Saturday, June 27, 2009

Devrim, Kitle, sınıf ve “Blankist refleks” üzerine sürmekte tartışmalarla ilgili bir not

(Alıntılar ve aktarmalar aklımda kaldığı kadarıyla… doğrudan, orijinal metinlerden değil. Ama gerekirse buluruz)

Benim devrim anlayışım, devrimin, yapılan değil olmaya başlayan bir “olay” olduğu doğrultusunda. Özne bu noktada, başlayan devrime yön vermek, yeninin doğuşunu hazırlamak için katılıyor.

Bu bağlamda aklıma iki örnek geliyor: Biri Lenin’in devrimi yapmakta erken davrandık diyen yoldaşına sanırım (Sukanov’du ismi) bunu bilemeyiz içine gireriz ve sonra görürüz ( Napolyon’un sözlerini anımsatır: “On s’engage et puis on voit”) ne olacağını darken, bence aklında olan devrim kavramı. Lenin, olmakta olan bir şeyin içine girerek ondan sonra karar vermekle ilgili bir saptama yapıyor.

Temmuz Ağustos (1917) ayaklanmalarının tanımlanmasıyla ilgili olarak Stalin’le Lenin arsındaki fark da çök önemli. Stalin bunları “kostümlü prova” olarak nitelerken, Lenin hiç bir parti örgütü vb bu kadar çok insanı, sınıfı vb sokağa dökemez, onlar kendiliklerinden çıktılar diyordu…

İkinci örnek Troçki’nin Futurist’lerle yaptığı sanat tartışmasına ilişkin. Troçki onlar kendilerini devrimin içinde buldular, biz ise bilerek içine atladık diyordu…

Böyle bakarsak bence, Blankist, Darbeci, ben yaparım olur gibi hadi Stalin’in bir değimiyle “sol sapmalar” dan sakınabiliriz. Lenin de genellikle Sol çoukluk hastalığı kavramını kullanırdı diye düşünüyorum…

Bir de çok önemli bir felsefi nokta var anlaşılması gereken: Poletarya (salt işçi sınıfıyla sınırlı değil, siyasi bir kategori olarak) sosyalist devrimin hem nesnesi hem de öznesidir. Proletarya, çeşitli tabakalardan oluşan, bir maddi yapısı bir de öznel şekillenmesi (örgütleri, bilinç biçimleri vb…) olan bir “şey”. Buradan aşağıdaki dört noktayi göz önüne aldıktan sonra

a) Birbirine eklemlenmiş parçalardan oluşan bir adeta üzüm salkımı gibi bir toplumsal oluşum düşünmek gerekiyor

b) Bunun için de liderlik ve ideolojik hegemonya savaşı sürüyor. Tony Cliff esas savaş proletaryanın içinde süren, birliği oluşturma savaşdır, Yoksa Dönüp hep birlikte tükürseler burjuvaziyi boğarlar derdi

c) Öznenin çalışma alanı, devrimci potansiyellerini gerçekleştireceği zemin, birlik oluşturma burası…

d) Kitle parti ilişkisi üzerine Mao Tzedung’un yazınları son derecede değerli analizlerle doludur

Proletarya devrimin nesnesi ve öznesi, birey olarak öznenin zemini proteryanın kendisi sonuçlarına ulaşabiliriz.

Buradan da Blankist ve darbeci siyasi projelerin proletaryanın varlık koşullarına uymadığı, tarihsel işlevine ve devrimine ters, hatta engelleyici bir etki yapacağı sonucuna ulaşabiliriz.

Friday, June 26, 2009

İran Molla rejiminin dış mihrakları suçlamaları üzerine bir not

Egemen sınıfların seçkinleri (organik aydınları- Liberallerden faşistlere kadar) hep aynı görüşü savunurlar: Gerçek devrim yoktur. Her devrim, hatta her kitlesel tepki muhalefet, birilerinin iradesinin manipülasyonun sonucudur. Diğer bir değişle, kitle, sınıf değil bireyler, kahramanlar, ya da iblisler vardır. Diğer bir değişle sınıf çelişkisi, değil bireylerin iradesi ve ihtirası tarihi ve toplumu belirler.

