’ın aktardığı gelişmeler, bu “pasif devrim” sürecinin nerelere kadar ulaşmış olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

‘Algısal kilitler’, ‘Patika bağımlılığı’ 
Yürütme üzerinde, uzun süre, tek bir partinin egemen olduğu ülkelerde, kimi araştırmacıların dikkat çektiği gibi (örneğin, Forestiere ve Allen, International Political Science Review, sf. 380, Eylül 2011) siyasi kararların alınma süreçlerinde bu partinin iktidar yaşamının çok ötesine uzanan, kalıcı davranış biçimleri, “patika bağımlılığı” yaratan “algısal kilitler” oluşabiliyor. Böylece toplumda, bir kez yerleştikten sonra, değiştirilmesi giderek zorlaşan bir “yapışkan statüko” şekillenebiliyor.

Muhalefetin çok parçalı, kutuplaşmış, hükümet partisi karşısında bir seçenek oluşturmakta başarısız kaldığı koşullarda, hükümet partisinin uygulamaları sonucunda oluşan “algısal kilitler” daha güçlü, “statüko” daha “yapışkan” oluyor.

“Statüko”nun “yapışkanlık” düzeyini belirleyen bir etken de tek parti hükümetinin, ülkenin siyaset yapma süreçleri, alanları üzerinde kurmayı başardığı “tekelci yapılanmalar” oluyor. Bu “tekelci yapılanma”, siyaseti etkilemek isteyenleri bu “tekelci yapılanmaya” katılmaya zorluyor. Bir kez katılım gerçekleştikten sonra, “tekelci yapılanma”, başarısız politikalara, hatalara yol açsa da bu “statüko”nun dışına çıkarak başka seçenekler aramak verimsiz bir çaba gibi görünmeye başlıyor.

Belli grupların ekonomik çıkarlarını savunmak üzere oluşan koalisyon partilerinin hükümetlerinin yaratacağı “algısal kilitler”, iktidara geldikten sonra toplumun daha geniş kesimlerinin çıkarlarını ve sesini kapsamaya çalışan, bu izlenimi veren partilerin hükümetlerininkinden daha zayıf oluyor.

Neticede, hiçbir “algısal kilit” ve “patika bağımlılığı” sonsuza kadar kalmıyor. Bir aşamada “yapışkan statüko” zayıflamaya, “statüko”nun dışında seçenek arama eğilimi güçlenmeye başlıyor. Bu noktada “epistemik toplulukların” önemi artıyor.

Uzun süre iktidarda kalan bir tek parti egemenliği rejiminde, egemen akım, bu toplulukları, bunların “yaşam alanlarını”, “doğdukları” ortamı kontrol edebildiği ölçüde, “statükoyu koruyacak” “tekelci yapı” dışında ve ona karşı düşünerek, işlemeyen, hatalı politikalara karşıt seçenekler üretme ve hataları tamir etme olasılıklarını da azaltacak, demektir. Yalçın Doğan’ın aktardığı gözlemler bu açıdan da çok önemlidir.

Friday, November 04, 2011

Suriye, Libya değilse…

NATO ve AfriCom’un Libya operasyonu, Obama’nın “arkadan liderlik verme” stratejisi “başarılı” oldu ya, “Şimdi sıra sırada neresi var?” sorusu gündeme geliyor. En güçlü aday  Suriye. Ancak, Suriye’ye niyetlenenleri rahatsız eden bir durum var. Libya’da izlenen rejim değişikliği senaryosunu, Suriye’de aynen sahnelemek pek olanaklı görünmüyor; dekorda, aktörlerde önemli değişiklikler yapmak gerekecek. Bu bağlamda da gözler Türkiye’nin, Başbakan Erdoğan’ın üzerinde yoğunlaşıyor. Sizi bilmem ama, tüm bunlar beni korkutuyor.

Libya senaryosu zor...
Libya senaryosunun Suriye’de sahnelenemeyecek olmasına yol açan etkenlerin başında, coğrafi koşulları geliyor (Roff & Momani, Globe &Mail, 25/10). Suriye, Libya’dan farklı olarak, dağlık bir coğrafyaya sahip. Sivil nüfus, bu dağların arasına ve kenarlarına yerleşik. Havadan bombalamak olanaklı ama, tali hasarın çok yüksek olması kaçınılmaz. Libya nüfusu 6,6 milyondu, Suriye’de 22 Milyon insan yaşıyor. Suriye ordusu, Libya ordusundan sekiz kat daha büyük, iki kat daha fazla uçağı,  dokuz kat daha fazla tankı var...

