Thursday, December 30, 2010

2010’den 2011’e sınıf savaşları

2010 yılı kapitalizmin ne kadar akıldışı ve insana düşman bir ekonomik model olduğunu bir kez daha sergiledi. Hükümetler, 2010 yılında, geniş halk kitlelerinden gelen tüm itirazlara karşın bir seri, insan aklına zarar karar aldılar. Son G20 toplantısında bu kararları küresel bir programa dönüştürdüler. Bu kararların etkileri 2011 yılında giderek daha çok hissedilecek. Bu yüzden 2011’de sınıf mücadelelerinin, tüm dünya ölçeğinde sertleşeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz.
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”

Bu slogana şimdi bir de, “halkın sırtına yıksınlar” saptamasını eklemek gerekiyor. Krediye dayalı (gerçek zemini olmayan) tüketimi körüklemeye, bu kredi mekanizmasını spekülasyona çevirmeye yönelik finansal hareketler, 55 trilyon dolarlık bir dünya ekonomisinde 1000 trilyona dolara ulaşan bir finansal balon yarattılar. Sonra bu balon patladı. Devlete “sen kenara çekil, bırak yapalım bırak geçelim” (küreselleşmenin önünde kimse duramaz filan…) diyen finans sermayesi, bu kez, “bizi kurtar yoksa ekonomiyi çökertiriz” tehdidini hükümetlerin başına bir tabanca gibi dayadı. Ekonomi yönetimindekiler de zaten bu kesimden gelme insanlar olduklarından, 2009 yılı bankaları kurtarma operasyonlarıyla geçti, kimi hesaplara göre dünya çapında 12 trilyon dolar harcandı.

Bu kurtarma dalgası geçer, operasyonun devletlerin hazinesine getirdiği yük ortaya çıkmaya başlarken, “bırakın geçelim bırakın yapalım”, sloganı “yükü halkın sırtına yıkalım” sloganına dönüştü. 2010 yılı yükü halkın sırtına yıkmaya yönelik politikaların hazırlanması, gündeme alınmasıyla geçti. Böylece Kapitalist devlet bir kez daha akıldışı, insana düşman özünü sergileme fırsatı buldu. Devlet hazinesinde açılan deliği kapama önlemleri, toplumun birikmiş serveti, ödeme gücü en yüksek kesimini değil, ödeme gücü en düşük ve krizin etkisiyle de düşmeye devam eden kesimini, çalışanları, hatta emeklileri, çalışamayanları, hastaları hedef aldı. Hâlbuki bu arada dünyanın en zengin 70-80 milyarderi, servetlerinin neredeyse yarısını “hayır işlerine ayırabileceklerinden söz ediyorlardı”. Demek ki, bunlar, servetlerinin yarısını topluma verseler bile bir refah kaybına uğramıyor, hala dünyanın en zengin insanları olmaya devam edebiliyorlardı. Ama devletler bunlara dokunmaya, katkı istemeye cesaret bile edemedi. 

Direnişlerin yılı 
Bu saldırgan politikalar gündeme gelirken, emekçi sınıflar, öğrenciler de “hayır” diyerek sokaklara dökülmeye başladılar. İspanya ve Portekiz’de, Yunanistan’da genel grevlerin yanı sıra tüm Avrupa çapında ama özellikle İngiltere, İtalya, Yunanistan’da ve Türkiye’de öğrenciler direnişlerde büyük bir öz veriyle ön safta yer aldılar, coplandılar, gazlandılar, hastanelik oldular, ama toplumun geri kalanının sempatisini, desteğini aldılar. Öğrencilerin, İnterneti de kullanarak geliştirdikleri, yeni yaratıcı örgütlenme biçimleri de ilgi çekiyordu.

Örneğin İngiltere’de öğrenciler, Polisle büyük bloklar oluşturan yürüyüş kolları biçiminde karşılaşmak yerine, birden dağılan, sonra başka bir yerde yeniden toplanan hareketli (göçebe), eşgüdümlü protesto yöntemleri geliştirdiler. Bu bağlamda, büyük şirketlerin önünde “vergini öde” çağrısı yapan “korsan miting”ler (flash mob) gibi, mala ve cana bir zararı dokunmadan, mesajını verip dağılan barışçı hareketlerin, halkın sempatisini kazandığı görülüyordu. Türkiye’de yine kimseye (teşhir edilmekten başka) bir zarar vermeyen yumurtalı protestolar, sapla samanın ayrılmasına büyük ölçüde yardımcı oldu; öğrenci hareketine olduğu kadar, genel olarak sosyalist harekete enerji kattı.

Bu yıl çok daha sert bir sınıf mücadelesi ve devlet şiddeti ortamına girilirken, öğrencilerin de geçen yıldan kimi dersler çıkartmaları, çalışanların, halkın geri kalanıyla, özellikle sendikalarla güçlü ilişkiler kuramazlarsa, eşgüdüm içinde davranmayı başaramazlarsa daha fazla ilerleyemeyeceklerini görmeleri, sendikaların ve diğer meslek örgütlerinin de öğrencilere sahip çıkması gerekiyor.

Bu söylediklerimden tabii ki yeni, yaratıcı protesto biçimleri aramayı terk ederek, illa da geleneksel “blok-kitle” gösterilerine geri dönülmesi gerektiği sonucu çıkmamalı. Önemli olan yaratıcı eylemlerde, her zaman halkın (üç beş ruhunu iktidara satmış, ama solcu taklidi yapmaya devam eden entelektüelin değil) gözünde meşruiyetini korumaya, eylemin sınırını aşmamaya, fiziki şiddetten kaçınmaya, kitle çizgisinin bir adım önünde durmaya çalışırken, yenilikçilik adına, bu çizgiden kopmamaya, büyük dikkat gösterilmesidir. Bu “protesto gösterileriyle” geniş kitlesel “duyarlılıklar” ve hareketlilikler arasında güçlü maddi, manevi bağlar inşa etmeye çabalamak özellikle önemli olacaktır.

Friday, December 24, 2010

2011 ve “Endişe çağı”

(22/12/2010)
Geçen hafta,  gerçekleşen AB zirvesinden sonra yorumcuların, siyasi eğilimleri ne olursa olsun iki konuda hemfikir oldukları görülüyor. Birincisi: Zirve Almanya’nın zaferiyle sonuçlanmıştır. İkincisi: Kriz devam ediyor, andaki görüntü endişe verici. Ben bu yorumlara bakınca, “yine kabak çalışanların başında patlayacak” diye düşünüyorum.

