Saturday, November 28, 2009

Thursday, November 26, 2009

Bir Çatlak Daha…

Avrupa Konseyi Başkanlığı’na Von Rompuy’un atanması Türkiye’nin dış politikasındaki çatlaklara bir yenisini ekledi. Üstelik bu çatlağı kapatmak, İsrail ve Azerbaycan’la olan ilişkilerdeki çatlakları kapatmaktan çok daha zor…
AB ile ilişkilerde ortaya çıkan çatlak yeni değil, ama Rompuy’un atanması, bu çatlağın genişlemekte olduğunu gösteriyor. Bu genişlemenin bir nedeni AB’nin hegemonya projesininevrimiyse bir diğeri de AKP yönetimindeki Türkiye’nin yaşamakta olduğu kültürel, siyasi değişim.

Almanya, Fransa ekseni
AB Konseyi Başkanlığı için önce Blair’in adı geçiyordu. Her ne kadar İngiltere ve ABD medyası, Blair’i “biçilmiş kaftan”olacağını anlatmaya başlamış olsalar da bu adaylığı Doğu Avrupa ülkelerinden ve İtalya’dan başka ülke desteklemiyordu.

Blair’in adaylığına kesinlikle karşı olan Almanya, Fransa’yı da ikna edince yeni bir başkan adayı arayışı başladı. Blair’in adaylığının ölümünün arkasında iki neden vardı. Birincisi, AB liderliği, kamuoyu, Blair’in ABD’nin “adamı”olduğuna, İngiltere’nin politikalarının AB sürecinin gelişmesini engellediğine inanıyordu. İkincisi, AB, tüm liberal fantezilere karşın, içinde ciddi bir hegemonya süreci yaşanan ulus devletler topluluğuydu. Bu hegemonya sürecinin başını çeken Almanya ve Fransa, çevrelerindeki ülkeler, ulus devletlerinin gücünü azaltacak etkin, dahası Blair gibi kendine özgün gündemi olan güçlü bir başkan istemiyorlardı.

Leparmantier’in, Rompuy’un atanma sürecinin arkasındakileri anlatan ayrıntılı yazısının (Le Monde, 20/11) da gösterdiği gibi Blair’in devreden çıkması, Fransız-Alman eksenini güçlendirdi. Merkel’in Hıristiyan muhafazakâr kanattan, dengelere dikkat edecek, bu ikilinin iradesini sorgulamayacak bir aday isteği egemen oldu. Leparmantier, Merkel’in ilk adayının, eski Avusturya Şansölyesi, 2000’de faşist Haider’le işbirliği yapan Schüssel olduğunu, daha sonra, Almanya ve Fransa’nın Rompuy konusunda 30 Ekim toplantısında anlaşarak, sürece damgalarını vurduklarını aktarıyor. The Guardian’ın,“Franco-Alman mutabakatı tepki çekiyor” başlıklı yorumu da (18/11), Leparmantier’in saptamalarını doğruluyor. Böylece konsey başkanlığı süreci Almanya-Fransa ekseninin hegemonya sürecini güçlendiren yönde gelişiyor.

Wolfgang Munchau (Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası’nın görüşlerine çok yakındır) da AB’nin gereksinimi “güçlü başkanlık, liderlik sorunu değil, belirgin siyasi hedefler koymakta ve izlemekteki başarısızlık, ama en önemlisi eşgüdüm ve kriz yönetimi oluşturmaktaki yetersizliklerdir” diyor (Financial Times22/11). Diğer bir deyişle, Rompuy’un atanması, hegemonya sürecinin arkasındaki sınıf blokunun tercihlerine de uygun.

‘Benmerkezci yanılsamalar’
Rompuy’un 2004 yılında yaptığı bir konuşmasındaki tarihsel, dini gerekçelere göndermeyle, “Türkiye Avrupa’nın parçası değil, asla da olmayacak” sözlerinin atanmasından bir gün önce basına sızdırılması da bu hegemonya sürecinin bir parçasıydı. Türkiye’deki AB lobisinin, “ama konuşma beş yıl önce yapılmıştı”avuntusuna aldırmayın. Beş yıldır gelişmeler, AB kamuoyunun Türkiye’nin üyeliğine muhalefetini güçlendirmedi mi? Almanya ve Fransa’nın üyelik dışı seçeneklere yaptığı vurgu daha da güçlenmedi mi? Bir hegemonya projesi, az çok tutarlı bir metafizik (örneğin din) boyuta sahip olmak zorunda değil mi?