İkincisi,  Suriye’de muhalefetin, toplumun en fazla yüzde 40’ını etkilediği düşünülüyor (age). Robert Fisk, halkın büyük bir kısmının iç savaştan korktuğunu, Esat’ı desteklemek için, kendiliklerinden, yüzbinlerle olmak üzere sokaklara çıkabildiklerini aktarıyor (The Independent 27/10) Time’dan Tony Karon, “Muhalefetin karşısındaki tatsız gerçek şu ki, Suriye toplumunun büyük bir kesimi, Sünni - İslamcı akımların önderliğindeki bir isyandan, rejimden korktuklarından daha çok koruyor”  diyor.

Üçüncüsü, daha çok diplomatik: Birleşmiş Milletler’den, Libya’ya müdahale etmeye olanak sağlayan karara benzer bir karar çıkartmak Rusya, Çin yüzünden olanaksız. Dahası, Zogby araştırma grubunun bulguları bölgede Sünni Arap nüfus içinde Esad’ı destekleyen kimse kalmadığını, ancak büyük çoğunluğun, Suriye’ye bölge dışından, Batı’dan yapılacak  bir müdahaleye kesinlikle karşı olduklarını gösteriyor (The National, 30/10). Bu nedenlerden dolayı, Jarusalem Post’tan Bloomfield, BM dışında, uluslararası ve bölge ülkelerinden oluşan bir “Suriye Dostları” grubu kurulmasını öneriyor (26/10).

Öyleyse ne yapmalı?
İsrail gazetesi Haaretz’in bir yorumunda bu soruya oldukça mantıklı bir cevap veriliyordu: “NATO ve Arap Birliği, BM, Beşir Esad’ı doğrudan hedef alamaz. Çünkü İran ve Hizbullah onun yanında, Rusya ve Çin’de diplomatik olarak destekliyor”. Ancak Haaretz’ göre “Esad’ın zayıf bir noktası var, düşmanları da hançeri oradan batırmayı planlıyorlar.  Esad’ın kaderi Türkiye Başbakanı Tayyip  Erdoğan’ın elinde” (30/10). Haaretz, “ ‘Özgür Suriye Ordusu’ denen şey Esad rejimini tehdit edemez ama, Türkiye’nin desteğiyle giderek büyüyor” diyor. Zogby’nin yukarda aktardığım araştırmasının bulguları da, Türkiye üzerinden yapılacak, Suudi Arabistan tarafından desteklenecek bir müdahaleyi, bölge halklarının benimseyeceğini ima ediyordu.

Gerçekten de, son haftalarda medyada izlediklerim, bana böyle bir senaryonun uygulanmaya konduğunu düşündürüyor. Hakkari- Çukurca baskınından sonra, daha toz duman yatışmadan hemen parmaklar Suriye ve İran’ı gösterdi. Geçen hafta, New York Times, yaygın olarak aktarılan bir haberinde, Türkiye’nin Suriye’li İsyancıları barındırdığını, koruduğunu hatta silahlandırdığı anlatılıyordu.  Wall Street Journal, başyazısında, “Türkiye artık Esad’ı hedef alıyor”, “Obama, arkadan liderlik verme konusunda yeni bir fırsat yakalıyor” (31/10) diyordu.

Dışişleri Bakanı Davudoğlu’nun “Türkiye Suriyelileri ve Filistinleri koruma sorumluluğu var” (Peki Esad’ı destekleyen yüzde 60’ı kim koruyacak? Yoksa bunlar Suriyeli değil mi?) sözleri,  Suriyeli İsyancılara kucak açarken “Sakın Türkiye’yi karıştırmaya kalkma” ültimatomu, “meşruiyeti olmadan  ayakta duramaz” (sokağa çıkan 200,000 kişi-Fisk- bir meşruiyet kaynağı sayılmaz mı?) saptaması. Türkiye tarafının da bu “arkadan verilecek liderliği” kabul etmeye hazır olduğunu düşündürüyordu.  Tam bu sırada Suriye muhalefeti, “uluslararası topluluktan” yardım istiyor. Arap Birliği Esad’a ültimatom veriyor...

Geçen hafta, Slate’de yayımlanan bir araştırma,  “Arap İsyanları” başladıktan az sonra, Pentagon’un CENTCOM bünyesinde, sıra dışı senaryoları düşünmek amacıyla kurulan “Kırmızı Ekip”i harekete geçirdiğini aktarıyordu. “Kırmızı Ekip”, bölgeyi İran ve Araplar, Sünniler ve Şiiler olarak bölecek senaryoları ve söylemlerini geliştirmeyi amaçlıyormuş.

Benim de aklıma nedense, İngiltere, Hindistan’dan çıkarken yaşananlar geldi. Şimdi, Hindistan yükselirken, o zaman etnik dini söylem üzerinden kurulan Pakistan dağılıyor. “O zaman, İngiltere’nin ‘böl yönet’ tezgahına gelen Pakistan burjuvazisi, şimdilerde acaba kafasını duvara vuruyor mudur?” diye düşündüm.