Almanya’nın zaferi
Financial Times yazarlarından, Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (European Council on Foreign Relations) üyesi Wolfgang Müncahu, Pazartesi günü, zirveyi değerlendiren yorumunda, “Merkel’inki kadar bütünsel, uzun erimli bir siyasi zafer az gördüm” diyordu ve ekliyordu “ ne istediğini biliyordu, istediklerinin hepsini aldı… Geçen hafta, EU, Alman tarzı kriz yönetimine tam anlamıyla abone olmuş oluyordu”.
Ben bu ana kadar “bu model AB’yi krizden çıkarabilir mi?” diyen birisine rastlamadım.  Genel kanı Alman modelinin, borçları ve bütçe açıklarını hedef alan bir yaklaşım olduğu, bu sorunlarla uğraşırken, krizi daha da derinleştireceği doğrultusunda. “Alman modeli” mali krizdeki ülkelere, tüm kaynaklarını borç ödemeye, bütçe açığını kapatmaya yönlendirmeleri karşılığında finansal destek sağlamayı öngörüyor.  Diğer bir deyişle, Almanya, Avrupa’yı kendi liderliği altında birleşmeye zorlarken, kendisi bölgenin en güçlü, en büyük (Avro bölgesinin yüzde 30’u), hızlı büyüyen ekonomisine sahip olmakla birlikte, bunu, üzerine yük almadan gerçekleştirmek istiyor.

Geçen sefer, Almanya, Avrupa’yı birleştirmeye çalışırken kırmıştı… Yine kıracak gibi görünüyor. Almanya’nın dayattığı, krizdeki ülkelerin bütçe açıklarını azaltmaya öncelik veren önlemler, ekonomik büyümeye değil daralmaya açılıyor. Buna karşılık, göreli olarak uzun dönemli, yeniden yapılanmaya yönelik önlemler henüz gündeme gelemiyor; gündeme geldiklerinde, çoktan sosyal güvenlik ağları tasfiye edilmiş olacağından, işsizliği ve iflasları arttırdıklarında verili siyasi düzeni, altında kalkması olanaksız toplumsal maliyetlerle karşı karşıya bırakacaklar.

Dünün araçlarıyla çalışmak...
Bu olasılıklarla ilgili endişeleri dile getiren yorumları okurken, aklıma Marshall Mcluhan’ın bir sözü geldi: "Çağımızda yaşadığımız endişe büyük ölçüde, bu günün işini, dünün araçlarıyla yapmaya çabalamaktan kaynaklanıyor”. Korkutucu bir gözlem! Keynes de 1930’larda, zamanın ekonomi yönetimi için benzer şeyler söylüyordu. Pazartesi günü, Prof Krugman, “Zombiler kazandığında” başlıklı yorumunda, “serbest piyasa köktencileri hemen tüm öngörülerinde yanıldılar, ama şimdi siyasi ortama her zamanından daha egemenler” diyordu. Krugman’ın ABD için yaptığı bir saptama Avrupa için çok daha geçerli. Brüksel’de fiyat istikrarı, mali disiplin, yapısal reform’dan başka bir öneri yok! Bu gidişle, bir taraftan daha derin bir ekonomik durgunluk, giderek daha sert döviz ve ticaret savaşları, bu yola bir kez girince de bekli de daha kötüsü…

Bu böyle karanlık bir yolda ilerlemeye zorlayan “Zombiler”, halkın, özellikle çalışanların, bu yolun getirdiği yükleri uysalca kabul edeceklerine ya da başkaldırılarının zamanında ezilebileceğine inanıyorlar. Bu yüzden kriz yönetim tartışmalarına bakınca, işsizliğin azaltılmasına ilişkin hiçbir önlemle karşılaşmıyoruz: Sermaye kendini yeniden yapılandırırken, işsizlik oranı yüzde 30’ların üzerinde dolaşan gençlerin, yeniden yapılanma sırasında işlerini kaybedecek olan 40 yaş üstü işçilerin geleceğiyle hiç ilgilenmiyor.

Sermaye derken aslında dikkatleri mali sermaye üzerinde yoğunlaştırmakta yarar var. Çünkü şu anda halen dizginler mali sermayenin elinde.  Pazartesi sözünü ettiğim “14” büyük aile halen ABD mali piyasalarını denetliyorlar. Daha yakından bir bakış, türev piyasalarının yönetiminin üyeleri, JPMorgan Chase, Goldman Sachs, Morgan Stanley gibi bankalardan gelme, kimlikleri gizli tutulan, içlerine yeni kimseyi almayan, dokuz kişilik bir komitenin elinde olduğunu ortaya koyuyor. Bunların türev piyasaları üzerindeki denetimiyse diğer sektörlerdeki firmalara çok pahalıya mal olabiliyor (Luise Story, New York Times 11/12/2010). Tüm yapısal sorunlar (bütçe açıkları, kapasite fazlası…) olduğu gibi dururken, borsalar Lehman öncesi noktaya geri dönmüş görünüyorlar. Onlar biriktirmeye devam ediyor, geri kalanlar sürünüyor! The Observer’den Will Hutton’da pazar günü “Büyük mali yapılar dizginleyemezsek, ekonomi asla toparlanmayacak” diyordu.
Kemer sıkma politikaları daha yeni devreye giriyor. Öyleyse, çalışanlar üzerindeki baskılar artmaya devam edecek. Diğer taraftan, dikkatler mali sermaye üzerinde yoğunlaştıkça, yönetici blok’un iç çelişkileri derinleşecek. Tüm bunlar (uluslararası gerginlikler bir yana) 2011’in “çok ilginç” bir yıl olacağını gösteriyor.

‘68’ Korkusu

Öğrenciler başlarını biraz kaldırdılar ya, sopalar, tekmeler, biber gazı filan… Böyle bir nefretin kaçınılmaz sonucu olarak şimdi ortada bir de cinayet var. Treblinka’da annelerin gözleri önünde bir “spezialkommando”nun, elleriyle parçaladığı bebeyi anımsatan bir cinayet…

Peki, dün demokrasi, hoşgörü, özgürlük söylemlerini kimseye bırakmayanlarda, ekranlara çıkıp askeri darbenin katlettiği gençlere gözyaşı dökenlerde bir kızgınlık var mı? Adalet istiyorlar mı? Hayır, “O kız orada ne arıyormuş!”, “Bunlar akıl hastası” gibi saçmalıklara, ağır bir “68” korkusu eşlik ediyor. Bu korku da, bu ikiyüzlülüğü çok güzel açıklıyor.

Bu öyle bir korku ki, 39 yıl sonra, Fransız Devlet Başkanı Sarkozy’ye, seçildiğinde “68’den artık kesinlikle kurtulacağız” dedirtiyordu. Şimdi de birileri, Türkiye’de “Bunlar memleketin baş belasıydı” diyor. Kimileri, dün tarih yanlarından geçip giderken seyretmiş olmanın ezikliğiyle, öğrencilik dönemlerinin, boykotlarını, protestolarını, şimdi nefretle anımsıyorlar. Daha akıllı olanları, “Son günlerde patlayan öğrenci olaylarını ‘lümpen, öfkeli, siyasallaşmış, şiddet yanlısı’ bir grup gencin ‘patlaması’ olarak görürseniz, vahim bir hata yapmış olursunuz” diyerek uyarıyor.