Bu yaklaşımın temelinde, savunanlar, inananlar ayırtında olsun veya olmasın varlığa ilişin bir ontolojik varsayım yatıyor. Varlık “Bir”dir (“One” is!). Karşıt varsayım da, varlık çoklukların çokluğundan (multiplicty of the multiplicity) oluşur. Birinci varsayım dini kozmolojiye, son tahlilde de siyasi olarak da totaliter rejimlere açılır. İkinci varsayım, materyalist diyalektiğe açılır ve eşitlikçi demokrasiyi (egaliberte) ya da daha iyi bir değimle “komünist hipotezi” düşünmeye olanak sağlar…

İran ve CIA, dış mihraklar savına gelirsek. Her egemen sınıf kendi “koyunlarının” aslında durumu kabul ettiğini, memnun ve mutlu olduğunu var sayar (kendine ve “koyunlarına” bu masalı anlatır), her türlü sözde itiraz aslında “dış mihrakların”, kışkırtıcıların işidir. Diğer bir değişle, başka çobanların…

Sorun şu ki, hayatından hoşnut olan insanları kimse riskli işlere, sokaklarda polis kurşunlarına hedef olmaya, intihar eylemcisi olmaya vb ikna edemez… Önce insanlar durumdan hoşnut olmayacak, anlatılan öyküye itiraz etmeye hazır hale gelirler, sonra, “dış mihraklar” etki yapacakları bir zemine kavuşabilirler. Bu noktadan sorma onların manipülasyonlarının etkisi eğer varsa bile ikincildir.

İran Mollalarına gelince, onlarınki tam bir şımarıklık. Bu rejim de, her rejim gibi, etkisini, kurulduğundan bu yana başka ülkelere ve bölgesine yaymaya çalışıyor… Her devlet, devlet hem içerde maniple eder hem de dışarıda… İran egemen sınıfları, başka ülkelerin, “dış” mihrakların manipülasyonlarından yakınacaklarına halkının taleplerine kulak verse çok daha doğru ve gerçekçi bir iş yaparlar. Hatta belki sefil rejimlerini bu sayede biraz daha uzatabilir… Ama, ömrünün sonuna gelen egemen sınıflar bu gerçeği göremezler. Tarihe baktığımızda her egemen sınıfın, iktidarı yılmadan önce hep “en yanlış” işleri yaptığını, kendi sonunu kendisinin hazırladığını görüyoruz. Bu da tarihin bireylerin zekası ya da, aptallığı, zayıf yada güçlü iradesi üzerinden değil, sınıf mücadelelerinin ve uzun erimli toplumsal yapısal hareketlerin dinamiğine bağlı olarak yapıldığını gösteriyor. Yapı sınif mücadelelerinin basıncıyla çözülmeye başlayınca, artık bir olay alanı oluşmuş değişi gündeme gelmiş demektir.

Friday, June 19, 2009

Söz totaliter rejimlerden açılmışken

Hedefimiz her Türkün cemaatle ilişkisi olması

Gülen Enstitüsü Başkanı Dr. Alp Aslandoğan,“Türkiye’nin her şehrinde hareketin bir şubesi ya da bir yapısı var. Cemaatin hedefi, her Türk vatandaşının bir şekilde hareketle içli dışlı olmasıdır. Herkes potansiyel hedeftir” dedi

ABD’nin Houston kentinde faaliyet gösteren Gülen Enstitüsü Başkanı Dr. Y. Alp Aslandoğan, Washington’daki Uluslararası ve Stratejik Çalışmalar Merkezi (CSIS) Türkiye Programı Direktörü Dr. Bülent Alirıza’nın yönettiği bir panelde, cemaatin son dönemde içinde bulunduğu tartışmalı konularla ilgili açıklamalarda bulundu.
Konuşmasında cemaatin Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile bir sorunu olmadığını belirten Aslandoğan, “Son olaydan sonra Gülen bir açıklama yaparak, Türk ordusunu yıpratmanın doğru olmadığını söylemiştir. Ordu hepimizin ordusudur. TSK’da münferit olarak cemaati sevmeyenler olabilir. Ama bazı emekli askerlerin de cemaate büyük sempati beslediğini biliyoruz” dedi.

Gülen cemaatinin 1960’larda Fetullah Gülen’in İzmir’deki vaazlarıyla başladığını ve Kestane Pazarı’ndaki dershanenin öğrencileri aracılığıyla yayıldığını anlatan Aslandoğan, “Hareket sadece gönüllülerin ve aynı değerlere bağlı insanların desteğiyle 40 yılda yardım teşkilatı, okulları, hastaneleri, bankaları, işadamı grubu ve medya ayağı olan uluslararası bir hareket haline geldi” diye konuştu. Hareketin bir hiyerarşisi ve bir merkezi olmadığını belirten Aslandoğan, “Türkiye’nin her şehrinde hareketin bir şubesi ya da bir yapısı var. Hareket, devletin diğer organlarına olan güvensizlikten doğdu. Halk, bu hareketin paralarını alıp gitmeyeceğini gördü. Cemaatin hedefi, her Türk vatandaşının bir şekilde hareketle içli dışlı olmasıdır. Herkes potansiyel hedeftir. Kapı herkese açıktır” dedi.

