Bu uygun bir başlık değil ama şimdilik idare eder. Yazı ilerledikçe daha uygun bir başlık üretebilmeyi umuyorum.
Yaının devamı için "tık"layınız
Wednesday, December 26, 2012
Wednesday, December 19, 2012
Bir Okul Katliamı Daha
Geçen hafta 20 yaşında psikolojik sorunları olan bir genç adam,
önce annesini öldürdü, ardından bir ilkokula zorla girerek 5-7
yaşlarında 20 çocuğu ve 5 yetişkini otomatik silahlarla öldürdükten
sonra intihar etti.
Virginia Üniversitesi’nde 2007 yılında 33 kişinin öldüğü katliamdan sonra, bu en büyük katliamdı. Üstelik, bir ilkokulda gerçekleşmiş olması ABD toplumunda “şok” yarattı. Ama olaya ilişkin, polisin, okul yetkililerinin, medyaya yansıyan yorumlarda yine “açıklanamaz”, “anlamsız, feci olaylar” gibi kavramlar egemendi.
“Açıklanamaz” ise, “anlamsız” ise, doğal olarak konuşacak bir şey kalmıyor. Demek ki, bunlar ya şeytanın işi...
Yaının devamı için 'tık'layınız
Virginia Üniversitesi’nde 2007 yılında 33 kişinin öldüğü katliamdan sonra, bu en büyük katliamdı. Üstelik, bir ilkokulda gerçekleşmiş olması ABD toplumunda “şok” yarattı. Ama olaya ilişkin, polisin, okul yetkililerinin, medyaya yansıyan yorumlarda yine “açıklanamaz”, “anlamsız, feci olaylar” gibi kavramlar egemendi.
“Açıklanamaz” ise, “anlamsız” ise, doğal olarak konuşacak bir şey kalmıyor. Demek ki, bunlar ya şeytanın işi...
Yaının devamı için 'tık'layınız
Wednesday, December 12, 2012
Siyasal İslamın Gerçek Yüzü
Siyasal İslamın, toplumsal projesinin gerçek yüzünü görmek isteyenler için Mısır’da yaşananlar bulunmaz bir olanak sunuyor.
Yazının devamını okumak için 'tık!layınız
Yazının devamını okumak için 'tık!layınız
Wednesday, December 05, 2012
‘Mesele, Tayyip Erdoğan’ın Tavrı’ mıdır?
Liberalizmin “A Takımı” bir süredir kılıçları çekmişler Başbakan’a yükleniyorlar. Sertleştikçe sertleşiyorlar. Eğer “nihayet uyandılar, neyse hatanın neresinden dönülürse kârdır” demeye hazırlanıyorsanız boşuna heveslenmeyin.
Bu tipler düş kırıklığına uğramışlar, kızgınlar, ateş püskürüyorlar. Ancak liberalizmin yaşamı yüzey biçimlerine, toplumu bireylere indirgeyen, düşünceye değil kanaatlere yaslanan alışkanlıklarından olsa gerek (hadi iyimser davranalım), olup biteni anlamakta fena halde zorlanıyorlar. Bu tiplerin “dün öyleydi, bugün böyle” türünden yazdıklarını okuyunca insanın aklına ister istemez T.S. Eliot’un “deneyimi yaşadık ama anlamını kaçırdık” hayıflanması geliyor.
...
Yaının devamını okumak için 'tık"layınız
Bu tipler düş kırıklığına uğramışlar, kızgınlar, ateş püskürüyorlar. Ancak liberalizmin yaşamı yüzey biçimlerine, toplumu bireylere indirgeyen, düşünceye değil kanaatlere yaslanan alışkanlıklarından olsa gerek (hadi iyimser davranalım), olup biteni anlamakta fena halde zorlanıyorlar. Bu tiplerin “dün öyleydi, bugün böyle” türünden yazdıklarını okuyunca insanın aklına ister istemez T.S. Eliot’un “deneyimi yaşadık ama anlamını kaçırdık” hayıflanması geliyor.
...