Evet korkmakta haklılar. Çünkü “68”, aslında bir “öğrenci olayı” değildi. “68” aynı zamanda, tarihin hem Avrupa’da hem de Türkiye’de gördüğü en geniş katılımlı grev, fabrika işgalleri dalgasıydı da. Önce öğrenciler başladı, ardından işçiler geldi; tüm kapitalist, erkek egemen, emperyalist düzenin, “resmi sosyalizmin” üzerinde kocaman bir soru işareti oluştu. Bu soru işareti, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya olağanüstü bir özgürlük havası yaratarak dolaştı.

Sonra bu devrimci dalga geri çekildi. Dahası, bu özgürlük havası sermaye tarafından, “68” yılgını postmodern-liberal sol tiplerin de yardımıyla, Fordist sermaye birikim rejiminin, refah devletinin, giderek sendikal yapıların, sosyal demokrat partilerin parçalanarak dönüştürülmesinin, neo-liberalizmin, serbest piyasanın yerleştirilmesinin ideolojik balyozu olarak kullanıldı. Ama uçurumun kenarına kadar gelmiş olmanın travması asla kaybolmadı.

Şimdi “olayı” yeniden yaşama olasılığının şekillenmeye başlamasıyla paniğe kapılıyorlar. Üstelik bu kez durum biraz farklı!

Dün ve bugün

“68”de bir genç kuşak, bir önceki kuşağa bakıyor, Fordist tüketim toplumunun sürüleştirdiği anne ve babal’nı, yolundan çıkmış bir özgürlük projesini (SSCB), uzlaşmak için sırada bekleyen “Avrupa Komünist Partilerini”, fosilleşmiş sendika bürokratlarını görüyor, hepsine birden baş kaldırıyordu.

Bugün, yine bir tüketim hummasıyla başı dönmüş, aldıkları kredilere tutsak olmuş bir kuşağın çocukları sokağa çıkıyor. Bu kuşak, Afganistan’a, Irak’a, terorizme karşı savaşa, küresel ısınmaya, demokrasinin bir politikacı pazarına dönüşmesine bakıyor. Mali krizle birlikte yönetimdekiler de bir taraftan bu çözümsüzlüğü itiraf ediyorlar, diğer taraftan, dönüp bu krizin maliyetini siz üstleneceksiniz diyorlar.

“68” yapısal krizin başındaydı, kapitalizmin bir kriz yönetme modeli geliştirme olasılığı vardı. Bu olasılık neo-liberalizm olarak gerçekleşti. Bugün, bu modelin tükendiği noktadayız. Bu kuşak, “yükselen güçlerin” de yeni bir model yerine, eskinin tehlikeli eğilimlerini canlandırdıklarını görüyor, geçmişin felaketlerini, yeniden, daha büyük çaplı yaşamak istemiyor.

Dünün disiplin toplumunun araçları, emekçileri disiplin altında tutan, sermaye ile pazarlık yaparak uzlaşabilen güçlü sendikalar, sosyal demokrat partiler, yeni kuşakları iyi kötü eğiten şekillendiren, okullar, üniversiteler, işçi sınıfının tüketim düzeyini koruyan refah devletinin sağlık, konut, sistemi, emeklilik fonları, bugün derin bir kriz içindeler. Dün, dev merkezi-bürokratik korporasyonlar tüm yaratıcı bireyleri, kendine bağlayarak denetim altında tutuyordu. Bugün, öz denetime ağırlık veren yatay örgütlenmeler, ağa bağlı sistemler var. Kısacası, “disiplin toplumunun” kurumları hızla çözülüyor. Boşuna mı dine bu kadar umut bağlanıyor? Dün yalnızca, gazete, TV vardı, bugün sokaklara çıkanlar, bir taraftan mücadele ediyor, bir taraftan blogunu yazıyor, resim, film çekip internet’te yayımlıyor, Twitter’de mesaj atıyor, yaşadıklarını dünyanın başka yerlerindeki benzerlerine ulaştırıyor… Bugün bu kuşağı, frenleyecek, fosilleşmiş sözde sol kurumlar yok, satın alacak para yok. Bu yüzden devlet şiddeti çok çabuk devreye giriyor.

Doğru, bu da her kuşak gibi, kendi siyasi derslerini, kendi mücadelesinden çıkaracak. Ancak bir önceki kuşağın geçmişin deneylerini bu kuşağa aktarmak gibi bir tarihsel sorumluluğu da var.

Wiki’nin ışığında, panik belirtileri

(08/12/2010)

Wikileaks “sızıntıları”,  ABD’nin stratejik öneme sahip kimi ülkelerle ilişkilerini zedeleyebilecek bir kaç belge “sokuşturulmuş” (Brzezinski, Hadley) olsa bile,  belki utandırıcı ama genelde zararsız bilgileri içeriyordu. Ancak ABD’nin emperyalist çıkarlarını hedef alan bilgilerin de yayımlanmaya başlamasıyla sürecin yeni bir yola girdiği anlaşılıyor.  Bu yeni yolun, ABD Devlet başkanlarına ulusa güvenlik danışmanlığı yapmış olan Brzezinski ve Hadley’in, “istihbarat örgütleri bu fırsatı kaçırmayacaktır” saptamasını destekler bir yönde ilerlediğini düşünüyorum.

Stratejik hedefler listesi
Wikileaks’in Pazartesi günü, ABD’nin dünya çapında ulusal çıkarları açısından stratejik öneme sahip gördüğü, altyapı kuruluşlarının, firmaların, kaynak havzalarının ve ulaşım yollarının listesini içeren bir belgeyi açıkladı.  Bu liste, İngiltere’deki telekomünikasyon kuruluşlarından, Hindistan’daki krom, Kongo’daki kobalt madenlerini, Avrupa’da ensülin, yılan ısırmasına karşı panzehiri, şap hastalığına karşı aşı  üreten kuruluşları, Katar’ın doğal gaz kaynaklarını, Suudi Arabistan’da bulunan Abkaik rafinerisine kadar bir çok kuruluşu içeriyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın hazırlattığı bu belge, “kaybedilmesi halinde, ABD’nin kamu sağlığı, ekonomik ve/veya iç güvenliği üzerinde kritik etki yapması söz konusu alt yapı kuruluşlarının kaynakların saptanmasını” amaçlıyormuş. Bu belgenin açıklanması ile ortaya çıkan görüntünün iki yüzü var.
Birincisi, bu listedekiler, ABD’nin değil, başka ülkelerin egemenliği altında bulunuyor. Dört Yıllık Savunma Değerlendirmesi- 2001’de, Bush’un, Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, “dünyanın tüm coğrafyalarının ABD erişimine açık olması”, diğer ülkelerin “egemenliklerini sorumlu bir biçimde kullanması” ilkeleri benimsenmişti. Bu ilkelerin ışığında bakınca, bu listenin aslında, ABD’nin emperyalist erişiminin hedeflerini saptadığı, birçok ülkenin ulusal egemenliğine yönelik bir tehdit oluşturduğu anlaşılıyor.