Hamaney’in konuşması üzerine ilk notlar

Az önce biten, son derecede ilginç konuşmayı dikkatle izledim. İlk izlenimleri şöyle (bunlar ilk ve teorinin süzgecinden tam olarak geçmemiş izlenimler):

1- Bu endişeli, geleceğe olan güveni sarsılmış bir insanın, savunmaya dayalı bir konuşmaydı. Seçimlere katılımın bu kadar yüksek olmasının devlete ve rejime verilen bir desteğin kanıtı olduğunu, konuşmanın içinde bu kadar uzun bir süre, döne döne vurgulanmasını başka türlü anlamak olanaklı değil. Seçimlere birilerinin rejimi bu yolla değiştirmek için katılabileceklerine ilişki bir olasılığın yadsınmasının gerçekçi olmadığını herkes kolaylıkla kabul edebilir. Bu olasılığı, en azından sokaklara çıkmış olanların görüntülerinden ve beklentilerinden öğrenmek olanaklıydı. Ama, geçtiğimiz yıllarda, İran’daki ekonomik krize tepkinin, dini yaşam tarzının (biyopolitiğin) dışına çıkarak serbestleşmek isteyenlerin getirdiği basınçları yakından izleyenler de zaten bu durumun farkındaydılar. Rejimin de farkında olduğu Hamaney’in vurgusundan belli oluyordu.
2- Gerçekten de Hamaney, İran molla rejiminin ve İran’ın karşı karşıya olduğu sorunların tümüyle farkında ve bunları, egemen “devlet kapitalisti” sınıfın bakış açısıyla çok tutarlı bir biçimde yorumladı. İran devrimi 30.yılında bir dönüm noktasına gelmiş. Sokak gösterileri devletin ve siyasi iktidarın (aşağıda değineceğim gibi İran’da bu ikisi kaynaşıktır) meşruiyetine büyük bir tehdit oluşturuyor; ne yönde gelişecekleri belli değil son derecede büyük riskler söz konusu. Siyasal iktidar (devlet kapitalist molla sınıfı) ne pahasına olursa olsun devleti “devrimi” korumaya niyetli.
3- Hamaney, seçimlere katılan tüm adayların, devletin siyasal iktidarın parçaları olduğunu vurguladı. Böylece iktidar içinde görüş ayrılıkları ve geleceğe ilişkin proje farkları olduğunu da kabul etmiş oldu. Ama toplumda, bu projelerin dışında bir bekleyişin olduğunu da, sokaklara inmeyin işin sonun nereye varacağı belli olmaz, gelişmelerden siz sorumlu olursunuz uyarısı, seçimlerden sonra idari yapı içindeki tartışmalarla çözeriz yaklaşımıyla kabul etmiş oluyor; halkın içinde farkı ve aynı zamanda giderek güçlenen beklentiler olduğunun da farkında olduğunu gösteriyordu.
4- Hamaney konuşmasında devlet kapitalisti sınıfın ve bununla özel sermaye kesiminin arasındaki çelişkilerin en tepedeki yansımalarına da değindi. Ahmedinejat’a ve Rafsanjani’ye ilişkin eleştirilere onlar adına cevap verdi. Yolsuzluk üzerinde durdu ve Rafsanjani’yi korudu. Ama aynı zamanda bu konuda adını hedefe koymuş oldu.
5- Hamaney’in konuşmasının, devlet, toplum ve yönetici kesim arasında bir ayrımı gözetmemesi, rejimin totaliter özelliğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu rejimde seçimlerin yegane işlevi bu totaliter rejimi desteklemek ve ona meşruiyet sağlamaktır. Rejimin kendini tanımlamakta kullandığı parametrelerin yeniden düzenlemeyi yada dışına çıkılmasını önermek kabul edilemez. Bu da totaliter rejimlerin kendi içlerinden herhangi bir kırılmaya, devlet içi savaşa uğramadan evrimleşerek değişme olasılıklarının çok zayıf olduğunu gösteriyor.
6- Nihayet Hamaney, taraflardan sokakları boşaltmalarını isteyerek çok büyük bir risk altına girdi. Bu risk şöyle özetlenebilir. Eğer taraflar, bu çağrıya uymazlarsa a) “Cumhuriyet” (totaliter) hızla bir askeri diktatörlüğe dönüşür. Daha doğrusu askeri diktatörlük özellikleri belirleyici olur; b) Sokaklardaki gelişme büyümeye devam eder, diğer kentleri ve sınıfları da de etkisi altına alarak, dış güçlerin de müdahalesine açık bir iç savaşa doğru evrimleşir.
7- Özetle Iran Molla rejimi bu yol konjonktürden yara almadan, değişmeye başlamadan çıkamaz. Iran halkının kaderi bu değişmenin ne yönde ve ne hızda olacağına bağlı

Thursday, June 18, 2009

‘Ma Mitavanim’

İran seçimleri Batı’da ve Ortadoğu’da medyanın, siyasi analistlerin büyük çoğunluğunun, rejimin gerçek niteliğini, seçimlerde çalışan dinamikleri hâlâ anlayamadıklarını gösteriyor. Bu yüzden “bir renkli devrim daha” hayaliyle sokaklardaki hareketliliği abartmaya devam ediyorlar.

İran’da “devrim oluyordu ama mollalar son anda çaldılar” şamatalarına karşılık, Financial Times’ın “Yoksullar için değişim, aş ve iş anlamına gelir, kıyafet tarzı ya da kadın erkek birlikte eğlenme özgürlüğü değil… İran’da siyaset, dinden çok sınıf savaşımlarıyla ilgilidir” (15/06) saptaması gerçeğe çok daha yakın. Ahmedinejad’ın“Ma mitavanim” (yapabiliriz) sloganının anlamını da ayrıca düşünmek gerekiyor.

‘Yeşil devrim’…
Batı basını, Tahran’ın varsıl mahallelerinden sokaklara dökülen “özgürlükçü”, “reformcu”(küreselleşmenin tüketim normlarını arzulayan) orta sınıf kalabalıklarını öyle bir abarttı ki, adeta İran’da o “renkli devrimlerden” biri yaşanıyor. Ama böylece demokrasiyi genel seçimlere indirgeyen fantezi bir kez daha satışa çıkarılmış oluyor.

İran’da adaylar rejimin koruyucuları tarafından özenle seçilmiş, seçimlerin sınırları daha baştan, molla rejimine karşı hiçbir gerçek muhalefetin şekillenmesine izin vermeyecek biçimde çizilmiş ve kapatılmıştı. Seçimler, rejimin içinden gelen, eski Başbakan Musavi, onun etrafında toplanmışRafsancani, Hatemi gibi karakterlerle, Devlet Başkanı Ahmedinejad arasında, egemen kurumsal yapının ve ideolojinin sınırları içinde gerçekleşti.

Bu nedenlerle, molla rejiminin kendini korumak için seçimlerde hile yapmasına gerek yoktu. Seçim hileleri, rejimi korumak kaygılarından daha çok, rejim içi bölüşüm savaşlarından kaynaklanıyor. Ancak hilelerin düzeyinin de rejimin kaynaklarını kendi taraftarları arasında dağıtabilme kapasitesiyle ters orantılı olduğunu da saptamak gerekir.

İran’da sınıf savaşları ve seçimler
Ahmedinejad’ı devlet başkanlığına yükselten ilk seçimler, İran’da 1980’lerde şekillenen, kabaca dört bileşenli “sınıflar matrisinin” varlığını sürdürdüğünü gösteriyordu. Bu seçimlerde de bu “matrisin” dört ana unsuru arasındaki ilişki belirleyici oldu. Birincisi: 1980-82’de devletin şiddet araçlarını, bürokrasiyi, ekonominin dağıtım mekanizmalarını ele geçirerek devletleşen molla örgütlenmesi temelinde oluşan bir devlet kapitalisti sınıf. İkincisi: Bu molla tabakasının içinden gelerek, ama bu ilişkileri sayesinde servetine servet katmaya başlayanların önderliğinde şekillenen bir özel sektör kapitalisti sınıf. Üçüncüsü: İran’da büyük kentlerde, bir kanadını iş çevreleri, aydınlar, üniversite öğrencileri, diğer kanadını da çarşı esnafının oluşturduğu kentli orta sınıflar. Dördüncüsü: Sanayi ve hizmet işçilerinden, kent ve kır yoksullarından, informal (türedi) sektör ve lümpen proletaryadan oluşan emekçi sınıflar.

