Friday, December 24, 2010

‘Genciz, Yoksuluz, Ödemiyoruz!’

(17/11/2010)



İngiltere’de muhafazakâr-liberal koalisyon hükümetinin kamu hizmetlerinin, bu arada üniversite sisteminin finansal kaynaklarına yönelik saldırısının karşılıksız kalmayacağını hemen herkes biliyor, medyada yorumcular, hükümeti uyarıyorlardı. Geçen hafta Londra’da 50 binden fazla öğrencinin, öğretim üyesinin katılımıyla gerçekleşen protesto yürüyüşü, Muhafazakâr Parti’nin merkezinin bulunduğu binanın işgal edilmesinin de etkisiyle büyük ilgi çekti. Siyasi eğilimleri çok farklı yorumcular, en azından bir konuda birleşiyorlardı: Bu protesto gösterileri yeni bir iklimin başlangıcı olabilir.

Korkutucu ama o kadar değil
O gün ben parti binasının camlarının kırılarak işgal edilmesini, polisle itişmeleri televizyondan kaygıyla izledim: Benim kız bu olayın acaba neresindeydi? Sonra eve geldiğinde, “eylem çok başarılıydı ama bu camların kırılması…” filan demeye hazırlanıyordum ki, önce bana kendi geçmişim anımsatıldı, sonra da olayın anlamı üzerine bir söylev dinledim ve kendimi topladım.

Tabii ki parti binasının işgali bir şiddet olayı değildi, camlar kırılmış olsa bile. Dışarıdaki öğrenciler büyük bir heyecanla destekledi bu eylemi. Tabii ki, kendini kaybedip de damdan yangın söndürme aletini aşağıya fırlattığı için öğrencilerden hayatı boyu yetecek kadar küfür yiyen budaladan sorumlu değildi işgalciler. Protesto gösterisi, “bu doğrudan eylem” sayesinde sıradan bir yürüyüş olmaktan çıkıp televizyon ekranlarını, gazeteleri işgal etti. Etkisi ve başarısı ertesi gün Manchester Üniversitesi’nde gerçekleşen işgalin de gösterdiği gibi birçok yeni eylem projesine esin kaynağı oldu.

İlk anda öğrencilerin, harçlarına konan üst sınırın kaldırılmasına karşı bir protestosu gibi görünse de bu eylem çok daha geniş bir anlama sahipti. Eyleme üniversitelerden katılanların büyük çoğunluğu koalisyon hükümetinin bu kararından etkilenmiyordu, onlar mezun olmuş olacaktı o zamana kadar. Ama yine de buradaydılar. Protesto eylemlerine katılanların önemli bir bölümü, okuldan azar işitmeyi göze alarak gelen liselilerdi. Bir gazetecinin, olaylar sırasında bir kenara çekildiğinde, kendisine sigara ikram eden 16 yaşındaki delikanlıya yönelttiği “Korkutucu değil mi?” sorusuna aldığı “Doğru ama geleceğimiz üzerinde oynanan kumar kadar değil” cevabı, o gün orada “Genciz, yoksuluz, ödemiyoruz!” sloganıyla yürüyenler, toplumun tümünün sorumluluğunu üstlenmeye hazır yeni bir kuşağın geldiğini gösteriyordu.

Bu sırada barikatın öbür tarafında…
Barikatın öbür tarafındakiler de bu yeni dalganın farkındaydılar. 9/11’den bu yana iç güvenlik alanında, halka çeşitli yasaklar, kısıtlamalar getiren önlemleri uygulamaya koyuyorlar. Ancak, tarihin en deneyimli kapitalist sınıfının temsilcileri, son yıllarda bu önlemlerin yeterli olamayacağını düşünerek halkın davranışlarını, günlük yaşamında alacağı kararları belirleyecek ortamı oluşturmaya yönelik yeni bir model geliştirmeye başlamışlar.

“Gösteri toplumu, medya, zaten bunu yapmıyor mu?” diyebilirsiniz, ama “Davranış Ekonomisi” (Behaviour Economics) modeli beraberinde bir de kurumsal yapılanma getirmiş; muhafazakâr-liberal hükümetinin bünyesinde yeni bir bölüm oluşturulmuş. Bu bölümün çalışmalarına yön vermek için MINDSPACE (Ulak, Teşvikler, Normlar, Varsayımlar, Belirginlikler, İşlemeye hazırlama, Duygusal etki, Bağlanma ve Ego sözcüklerinin İngilizce karşılıklarının baş harflerinden oluşuyor) başlıklı bir de rapor var hükümetin (Cabinet Office) damgasını taşıyan.
Biri ekonomist, ikisi kamu yönetimi, bir de nöroloji bilim dalında üç uzmanın hazırladığı raporun (yazarlardan birinin İşçi Partisi hükümetine de danışmanlık yapmış olduğunu düşünürsek, partiler üstü bir politikayla karşı karşıya olduğumuzu görürüz) iki varsayımını aktarmakla yetineceğim burada. Rapor insanların çoğu zaman sistemli bir biçimde akla uygun olmayan (irrasyonel) yönde ve kısa döneme odaklı kararlar aldıklarını ileri sürüyor. İkincisi, hükümetlerin insanlara verileri sunarak bilgilenmelerini, böylece davranışlarını değiştirmelerini beklemesi genelde sonuç vermiyor. İnsanların düşünme süreçlerini, yaşamlarını yönetirken alacakları kararların toplumsal bağlamını, (simgesel ekolojiyi-E.Y) biçimlendirmeye çalışmak çok daha verimli olacak. “Dürtükleme” (Nudge) taktiği denen bu yaklaşımın da ilk önce sağlıklı beslenme gibi yaşam tarzı alanlarına (bio-politiğe) müdahale eden ek vergiler ve yasaklarla başlaması da ilginç. Bu yaklaşım, hükümetler açısından en iyisinin, kendini, karar vermekte zorlanan, yanlış karar veren halkın yerine, koyarak onun adına irade kullanacak bir kurum, “toplumsal beyin” (“Social Brain Project” diye bir şey de var) oluşturmak olacağını savunuyor.

Bir yorumcunun deyimiyle, devleti yönetenler artık yalnızca aklımızı şekillendirmekle kalmak istemiyor, daha da ileri giderek bizim aklımız olmak istiyor. Liberal demokrasi, yaşamın hemen her alanının kapitalizmin ekolojisine hapsedilerek yönetildiği totaliter bir kâbusa dönüşüyor derken işte bunları düşünüyorduk. Ama böyle kurumların çoktan oluşturulduğundan haberimiz yoktu…

No comments: