Thursday, February 24, 2011

Ben bu işe çok bozuldum

Bir Prof. Dr. “dekolte giyene tecavüz edilir” gibisinden bir şeyler söylemiş. Prof. Dr. ’un avukatına göre de, Prof. ’un çalışma alanı din olduğundan bu sözleri “dine göre yorumlamak gerekir” miş. Ben bu işe iki kez bozuldum. Birincisi bir erkek olarak, ikincisi de dinleri, doğal olarak da Müslümanlığı düşünerek. Bence bu beylerin sözlerinde hem erkekleri, hem de Müslümanlığı hedef alan haksızlıklar var.

Ben (bir erkek olarak) hayvan mıyım?
Benim uzmanlık alanım değil ama sanırım şöyle bir durum söz konusu: Hayvanlar cinsel itkileri depreştiğinde (kızıştığında) doğrudan kokunun geldiği yere yönelir, hedef aldığı hayvanın direncine, isteksizliğine bakmadan, eğer gücü yeterse, tohumunu bırakır. İnsanın cinsel itkisi depreştiğinde, bu bir arzuya tercüme olur, arzu da hemen toplumsal kurallara (süper egonun “hayır yapamazsın” diyen sesine), yasalara, erkeği ve dişiyi, iki farklı cins olarak tanımlayan, bir biyolojik farkı cinsiyetleştirerek (“sexuation”?) aralarındaki ilişkileri belirleyen örf, adet, gelenek gibi söylemlerin kodlarına çarpar. İnsanın cinsel itkisinin yoluna devam ederek tatmin olabilmesi süreci, cinsel ilişkinin sosyal ilişkiye dönüşme süreci ve bunun kodları tarafından belirlenir.
Eğer cinsel arzunun yoluna devam ederek tatmin olması hali karşı cinsi şeyleştiriyorsa (öznelliğini yok sayarak nesne gibi görüyorsa), şiddet içeriyorsa, bu durumun arkasındaki nedenleri, erkeğin biyolojisinde değil, onun cinselliği anlama tarzını belirleyen egemen toplumsal ilişkilerin, cinsel arzusunu ve arzu nesnesine ulaşma yollarını programlayan patolojisinde aramak gerekir. Erkek - egemen toplumun kadın ve erkeği iki farklı cinsiyet olarak tanımlama, tarzının (kodlarının) ve bunu devralan kapitalizmin mal satabilmek için biteviye ürettiği, aciz, çocuksu, kurtarılacak, ya da kurban kadın imajının dolaylı ve doğrudan etkilerinde aramak gerekir, insanın biyolojik yapısında değil.
Bu yüzden, tüm erkeklerin, bir taraftan Profesörü ve avukatını erkekleri, ahlaksal kuralları olmayan hayvanlara indirgedikleri için protesto etmeleri, diğer taraftan da “kadını” bir tecavüz nesnesi olarak üretmekte ısrar eden tüketim kültürüne baş kaldırmaları gerekir.

“Haram” ve “günah” mı teşvik ediliyor yoksa?
Ben din alimi de değilim ama, bende bu iki zatın “haramı” ve dolayısıyla “günahı” teşvik ettikleri (tabii istemeden) izlenimi de uyandı.
Bir kadının, dinin getirdiği örtünme kurallarına uymuyor olması, hatta dekolte giyinmesi, dahası belki de mayo ile gezmesi dini açıdan “günah” sayılabilir diye düşünüyorum. Eğer toplumda din yasaları geçerliyse, suç ve ceza içeren, hukuksal bir durum bile doğabilir. Ama, bana öyle geliyor ki, eğer toplum dini yasalarla yönetilmiyorsa, orası laik bir ülkeyse, kadının dini kurallara uymama durumu en fazla bir “günah” olarak kabul edilebilir; suç ve ceza konusu da onunla tanrısı arasındaki ilişkiye havale edilmek durumundadır.
Bu madalyonun bir yüzü. Bence bu madalyonun öbür yüzünde de şu var: Benim bildiğim kadarıyla, dini hakikat rejimi içinde, kadın dini giyinme kurallarına uysun uymasın, nikahlısı olmayan erkek için, cinsel arzusunu tatmin etmesi açısında “haram”dır. Erkeğin bu kadına bakması, dokunması hele hele cinsel ilişkiye girmeye kalkması da “günah”... Mantıksal ve ahlaki açıdan de erkeğin açısından bu “günahın”, kadının “günah” işliyor olup olmamasıyla bir ilişkisi olamaz.
İşte beni çok kızdıran ikinci, genelde dinlere özelde Müslümanlığa yönelik haksızlık olarak gördüğüm şeyler de bunlarla ilgili: Profesör ve avukatı, ileri sürdükleri açıklamalarla, erkeğin salt kadından kaynaklanan (dekolte giyinmek örneği) bir nedenden dolayı, daha doğrusu bunu bahane ederek, nikahlısı olmayan bir kadınla cinsel ilişkiye girmeye kalkabileceğini, bu arada tanrının bir kuluna bedensel ve ruhsal acılar çektirilebileceğini, tüm bunların da dine göre yorumlanabileceğini (anlaşılabileceğini, belki de mazur görülebileceğini) söylemiş olmuyorlar mı? Bu beyler böylece Müslümanlık adına “haramı” ver “günahı” teşvik etmiş olmuyorlar mı?
Bana bu profesörün ve avukatının daha fazla konuşmaya devam etmeden önce, başbakanın eski bir önerisine uyarak, yetkin bir ulemaya danışmaları gerekiyormuş gibi geliyor. Tabi bu ulema da duruma bakıp, “beyler size ulema değil hekim gerekiyor” da diyebilir. Ama dedim ya ben din alimi değilim o kadarını bilmemem