Bu koşullarda Türkiye Dışişleri, ya olup bitenlere aldırmıyor ya da kendini, daha kötüsü bizleri aldatıyor.

Dışişleri Bakanı Prof. Davutoğlu,Türkiye’nin üyelik sürecini canlandırmak amacıyla, çıktığı Avrupa gezisinin Madrid ayağında yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin Avrupa kültürünün parçası olduğuna ilişkin size yüz gerekçe gösterebilirim. En az 15 Avrupa ülkesinin tarihini, Osmanlı arşivlerine bakmadan anlayamazsınız”demiş. Belli ki, sözlerindeki ironininayırdına varmadan…

Avrupa “kültürünün parçası” ifadesi en az bu 15 ülke açısından iki anlamı var. Birincisi: Osmanlı, Avrupa kültürünün parçasıydı, ama askeri, siyasi ekonomik, özellikle dini açılardanolumsuz bir vurguyla kodlanmış“öteki” olarak… İkincisi: Modern Türkiye gerçekten, Avrupa açısından bu kez olumlu bir vurguyla kodlanmış olarak Avrupa kültürünün bir parçası, ama Davudoğlu’nun sandığı gibi değil. Modern Türkiye, Avrupa’nın dini, siyasi, askeri “ötekisi” olarak yaşamış bir imparatorlukla bağlantısını keserek aydınlanma geleneğini, laikliği, kadın haklarını, kapitalist hukuku, modern kapitalist devlet biçimi Cumhuriyeti benimseyerek, Avrupa’ya açılarak kültürüne eklemlenmiş bir ülke.

İroni şurada: AKP’nin Türkiye’yi, Müslümanlık özelliklerini öne çıkararak yönetme, Prof. Davutoğlu’nun da Yeni Osmanlı projeleri bu “parçası olma”ifadesindeki olumlu kodlamayı çözüyor, olumsuz kodlamayı yeniden kurguluyor. Siz Müslümanlık kültürünüzü, Osmanlı mirasınızı biteviye vurgulayacaksınız, ama karşınızdaki bunun tarihsel sonuçlarını anımsayarak bir korunma refleksiyle, birleştirici evrensel değer olarak Hıristiyanlığı vurgulayınca huysuzlanacaksınız… Bu da“benmerkezci yanılsamalarla” ilgili…

Thursday, November 19, 2009

‘Benmerkezci Yanılsamalar’

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın “görüşmelere Türkiye aracılığıyla yeniden başlama” çağrısına verdiği cevap, AKP’nin “çok başarılı dış politika” imajının cilasını çizdi. Netanyahu “aracının tarafsız, adaletli biri olması koşuluyla” görüşmelere yeniden başlamaya hazırmış. “Türkiye Başbakanı’nın yaklaşımları objektif, adaletli bir aracı imajını güçlendirmiyor” demiş (Jerusalem Post, 15/11/09).

İlginç bir ironi
Obama’nın Asya gezisini izlerken düşündüm: “AKP’nin dış politikası, bugünkü dünyanın içinde ne anlama geliyor?” Aklıma, Prof. Davutoğlu’nun Journal of International Affaires’deki makalesinde (Aralık 1997/Ocak 1998) rastladığım “benmerkezli yanılsamalar” (egocentric illusions) kavramı geldi. Davutoğlu bu kavramı Fukuyama’nın, “Tarihin Sonu” savını Batı’nın değerlerinin hegemonyasını, Huntington’un “Uygarlıklar Çatışması” teorisini de Batı’nın üstünlüğü varsayımını meşrulaştırdığı için eleştirirken, Toynbee’den alarak kullanıyordu.

AKP döneminde, Prof. Davutoğlu’nun önderliğinde yeni bir dış politika şekillendi. Bu yeni dış politika sayesine, Türkiye, Suriye ile İsrail’i barıştıracak, bu sayede Filistin sorununun çözümünü belirleyecek, Ermenistan’la anlaşacak, İran’la Batı arasında sorunların aşılmasına yardımcı olacak, bu arada AB’ye girecek, enerji koridoru, uygarlıklar arası köprü olacak. AKP yönetimi Kürt sorununu çözecek, Kuzey Irak’a, Büyük Ortadoğu’ya istikrar getirecek, bu arada Müslüman dünyasının liderliğine yükselecekti. Zaman gazetesinin pazartesi günü aktardığına göre Türkiye, Kopenhag zirvesindeki tıkanıklığı açarak küresel ısınmaya bile çare bulabilirmiş.