Yaının devamını okumak için 'tık"layınız
Wednesday, November 28, 2012
Mısır’da Müslüman Kardeşler’in Yeni Hamlesi
Pazartesi yazımı, Ortadoğu’da resmin ne kadar hızla değişebileceğini vurgulamak için “kaleydoskopun” bir kez daha döndüğüne işaret ederek bitirmiştim.
Bu kez örneğimiz Mısır’da Müslüman Kardeşler’den devlet başkanı seçilen Mursi. Adam, salı günü IMF ile, ABD, AB, Suudi Arabistan, Katar destekli 14.5 milyar dolarlık bir yardım fonunun, 4.5 milyarlık kısmı için anlaştı; çarşamba günü Ortadoğu’da, Gazze’de, ateşkes sağlayarak büyük bir diplomatik zafere imza attı, Obama ve Clinton’un övgülerini aldı; cuma günü ise ülkesinde liberal, laik, demokratik muhalefet tarafından ‘Murselini’ (Mussolini’ye göndermeyle), ‘Firavun’ olmakla, “Emperyal Devlet Başkanlığı” oluşturmakla suçlanıyordu.
Devamını okumak için 'tık'layınız
Bu kez örneğimiz Mısır’da Müslüman Kardeşler’den devlet başkanı seçilen Mursi. Adam, salı günü IMF ile, ABD, AB, Suudi Arabistan, Katar destekli 14.5 milyar dolarlık bir yardım fonunun, 4.5 milyarlık kısmı için anlaştı; çarşamba günü Ortadoğu’da, Gazze’de, ateşkes sağlayarak büyük bir diplomatik zafere imza attı, Obama ve Clinton’un övgülerini aldı; cuma günü ise ülkesinde liberal, laik, demokratik muhalefet tarafından ‘Murselini’ (Mussolini’ye göndermeyle), ‘Firavun’ olmakla, “Emperyal Devlet Başkanlığı” oluşturmakla suçlanıyordu.
Devamını okumak için 'tık'layınız
Wednesday, November 14, 2012
Bir Açıklamanın Düşündürdükleri
Geçen hafta, ülkenin doğusundaki ve batısındaki çarpıcı olayların arasında Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın açıklamaları bence gereken ilgiyi görmedi. Tarihsel ve toplumsal anlamları üzerinde pek bir yorum yapılmadı.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Cumhuriyet kurulurken, “eski rejimin” egemen sınıflarının, özellikle Müslüman entelijensiyanın (ruhban sınıfın) iktidar kaynaklarını kurutmayı amaçlayan devrim yasalarını artık kaldırmak gerektiğini açıkladı. Aile bakanıyla Diyanet İşleri’nin yaptığı toplantıyla ilgili bir soru üzerine “Diyanet bu toplumun çimentosudur” dedi.
Yazının devamı için tıklayınız
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Cumhuriyet kurulurken, “eski rejimin” egemen sınıflarının, özellikle Müslüman entelijensiyanın (ruhban sınıfın) iktidar kaynaklarını kurutmayı amaçlayan devrim yasalarını artık kaldırmak gerektiğini açıkladı. Aile bakanıyla Diyanet İşleri’nin yaptığı toplantıyla ilgili bir soru üzerine “Diyanet bu toplumun çimentosudur” dedi.
Yazının devamı için tıklayınız
Wednesday, November 07, 2012
Üç Basınç Arasında AKP
AKP hükümeti bugün üç basınç arasına sıkışmış görünüyor. Batı’da bugüne kadar AKP’ye neredeyse koşulsuz destek veren yazar, analistler giderek “Seçilmiş sultan mı”, “despot mu”, “yükselen İslamcı diktatörlük” gibi sorularla ve kavramlarla konuşmaya başladılar.
İçerde, değerli dostum Ferda Koç’un geçenlerde bir yazısında değindiği gibi “Cumhuriyetçi muhalefet” ve “Kürt muhalefeti” giderek kitlesel bir biçimde sokaklarda, medya sayfalarında, ekranlarında yükseliyor. Gösteri toplumunun güncelini belirlemeye başlıyor.
Ancak AKP hükümetinin, siyasal İslamın bu üç muhalefet karşısında güçlü silahları var.