Thursday, February 17, 2011

Mısır’da Tek Yol Sürekli Devrim


Mısır devrimi, çok kritik bir noktada. Halkın talepleri artmaya devam ediyor.Mübarek’ten ülke yönetimini devralan askeri cuntanın ve Mısır kapitalizminin bu taleplere cevap verme olasılığı yok. Dünya gıda piyasalarındaki gelişmeler var olan çok ufak bir olasılığı da ortadan kaldıracak gibi görünüyor. Mısır halkına da, bu noktaya kadar elde ettiklerini korumak için devrimi ilerletmekten başka bir seçenek kalmıyor.
Ekonomik talepler hızla öne çıkıyor
Rosa Luxemburg, ünlü “Kitle Grevi” broşüründe, “Siyasi mücadelede elde edilen her taze zafer, hem dışsal olasılıkları hem de işçilerin içindeki mücadele arzusunu arttırarak, ekonomik mücadelede yeni bir motivasyon yaratır. Siyasi mücadelenin her köpüklü dalgası arkasında, içinden ekonomik mücadelenin binlerce filizinin fışkırdığı verimli bir alüvyon tabakası bırakır” diyordu (IV. Bölüm).
Tunus ve Mısır devrimlerinde de böyle oluyor. New York Times’dan Thomas Fuller, Tunus’un başkentinden gönderdiği bir haber-yorumda “Adeta bir şişenin mantarı açıldı, herkes sorunlarını dile getirmeye başladı... Medya üzerinde kısıtlamalar kalktığından, ifade özgürlükleri genişlediğinden bu yana ücretlere, çalışma koşullarına ilişkin sorunlar öne çıkmaya başladı” diyor.
Mısır’da sanayi ve kamu sektörü işçileri devrime katılırken kendi sorunlarını da dile getiriyorlardı. Şimdi bunlar giderek öne çıkıyor. Öyle ki, polisler bile gelip içişleri bakanlığı önünde ücret artışı talep ediyor, protesto gösterileri düzenliyorlar.
Bu gelişmelere karşılık cuntanın ilk tepkisi, kaosu önlemek gerekçesiyle önce Tahrir Meydanı’nı boşaltmak, sonra El Cezire’nin pazartesi günü aktardığına göre, işçi sendikalarının, meslek örgütlerinin toplantı ve grev yapmasını yasaklamak, Mısır halkından işinin başına dönmesini istemek oldu. Google Pazarlama’nın müdürü Wael Ghonim’in ve Müslüman Kardeşler örgütünün temsilcilerinin cuntayla yaptıkları bir toplantıdan sonra kaos uyarılarına, normalleşme, işbaşı yapma çağrılarına katıldıkları görüldü.
Mısırı ekonomisinde, içme suyu şişeleme tesislerinden inşaat, elektrikle ev aletleri sektörlerine kadar büyük yatırımları olan ordunun, işbaşı yapma çağrısı anlaşılabilir bir durum. Wael Ghonim’in, MK’nin iş çevrelerine yakın liderliğinin ağzından küçük ve orta işletmelerin de bu çağrılara katılması,“kaos korkusunun” basında sıkça dile getiriliyor olması, basıncın işçi sınıfı üzerinde yoğunlaşmaya başladığını düşündürüyor.
Rejimin taleplere cevap vermesi çok zor
Asharq Alawsat yazarlarından Amir Taheri haklı olarak Mısır’da “rejim değişmedi, rejimde kimi değişiklikler yapıldı” derken rejimin temel özelliklerinin değişmeden kaldığına işaret ediyordu. Aslında çok daha ilginç bir durum söz konusu: Rejim, şiddet uygulama kapasitesini, devletin diktatörlük özelliğini, Mübarek döneminde, parlamento, anayasa, seçilmiş devlet başkanı gibi incir yapraklarının arkasına saklamaya çalışıyordu. Şimdi, ortada açık bir diktatörlük var. Bu açık diktatörlüğün, kendine yeni incir yaprakları üreterek orduyu, açık şiddeti geriye çekebilmesi (saklayabilmesi) büyük ekonomik kaynakları harekete geçirerek halkın taleplerine cevap verebilecek bir yeni “mutabakat” oluşturabilmesine bağlı.
Halbuki bu rejim ve Mısır kapitalizmi ve ondan beslenen uluslararası sermaye, kendileri için gerekli birikimi (sömürü oranlarını), ancak bu baskı araçları sayesinde gerçekleştirebiliyordu. Rejimin karakterini bu ekonomik sınıfsal ilişkiler ve dengeler belirliyordu. Bu ilişkiler, Mısır halkının yaklaşık yarısının günde 2 dolardan daha az bir gelirle yetinmesini gerektiriyordu.
Credit Agricole’un hesaplarına göre devrimin ekonomiye maliyeti günde yaklaşık 380 milyon dolar olmuş. Bu sırada 700 milyon dolarlık bir sermaye kaçışı yaşanmış; GSMH’nin yüzde 11’ini, istihdamın yüzde 10’unu sağlayan turizm sektörü siyasi kriz sırasında büyük mali kayıplar yaşamış. Kısacası bu koşullarda, halkın öne çıkmaya başlayan ekonomik taleplerine cevap vermek, ekonomik kaynaklarda ve iktidar ilişkilerinde köklü bir yeniden dağılımı sağlayacak yeni bir modele geçmeden olanaklı değil. Böyle bir modele bugünün siyasi ilişkileri, güçler dengesi altında geçmek olanaksız. Bu olanaksızlık “demokratikleşmenin” olanaksızlığına da işaret ediyor.
Bu koşullarda Mısır halkının özellikle emekçi sınıfların önlerindeki tek seçenek, devrimi bu ekonomik ve siyasi iktidar ilişkilerini sorgulayan bir yönde ilerletmek. Bölgede yükselmeye devam eden dalga, dünya kamuoyunda oluşan duyarlılıklar, uluslararası koşulların şimdilik Mısır halkından yana olduğunu söylüyor.
Aksini düşünmek bile istemiyorum. Çünkü tarih korkmuş egemen sınıfların tepkisinin çok şiddetli olduğunu gösteriyor.