Kısacası, “önce Türkiye, sonra bölge, sonra Müslüman dünyası ve nihayet dünya”... Neden olmasın? Osmanlı’nın mirasçıları değil miyiz? Stratejik derinliğimiz yok mu?

Şimdi, Suriye-İsrail arasında aracılık işlevini Fransa üstlenmeye hazırlanırken, Türkiye’nin AB üyeliği, büyük olasılıkla “Kürt açılımı”yla birlikte “yok bööle bişi” listesine yazılırken, dönüp bu yeni dış politika yönelimi için “benmerkezci yanılsamalar” deyimini kullansak haksızlık mı yapmış oluruz?
Ama teorisi de var...
Davutoğlu’nun, Fukuyama ve Huntington’un savlarını “benmerkezci yanılsamalar” olarak nitelerken, kendine çok büyük özellikler atfeden bir dış politika izlemesi bir ironi oluşturmuyor mu? Oluşturuyor, ama dahası var: Dayandığı karmaşık teorik zemine dikkatle bakınca, bu “ironinin” giderek bir “trajediye” açılma olasılığı çok yüksek.

Bu teorik zeminin katmanlarının en altında, Mackinder’in, dünyayı kontrol etmek için Avrupa, Büyük Ortadoğu ve Asya ile çevrelenen Avrasya’yı kontrol etmek gerekir, diyen “Heartland” teorisi var. İkinci katta Spykman’ın “Rimlands” (kıyı/çevre/sınır topraklar) teorisi var. Bu teori Mackinder’in teorisinden kalkıyor, ama “Kıyı/çevre toprakları (Avrupa Kıyıları, Büyük Ortadoğu ve Asya muson bölgesi) kontrol eden Avrasya’yı kontrol eder” sonucuna ulaşıyor. Spykman’ın hemen üstünde, Thomas Barnett’ın, “Pentagon’un yeni haritası” çalışmasındaki “Çekirdek” (küreselleşmiş ülkeler), “Çatlak” (Irak, Afganistan, İran gibi küreselleşmeyenler) ve bu ikisini birbirine bağlayan “menteşe ülkeler” modeli var. Barnett’a göre Pentagon “çatlağı”, “menteşe” ülkelerin yardımıyla kapatmayı amaçlıyor.

Davutoğlu, İran devriminin ardından, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Spykman’ın “Rimlands” olarak saptığı bölgede, Kuzey-Güney ekseniyle, Doğu-Batı ekseninin kesiştiği yerde (Büyük Ortadoğu), bir “iktidar boşluğu” oluştuğunu saptıyor. Davutoğlu’na göre Fukuyama ve Huntington’un İslam dünyasını bir sorunlu “öteki” olarak saptamalarının arkasında da “Batı’nın” bu “boşluğun” yerel olarak doldurulmasını engelleyecek müdahalelerini meşrulaştıracak teorik gerekçeler sunma amacı yatıyor.

Davutoğlu, bu boşluğu Araplar değil ancak bölgesel güçler doldurabilir, diyor; büyük güçlerin (ABD ve SSCB/Rusya) İran’ı engellemek için Saddam’ı desteklediklerini, Körfez Savaşı’nda da Irak’ı bastırmak için güç birliği yaptıklarını vurguluyor.

Davutoğlu’nun işte bu zeminde, kıyı ülke - menteşe ülke tanımlarını birleştiren, bölgedeki iktidar boşluğunu, ABD’nin eğilimlerini göz önüne alarak, doldurmayı amaçlayan bir dış politika ürettiği söylenebilir. Bölgeyi kontrol edenin (boşluğu dolduranın) küresel çapta önünün açılacağını düşününce: Bugün Ortadoğu, yarın dünya…

Yukarıda değindiğim ironinin trajediye dönüşme olasılığıysa iki eksenin kesişmesiyle ortaya çıkıyor. Birincisi, yukarıda değinilen teoriler hegemonya konumundakilerin, hegemonya paradigmalarının ürünü. Bu teorilerle hareket edenler bu paradigmalara hizmet ediyorlar. İkincisi, ABD-AB ekseninden gelen bakış, Türkiye’nin işlevini bu boşluğun doldurulması değil, doldurulmasının engellemesi olarak tanımlıyor; Türkiye’nin boşluğu dolduracak yönde güçlenmesini engelleyecek “sigortaları” da içeriyor… Kurtlar sofrasına gitmeden bir konuda emin olmak çok önemli: Masada mısınız yoksa menüde mi?