Yazının devamı için tıklayınız
İçerde, değerli dostum Ferda Koç’un geçenlerde bir yazısında değindiği gibi “Cumhuriyetçi muhalefet” ve “Kürt muhalefeti” giderek kitlesel bir biçimde sokaklarda, medya sayfalarında, ekranlarında yükseliyor. Gösteri toplumunun güncelini belirlemeye başlıyor.
Ancak AKP hükümetinin, siyasal İslamın bu üç muhalefet karşısında güçlü silahları var.
Yazının devamı için tıklayınız
Wednesday, October 24, 2012
Neo-Liberalizm ve Şiddet -II
Araştırmalar, neo-liberalizmin hızla yaygınlaştığı toplumlarda, 1980’lerde, 90’larda, “depresyonun” egemen meslek hastalığı haline geldiğini ortaya koyuyor.
Bu araştırmalardan hareketle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, özellikle ABD ve İngiltere’de, Cognitive Behavioral Therapy (Bilişsel Davranışçı Terapi), Mutluluk Ekonomisi, “Nudge” teorisi gibi yaklaşımların geliştiği, devletlerin bu yaklaşımlar zemininde uzmanlar aracılığıyla bireyin iş ve özel yaşamına müdahale, yönlendirme çabalarını yoğunlaştırdığı görülüyor. Tüm bunlar neo-liberalizmin kriz yönetme tarzıyla, bu tarzın içerdiği paradoksla yakından ilişkili gelişmeler.
Bir ‘mutsuzluk makinesi’
Yazının devami için...
Neo-liberalizm ve Şiddet -II
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=373710
Bu araştırmalardan hareketle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, özellikle ABD ve İngiltere’de, Cognitive Behavioral Therapy (Bilişsel Davranışçı Terapi), Mutluluk Ekonomisi, “Nudge” teorisi gibi yaklaşımların geliştiği, devletlerin bu yaklaşımlar zemininde uzmanlar aracılığıyla bireyin iş ve özel yaşamına müdahale, yönlendirme çabalarını yoğunlaştırdığı görülüyor. Tüm bunlar neo-liberalizmin kriz yönetme tarzıyla, bu tarzın içerdiği paradoksla yakından ilişkili gelişmeler.
Bir ‘mutsuzluk makinesi’
Yazının devami için...
Neo-liberalizm ve Şiddet -II
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=373710
Thursday, October 04, 2012
Asya-Pasifik dengeleri ve ABD
03 Ekim 2012 Cumhuriyet
Japonya’nın
Senkaku/Diaoyu adalarını kamulaştıracağını açıklamasıyla üç hafta önce, kaygı verici biçime patlak veren
Çin-Japonya gerginliği, siyasi, diplomatik, ekonomik sonuçlar üreterek bölgeyi
etkilemeye devam ediyor.
Japonca Senkaku,
Çince Diaoyu olarak adlandırılan adalar, 19. Yüzyılın sonuna kadar Çin’e aitti.
Çin, Japonya’ya savaşta yenilince, adalar 1895’de, Japonya topraklarına
katıldı. II, Dünya savaşı sonunda, adaların yönetimi ABD’ye geçti. ABD bu
adaları 1970’lerin başında, Çin ve Japonya arasında sürekli bir sorun alanı
yaratmak üzere, yeniden Japonya yönetimine devretti. Çin’de piyasa reformları başladığında Den Xiaoping,
gelişme sürecini aksatmamak için, gelin “bu
sorunun çözümünü bizden sonra gelecek daha akıllı kuşaklara bırakalım,
ilişkilerimizi geliştirmeye öncelik verelim” demişti.
Daha akıllı bir
kuşağın tarih sahnesine çıkıp çıkmadığına ilişkin soru bir yana, geçen haftaki
gelişmelerin yönü, Asya-Pasifik stratejisini, Çin’i, Japonya ile dengelemek üzerine
kuran ABD’nin bölgedeki etkisinin, bu gerginlikle daha da zayıflayacağını
düşündürüyordu.
Normalleşmenin 40. Yıldönümünde...