Tuesday, February 15, 2011

Mısır’da devrim, karşı devrim (09.02.2011)

Şimdi artık yeni bir Mısır var. Bundan sonra ne olursa olsun, devrim öncesinin Mısır’ına, Mübarek rejiminin halk, devlet ve siyaset ilişkisine geri dönülmeyecek. Bunu kolaylıkla söyleyebiliyorum ama bu günden yarına devrimin ne yönde ilerleyebileceği üzerine bir öngörüde bulunmaya çekiniyorum; hatta istemiyorum. Çünkü, aklıma Mao’nun devrimleri bisiklete benzeten o ünlü saptaması aklıma geliyor.
Devrimler ve bisikletler...
Mao, bisiklet benzetmesiyle, devrimlerin ayakta kalabilmek için sürekli ilerlemek zorunda olduğunu söylüyordu. Mısır devrimi bugüne kadar, rejimden tavizler kopararak hep ilerledi. Ama ya bundan sonra?
Devrimin üçüncü haftasına girerken, hemen iki saptama yapabiliriz. Birincisi: Devrimin kitleselleşme sürecinin durakladığı, coğrafi yayılmasının Tahrir Meydanı’nı ve İskenderiye sokaklarını aşamadığı görülüyor. Mısırlı sosyalist grupların yaptığı çağrılardan, sanayi işçilerinin devrime kitlesel bir biçimde katılmadığı anlaşılıyor. Bu gözlemler de devrimin harekete geçirebildiği kitlenin sınırına ulaştığını düşündürüyor. Ama yine bu gözlemler, devrimin kaderinin sanayi işçilerinin, sürece grevlerle, hatta bir genel grev yoluyla katılması halinde bir anda dramatik bir biçimde değişebileceğini de söylüyor.
İkincisi devrimin bugüne kadar rejimden koparttığı tavizlerin, ordunun ve güvenlik aparatının yanı sıra ABD’nin desteğini de aldığı anlaşılan Ömer (işkenceci) Süleyman’ın rejimin yönetimini devralması ile çizilen sınıra dayandığı, bu sınırı aşmakta zorlandığı görülüyor. Bu sırada rejim, Müslüman kardeşlerin oportünizminden de yararlanarak zaman kazanıyor, devrimin pörsüme sürecine girmesini bekliyor.
Devrimci dalganın gücünden emin olduktan sonra ortaya çıkan Müslüman Kardeşler örgütü, yasal olarak yasaklı olmasına karşın rejimin ve ABD’nin de onayıyla devrimin temsilcisi katına yükselerek Ömer (işkenceci) Süleyman’la pazarlık masasın oturdu. MK’i rejim düşmanı kategorisinden çıkarıp meşru ortak düzeyine yükselten bu büyük bir siyasi ‘başarı’ Siyasal İslam’ın ‘pasif devrim’ sürecinin, Mısır proletaryasının devrimci atılımını kullanarak, etkisini çalarak tamamlanmak üzere olduğuna işaret ediyor.
Karşı devrimin ayak sesleri