Bu seçimlerde de mücadele, Ahmedinejad’ın temsil ettiği, ordu ve güvenlik güçlerini içeren birinci kesim ile Musavi etrafında, Rafsancani ve Hatemi’nin desteğiyle şekillenen ikinci kesim arasında yaşandı. Sokak gösterileri hâlâ yaşanmaya devam ettiğini gösteriyor. New York Times, Financial Times’ın da teslim ettiği, The Guardian’da Abbas Barzegar’ın dikkat çektiği gibi, birinci kesim, devletin kaynaklarını az da olsa dağıttığı, sürekli zenginleri yolsuzlukla suçladığı için emekçi sınıfların desteğini aldı. Rockefeller Fonu’nca finanse edilen bir kamuoyu yoklaması, seçimlerden önce seçmenin yüzde 75’ine yakınının Ahmedinejad’ı destekleme eğiliminde olduğunu ortaya koymuştu (Washington Post, 15/06).

Seçimlerde, kent orta sınıflarının yine ikiye bölündüğünü, varsıl, “tüketim semtlerinde” (kavramı Ece Temelkuran’dan alıyorum; Milliyet, 17/05) yığışmış, cep telefonlu, internetli, çoğu İngilizce konuşabilen kesimin Musavi kampını desteklerken Çarşı esnafının, kır ve kent emekçilerinin, köylü sınıfların, seçmenin geniş kesimlerinin, dini ideolojinin de katkısıyla Ahmedinejad kampını desteklediği görülüyor.

İşte Ahmedinejad’ın “Ma mitavanim” sloganı, bu zeminde düşünüldüğünde rejimin esas karakterini gözler önüne seriyor: Tüm ülke dini “hakikat rejiminin” egemenliği altında, ordu, polis, bürokrasi devlet kapitalisti sınıfın parçası, emekçi kesimler bu sınıfın hegemonyası (ideolojisinin ve baskı gücünün etkisi) altında… 1979-2009, dinci rejim hâlâ ideolojik, siyasi kültürel yaşamı denetleyip seçim sonuçlarını belirlemeye devam ediyor… Bir “hakikat rejimi”, bir sınıf egemenliği ve bir devlet biçimiyle birlikte bir kez yerleşti mi kendisi çökmeye başlamadan, reformlarla, dış basınçlarla değişemez!

Üniversite öğrencileri, orta sınıf muhalefeti Şah rejimini devirmeye yetmemişti; 2009’da toplumda derin kökleri olan molla rejimini hiç yıkamaz. Ancak karşımızda yeni (bilişim, hizmet sektörü) işçi sınıfının(“yeni orta sınıf” olarak nitelenebiliyor) bir refleksi varsa molla rejimi çözülmeye başlayabilir. 1979’da da rejimin kaderi işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar devreye girdikten sonra belirlenmişti.

Tuesday, June 16, 2009

Bir rica...

Arkadaşlar, birbirimize sıfatlar takarak, şucu bucu havasıyla suçlamak yerine, tartışmayı olaylarla sınırlarsak, bu arada teorik sorunları da ihmal etmezsek hepimiz daha çok yararlanırız gibi geliyor bana.

Thursday, June 11, 2009

“Devlet”, “Hükümet” ve “Değişim” üzerine

Devlet ve hükümet karşı karşıya koyma yaklaşımının saçmalığına karşı ve devletin dönüştürülerek ele geçirilmekte olduğuna ilişkin iyi bir örnek.

Bu haberi, CHP kızgınlığına ( bu kızgınlığın haklı temelleri olsa bile) kapılmadan “kurumsalcı” bir bakış açısıyla, “pasif devrim” kavramını da düşünerek okumak yararlı olacaktır.

" Cumhuriyet 11.06.2009

CHP’li Okay, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tasarısına sert tepki gösterdi

‘F tipi istihbarat’

AKP hükümetinin hazırladığı tasarının istihbaratın tek elde, F tipi örgütlenmenin hâkimiyetinde toplanmasını hedeflediğini belirten CHP’li Okay, “Bu AKP’nin kendi derin devletini inşa çalışmalarının yeni bir örneğidir” dedi.

ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kurulmasına ilişkin yasa tasarısını eleştirirken“İstihbaratın tek elde, F tipi örgütlenmenin hâkimiyetinde toplanması amaçlanıyor” dedi.

Okay, dün parlamentoda düzenlediği basın toplantısında tasarıyla ilgili çeşitli endişelerini dile getirirken, öngörülen yapılanmanın dinlemeyle ilgili yapıyı anımsattığını vurguladı. “Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı da böyle gecekondu tipi bir örgütlenme olarak kamu yönetimi sistemine eklemlenmişti. Bu birimin nasıl siyasi hedeflere ulaşmada bir silah olarak kullanıldığını yaşayarak gördük” diyen Okay, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu kurumda nasıl F tipi örgütlenmeye gidildiğini biliyoruz. Bu tasarı ile de istihbaratın tek elde, F tipi örgütlenmenin hâkimiyetinde toplanması amaçlanmaktadır. Terörle mücadelenin kapsamı nedir? Ergenekon soruşturması gibi algılamalar bu müsteşarlığın görevleri kapsamında mı olacaktır? Tasarıda bu konunun çerçevesini çizen bir hüküm bulunmamaktadır. Müsteşarlığın bütçesine örtülü ödenek konulması öngörülmüştür. Operasyonel bir görevi olmayan müsteşarlık için neden örtülü ödenek konulması düşünülmüştür?”