İkincisi, bu listenin, ele geçirilmesi, ABD’nin hegemonya düzeninin, hatta ulusal çıkarlarının yumuşak karnının açıklanması, ABD hegemonyasına doğrudan saldırmayı planlayacak olanlara yönelik paha biçilmez bir hizmet anlamına geliyor. Böylece potansiyel olarak patlayıcı bir durum oluşuyor. Birileri bu hedeflere saldırarak ABD’nin yumuşak karnına vurabilir. ABD, Roma’nın geleneğini izleyerek, “tehdit altındasınız” diyerek bu noktaları kendisiyle daha yakın, sıkı, daha doğrudan askeri siyasi ilişkilere zorlayabilir.

“Überfordert”
“Bir daha kurtulması olanaksız bir biçimde altında kalmak” anlamına gelen bu Almanca kavramı, Wolfgag Munchau Financial Times’da Avrupa birliğinin düzenine ilişkin olarak kullanıyordu. Bu “überfordert” sözcüğünün, ABD’nin uluslararası konumunu betimlemek için de çok uygun olduğunu düşünüyorum. Dahası, ABD’de de böyle düşünen dış politik uzmanlarının sayısının arttığını da görüyorum.

Foreign Affaires’in Aralık sayısı ABD’nin gerilemesine ilişin tartışmalara ayrılmıştı.  Prof Joseph Nye, “Amerikan Yüzyılı Rüyasının” geride kaldığını kabul ediyordu ama “akıllı güç ABD’nin durumunu korumasına yardımcı olabilir”in ötesinde bir önerisi yoktu. Hazine eski müsteşarlarından Roger Altman, Council on Foreign Relations’un başkanı Richard Haas, ABD’nin mali bir iflasın eşiğinde olduğuna işaret ediyor ve bunun askeri stratejik sonuçlarını vurguluyordu. Newsweek’de Evan Thomas’ın “Neden şimdi artık kaygılanmak gerekiyor?” başlıklı yorumu (04/12), ABD hegemonyasındaki gerilemenin, ülke içinde yaratmaya başladığı kutuplaşmalardan hareketle, gelecekte yaşanabilecek toplumsal çalkantılarla ilgiliydi; Thomas, “ABD, Almanya’nın geçmişte izlediği yoldan gider mi?- Büyük bir sosyal krizin çözdüğü büyük bir toplum”  diye soruyordu (05/12). “Çay Partisi” olayı, ABD hükümetinin çalışanlarına, Columbia Üniversitesinin öğrencilerine Wikileaks sayfalarına bakmayı yasaklaması (New York Times, The Guardian (05/12). Gerçekten de, bu soruya “evet gidebilir” dedirtecek nitelikte gelişmeler değil mi?  
Kathleen Parker de, Washington Post’taki yorumunda “Tepenin üzerin deki Kent (ABD’nin ayrıcalıklı olduğuna ilişkin inancı ifade eden, İncil kaynaklı bir kavram-E.Y) ayakta kalabilir mi?” diye soruyordu. Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi’nden, Robert Kaplan’ın (ünlü “Yaklaşan Anarşi” The Atlantic Monthly,1994; makalesinin yazarı) Washington Post’taki yorumuna (05/12)  “Kimsenin yönetimde olmadığı bir dünya” başlığını koymuştu. Kaplan, yorumuna, “Döviz savaşları, Terörist saldırılar, Askeri çatışmalar, Haydut devletlerin nükleer silah yapma yarışı, çöken devletler ve nihayet Wikileaks” diye başlayarak bir kargaşa resmi çiziyor ve bunu ABD hegemonyasının gerilemesine bağlıyordu.  Dahası Kaplan’a göre, ABD gerilerken yerini dolduracak bir güç henüz yoktu; oluştuğunda da bu değişimin sessizce gerçekleşmesi beklenmemeliydi. 

Kötü bir şey bu tarafa doğru geliyor

(01/12/2010)

Pazartesi günü Avrupa’da yayılma eğilimi gösteren mali krize değinmiştim. Bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyorum.
Biliyorum, bu günlerin en önemli konusu WIKILEAKS. Bu yüzden, önce, bu konuyla ilgili düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım.

“De omnibus dubitandum est”
Decartes’ın, “De omnibus dubitandum est” (her şeyden şüphe edilecektir) deyimi, eleştirel aklın tüm olasılıklarını radikal bir biçimde önümüze koyar. Wikileaks denen şeye de bu deyimin ışığında yaklaşmak gerekiyor. “Açıklananların” anlamı üzerinde bir karar vermeden önce en azından iki noktayı göz önüne almakta yarar olabilir. Birincisi, karşımızda yazılı metinler var. Öyleyse, “Kim bu metinleri hangi siyasi projelerle yaklaşacak; bu metinlerden çıkarılacak hangi anlamlardan neler bekleyecek?” sorularını mutlaka sormamız gerekiyor: “Bu metinlerin içerikleri hangi yönde yorumlanırsa ne gibi sonuçlar yaratır?”
İkincisi, her metni (önümüze, bir toplumsal, ekonomik, siyasi, ideolojik anlam vaat ederek gelen bir bilgiyi) belli bir tarihsel-siyasi bağlam içine oturtarak anlamlandırmadan önce, “Bu metin neden var?  Neden şimdi var? Nasıl oldu da karşımıza gelebildi?” diye sormamız gerekiyor.

Biliyorum, bunlar çok ballı metinler.  Üstelik karşımızda, bunları, dünyanın en güçlü askeri, siyasi üstelik de kendi meşruiyet sınırlarını kendi çizebilen aparatına, sahip ve gerilemekte olduğunun bilincinde bir hegemonyacı gücün, ulusal çıkarlarına zarar vereceğini bilerek ve bu güce rağmen ortaya getiren, getirebildiği var sayılan bir “tavizsiz isyancı” var.

Diğer taraftan, bu güne kadar bir çok kişiyi, salt bir şüphe ile sokaktan, evinden toplayıp, kayıtsız uçaklarla dünyanın adı olmayan işkence yerlerinde süründürebilen, bir şüphe ile uzaktan kumandalı uçaklarla dünyanın öbür ucunda yargısız infazlar gerçekleştiren, gerçekleştirirken, masum insanları da öldürmekten çekinmeyen bir siyasi, askeri irade, istihbarat, espiyonaj aygıtı, bu belgelerin yayımlanmasına, “ulusal çıkarlarıma zarar veriyorsun, insanların hayatıyla oynuyorsun, dünya düzenini bozuyorsun”  demekle yetinerek, seyirci kalıyor… 

Bu belgelerin anlamı üzerinde karar vermeden önce, en azından yukarda değindiğim kimi sorulara cevap aramaya çalışmakta yarar olabilir.