Thursday, November 12, 2009

1979 mu, 1989 mu?

Duvarın yıkılışının 20. yıldönümünde, 1989’da dünyanın nasıl değiştiğine ilişkin yorumları okurken, kendimi muhafazakâr, emperyalist tarihçi Niall Ferguson’la aynı yerde buluverdim. Ferguson’a göre “Demir Perde’nin yıkılışını boş verin, 1979’da olanlar çok daha önemlidir” (Newsweek, 30/10).

Ekim Devrimi’nin ölümü

Niall Ferguson, Thatcher’in iktidara gelişinin, Deng Siao Ping’in Amerika ziyaretinin, Humeyni rejiminin tarihsel etkilerinin, Duvar’ın yıkılmasından daha önemli olduğunu söylüyor; genelde, Afganistan’ın işgalini de ekleyerek katılıyorum.

Ferguson, (bir sözcük oyunuyla) 1989’un aslında bir devrim (revolution) değil bir açığa çıkma (revelation) olduğunu savunuyor. Ona göre Doğu Bloku, ama özellikle SSCB’nin çöküşü, yozlaşmış komünist seçkinlerin gerçek yüzünü açığa çıkardı.

“1989”da yaşananların bir “açığa çıkma” durumu olduğuna ben de katılıyorum. Ama bir farkla: Sosyalizmin, Ekim Devrimi’nin kazanımlarının, 1989’da değil, ondan 55-60 yıl önce, grev hakkını, fabrikalarda işçi yönetimini ortadan kaldıran I. Sanayi Planı atılımıyla, 1930’larda sanatta Avant Garde’ın, ilk devrimci Bolşevik kuşağın, liderlerinin (Kamanev, Zinoviev, Radek, Piatokov, Bukharin, Troçki vb…), biri hariç Merkez Komite üyelerinin tümünün Vişinski mahkemelerinde, cinayetlerde tasfiyesiyle öldüğünü biliyorum. “1989”, sosyalizmi öldüren sınıfın, halkını aldatamaz hale geldikten sonra, ekonomik, siyasi yapılarıyla dünya piyasasında rekabet edemeyeceğinin ayırdına varmasının sonucu, “deri değiştirmeye” çalışırken, gerçek karakterini açığa vurmasıydı… 1989’da yaşananları bir sermaye birikimi modelinden ötekine geçişin sancıları olarak da görebiliriz.

Gerçekten de duvarın, SSCB’nin çökmesi, Rusya’nın parçalanarak, sermayesinin, doğal kaynaklarının paylaşılmasına yol açmadı. SSCB egemen sınıflarının en seçkin kesimi, devletin kolektif mülkiyeti altındaki malları, kısa bir sürede çeşitli özel mülkiyet biçimlerine dönüştürerek servetlerine katmayı, çalınanları geri almayı becerdiler. Yaklaşık on yıl içinde KGB, yeni kapitalist sınıfla birlikte yönetimi yeniden ele geçirdi; Rusya’nın dış politikası da eski “nüfuz alanlarının” yeniden ele geçirilmesi amacına odaklandı.

Thatcher - Deng, Humeyni

1979 yılına dönersek, Thatcher’in iktidara gelişi, Deng’in ABD ziyareti kapitalizmde bir ekonomik, kültürel “restorasyonun” başladığını gösteriyordu. Restorasyon döneminde, işçi hareketinin 150 yıllık kazanımları, “sınıf şekillenmesinin” maddi, psikolojik, ideolojik hatta kurumsal öğeleri (kolektif dayanışma refleksi, sendikal hareket, siyasi partileri) çok büyük ölçüde imha edilecek, üyelerinin kendilerini vergi mükellefi, tüketici olarak tanımlama (atomizasyon) eğilimi güçlenecekti. Restorasyon süreci 1990’larda seri mali krizlere, “liberal emperyalizme” dayalı askeri müdahalelere, sonra da “terorizme karşı savaş” gerekçesiyle sömürgeci savaşlara yol açtı.