Okay, “taşra teşkilatı” örgütlenmesi ile ilgili kaygılarını da “Bu birimin İçişleri Bakanlığı teşkilatına eklenmesi, F tipi örgütlenmenin ilçe ölçeğine yayılması amacına yöneliktir. Faşist devlet anlayışının ürünüdür. Her ilde olağanüstü yetkilerle donatılmış İçişleri Bakanlığı’na bağlı kadrolar ihdas edilecek. Her ilde sıkıyönetim komiserleri belirlenecek” sözleriyle dile getirdi.

Hedef kadrolaşma

Tasarının AKP tipi kadrolaşmayı hedeflediğini belirten Okay, “70 milyonu dinlemek için oluşturulan İletişim Başkanlığı gibi bu sefer tüm istihbaratı takip etmek amacıyla yeni bir yapı kurulmak istenmektedir. Bu AKP’nin kendi derin devletini inşa çabasıdır” dedi."

Lübnan Seçimleri: Hizbullah ‘Kaybetti’

Ortadoğu’da, ama özellikle Doğu Akdeniz’de hiçbir şey göründüğü gibi değildir; çoğu kez “evdeki hesap çarşıya uymaz”… Lübnan’da yapılan 7 Haziran seçimlerinin sonuçları da bu kuralı bozmadı.

Hizbullah paradoksu

Seçimden önce Hizbullah’ın liderliğini yaptığı 8 Mart Koalisyonu’nun, az farkla da olsa kazanacağına, böylece Lübnan’ın İran ve Suriye’nin etkilerine daha da açılacağına ilişkin korkular egemendi.Netanyahu, Obama’yı uyarıyor, Dışişleri Bakanı Clinton, Başkan Yardımcısı Biden, Lübnan ziyaretlerinde, seçimleri Hizbullah kazanırsa mali yardımın kesilebileceğini ima ediyordu. Suudi Arabistan, Mısır gibi Sünni Arap ülkeleri de kaygılıydı.

Bu yaklaşımlara göre, Hizbullah koalisyonu seçimleri kazansaydı İsrail’in güvenliğini, Ortadoğu’da Batı’nın çıkarlarını olumsuz etkileyen bir durum gerçekleşmiş olacaktı. İsrail Hizbullah’ın tecrit edilmesi için kampanya yapacak. İran etkisinin artmakta olduğundan yakınacak; 2006 yenilgisinin rövanşını almak, İran’a saldırmak için uygun gerekçeler oluşabilecekti.

Diğer taraftan, ABD Obama yönetiminin, barış süreci bağlamında İsrail’e baskı yapması da çok zorlaşacaktı. ABD ve “uluslararası topluluk” Lübnan’ı mali yardımı kesmekle tehdit edecek, Hizbullah’ın üzerindeki baskılar artacaktı: “Askeri yapını, özerk idari yapını dağıt yoksa...” Böylece ekonomik kriz derinleşirken Hizbullah, Hamas’ın içine düştüğü açmazla karşı karşıya kalacak, çok kritik bir dengeyi yönetmeye kalktıkça ya uyum sağlayacak, ya iç uyumunu kaybetmeye başlayacak ya da yeni bir savaş çıktığında, bu kez tüm sorumluluğu üstlenmek, tüm saygınlığını kaybetme durumunda kalabilecekti.

Özetle, Hizbullah, belki seçimleri kazanacaktı ama, siyasi, ekonomik, askeri açılardan siyasi geleceğini tehdit edecek kayıplarla yüz yüze kalabilecekti.

‘Ah keşke kazansaydı?’

Seçim sonuçları ABD ve Batı yanlısı 14 Mart Koalisyonu’nun, 128 temsilcilikten 71’ini alarak kazandığını gösteriyor. Bu sonuçlar Yedioth Ahranot’un yorumcularından Dror Ze’evi’nin seçimlerden önce yazdığı“Ümit edelim ki Hizbullah kazansın” başlıklı yazıda dile getirdiği gibi, İsrail’in hesaplarına uymadı. Ze’evi’ye göre, Hizbullah’ın seçimleri kazanması ve Lübnan devletinin yönetimi üstlenmesi, örgütün stratejik konumunu olumsuz etkileyecek, bu da İsrail’in güvenliği açısından olumlu bir gelişme olacaktı.