Geçen hafta Çin –
Japonya ilişkilerinin II. Dünya Savaşından sonra normalleşmesinin 40.
yıldönümüydü. Ancak bu kez iki ülkenin liderleri geleneksel iyi niyet
mesajlarını yayımlamayı dışişlerine bıraktılar. Aynı günlerde Çin ordusu, uzak
denizlere güç yansıtma kapasitesi anlamına gelen, ilk uçak gemisini teslim
alıyordu.
Aynı hafta, Çin
ile Japonya arasındaki, tartışmaya, adaların üzerinde hak iddia etmeye karar
veren Taiwan’ın da katılmasıyla, gelişmeler ilginç bir boyut kazandı. Taiwan,
ABD’nin yakın müttefiki ve Çin’i
dengelemekte kullanmayı amaçladığı bir başka ülke. Ne ki, Çin Taiwan üzerinde
de hak iddia ediyor, bu ülkeyle birleşme amacından vaz geçmiyor. Buraya kadar
bir yenilik yok. Yeni boyut, Taiwan balıkçı gemilerini tartışmalı adalara
gönderdiğinde, Çin’in devreye girerek, bu gemileri olası bir Japonya saldırına
karşı koruyacağın açıklamasıyla
şekillendi. Çin, Japonya ile arasındaki anlaşmazlığı, bir ABD müttefiki olan Taiwan ile ilişkilerin
geliştirmekte kullanıyordu...
Tüm bunlar çok
ilginç, ama bence geçen haftanın en ilginç gelişmeleri Japonya’da yapılan kimi
açıklamalarda ve ekonomi haberlerinde gizliydi. Japonya’da aralarında Nobel
ödüllü Oe Kenzaburo ile bu yıl
Nobel’e aday Haruki Murakamı’nin de bulunduğu 1300 entelektüel, bir ortak
açıklamayla, Japonya hükümetini “tarih
anlayışı üzerinde bir kez daha düşünmeye... Senkaku/Diaoyu adaları üzerinde
kısır döngüler yaratmamaya” çağırdı.
Murakami de, Milliyetçiliği, içerken
haz veren, insanda aşırı hastalıklı duygulara, tepkilere yol açan, ancak ertesi
gün kalkınca büyük baş ağrısı yaratan ucuz bir içkiye benzetiyordu.
Japonya’nın büyük
gazetelerinden Ashai Shimbun’un
aktardığına göre Japonya’nın en güçlü işverenler örgütü Kiadanren’in başkanı Hiromasa Yonkura’da entelektüellerin
açıklamalarına paralel yönde düşünüyor. Yonkura’ya göre “Besbelli ki Çin bu adalar konusunda ciddi kaygılara sahip. Japon
hükümetinin Çin’le aramızda toprak sorunu anlaşmazlığı yok açıklamaları tam bir
saçmalık” . “Bu açıklamalar özel sektör
görüşmeleri düzeyinde kabul edilebilir bir tutum değil.” Diyen
Kiadanren başkanı, ekliyor: “Umarım Japon
hükümeti bu tavrından vaz geçer”.
Kiadanren’in bu
yaklaşımının arkasında, gerginliklerin Japon ekonomisi üzerinde, hava
taşımacılığından, turizme, dayanıklı tüketim malları ihracatına kadar,
yarattığı olumsuz etki yatıyor. Çin, Japonya’nın en büyük ihracat pazarı. Japonya’nın,
Honda, Toyota gibi birçok dev uluslararası şirketi Çin’i üretim ve ihracat
platformu olarak kurulmuş fabrikaları ve dağıtım ağları var. Şimdi yükselmeye
başlayan, Japonya karşıtı milliyetçilik, üretim, aksatıyor satışları etkileyen
boykotlara yol açıyor. Japon şirketleri Çin’den çekilmeye hazırlanıyorlar.
Japon şirketleri on binlerce işçi
çalıştırıyorlar. Bu yüzden bu ekonomik gelişmelerden, Çin ekonomisin de olumsuz
yünde etkilenmesi kaçınılmaz. Ancak, Çin Ticaret Bakanlığı uzmanları, Japonya ekonomisinin bu gerginliklerde, Çin
ekonomisinden daha çok zarar göreceğine inanıyorlar.(Xinhua, 25/09/2012)
Bu gerginlikten,
Çin Japonya’dan tavizler kopararak, dolayısıyla zaferle çıkarsa, hem bölgedeki
etkinliğini daha da arttırmış, hem de Taiwan ile ilişkilerini bir adım daha
ileri götürerek, ABD’nin bölgedeki etkisinde bir delik daha açmış olacak.