Humeyni’nin iktidara gelmesi ve Afganistan’ın işgali siyasal İslam’ın, 1978’de iktidara gelen Deng’in 1979’daki ABD ziyareti, Çin’in yükselme süreçlerini başlatıyordu. Restorasyonun aksamaya başladığı 90’lı yıllarda bu iki eğilimin güçleniyor olmasıysa bugün hâlâ uluslararası jeopolitiğin dilini kirletmeye devam eden “uygarlıklar çatışması” savının doğumuna ebelik edecekti.

Bugün, “yüzyılın en büyük krizinin” etkisiyle, Neoliberalizm iflas etmiş durumda. Çin’in yükselişiyse daha da hızlandı. Siyasal İslamın “ılımlı İslam” kanadı Ortadoğu’da, emperyalizmle el ele, en etkin siyasi akım haline geldi; gelişme çizgisi, ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda Çin’in gelişme süreciyle kesişmeye başladı.

Yazımı, Çin Başbakanı Wen Jiabo’nun cumartesi günü Arap Birliği’nin Kahire merkezinde yaptığı “Uygarlıkların Çeşitliliğine Saygı” konuşmasına değinerek bitirmek istiyorum.

Wen, konuşmasında, “bütün uygarlıkların eşit, aynı derecede değerli olduğunu” vurguladıktan sonra, “gelin birlikte Çin ile Arap ülkelerinin işbirliğini yeni bir düzeye çıkaralım”, “gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını korumak, adil ve makul bir yeni dünya düzeni (E.Y) kurmak için uluslararası düzeyde birbirimizi desteklemeye, işbirliği yapmaya devam edelim” dedi. Arap dünyasıyla Çin arasındaki ticaretin geçen iki yılda 37 milyar dolardan 133 milyar dolara, yatırım projelerinin toplam 100 miyar dolara ulaştığına dikkat çeken Wen, Batı’da yükselen “yeni sömürgecilik” eleştirilerine cevap olarak, “Koşullar ne olursa olsun Çin halkı Arap halkının en güvenilir dostu olmaya devam edecektir” dedi. Wen, ertesi gün Çin-Afrika zirvesinde de, 2008 yılında, Çin’le ticareti yüzde 48 artan bu bölgeye, 10 milyar dolarlık, düşük maliyetli yeni bir kredi paketini açıkladı. IMF’nin Afrika ülkelerine yönelik “Çinli kaynaklardan çok fazla borçlanıyorsunuz” uyarısına, “En yoksul ülkelerin borçlarını silebiliriz” söyleriyle cevap verdi.

Bunlar, 1979’un, dünyayı 1989’dan daha köklü bir biçimde değiştirdiğini göstermiyor mu?

Wednesday, November 04, 2009

Yeniden Bir ‘Déjà Vu’

Sanki geçen iki yıl yaşanmadı, kredi köpüğü patlamadı, “spekülatörlerin sürü refleksi”, yeni bir “Büyük depresyon” riski üzerine ciltler dolduracak yorumlar yapılmadı. Yine tüm varlık piyasalarında köpüklerden, hatta senkronize bir “mega köpükten” söz ediliyor. Mali piyasaların oyuncuları hiç mi ders almadı olup bitenlerden?

Tabii ki ders aldılar

Onlar geçen dönemde olanlardan, belki sizin beklediğinizi değil ama, yine de en doğru dersi çıkardılar: Mali piyasalarda istediğiniz riski üstlenebilir, köpüğü şişirir, dünyanın geri kalanından birikmiş serveti becerebildiğiniz kadar kendi cebinize aktarabilirsiniz. Adeta yarın yokmuş gibi, “Benden sonra tufan” yaklaşımıyla yola devam edebilirsiniz.

Çünkü öğrendiniz ki, bu köpükler patlayıp geminiz batmaya, karşılıksız kontratlar boynunuzda dibe çökmeye başladığınızda, devletleriniz devreye girerek, elinizden tutarak sizi yukarı çekiyor, yüzmeye devam edebilmeniz için size kurtarma paketleri veriyor, piyasaya likidite enjekte ederek dalgaları yatıştırmaya başlıyorlar. Dahası devletler zararlarınızı üstlenerek toplumsallaştırıyor, siz milyar dolarlık ikramiyelerinizi bile almaya devam edebiliyorsunuz, sanki gemileri siz batırmamışsınız gibi...