Gerçekten de Hizbullah’ın muhalefette kalmaya devam etmesi, çıkarlarına ve “durumuna” çok daha uygun. Seçim sonuçlarına bakınca, Hizbullah’ın alabileceği tüm oyu aldığını, kendi bölgelerinde hiçbir kayba uğramadığını görüyoruz. Hizbullah koalisyonunun seçimleri kazanması tümüyle Hıristiyan ortağı General Aoun’un oylarındaki bir artış olasılığına bağlıydı. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi halinde, Aoun’un Hizbullah karşısında pazarlık gücü artacak, bir “ulusal uzlaşma” hükümeti kurulması sürecinde Hizbullah’ı kabul etmeye hazır olmadığı uzlaşmalara zorlayabilecekti. Hükümetin kurulması geciktikçe de Hizbullah’a çıkan fatura büyüyecek, Batı’nın hesaplarına uygun bir biçimde örgüt Lübnan içinde yalnızlaşmaya başlayacaktı.

Tüm bu gelişmeler, kendi askeri, idari, ekonomik örgütleriyle, zaten devlet içinde devlet olan Hizbullah’ın gücüne bir şey katmayacaktı, aksine elini kolunu bağlamaya başlayacaktı.

Halbuki seçim sonuçları, Hizbullah’ın Doha anlaşmasında elde ettiği parlamento içinde “veto hakkına sahip azınlık” statüsünü, taraftarlarını gerektiğinde sokağa dökme kapasitesini korumaya devam ettiği sürece, konumunu korumaya devam etmesine olanak sağlayacak biçimde gerçekleşti.

Şimdi, hükümeti kurmak için 8 Mart muhalefetini ikna etmek, gereken tavizleri vermek, Batı yanlısı 14 Mart Koalisyonu’na kaldı. Her ne kadar 14 Mart Koalisyonu’nun lideri Hariri, “azınlık veto” hakkını kaldırmak istiyorsa da koşulların buna izin vermeyeceğini, aksine Hizbullah kendi bölgelerini Beyrut’un yerel yönetiminin idari yapısı içine sokarak etkisini arttırma planını gerçekleştirme şansının artacağını düşünüyorum...

Bu sırada ABD ve Batı, Hizbullah’ı zayıflatmak umuduyla,14 Mart yönetimini mali ve siyasi olarak desteklemeye devam edecek. Lübnan ekonomisinin güçlenmesi, siyasi istikrarının korunması Hizbullah’ın ekonomik olarak güçlenmeye, direniş “örgütü” kimliğini ve 2006 savaşının saygınlığını korumaya devam etmesi anlamına gelecek.

İsrail’e gelince, Obama’nın Kahire konuşmasının ertesindeki iklimde, ABD yanlısı bir hükümetin seçimleri kazandığı ülkeye bir kez daha doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale etmesi artık daha zor. Evet seçimleri Hizbullah kaybetti, ama bu Hizbullah’ın seçimlerden kazançlı çıkmadığı anlamına gelmiyor…

Wednesday, June 03, 2009

Faşizm Üzerine Bir Not

Ekonomik, siyasi ve kültürel krizin derinleşmeye devam ettiği bir dönemde faşizm kavramını yeniden tartışmaya başlamak gerekiyor. Prof. Emre Kongar’ın Neo-faşizm üzerine yazıları bu açıdan çok değerli bir katkı oldu. Ben de bazı noktaları vurgulamak istiyorum.

Faşizmin dört özelliği

Faşizmi siyasi baskıya, milliyetçiliğe, ırkçılığa, diğer bir deyişle bileşenlerinden birine indirgeme eğilimine liberal entelijansiyada, kaba Marksistler arasında sıkça rastlıyoruz.

Gerçekteyse faşizm bir özelliğine indirgenemeyecek kadar karmaşık, özgün bir kitle-parti-devlet ilişkisini içerir. Birincisi, faşizm, orta sınıf içerikli bir kitle tabanına dayanan hiyerarşik, totaliter ve mistik özelliklere sahip bir örgütlenmeyi/partinin varlığını gerektirir. İkincisi faşizmin bu kitle tabanı, örgütlenme dinamiği enerjisini totaliter (liderlik kültünü de içerebilecek) bir ideolojiden alır. Üçüncüsü faşist devlet, “sivil toplumu” tümüyle asimile etmeye eğilimli bir devlet biçimidir. İktidardaki faşizm, te- kelci sermayenin ekonomik, siyasi çıkarlarını korumaya, yayılma arzusunu gerçekleştirmeye hizmet eder. Dördüncüsü tekelci sermaye, ekonomik ve siyasi kriz dönemlerinde orta sınıf desteğini kaybetmeye, yalnızlaşmaya başlar, kendini demokratik, parlamenter rejimlerin sınırları içinde ya da diğer baskıcı rejimlerle koruyamayacağı zaman faşizme yönelir. Ama önce faşist hareket kitleselleşerek yönetebilecek düzeye geldiğini, tekelci sermayenin programını benimsediğini kanıtlamalıdır.