Tuesday, October 02, 2012
Dokusu Çözülüyor
19 Eylül 2012 - Cumhuriyet
“Dünyanın düzeninin” dokusu çözülüyor. Ama kimi zaman, tüm dikkatler, tek bir olayın, geçen hafta olduğu gibi Müslümanların protesto eylemleri üzerinde yoğunlaşınca, bu çözülmeyi sergileyen çok önemli gelişmeler gereken ilgiyi göremiyor.
Geçen hafta, Senkaku Adaları anlaşmazlığı krize dönüştü. Çin savaş gemileri Japonya karasularına girdi. Japonya ABD ile yeni bir füze kalkanı anlaşması imzaladı. Karşılıklı tehditler havada uçuşmaya başladı; kanlı bir ortak geçmişe sahip bu iki büyük güç bir sıcak çatışmanın kıyısına geldiler. Bu sırada Çin’in büyük kentlerinde, kalabalıklar Japon konsolosluklarına, dükkânlarına saldırıyor, savaş sloganları atıyorlardı. Japon şirketleri dükkânlarını, fabrikalarını kapatıyordu. Olaylar, Çin ekonomisi hızla irtifa kaybetmeye, gelir dağılımı bozulmaya, toplumsal muhalefet yükselmeye, parti içinde liderlik mücadelesi sertleşmeye başlarken yaşanıyordu. Kim, sokaklardaki milliyetçi ruh halini, iki ülke arasındaki tarihten, ekonomik krizin baskısından, Çin yönetiminin seçkinlerinin bir taraftan bakınca ulusalcı, öbür taraftan bakınca emperyalist duyarlılıklarından ayrı düşünebilir?
Bir ülkede, Çin’de veya Arap dünyasında halk sokaklara döküldüğünde, kimilerinin aklı hemen komplolara, provokatörlere gidiyor. Esas sorun, komploların, provokatörlerin varlığı değil. Bunlar devletler düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Esas önemli olan, kitlelerin bunların manipülasyonlarına bu kadar tutkuyla cevap verebilecek bir konuma gelmiş olmasıdır.
Pazartesi günü, ABD basını halkını aldatmaya devam ederek “aslında, salt bizimle ilgili değil, bu ayaklanmaların arkasında Selefi Müslüman Kardeşler’in iktidar savaşı var” yayını yapıyor, “Ortadoğu’da yaptıklarımızdan kaynaklanmıyor” demeye getiriyordu. İyi de, nasıl oluyordu da bu “iç çatışmalar” ABD düşmanlığı üzerinden yaşanıyordu?
Japonya-Çin gerginliğine dönünce de tatsız sorularla karşılaşıyoruz. Japonya ile Çin arasında bir sıcak çatışma başlarsa, Çin’i baş sorunu, Japonya’yı da bölgede en temel müttefiki olarak gören ABD’nin tutumu ne olabilir? Bu tutuma Rusya (pazartesi günü Kuzey Kore’nin borçlarını siliyordu) ve Hindistan nasıl cevap verir? En önemlisi, dünya böyle bir denklemi hesaba katma noktasına nasıl gelmiştir?
Din savaşlarına geri mi dönüyoruz?
Bu patlayıcı karışıma geçen hafta iki “aktif madde” daha katıldı.
ABD ve İngiltere, Basra Körfezi’nde bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir deniz tatbikatına başladı. The Daily Telegraph’ın yorumu “İsrail İran’ı vurmaya hazırlanırken ABD tatbikat yapıyor” biçimindeydi. Çin açısından İran’ın, Ortadoğu’ya, enerji kaynaklarına çok önemli bir giriş noktası olduğunu anımsayıp Suriye’ye geçelim.