Bir kez bu dersi aldıktan sonra, elinize geçen ilk fırsatta, en iyi bildiğiniz oyunu oynamaya, kasalarınızı dolduracak yeni köpükler şişirmeye başlayabilirsiniz, hem şişerken hem de patladığında milyonlarca insanın yaşamını altüst edeceğini, tasarruflarını, gelecek umutlarını imha edeceğini bile bile...

Siz şimdi bana, “Sen zaten sosyalistsin, önyargılısın” filan demeye hazırlanıyorsanız, Financial Times’ın mali piyasalar editörü Gillian Tett’in 22 Ekim tarihli yazısına bakabilirsiniz. Tett, ayın başında, yeni emekli olmuş üst düzey bir bankacıdan aldığı mektuptaki “Geçen 12 ayı unutun... Oyuncular yine sahnede, hem de eskisinden daha büyük bir hırsla... Yüksek derecede kaldıraçla (örneğin, yatırımı yaparken siz 1 koyup 9’unu borçlanıyorsunuz) desteklenen spekülasyon yine revaçta... Gayrimenkul fonlarından emtialara, yükselen piyasalara, hisse senetlerine, bonolara kadar her alanda her konuya el atıyorlar yine... Her türlü denetim anlayışı yine camdan dışarı atıldı... 2008 Ekim sarsıntısı, bir kostümlü prova mıydı?” saptamalarını aktarıyor.

‘Köpüklerin anası’ mı geliyor?

Geçen cuma günü Newsweek, “Yatırımcılar hisse senetlerinin, altının, petrolün fiyatını baş döndürücü düzeylere yükseltiyorlar. Yeniden bir déjà vu” başlıklı bir araştırma yayımladı. Başlıktaki “Yeniden déjà vu” ifadesindeki totoloji tüm yaşananlardan sonra oluşan absürt durumu çok iyi dile getiriyordu. Yazar, “çılgınlığın yeniden geri geldiğini” vurgulamanın yanı sıra “yankı köpük” kavramıyla, büyük köpüğün patlamasının yankılarının çeşitli piyasalarda oluşturduğu daha küçük köpüklere dikkat çekiyordu.

Pazartesi günü Nouriel Roubini bu “yankı köpüklerin” senkronize olmaya başladığını düşündüren çok tehlikeli bir şekillenmeye dikkat çekti. Devletlerin mali piyasalara yönelik kurtarma operasyonları, bol likidite, düşük faiz ortamı yarattı. Özellikle dolarda düşük faizler, doların zayıflama eğilimine bağlı olarak yüzde 20’ye ulaşan negatif faiz hadleri oluşturdular. Bu ortam, özellikle dolarla borçlanarak diğer varlıklara son derecede kârlı kısa dönemli yatırımlar yapmaya olanak veren bir “carry trade” yarattı. Mart ayından bu yana emtia piyasalarında, petrol dahil olmak üzere her türlü riskli varlığın fiyatlarında, yükselen piyasalardaki hisse, tahvil ve para birimleri değerlerinde eşzamanlı olarak büyük yükselmeler yaşanıyor.

Şimdi yükselen emtia, petrol fiyatlarını, üretim, girdi maliyetlerini arttırıyorlar. Böylece ithalatçı ülkelerde, üretici ve tüketici, fiyatlar yukarı giderken darbe yiyor. Köpükler patlayınca, bu kez fiyatlar aşağı gelirken ihracatçı ülkelerin tüketicileri, üreticileri darbe yiyecekler.

Bu köpükler sonsuza dek sürdürülemezler. Çünkü, doların gerileme eğiliminin bir sınırı olduğu, devletlerin bir aşmada piyasadaki likiditeyi çekmeye, faizleri arttırmaya başlayacağı kesin. Nitekim pazartesi günü Wall Street Journal, hükümetlerin döviz piyasalarına, dolardaki gerilemeleri yavaşlatma yönünde müdahale etmeye hazırlandığını aktarıyordu.

Bir taraftan piyasaları kurtarma operasyonları, yeni ve çok daha büyük senkronize bir köpüğün oluşmasına yol açıyor. Diğer taraftan, bu köpüğü engellemenin yolu “reel ekonomiyi”, üretimi, tüketimi ve yatırımları olumsuz etkileyecek, işsizliği körükleyecek önlemleri gerektiriyor. Böyle bir politika çıkmazı da, krizin tüm şiddetiyle devam ettiğini gösteriyor.