Irkçılık ve baskı

İtalya, İspanya örneklerinde gördüğümüz gibi, ırkçılık, faşist ideoloji içinde her zaman belirleyici olmayabilir. Zizek’in işaret ettiği gibi faşist ideoloji halkın barış, huzur, toplumsal güvenlik, dayanışma gibi insani talepleri üzerinde inşa edilir. Faşist ideoloji, bu insani talepleri, toplumda totaliter bir bütünlük sağlamaya hizmet edecek biçimde, bir “birleştirici unsurun” (ana gösterge)anlamlandırıcı hegemonyası altında birleştirir. Bu “ana gösterge” Nazi Almanyası’nda Yahudi düşmanlığı, Franco İspanyası’nda Cumhuriyet ve komünizm düşmanlığı, Katolik dincilik olmuştu. Diğer taraftan, Katolikliğin Yahudi düşmanlığını tarihsel olarak içerdiğini, Müslümanlığın belli kesimlerinin de İsrail devleti kurulduktan sonra bir Yahudi düşmanlığı geliştirdiğini biliyoruz.

Faşist devlet, Askeri Diktatörlük, Bonapartizm gibi diğer olağanüstü rejimlerden farklı bir yapılanmadır. Bu baskıcı rejimlerde devlet toplumla organik bağlar kuramaz, “sivil toplumun” içine nüfuz edemez. Faşizmdeyse parti ve örgüt, devleti “işgal” eder.Goebbels’in vurguladığı gibi “Her parti üyesi devlet memuru olsa bile öncelikle parti üyesi olarak kalmak ve parti yönetimiyle yakın işbirliği içinde olmak zorundadır”. Faşist devlet, devletin ideolojik aygıtlarını (din, eğitim sistemi, dernekler, meslek örgütleri, sendikalar) tümüyle devletin içine alarak bütünselleşmiş bir baskı, terör uygulama alanı yaratır. Faşizm topluma, parti, devlet, toplum ayrımlarını silerek, bireyin günlük yaşamını da mikro düzeyde denetleyen bir “biyopolitik” dayatarak organik bir bütün yaratmaya çabalar.

Türkiye’ye dönersek, önce “mahalle baskısı” kaygısı, arkasından Prof. Toprak’ın araştırması, sonra sonuçları geçen hafta açıklanan Bahçeşehir Üniversitesi araştırması, Türkiye toplumunda, dini birleştirici bir unsur olarak kullanan örgütlenmelere uygun bir toplumsal taban oluştuğunu düşündürüyor. Türkiye’de siyasal İslamın AKP döneminde devletle toplum arasındaki diyaframıdeldiğini, “devletin ideolojik aygıtlarını” eline geçirmeye başladığını da biliyoruz. AKP hükümetinin, neo-liberalizm, bölge jeopolitiği gibi konularda ABD ve AB’ye güven verdikten sonra iktidara geldiğini de… Tüm bunlara, telefon dinleme, internette izleme, internet sitelerini yasaklama, muhalefetin entelijansiyasının önde gelen isimlerini sabah baskınlarıyla toplama gibi kişi özelini ihlal eden uygulamalarla, DTP’ye, işçi hareketine yönelik saldırgan politikaları ve genişlemeci “yeni-Osmanlı” hayalini de ekleyebiliriz.

Tüm bunlardan AKP yönetiminin Türkiye’de faşist bir devlet kurduğu anlamı çıkmaz, ama faşist bir devlete benzer bir oluşuma geçiş için gerekli, toplumsal siyasi koşulların büyük ölçüde oluştuğu, oluşmaya da devam ettiği sonucu çıkar… Faşizmin bir diğer özelliği de entelijansiyayı, çeşitli olanaklar sunarak baştan çıkarma becerisidir. Benzer bir süreci Türkiye’de de görüyoruz: Siyasal İslam, kimi kafası karışık “sosyalistlerden” yeni “yararlı salaklar” üretmeye bu ileri aşamada bile devam edebiliyor.