Suriye’de yükselmeye başlayan demokratik muhalefetin, ABD-AKP Türkiyesi-Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri ekseni tarafından çalınarak bir iç savaşa dönüştürülmesinin arkasında, esas olarak Beşşar Esad rejiminin yıllardır bilinen kötülüklerinin değil, İran-Hizbullah bağlantısının olduğunu biliyoruz. Suriye’nin Rusya kaynaklı hava savunma kapasitelerinin havadan müdahale etmeyi neredeyse olanaksız kıldığını, iç savaşın giderek Selefi-Müslüman Kardeşler grupların Alevilere karşı savaşına dönüştüğünü de.
Bu koşullarda Suriye’de yaşayan Hıristiyan topluluklar giderek korkmaya başlamıştı. Geçen hafta Daily Telegraph, Maruni, Ortodoks ve Ermeni Hıristiyan toplulukların, mahallelerini, kiliselerini korumak için, silahlanarak rejim yanında savaşa katılmaya başladığını aktarıyordu. Ermeniler, Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen Selefi ağırlıklı savaşçıları Türkiye’nin gönderdiğine işaret ediyormuş.
AKP Türkiyesi’nin büyük bir istekle taraf olduğu Suriye iç savaşı şimdi Batı muhafazakâr kesimlerinin gözünde, “Müslüman-Hıristiyan savaşına” ilişkin bir boyut kazanmaya başlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun en son “ulusçuluk” analizleri ise (Hürriyet) AKP Türkiyesi’nin bu dokusu çözülen dünyaya uyum sağlayamayacağını düşündürüyordu: “19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”
Bu satırlarda, ideolojiyi, kültürü, siyasi hareketi birbirine karıştıran yaklaşımı atlayalım, daha önemli sorunlara bakalım. Bunlardan biri ulusçuluğu, etkilerini kapitalizmin, sınıfların doğuşuna değil, feodaliteyle bir başka prekapitalist formasyon arasındaki farka bağlayarak açıklamakla, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan, bölüşen kapitalist emperyalist dinamiği anlayamamakla ilgili. İkincisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun, fetihle, baskıyla kurduğu, bir arada tuttuğu düzenin “organik yapılar” olarak anılıp kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde arzulanmasıyla ilgili.
Bu ulusal kimlikleri, imparatorluğun boyunduruğundan kurtulma çabalarını “suni”, imparatorluğu doğal kabul eden yaklaşımla ne Kürt sorunu ne de Arap dünyasındaki gelişmeler anlaşılabilir; ne de bu ülkenin halkları, çözülmekte olan düzende aniden ve hızla gelişen fırtınalarından korunabilir.
“Dünyanın düzeninin” dokusu çözülüyor. Ama kimi zaman, tüm dikkatler, tek bir olayın, geçen hafta olduğu gibi Müslümanların protesto eylemleri üzerinde yoğunlaşınca, bu çözülmeyi sergileyen çok önemli gelişmeler gereken ilgiyi göremiyor.
Geçen hafta, Senkaku Adaları anlaşmazlığı krize dönüştü. Çin savaş gemileri Japonya karasularına girdi. Japonya ABD ile yeni bir füze kalkanı anlaşması imzaladı. Karşılıklı tehditler havada uçuşmaya başladı; kanlı bir ortak geçmişe sahip bu iki büyük güç bir sıcak çatışmanın kıyısına geldiler. Bu sırada Çin’in büyük kentlerinde, kalabalıklar Japon konsolosluklarına, dükkânlarına saldırıyor, savaş sloganları atıyorlardı. Japon şirketleri dükkânlarını, fabrikalarını kapatıyordu. Olaylar, Çin ekonomisi hızla irtifa kaybetmeye, gelir dağılımı bozulmaya, toplumsal muhalefet yükselmeye, parti içinde liderlik mücadelesi sertleşmeye başlarken yaşanıyordu. Kim, sokaklardaki milliyetçi ruh halini, iki ülke arasındaki tarihten, ekonomik krizin baskısından, Çin yönetiminin seçkinlerinin bir taraftan bakınca ulusalcı, öbür taraftan bakınca emperyalist duyarlılıklarından ayrı düşünebilir?