Ülkeler farklı ama kriz aynı
Avrupa’ya dönersek, ekonomik yapıları birbirinden çok farklı ülkelerin birbirine çok benzeyen kriz dinamikleriyle yüzleştiklerini görüyoruz. Karşımızda, servis edilemeyecek ölçüde büyümüş ve sürekli sıcak parayla döndürülerek büyümeye de sonsuza kadar devam etmesi olanaksız bir döngünün kırılmasından kaynaklanan gelişmeler var.

Bu ülkelerin hemen hepsinde,  bankaların sırtındaki kredi balonuna ek olarak, bu kredileri emerek büyümüş bir inşaat piyasası balonu da söz konusu. Krediyi alanın (firma veya kurum) borcunu servis edebilecek ve belli bir birikimi yapmaya devam edebilecek bir büyüklükte “artı değer” (kâr, faiz ve rant buradan kaynaklanır) üretebiliyorsa, borçlanmaya devam etmesinde bir sakınca olmayabilir. Ancak, bir aşırı üretim/talep yetersizliği, krizi ortamında, yetersiz talep sorununu kısmen dış kaynakla, kısmen de ihracatla aşmaya (ötelenmeye) dayalı bir model,  ihracat talebini ve risk algısını olumsuz yönde etkileyen gelişmeler karsısında, borcunu servis etme olanaklarını kaybetmeye başlar. Önce, borçlarını yeni borçlarla çevirme sürecine girer. Bu borç yükünü daha da büyüten süreç sonsuza adar süremez!

Yukarda değindiğim ülkeler farklı yollardan geçerek gelip bu noktada buluştular. Ancak, “artı değer” üretimine değil de, mali sermayenin baskısıyla yöneldikleri borç servisine öncelik veren çözümlerin talebi daha da daraltıcı etki yapması, bu borç krizinin de siyasi sonuçlarıyla birlikte, dalgalar halinde yayılması kaçınılmaz görünüyor.

Türkiye uzun bir süredir benzer bir ekonomik modeli sürdürmeye çalışıyor. Gelinen noktada, bu modelin sürdürülebilmesinin, sıcak para girişine bağlı hale geldiği görülüyor (Aziz Konukman, Birgün, 28/11; Mustafa Sönmez, Cumhuriyet. 29/11). Financial Times, dünya ticaretinin yeniden yavaşlamaya başladığını, ihracata dayalı ekonomileri zor günler beklediğini bildiriyor (25/11). Ekonomik yorumcular, Türkiye’nin dış ticaret açığına, borçlarına, borsasının ulaştığı düzeye ilişkin kaygıları dile getiriyorlar.  Bu sırada, dünya piyasalarındaki risk algısı yeniden, sıcak para girişini olumsuz etkileyebilecek bir yönde değişmeye başlıyor…  Kötü bir şey bu yöne doğru geliyor…

Yeni Bir Dalga Başlamış!

(24/11/2010)

Bazen bir şey okursunuz, önce sevinirsiniz. İkinci kez baktığınızda sevinciniz kursağınızda kalır. Standard Chartered(SC) bankasının hazırlattığı Süper-Döngü Raporu (Super-Cycle Report, 152 sayfa) başlıklı rapor da böyle bir şey.

Gündemde “Büyük Durgunluk” (kimi yorumculara göre “Büyük Banka Soygunu”),“Yeni NATO” filan var, ama SC’nin raporu, dünya ekonomisinin 2000’den bu yana kapitalizmin üçüncü süper-büyüme dalgasını (süper-döngü) yaşamaya başladığını ileri sürüyor. İlk anda, “demek ki yapısal kriz artık sona eriyor” diye düşünüyorsunuz. Sonra, “peki ama nasıl olacak?” diyerek dönüp rapora ikinci kez bakınca korkmaya başlıyorsunuz.

‘Süper-Döngü’nün tarihsel haritası
Rapora göre birincisi 1870-1913, ikincisi1945-73 olmak üzere, bu kez 2000’de başlamış olan üçüncü “süper-döngü”yü yaşıyoruz. Bu “tarihsel harita” aynı zamanda bize 1914-1944 ve 1974-2000 dönemi arasında, benim “yapısal kriz” olarak nitelemeyi tercih ettiğim aralıklara uyan bir başka “döngüye” işaret ediyor. Böylece, rapor, “yapısal krizin” aslında 2000 yılında bittiğini ya da bitmeye başladığını ileri sürmüş oluyor. Bir sürecin son aşamasına girildiğinde, onun sona ermeye başladığını kabul eder, 2000’den bu yana krizin finansallaşma aşamasının sonunu ve bunun getirdiklerini yaşamakta olduğumuzu da düşünerek SC’nin saptamasına katılabiliriz. Diğer bir deyişle rapor, finansal kriz mali bir krizle sona ererken, kriz yönetim modelinin de tükendiğini haber veriyor. Aynı dönemde, tam da Fernand Braudel’in yaklaşık 45 yıl önce öngördüğü gibi, finansallaşmayla birlikte bir hegemonya döngüsü sona eriyor ve yeni, hegemonya adaylarının yükselmesine tanık oluyoruz. Rapor yeni süperdöngü’nün, öncekilerden farklı olarak, bu kez “Doğu” (Çin, Hindistan ve yükselen diğer piyasalar) önderliğinde yaşandığını söylüyor. Bu noktada bir hegemonya düzeninden diğerine geçişin devasa sorunlarını, risklerini düşünerek korkmaya başlayabiliriz.

Raporun “süper-döngü” dönemlerine bakınca gözümüze başka şeyler de çarpıyor. Birincisi 1870-1913 dönemi modern emperyalizmin(askeri müdahaleye gerek olmadan ekonomik yollarla kurulan egemenlik) yanı sıra, doğal kaynaklara ve madenlere-minerallere ulaşma çabası içinde başlayan ikinci sömürgeleştirme dalgasının yaşandığı yıllara karşılık geliyor. Dönemin sonunda bir yeniden paylaşıma, hegemonyanın el değiştirmesine ilişkin iki Dünya Savaşı var. Bu çalkantıları izleyen ikinci döngü sırasında ABD hegemonyasının, sömürgeciliğe gerek duymayan modern emperyalizmin yerleştiğini görüyoruz. İkincisi, raporun, “üçüncü döngü” olarak saptadığı döneme yakından bakınca, klasik sömürgecilik, kaynak savaşları, yeni alanların sermayenin etkinliğine açılması, yeni bir süper ekonominin şekillenmeye başlaması gibi, aslında birinci dönemi anımsatan özelliklere rastlıyor,“Peki sonra ne olacak?” diye düşünmeden edemiyoruz.

