Thursday, September 30, 2010

‘İleri’ Demokrasi

Referandumdan sonra yeni bir kavram türedi: “İleri demokrasi”. Başbakan’ın medya ile yaptığı toplantıdaki konuşmasında da rastladığım bu kavramdaki “ileri” sözcüğü, demokrasinin temel özelliklerinde, referandumdan önceki duruma göre, bir “ilerlemeye” işaret ediyor. Ama hangi yönde?

Garip sorular…

“Demokrasi” iki anlamı birden içerir. Birincisinde, demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi, ikincisinde bir devlet biçimi anlamına geliyor. Birinci anlam, halkın kendi kendini yönetme kapasitelerinin giderek gelişebileceğine işaret ediyor. İkinci anlamıyla demokrasi karşımıza, halktan ayrı, bir kurum olarak devletin özgün yapısının ve egemenliğin uygulanmasının bir biçimi olarak çıkıyor.

Halkın kendi kendini yönetme kapasitesinin gelişme süreci, bir aşamada, halkın bizzat devlet olması, devletin de halktan ayrı bir kurum olarak ortadan kalkmasına ulaşacaktır. Bu saptama bizi şu garip soruya götürüyor. Başbakan’ın, AKP hükümetinin “devletin ortadan kalktığı” bir noktaya doğru ilerlemeye çalıştığı söylenebilir mi?

Egemenlik birileri tarafından (kurumsal olarak devlet ve onun yönetimindekiler) bir başkaları üzerinde uygulanan bir şey olduğuna göre, bu kez başka garip bir soruyla karşılaşıyoruz: “Bu egemenlik kime ait?” Klasik bir ifadeyle “bu egemenlik kimin için demokrasi, kimin için (egemenlik -baskı- altında olma durumundan dolayı) diktatörlük anlamına geliyor?”

Siyasetin alanı ve sınırları

Anlaşılan “ileri demokrasiyi” konuşurken birinci anlamı dışarıda bırakmak gerekiyor. İkinci anlam da bizi, “egemen olanlarla”, “egemenlik altında olanlar” arasındaki ilişkinin yönetimine, siyaset alanının sınırlarına getiriyor. Bu “ileri” demokrasi, bu sınırların yeniden çizilmesiyle, kapsamının genişlemesiyle ilgili olsa gerek.

Aristotales, insanların konuşabildikleri için adalet ve adaletsizlik konularını gündeme getirebildiğini söylüyordu. Hayvanlar ise yalnızca acı ve haz belirten sesler çıkarabiliyorlar. Platon, üreticilerin (çalışanların) kendi yaptıkları işten başka bir işe burunlarını sokmamalarına büyük önem veriyordu. Çünkü onların yaptıkları işlerden başka şey yapmaya zamanları yoktur. Sanat da, sanatçı kendi kimliğinden bir başka kimlikleri canlandırabilme özelliğinden (tiyatro) dolayı site yaşamı açısından zararlı bir etkinliktir.

Jacques Ranciere, Platon ve Aristotales’in bu saptamalarından da yararlanarak, siyasetin, toplumda,sesleri anlam kazanamayanların, adalet üzerine konuşma hakkı talep etmeye, üreticilerin üretimden başka şeyler için zaman yaratmaya, başka mekânları edinmeye başladığı, sanatçının, başka kimlikleri canlandırma hakkını kullanmaya başladığı noktada gündeme geldiğine işaret ediyor.

‘İleriye’ ama nereye?

Öyleyse “ileri” demokrasinin, “ileri” sayılabilmesi için, söylenebilir, görünebilir, duyumsanabilirolanın, zamanın, mekânın paylaşımının sınırlarını genişletmesi gerekmez mi?

Acaba, adalet ve adaletsizlik üzerine söz söyleme hakkına sahip olanlarda toplumun tümüne oranla bir artış gözleyebiliyor muyuz? İkincisi çalışanların, çalışma dışında yeni zaman ve mekân edinmelerine yönelik herhangi bir gelişme var mı; refah düzeylerinin, örgütlenme ve konuşma haklarını kullanmalarının sınırları genişledi mi? Bu soruya Kürtlerin adalet ile ilgili konularda daha çok “konuşma” (temsil edilmeye, anadile vb… ilişkin) taleplerini de ekleyebiliriz. Çalışanlarla ve Kürtlerle ilgili soruya, referandum öncesi ve sonrası gelişmelere bakınca, olumlu cevaplar vermek zor.