Bir ülkede, Çin’de veya Arap dünyasında halk sokaklara döküldüğünde, kimilerinin aklı hemen komplolara, provokatörlere gidiyor. Esas sorun, komploların, provokatörlerin varlığı değil. Bunlar devletler düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Esas önemli olan, kitlelerin bunların manipülasyonlarına bu kadar tutkuyla cevap verebilecek bir konuma gelmiş olmasıdır.
Pazartesi günü, ABD basını halkını aldatmaya devam ederek “aslında, salt bizimle ilgili değil, bu ayaklanmaların arkasında Selefi Müslüman Kardeşler’in iktidar savaşı var” yayını yapıyor, “Ortadoğu’da yaptıklarımızdan kaynaklanmıyor” demeye getiriyordu. İyi de, nasıl oluyordu da bu “iç çatışmalar” ABD düşmanlığı üzerinden yaşanıyordu?
Japonya-Çin gerginliğine dönünce de tatsız sorularla karşılaşıyoruz. Japonya ile Çin arasında bir sıcak çatışma başlarsa, Çin’i baş sorunu, Japonya’yı da bölgede en temel müttefiki olarak gören ABD’nin tutumu ne olabilir? Bu tutuma Rusya (pazartesi günü Kuzey Kore’nin borçlarını siliyordu) ve Hindistan nasıl cevap verir? En önemlisi, dünya böyle bir denklemi hesaba katma noktasına nasıl gelmiştir?
Din savaşlarına geri mi dönüyoruz?
Bu patlayıcı karışıma geçen hafta iki “aktif madde” daha katıldı.
ABD ve İngiltere, Basra Körfezi’nde bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir deniz tatbikatına başladı. The Daily Telegraph’ın yorumu “İsrail İran’ı vurmaya hazırlanırken ABD tatbikat yapıyor” biçimindeydi. Çin açısından İran’ın, Ortadoğu’ya, enerji kaynaklarına çok önemli bir giriş noktası olduğunu anımsayıp Suriye’ye geçelim.
Suriye’de yükselmeye başlayan demokratik muhalefetin, ABD-AKP Türkiyesi-Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri ekseni tarafından çalınarak bir iç savaşa dönüştürülmesinin arkasında, esas olarak Beşşar Esad rejiminin yıllardır bilinen kötülüklerinin değil, İran-Hizbullah bağlantısının olduğunu biliyoruz. Suriye’nin Rusya kaynaklı hava savunma kapasitelerinin havadan müdahale etmeyi neredeyse olanaksız kıldığını, iç savaşın giderek Selefi-Müslüman Kardeşler grupların Alevilere karşı savaşına dönüştüğünü de.
Bu koşullarda Suriye’de yaşayan Hıristiyan topluluklar giderek korkmaya başlamıştı. Geçen hafta Daily Telegraph, Maruni, Ortodoks ve Ermeni Hıristiyan toplulukların, mahallelerini, kiliselerini korumak için, silahlanarak rejim yanında savaşa katılmaya başladığını aktarıyordu. Ermeniler, Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen Selefi ağırlıklı savaşçıları Türkiye’nin gönderdiğine işaret ediyormuş.
AKP Türkiyesi’nin büyük bir istekle taraf olduğu Suriye iç savaşı şimdi Batı muhafazakâr kesimlerinin gözünde, “Müslüman-Hıristiyan savaşına” ilişkin bir boyut kazanmaya başlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun en son “ulusçuluk” analizleri ise (Hürriyet) AKP Türkiyesi’nin bu dokusu çözülen dünyaya uyum sağlayamayacağını düşündürüyordu: “19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”
Bu satırlarda, ideolojiyi, kültürü, siyasi hareketi birbirine karıştıran yaklaşımı atlayalım, daha önemli sorunlara bakalım. Bunlardan biri ulusçuluğu, etkilerini kapitalizmin, sınıfların doğuşuna değil, feodaliteyle bir başka prekapitalist formasyon arasındaki farka bağlayarak açıklamakla, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan, bölüşen kapitalist emperyalist dinamiği anlayamamakla ilgili. İkincisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun, fetihle, baskıyla kurduğu, bir arada tuttuğu düzenin “organik yapılar” olarak anılıp kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde arzulanmasıyla ilgili.