Süper ekonomik büyüme iyi de…
Rapor bu süper-döngüyü, ticaret artışına, yüksek yatırım oranlarına, kentleşmeye, teknolojik gelişmelere, yeni büyük ekonomilerin yükselmesine dayanan ve bir kuşaktan daha uzun süren bir yüksek büyüme dönemi olarak tanımlıyor; ne zaman sona ereceğine ilişkin bir öngörüde bulunmuyor ama 2030 yılını kimi saptamalar yapmak üzere ölçüt alıyor. 2030’a geldiğimizde bu günlerde 60 trilyon dolar olan dünya hasılasının 308 trilyon dolara ulaşmasını, bunun içinde ABD, AB ve Japonya’nın paylarının sırasıyla yüzde olarak 24, 27 ve 9’dan 14, 15 ve 2’ye gerilerken, Çin’in payının, 9’dan 24’e, Hindistan’ın payının da 2’den 10’a yükselmesini bekliyor. Bu sırada dünya nüfusu 6.9 milyardan 8.3 milyara yükselirken, bu artışın yüzde 98’i gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanacakmış.

Rapor, bu büyüme, nüfus artışıyla birlikte oluşacak mega-kentlerin, dünyanın doğal kaynakları, su ve gıda tedariki üzerinde büyük basınçlar yaratacağını, fiyat artışlarını zorlayacağını kabul ediyor ama, teknolojik gelişmelerin ve piyasa mekanizmasının bu sorunları aşmaya olanak vereceğini varsayıyor. Bu hiçbir maddi temele dayanmayan iyimserlik, korkumuzu daha da arttırıyor.

Diğer taraftan, tümden kötümser olmamak gerekiyor. Bu raporun değindiği sürecin, bir başka geleceğin mümkün olabileceğini gösteren bir boyutu da var. Bu “büyük-döngü”lerin tarihine bakınca, barışa, özgürlüğe, bağımsızlığa, insanlığın kaderini sermayenin elinden alarak yeni bir ‘dünya’kurmaya ilişkin girişimlerin yükseldiğini de görüyoruz.

‘Genciz, Yoksuluz, Ödemiyoruz!’

(17/11/2010)



İngiltere’de muhafazakâr-liberal koalisyon hükümetinin kamu hizmetlerinin, bu arada üniversite sisteminin finansal kaynaklarına yönelik saldırısının karşılıksız kalmayacağını hemen herkes biliyor, medyada yorumcular, hükümeti uyarıyorlardı. Geçen hafta Londra’da 50 binden fazla öğrencinin, öğretim üyesinin katılımıyla gerçekleşen protesto yürüyüşü, Muhafazakâr Parti’nin merkezinin bulunduğu binanın işgal edilmesinin de etkisiyle büyük ilgi çekti. Siyasi eğilimleri çok farklı yorumcular, en azından bir konuda birleşiyorlardı: Bu protesto gösterileri yeni bir iklimin başlangıcı olabilir.

Korkutucu ama o kadar değil
O gün ben parti binasının camlarının kırılarak işgal edilmesini, polisle itişmeleri televizyondan kaygıyla izledim: Benim kız bu olayın acaba neresindeydi? Sonra eve geldiğinde, “eylem çok başarılıydı ama bu camların kırılması…” filan demeye hazırlanıyordum ki, önce bana kendi geçmişim anımsatıldı, sonra da olayın anlamı üzerine bir söylev dinledim ve kendimi topladım.

Tabii ki parti binasının işgali bir şiddet olayı değildi, camlar kırılmış olsa bile. Dışarıdaki öğrenciler büyük bir heyecanla destekledi bu eylemi. Tabii ki, kendini kaybedip de damdan yangın söndürme aletini aşağıya fırlattığı için öğrencilerden hayatı boyu yetecek kadar küfür yiyen budaladan sorumlu değildi işgalciler. Protesto gösterisi, “bu doğrudan eylem” sayesinde sıradan bir yürüyüş olmaktan çıkıp televizyon ekranlarını, gazeteleri işgal etti. Etkisi ve başarısı ertesi gün Manchester Üniversitesi’nde gerçekleşen işgalin de gösterdiği gibi birçok yeni eylem projesine esin kaynağı oldu.

İlk anda öğrencilerin, harçlarına konan üst sınırın kaldırılmasına karşı bir protestosu gibi görünse de bu eylem çok daha geniş bir anlama sahipti. Eyleme üniversitelerden katılanların büyük çoğunluğu koalisyon hükümetinin bu kararından etkilenmiyordu, onlar mezun olmuş olacaktı o zamana kadar. Ama yine de buradaydılar. Protesto eylemlerine katılanların önemli bir bölümü, okuldan azar işitmeyi göze alarak gelen liselilerdi. Bir gazetecinin, olaylar sırasında bir kenara çekildiğinde, kendisine sigara ikram eden 16 yaşındaki delikanlıya yönelttiği “Korkutucu değil mi?” sorusuna aldığı “Doğru ama geleceğimiz üzerinde oynanan kumar kadar değil” cevabı, o gün orada “Genciz, yoksuluz, ödemiyoruz!” sloganıyla yürüyenler, toplumun tümünün sorumluluğunu üstlenmeye hazır yeni bir kuşağın geldiğini gösteriyordu.

Bu sırada barikatın öbür tarafında…
Barikatın öbür tarafındakiler de bu yeni dalganın farkındaydılar. 9/11’den bu yana iç güvenlik alanında, halka çeşitli yasaklar, kısıtlamalar getiren önlemleri uygulamaya koyuyorlar. Ancak, tarihin en deneyimli kapitalist sınıfının temsilcileri, son yıllarda bu önlemlerin yeterli olamayacağını düşünerek halkın davranışlarını, günlük yaşamında alacağı kararları belirleyecek ortamı oluşturmaya yönelik yeni bir model geliştirmeye başlamışlar.

“Gösteri toplumu, medya, zaten bunu yapmıyor mu?” diyebilirsiniz, ama “Davranış Ekonomisi” (Behaviour Economics) modeli beraberinde bir de kurumsal yapılanma getirmiş; muhafazakâr-liberal hükümetinin bünyesinde yeni bir bölüm oluşturulmuş. Bu bölümün çalışmalarına yön vermek için MINDSPACE (Ulak, Teşvikler, Normlar, Varsayımlar, Belirginlikler, İşlemeye hazırlama, Duygusal etki, Bağlanma ve Ego sözcüklerinin İngilizce karşılıklarının baş harflerinden oluşuyor) başlıklı bir de rapor var hükümetin (Cabinet Office) damgasını taşıyan.
Biri ekonomist, ikisi kamu yönetimi, bir de nöroloji bilim dalında üç uzmanın hazırladığı raporun (yazarlardan birinin İşçi Partisi hükümetine de danışmanlık yapmış olduğunu düşünürsek, partiler üstü bir politikayla karşı karşıya olduğumuzu görürüz) iki varsayımını aktarmakla yetineceğim burada. Rapor insanların çoğu zaman sistemli bir biçimde akla uygun olmayan (irrasyonel) yönde ve kısa döneme odaklı kararlar aldıklarını ileri sürüyor. İkincisi, hükümetlerin insanlara verileri sunarak bilgilenmelerini, böylece davranışlarını değiştirmelerini beklemesi genelde sonuç vermiyor. İnsanların düşünme süreçlerini, yaşamlarını yönetirken alacakları kararların toplumsal bağlamını, (simgesel ekolojiyi-E.Y) biçimlendirmeye çalışmak çok daha verimli olacak. “Dürtükleme” (Nudge) taktiği denen bu yaklaşımın da ilk önce sağlıklı beslenme gibi yaşam tarzı alanlarına (bio-politiğe) müdahale eden ek vergiler ve yasaklarla başlaması da ilginç. Bu yaklaşım, hükümetler açısından en iyisinin, kendini, karar vermekte zorlanan, yanlış karar veren halkın yerine, koyarak onun adına irade kullanacak bir kurum, “toplumsal beyin” (“Social Brain Project” diye bir şey de var) oluşturmak olacağını savunuyor.