Birinci soruya cevap vermeye başladığımızdaysa ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Başkentte çiftlerin davranışlarına yönelik yeni “ahlak polisi” etkinlikleri, Tophane’de galerilere saldırı olayı, Ankara’ya yürüyen TAYAD’lı ailelere yönelik saldırılar, AKP’nin dünya görüşüne yakın kesimlerin, seslerini yükseltme, kendi adalet anlayışlarını dayatma haklarını daha da genişlemekte olduğunu düşündürüyor. Daha önce, Çevre Bakanı’nın Allianoi bağlamında Tarkan’a, “burnunu sokmasın”tepkisi de akla Platon’u getiriyor.

Başbakan’ın medya ile yaptığı toplantıdaki konuşmasında, yalnızca yapıcı eleştirileri kabul edeceğini, kendisine karşı bir medya istemediğini, açıkça belli eden uyarılarını da göz önüne aldığımda, bu“ileri” demokrasinin yönünü kavramaya başladığımı düşünüyorum:

“İleri” demokrasinin, “demokrasinin” sınırlarını, siyasal İslamın konuşma, yeni mekânları denetleme, kendi estetiğini dayatma olanaklarını geliştiren, toplumun diğer kesimlerinin haklarını, özellikle liberal entelijansiyanın gözbebeği yaşam tarzının mekânlarını daraltan yönde gerçekleştiğini görüyoruz.

Tophane olayının (gelin, kendiliğinden olduğunu varsayalım) bir boyutunun “halkın mekânlarının kaybolmasına tepki göstermesiyle” ilgili olduğu yadsınamaz. Ama bu tepkinin hangi söylemin hegemonyası altında, nasıl dışa vurulduğunu da unutmamak gerekir.

Tophane olayının bir diğer boyutu da “liberal entelijansiyanın yavaş intiharı” ile ilgilidir. Dün, devletin halkına bakma yükümlülüklerinden sıyrılmasını, liberal ekonominin, siyasal İslamın “pasif devrim”sürecini demokrasinin gereği olarak destekleyenler, bugün boşalan yere giren siyasal İslamın getirdiği yaşam tarzının sonuçlarıyla karşılaşıyor.

Friday, September 24, 2010

Referandum Sonrası ‘Evet’çi ‘Entelektüeller’in Dramı

Referandumdan “evet” çıkartmak için büyük çaba gösteren liberal, sol liberal yazarların sinirleri yatışmıyor. Birileri onlara, referandumun bittiğini, isteklerinin yerine geldiğini söylese iyi olur. Artık sakinleşebilirler.

Bu tiplerin görevi, ülkede sol olarak bilinen kesimi özellikle sosyalistleri referandumda AKP’nin peşine takmaktı. Bu görevi başaramadılar, AKP’nin demokratikleştirici bir güç olduğuna sosyalistleri inandıramadılar Kürt hareketini boykot kararından vazgeçiremediler. Ama bu görevlerini yerine getirmek için başvurdukları savları, sonuç vermemesine karşın ısrarla, “hayır” cephesinin morali bozuk, travma yaşıyor gibi fantezilerle birlikte tekrarlıyorlar. Realiteden gittikçe uzaklaşan histerilibir ruh hali var karşımızda. Büyük olasılıkla “bu işi beceremedik, peki şimdi bize ne olacak” korkusu enerji veriyor bu hırçın ruh haline.

Evet, peki şimdi bunlara ne olacak? Önlerinde tek seçenek var; girdikleri yolda ilerleyerek AKP ile sol arasında bir yerde duruyor taklidi yapmaktan vazgeçip açık seçik AKP propagandisti, demagoglar olmaya yönelmek… Bu yolculuğun ilk örneklerini de görmeye başladık sanıyorum.

Halka güveneceksin kardeşim!

Evet konusunda ikna edicisi tüm savlar tükendikten sonra sıra popülist demagogların en çok başvurduğu, ucuz ve gerici bir sava gelmiş anlaşılan.

Bir yazar adeta bir ültimatom verir gibi açıklıyor, “İşçiler, köylüler, çalışanlar, alt sınıflar; büyük çoğunluğuyla 1982 Anayasası’nın demokratik yönde değiştirilmesi yönünde oy kullandılar. Bu solcular açısından umarım bir anlam ifade eder… Halkın sağduyusuna bir kez daha tanık olarak, geleceğe daha olumlu bakabileceğimiz bir döneme girdiğimize inanıyorum. Uzun sözün kısası: Halka güveneceksin kardeşim!”

Kısacası, eğer halka evet demiyorsan “halk düşmanı” sayılabilirsin!

