Öğrenciler başlarını biraz kaldırdılar ya, sopalar, tekmeler, biber gazı filan… Böyle bir nefretin kaçınılmaz sonucu olarak şimdi ortada bir de cinayet var. Treblinka’da annelerin gözleri önünde bir “spezialkommando”nun, elleriyle parçaladığı bebeyi anımsatan bir cinayet…
Peki, dün demokrasi, hoşgörü, özgürlük söylemlerini kimseye bırakmayanlarda, ekranlara çıkıp askeri darbenin katlettiği gençlere gözyaşı dökenlerde bir kızgınlık var mı? Adalet istiyorlar mı? Hayır, “O kız orada ne arıyormuş!”, “Bunlar akıl hastası” gibi saçmalıklara, ağır bir “68” korkusu eşlik ediyor. Bu korku da, bu ikiyüzlülüğü çok güzel açıklıyor.
Bu öyle bir korku ki, 39 yıl sonra, Fransız Devlet Başkanı Sarkozy’ye, seçildiğinde “68’den artık kesinlikle kurtulacağız” dedirtiyordu. Şimdi de birileri, Türkiye’de “Bunlar memleketin baş belasıydı” diyor. Kimileri, dün tarih yanlarından geçip giderken seyretmiş olmanın ezikliğiyle, öğrencilik dönemlerinin, boykotlarını, protestolarını, şimdi nefretle anımsıyorlar. Daha akıllı olanları, “Son günlerde patlayan öğrenci olaylarını ‘lümpen, öfkeli, siyasallaşmış, şiddet yanlısı’ bir grup gencin ‘patlaması’ olarak görürseniz, vahim bir hata yapmış olursunuz” diyerek uyarıyor.
Evet korkmakta haklılar. Çünkü “68”, aslında bir “öğrenci olayı” değildi. “68” aynı zamanda, tarihin hem Avrupa’da hem de Türkiye’de gördüğü en geniş katılımlı grev, fabrika işgalleri dalgasıydı da. Önce öğrenciler başladı, ardından işçiler geldi; tüm kapitalist, erkek egemen, emperyalist düzenin, “resmi sosyalizmin” üzerinde kocaman bir soru işareti oluştu. Bu soru işareti, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya olağanüstü bir özgürlük havası yaratarak dolaştı.
Sonra bu devrimci dalga geri çekildi. Dahası, bu özgürlük havası sermaye tarafından, “68” yılgını postmodern-liberal sol tiplerin de yardımıyla, Fordist sermaye birikim rejiminin, refah devletinin, giderek sendikal yapıların, sosyal demokrat partilerin parçalanarak dönüştürülmesinin, neo-liberalizmin, serbest piyasanın yerleştirilmesinin ideolojik balyozu olarak kullanıldı. Ama uçurumun kenarına kadar gelmiş olmanın travması asla kaybolmadı.
Şimdi “olayı” yeniden yaşama olasılığının şekillenmeye başlamasıyla paniğe kapılıyorlar. Üstelik bu kez durum biraz farklı!
Dün ve bugün
“68”de bir genç kuşak, bir önceki kuşağa bakıyor, Fordist tüketim toplumunun sürüleştirdiği anne ve babal’nı, yolundan çıkmış bir özgürlük projesini (SSCB), uzlaşmak için sırada bekleyen “Avrupa Komünist Partilerini”, fosilleşmiş sendika bürokratlarını görüyor, hepsine birden baş kaldırıyordu.
Bugün, yine bir tüketim hummasıyla başı dönmüş, aldıkları kredilere tutsak olmuş bir kuşağın çocukları sokağa çıkıyor. Bu kuşak, Afganistan’a, Irak’a, terorizme karşı savaşa, küresel ısınmaya, demokrasinin bir politikacı pazarına dönüşmesine bakıyor. Mali krizle birlikte yönetimdekiler de bir taraftan bu çözümsüzlüğü itiraf ediyorlar, diğer taraftan, dönüp bu krizin maliyetini siz üstleneceksiniz diyorlar.
“68” yapısal krizin başındaydı, kapitalizmin bir kriz yönetme modeli geliştirme olasılığı vardı. Bu olasılık neo-liberalizm olarak gerçekleşti. Bugün, bu modelin tükendiği noktadayız. Bu kuşak, “yükselen güçlerin” de yeni bir model yerine, eskinin tehlikeli eğilimlerini canlandırdıklarını görüyor, geçmişin felaketlerini, yeniden, daha büyük çaplı yaşamak istemiyor.
Dünün disiplin toplumunun araçları, emekçileri disiplin altında tutan, sermaye ile pazarlık yaparak uzlaşabilen güçlü sendikalar, sosyal demokrat partiler, yeni kuşakları iyi kötü eğiten şekillendiren, okullar, üniversiteler, işçi sınıfının tüketim düzeyini koruyan refah devletinin sağlık, konut, sistemi, emeklilik fonları, bugün derin bir kriz içindeler. Dün, dev merkezi-bürokratik korporasyonlar tüm yaratıcı bireyleri, kendine bağlayarak denetim altında tutuyordu. Bugün, öz denetime ağırlık veren yatay örgütlenmeler, ağa bağlı sistemler var. Kısacası, “disiplin toplumunun” kurumları hızla çözülüyor. Boşuna mı dine bu kadar umut bağlanıyor? Dün yalnızca, gazete, TV vardı, bugün sokaklara çıkanlar, bir taraftan mücadele ediyor, bir taraftan blogunu yazıyor, resim, film çekip internet’te yayımlıyor, Twitter’de mesaj atıyor, yaşadıklarını dünyanın başka yerlerindeki benzerlerine ulaştırıyor… Bugün bu kuşağı, frenleyecek, fosilleşmiş sözde sol kurumlar yok, satın alacak para yok. Bu yüzden devlet şiddeti çok çabuk devreye giriyor.
Doğru, bu da her kuşak gibi, kendi siyasi derslerini, kendi mücadelesinden çıkaracak. Ancak bir önceki kuşağın geçmişin deneylerini bu kuşağa aktarmak gibi bir tarihsel sorumluluğu da var.
No comments:
Post a Comment