Bir yorumcunun deyimiyle, devleti yönetenler artık yalnızca aklımızı şekillendirmekle kalmak istemiyor, daha da ileri giderek bizim aklımız olmak istiyor. Liberal demokrasi, yaşamın hemen her alanının kapitalizmin ekolojisine hapsedilerek yönetildiği totaliter bir kâbusa dönüşüyor derken işte bunları düşünüyorduk. Ama böyle kurumların çoktan oluşturulduğundan haberimiz yoktu…

G20 toplantısı – “Kırmızı Pazartesi”

(10/11/2010)

Geçen hafta Pazartesi ve Çarşamba yazılarımı çok kötümser bulanlar oldu. Ancak yarın Seul’de başlayacak olan G20 liderler toplantısı öncesindeki tartışmalara bakınca, nasıl iyimser olacağımı bilemiyorum.

“Kırmızı Pazartesi” gibi bir şey
Adeta, Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” (“Cronica De Una Muerte Anunciada”  -önceden açıklanmış bir cinayetin günlemi) öyküsünün dünya ekonomisi için yazılmış bir versiyonunu izliyoruz. Dünya ekonomisinin nereye doğru gittiğini tüm siyasi liderler biliyorlar, ama bu gidişi durduracak bir şeyler yapmaya gelince adeta hepsinin elleri bağlı.
G20 toplantıları başladığından bu yana, önlerindeki yapılacaklar listesinin başında uluslararası dengesizlikler (ABD’nin dış ticaret açığı ve borçları- başta Çin olmak üzere kimi ülkelerin ticaret fazlası ve birikmiş döviz rezervleri) sorunu var. Seul toplantısına giderken, gündemi döviz savaşları, korumacılık eğilimleri, sermaye kontrolleri, yeni bir resesyon olasılığı, “küreselleşmenin sonu” gibi korkular dolduruyor; liderlere yönelik,  “lütfen bir an evvel bu konularda anlaşın” çağrıları artıyor. Bu yazı yazılırken, gazeteler, ABD’nin ticaret fazlasına bir üst limit getirme talebinden vazgeçmeye, buna karşılık, Çin’in de ABD merkez bankasının Niceliksel Genişleme (para basma) politikalarına yönelik eleştirilerini yumuşatmaya karar verdiğini aktarıyordu. Liderler anlaşıyorlar, ama sorunları çözeme konusunda değil, durumu aynen koruma konusunda…
Peki, bu durumda neden aklımıza “Kırmızı Pazartesi” öyküsünü geliyor.
“Cinayetin günlemini” şöyle özetleyebiliriz. Mali krizin ardından önce, açık kapalı döviz savaşları başlıyor, sonra doğrudan korumacılık ve ticaret savaşları başlıyor. Bu noktada dünya ekonomisinin serbest ticaret ağları çözülmeye başlıyor. Bu çözülme kimi merkez ülkelerdeki yüksek işsizlik oranları, kaynak sıkıntıları, dış pazar gereksinimleri ile birleşince, devreye doğrudan siyasi refleksler girmeye başlıyor. Ne de olsa kimse kendi ülkesinde iktidarını tehlikeye sokacak siyasi krizler istemiyor. Bir aşamada durduracak işbirlikleri gerçekleşmezse, bu süreç sonuna kadar gidiyor…

Peki bu kötümserlik neden?
ABD Merkez Bankası gelecek Haziran’a kadar toplam 600 milyar dolarlık Niceliksel Genişlemeye (NG) gideceğini açıkladı: Yeni dolar basılacak, FED bu dolarlarla piyasadan bono satın alarak uzun dönemli faizleri düşürmeye dolayısıyla yatırımları teşvik etmeye çalışacak. Ama bu arada NG doların diğer dövizler karşısındaki değerini düşürecek. Bu hem ABD’li ihracatçıların rekabet gücünü arttıracak, hem de doların değer kaybetmesine paralel olarak ABD dış borcunun bir kısmını siliyor olacak.
Bu yüzden Almanya Maliye Bakanı, FED’in kararını, “hem Çin’i döviz manipülasyonuyla suçlayacaksın hem de NG ile paranın değerini düşüreceksin… FED ne yaptığını bilmiyor… ABD modeli iflas etmiştir” gibi çok sert ifadelere eleştirdi. Çin Başbakan yardımcısı, “ABD’den bir açıklama bekliyoruz” dedi. Bu sertleşmenin ardından, yukarda değindiğim uzlaşma gerçekleşti. Diğer bir değişle herkes bildiğini yapmaya devam edecekti. Salı günü Wall Street Journal, FED kararına karşı uluslararası bir tepkinin yükselmekte olduğunu söylüyordu. Kimi ekonomistler, mali kriz atlatıldı, ülkeler rahatladılar, işbirliği ondan zorlaştı diyorlar. Halbuki, ülkelerin liderleri, mali sarsıntısının ardından, krizin derinliğinin ve kalıcılığının ayırdına vardılar, kendi ülkelerinin ekonomilerini korumaya yönelik tedbirlere öncelik vermeye çalışıyorlar. ABD’nin dünyada dayattığı küreselleşme modelinin geleceği kimsenin umurunda değil. İşte tam bu noktada “Kırmızı Pazartesi” öyküsüne geri dönebiliriz.
Kenneth Rogoff’un “küreselleşme yol ayrımında” başlıklı yazısı (The Guardian 07/11) bize yardımcı olabilir. Rogoff, özetle, işbirliği yapılamaz, “ABD’nin dünya ekonomisi üzerinde zayıflayan hegemonyasından bir yenisine yumuşak geçiş yapılamazsa, küreselleşme sert bir biçimde tersine dönmeye başlar” dedikten sonra, kötümser bir ifadeyle ekliyor, “Bu ilk kez yaşanıyor olmayacak” (Bkz 1930’lar ve II. Dünya savaşı)
Peki Rogoff, “yumuşak geçiş”, işbirliği derken nasıl bir çözüm öneriyor?  Şuna bakar mısınız: “Yükselen piyasalar, kendi ticaret kurallarıyla oynamalarına izin verilemeyecek kadar büyük ve önemli hale geldiler. Liderleri yerel çıkarları dizginlemeli, yabacı rekabeti desteklemelidir”. Türkçesi, sizin dünya ekonomisine kendi koşullarınıza uygun yeni kurallar getirmenize izin veremeyiz. Siz iç piyasalarınızı ve yatırım alanlarınızı yabancı sermayeye açınız.