Aktardığım satırlar, solcu bir geçmişe sahip, hâlâ sosyalist olduğunu iddia eden bir yazara aittir. Yazarın yaşamına bakınca, kolaylıkla, “bu saçmalıkları savunamayacak kadar mürekkep yalamış olması gerekmez mi” diye düşünebiliriz. Peki ama neden şimdi ayan beyan yanlış ve gerici olduğunu bilmesi gereken bahaneleri bize satmaya çalışıyor?

Aynı düzeye inerek şöyle cevap verebileceğimizin bile farkında değil. “Biz de halka güveniyoruz, ama evet diyenlerine değil. Geride kalan yüzde 42’sinin sağduyusuna… Ne yani bunların sağduyusu, AKP seçmeninin sağduyusundan daha mı az değerli?

Neyse biz daha ilginç ve yararlı sorularla devam edelim. Örneğin, AKP yanlısı seçmeni iradesini halkın tümünün iradesinin yerine ikame etmek olanaklı mı? Halkın iradesi denen şey gerçekten halkı oluşturan çokluğun iradesi sayılabilir mi? Halk diye homojen bir şey var mı? Her sosyalist halkın “bir çuval patates” olmadığını bilmez mi?

Halk denen şey aslında bir sınıflar karmaşıklığı değil mi? Sınıflar karmaşıklığı her zaman belli hegemonya ilişkileri içinde hareket etmez mi? Bu hegemonya ilişkilerini destekleyen hâkim fikirler, toplumsal yapının dağılmaya başladığı, çok özel kopuş, altüst oluş anları dışında hâkim sınıfların fikirleri değil mi?

Bunun böyle olması için çok geniş, yaşamın hemen her anına nüfuz eden bir medya, ideolojik aygıtlar ağı yok mu? Medyanın, toplantı salonlarının vb. yüzde 99.99 egemen fikirleri üretenlerin mülkiyetinde değil mi? Bu güç ilişkileri bu referandum sürecinde bir kez daha açığa çıkmadı mı?

Diğer bir deyişle, “sağduyu”, gerçekte, “yapıyı” koruyan sağ bir duyu değil mi?

Halka güveneceksin kardeşim” demek, bu sağduyunun “doğru olanı” temsil ettiğini kabul edeceksin demek değil mi? Felsefe, ekonomi politik, sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimleri, psikanaliz vb. teorik alanları terk edeceksin, çoğunluğun sağduyusunu, doğrunun (örneğin evrim teorisini değil de yaradılış teorisinin) tek ölçüt olarak kabul edeceksin demek değil mi?

Diğer bir deyişle eleştirel düşünceyi gömeceksin, teoriden vazgeçip, egemen güçlerin saptadığı doğrularla, yani kanaatlerle yaşamayı kabul edeceksin, “yapıya”, tümüyle teslim olacaksın...

Artık kızmak bile olanaklı değil bu insanlara. Teslimiyetin boyutları karşısında, hüzünlü bir iç çekişten başka bir şey kalmıyor geride…


Wednesday, September 08, 2010

İnternet ve Devlet

Geçen hafta The Economist’te yayımlanan“sanal karşıdevrim” başlıklı denemeyi görünce, internet ve siyaset üzerine yazmayalı on yıldan fazla olduğunu anımsadım. Yazmaya da gerek yoktu aslında… The Economist’in, bugün“karşıdevrim” olarak gördüklerinin hepsinin gerçekleşmesi kapitalizmin doğası gereği kaçınılmazdı. Tüm bunlara karşın The Economist’in denemesinde öne çıkarılan bir saptama, bu konuya bir kez daha bakmayı ilginç kılabilir diye düşünüyorum.

İnternetin ikinci dönemi

The Economist’e göre, “küresel birleştirici bir ağ (Network) olarak ortaya çıktıktan 15 yıl sonra, internet ikinci dönemine girmiş görünüyor: İnternet Balkanlaşmaya doğru gidiyor gibi görünüyor; birbirinden ayrı fakat birbiriyle ilişkili üç güç tarafından parçalanmaya doğru çekiliyor.” Bunlar,hükümetler, bilişim teknolojisi (IT) alanında etkin büyük şirketler ve ağların sahipleri.

Devletler, internet üzerinde, gittikçe artan oranda egemenliklerini kuruyorlar. Diğer bir deyişle “citizen”in (vatandaş) yerini almaya başlayacağı iddia edilen “netizen”e, (ulus devlet sınırları ve denetimi ötesinde internette yaşadığı varsayılan bireyler) sınıflı toplumda, kapitalizmde yaşadığı, devletin disiplin, ceza ve denetim alanının dışına çıkmanın öyle kolay olmadığı anımsatılıyor. Dahası internet artık, disiplin, ceza, denetim aracı olarak çalışmaya başlamıştır. Google’un, Skype’in, Facebook’un, Black Berry’in başına gelen ve gelmekte olanları, devletlerin bireyin yaşamına ait bilgileri nasıl merkezileştirdiğini düşünmek yeter… Dünya ekonomisinin, alt birimlerini sermaye adına yöneten devlet,“kimse benim denetimimin dışında kalmayacak” diyor ve coğrafyanın mantığını dayatıyor.

Büyük IT şirketleri, kendi dijital alanlarını kuruyorlar. Diğer bir deyişle, sermaye ve dev şirketler, 19. yüzyılın sonunda yeni coğrafyaları nasıl sömürgeleştirdilerse, bugün de büyük IT şirketleri, ağlardan oluşan sanal coğrafyayı (“cyber space”) sömürgeleştiriyorlar. İnternetin fiziki altyapısının, fiber optik ağların belli bölümlerinin mülkiyetine sahip şirketler, bu alanları sermayenin gereksinimlerine ve güç ilişkilerine göre, hızlı ve yavaş yollar yaratarak, öncelik protokolleri uygulayarak en verimli, kârlı biçimde kullanmak istiyorlar.

Bunların böyle olacağı 1990’ların ortasından bu yana zaten belliydi. Ama yine de The Economist’in ağzından, çok ilginç, bir o kadar da “kitaba uygun” gelişmeyi not etmek istiyorum. The Economist, devlet, şirket ve mülkiyet etkisinin internetin verimliliğini, yaratıcılığını yok etmeye, giderek yıkımını hazırlamaya başladığından yakınıyor. Bunu kendi dilimize çevirirsek, kapitalizm, bir potansiyel özgürlük aracını daha, kendi siyasi ekonomik dinamiklerine tabi kıldıkça, bu araç da sermayenin yıkan, parçalayan süreçlerini aynen yansıtıyor.

Fantezi ve gerçek

İnternet 1990’ların ortasında birden bire icat edilmedi. İnternet The Economist’in de anımsattığı gibi, yıllardır, bir akademik ve savunma haberleşme ağı olarak kendi kendine organik bir biçimde gelişiyordu. Bu nedenle 1990’ların ortasında geniş kullanım açıldığında birden bire patlama yapınca herkesin gözünü kamaştırdı. Ulusal sınırları yıkıyor, denetlenemez bir özgürlük alanı doğuyor, çelişkisiz kapitalizme geçiyoruz gibisinden fanteziler her yeri kapladı. Aynı anda bilgisayarlar hızla gelişiyordu… Bir-iki yıl içinde, 1990’ların sonunda dot.com bubble denen internet piyasalarında çalışan şirketlere yatırılan paralar üzerinde oluşan borsa köpüğü başladı.

Bir adım geri çekilip bakarsak, yükselen piyasalar, 1997-89 Asya krizi ve sermayenin merkeze dönme eğilimi, finansallaşmanın hızlanması, bu hızlanmayı, besleyen bilgi işlem haberleşme teknolojilerinde, devreye giren yenilikler, bu yenilikleri düşünsel ve mali olarak besleyen finansallaşma… Derken, hızla büyüyen borsa köpükleri, teknoloji, telekomünikasyon sektöründe çığ gibi büyüyen yatırımlar ve kapasite fazlası…

2000’lerin başında borsa köpükleri patlar, depresyon iklimine girilir, bu büyük bir mali genişlemeyle ertelenir ve… 2007-08 borç köpüğünün delinmesiyle mali kriz… Mali krizle birlikte, dün geri çevrilemez denen küreselleşmenin (finansallaşmanın, küresel serbest piyasanın) geleceği konuşulmaya başlanır, “devlet ekonomiye geri döner” vb…İnternetin ikinci dönemi işte bu yeni iklimi yansıtıyor. Sermayenin kâr, devletin disiplin, denetim makinesi, birlikte interneti yeniden, mali krizin dinamiklerine göre şekillendiriyorlar. Siyaset ve ekonomik çıkar gerektirirse, var olan parçalanır, birçok bölgesel internet yaratılabilir.

Diğer bir deyişle sermayenin dünyasında yeni bir şey yok. Platon’un metaforunu ödünç alırsak, mağaranın duvarındaki gölgelerin şekilleri yine değişiyor, ama dışarıdaki, bu gölgeleri yaratan şey (reel), sermaye ilişkisi, değişmeden varlığını sürdürüyor…