Devrim duraklama işaretleri verirken, tam da Mao’nun uyardığı gibi, karşı devrimin şekillenme sürecinin hız kazanmaya başlıyor. Mübarek yanlısı güçlerin, askerin aldırmaz bakışları altında gerçekleşen saldırılarından sonra, polisin sokaklara geri dönmesinin yanı sıra ordunun da, tarafsızlık görüntüsünü terk etmeye başladığını düşündüren haberlerde belirgin bir yoğunlaşma var.
Yatırımları ve ticari ilişkileriyle Mısır ordusu, Mısır kapitalizminin organik parçası, egemen sınıfının ‘devlet kapitalisti’ kesimi olarak belki de en güçlü fraksiyonunu oluşturuyor. Yerli yabancı sermaye ortaklıkları, elindeki ucuz işgücünü (sıradan askerleri) verimli bir biçimde kullanma becerilerinin yanı sıra, Mısır ordusu, lojistik, teknolojik bağlarıyla, ABD askeri okullarında eğitilen komuta kademesi personeliyle adeta ABD askeri yapılanmasının bir uzantısı haline gelmiş bir örgütlenmedir. Mısır devletinin ABD’den her yıl aldığı 2,2 milyar dolarlık yardımın yüzde seksenin Mısır ordusuna gittiği söylenir. Devrim başlar başlamaz hemen sokaklara hakim olarak adeta devrimin coğrafyasının sınırlarını belirleyen Mısır ordusunun artık göstericilere eve dönmeleri yönünde baskı yapmaya, tutuklamaları yaygınlaştırmaya başladığı bildiriliyor.
Karşı devrimin ivme kazanmaya başlamış olduğunu uluslararası medyadaki ağız değişikliğinden, özgüven işaretlerinden de görmek olanaklı. Birincisi, ABD ve Avrupa’nın inisiyatifiyle, ‘geçiş sürecinin’ (nereye geçilecekse) Mübarek’in (ve ordunun) doğrudan ya da dolaylı ‘vesayeti’ ile gerçekleşmesi yolunda bir ‘mutabakat’ inşa etme çabası gelişiyor. Hafta sonunda, rejimle, devrimin sözde temsilcileri (Müslüman Kardeşler) arasında pazarlıklar yaşanırken, El Cezire’nin meydandan bu pazarlıkları destekleyen, seçimlere kadar rejimin iktidarda kalmasına olumlu bakan sesler bulup ekran çıkartması, Mübarek yanlısı Kahire ‘sosyetesinin’ sesini, iş çevrelerinin devrimin ekonomik maliyetine ilişkin yakınmalarını aktarmaya başlaması da anlamlıydı.
Nitekim, normalleşme, devrimin ekonomik maliyet, sıradan Mısırlının işine dönme arzusu (örneğin Jim Muir, BBC, 07.02) gibi konuları, Müslüman kardeşlerin ‘Hamas olmadığını’, vurgulayan yorumlara hafta sonu ve Pazartesi günü çok yoğun olarak rastlanıyordu. ABD savaş gemilerinin Mısır sularına girdiğine ilişkin bir haber de gördüm ama, bunu bir ikinci kaynaktan daha doğrulatamadım.