FED’in Niceliksel Genişlemesi de bunu yapıyor. Doların rekabet gücünü arttırırken, Carry Trade’i, gelişmekte olan piyasalara yönelik sermaye hareketlerini körüklüyor. Bu hareketler hem o ülkelerdeki birikmiş servetleri talan ediyor (spekülatif hareketlerle), ithalatı, köpük üzerinde büyümeyi körüklerken, ihracatı zorlaştırıyor.
Rogoff ve benzerleri de sakın korumacılığa gitmeyiniz, sermaye hareketlerini denetlemeyiniz, kendi ticaret kuralarınızı getirmeyiniz bizimkilerle oynamaya devam ediniz, diyorlar. Yoksa…   

Thursday, November 04, 2010

Seçimlerden Sonra Savaş mı Var? –II

ABD’de Meclis ve Senato ara seçimlerinin sonuçlarının, Obama yönetiminin dış politikası üzerindeki olası etkileri üzerine tartışmalar Pazar ve pazartesi günü yoğunlaşınca, “yeni bir savaş olasılığı” üzerinde biraz daha durmaya karar verdim.

Demokratların hesabı…

Siz bu yazıyı okurken büyük bir olasılıkla Cumhuriyetçiler çok sayıda radikal sağcı ve tecrübesiz (henüz parti kültürüne asimile edilememiş) üyeleriyle Mecliste belki de Senato’da çoğunlu ele geçirmiş olacaklar. Ancak, Demokrat Partiye yakın yazarların yorumlarından anladığım kadarıyla, DP, böyle ağır bir yenilgi gerçekleşse bile, 2012 seçimlerini kazanabileceğine inanıyor. Bu hesaba göre, Cumhuriyetçi parti Obama’yı devirme, yönetimini işlemez hale getirme saplantısıyla, saldırgan uzlaşmaz, ekonomiyi canlandırma, iş yaratma politikalarını sabote eden tutumuyla, Sarah Palin gibi bir başkan adayıyla ABD seçmenini korkutacak. Cumhuriyetçilerin bu kavgacı tutumu, Obama’nın yeniden popüler olmasına ve 2010 seçimlerini kazanmasına olanak sağlayacak.

Ancak şöyle bir olasılık da var: Birinci aşamada Cumhuriyetçi Parti, Çay Partisi’nin fanatik taraftarları yoluyla Obama yönetimini işlemez hale getirir. Sonra, Sarah Palin’i ön seçimlerde bir kenara iterek, o noktaya kadar artık kavgadan bıkmış bir seçmenin karşısına partinin geleneksel çizgisine uygun, uzlaşmacı, Palin karşısında kendini kanıtlamış, hatta Demokrat Parti’nin sağ kanadını da etkileyebilecek bir adayla çıkarak, birlik, beraberlik yenilenme sloganlarıyla seçimleri kazanabilir.

Yeni savaş senaryosu

İşsizlik, yoksullaşma, ev piyasalarının krizi, kredi piyasalarındaki tıkanıklıklar, giderek daha sık vurgulanan talep yetersizliği sorunu ABD ekonomisinin canlandırılmasını gerektiriyor. Ekonomi “sitimüle (canlandırma yönünde uyarılmalıdır) edilmelidir” önerisine “Obama sen git kendini sitimüle et” sloganıyla direnen “Çay Partisi” taraftarlarının mecliste etkin olacağı bir dönemde, talebi canlandıracak genişlemeci parasal ve maliye politikalarını uygulamaya koymak son derecede zor olacak. Üretimi etkilemeden yalnızca talebi canlandırma çabalarının bir süre sonra enflasyonist bir krize yol açma olasılığı da (bugünkü koşullarda ne kadar saçma görünse bile) çok korkutuyor. Öyleyse, hem sağ muhalefete çarpmayacak, hem enflasyonist korkuları ikinci plana atabilecek bir mali, parasal genişleme nasıl gerçekleştirilebilir?

Bu soruya, geçtiğimiz bir ay içinde, II. Dünya Savaşı’nın Büyük Bunalım’ın aşılmasına yaptığı katkıyı anımsatarak cevap veren üç yoruma rastladım. Ekim Başında Demos, Century Foundation, Economic Policy Institute’ün birlikte düzenledikleri bir toplantıda, iki yüksek oktanlı ekonomist, Demokrat Partiye yakın Prof Krugman ve muhafazakar kesimden Prof Feldstein “Kimseye savaş açmaya niyetimiz olduğunu sanmıyorum ama, bize II Dünya savaşındakine benzer bir mali genişleme gerekiyor” saptamasında birleşmiş görünüyorlarmış. ” (Hirsh, The National Journal, 05/10)

Üçüncü yorum da ayın son günü çıkan Washington Post’da gözüme çarptı. Yazar, Obama’nın ekonomik büyümeyi canlandıracak güçleri hareket geçiremezse 2012 seçimlerini kazanamayacağını vurguladıktan sonra, iki olasılığı değerlendiriyor. Birincisi iş döngüsü (business cycle) kendiliğinden toparlanma aşamasına geçer. Obama bu dalganın üzerinde seçimlere girer. Ancak bu olasılık çok düşük. “Peki ekonomiyi başka ne canlandırabilir?” Diye soruyor yazar, soruyu, “bunun cevabı çok açık ama sonuçları da bir o kadar korkutucu” diyerek cevaplandırıyor ve devam ediyor “Geçen sefer ekonomik krizi nihayet ne sonlandırdı? II. Dünya Savaşı”.

Bu noktada seçimlerden sonraki meclise dönersek, Cumhuriyetçilerin, engellemelerinin hemen her alanda militarist yönde olacağı görünüyor. Cumhuriyetçiler’in meclis çoğunluğunun, Afganistan ve Irak’tan asker çekilmesine, Rusya ile START (nükleer başlıkların azaltılması) anlaşmasının onaylanmasına, Ortadoğu’da İsrail’e daha fazla baskı yapılmasına karşı çıkmaları, İran ve Çin ile ilişkilerde daha sert tutum almaktan yana olmaları bekleniyor (Los Angeles Times 28/10). Tony Karon’un, The National’da işaret ettiği gibi, “eğer Obama gerçekten sinik (cynic) bir devlet başkanıysa Cumhuriyetçilerin bu engellemelerini, İran’a savaş açarak aşabilir”. Böylece hem savunma sanayi ve Pentagon istediklerini alabilirler, hem savunma harcamaları ekonomiyi stimüle eder, hem de Cumhuriyetçiler, savaşın ortasında Başkanı zayıflatan muhalefet durumuna düşmekten çekinirler. Obama’da seçimlere, başında defne dalından bir taçla başkomutan imajıyla girebilir…

Böyle bir süreç başlarsa, birçok iskemleye birden oturmaya çalışan AKP’ dış politika projesine ne olur dersiniz?