Bu ulusal kimlikleri, imparatorluğun boyunduruğundan kurtulma çabalarını “suni”, imparatorluğu doğal kabul eden yaklaşımla ne Kürt sorunu ne de Arap dünyasındaki gelişmeler anlaşılabilir; ne de bu ülkenin halkları, çözülmekte olan düzende aniden ve hızla gelişen fırtınalarından korunabilir.
Monday, October 01, 2012
Film, karikatür ve öfke dalgası
26 Eylül 2012 -
Peygamberine hakaret eden filme, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürlere karşı Müslüman dünyasında yükselen öfke dalgasında, isyanlarda ölenlerin sayısı 50’yi geçti.
Batı’da televizyon ekranlarına, gazetelerin sayfalarına, internet sitelerine bakınca, iki resim görüyoruz: Gözü dönmüş, çıldırmış Müslüman erkek güruhları; yaygın bir “anti-Amerikan”, hatta “anti-emperyalist” dalga.
Her görüneni, “gösteri toplumunun” ekranlarına yansıyanları, yaşananların doğru bir sunumu olarak içselleştirip acele bir kanaat oluşturmaktansa biraz düşünmekte yarar olabilir.
‘Kim isyan ediyor!’
Anti-Amerikan isyanların dünyanın birçok kentini etkilediği, çok çarpıcı, izleyici çeken TV görüntülerine yol açtığı bir gerçek. Ama bu “gerçeği” belli bir perspektiften değerlendirmekte yarar var. Dünyada yaklaşık 2.1 milyar Müslüman olduğu hesaplanıyor. Sokaklara dökülerek etrafı yakıp yıkanlara bakınca, hangi kentte olursa olsun sayılarının an fazla binlerle, ama genelde yüzlerle ifade edildiği görülüyor. Müslümanların filmden, karikatürlerden etkilenmediğini, öfkelenmediğini söylemiyorum. Son olaylar bir yana, bölgede ABD nefretinin hiç de haksız olmayan nedenlerle çok yüksek olduğu da bir gerçek. Ama istatistiksel açıdan ihmal edilecek bir kesimin dışında kalanlar, -ki bunlar istatistiksel açıdan “hepsi” demektir- bu öfkeyi, tepkiyi belli ki henüz, bu ekranlara yansıyan biçimlerde sergilemekten yana değiller.
Kısacası karşımızda tüm Müslümanlara atfedilebilecek bir isyan yok. Ama birileri isyan halinde. Burada hemen dikkatimizi siyasal İslamın içinde, Arap isyanları sonrasında ortaya çıkan, henüz tam olarak sonuçlanamamış bir siyasi rekabete çevirmemiz gerekiyor. Bir tarafta geniş toplumsal tabana sahip, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmiş, bu eklemlenmeyi derinleştirmeyi arzulayan “ılımlı/neoliberal” (yenisömürge modeline yatkın) İslam (Müslüman Kardeşler ve türevleri) var. Karşısında da aynı totaliter ideolojik temeli benimsemekle birlikte, tüm toplumsal yaşamı, siyasi, ekonomik, kültürel, teknolojik, kurumsal boyutlarıyla birlikte “Kutsal Kitaba”, “eskilerin âdetlerine” göre şekillendirmek isteyen, bu anlamda Batı karşıtı, hatta modern kapitalizmin gerektirdiği öznelliklere yabancı, ideolojisiyle uyumsuz Selefi akım ve türevleri var. Bu akım, Suudi Arabistan’ın MK’yi dengeleme stratejisinin de bir parçası olarak sunduğu mali yardımlarla Müslüman nüfusun Batı karşısındaki tarihi kökleri güçlü öfkesini, ezilmişlik duygularını da kışkırtarak, onun üzerinde hegemonya kurmak için en radikal reflekslerle, şiddetle, güç gösterileriyle harekete geçiyor. Bu şiddeti, güç gösterisini “anti-emperyalizm” olarak desteklemek isteyenlere, Komünist Manifesto’daki “gerici sosyalizm” bölümünü bir kez daha ve dikkatle okumalarını öneririm. Sosyalist hareketi anti-emperyalist mücadeleyi, geçmişi özleyen, var olandan daha özgür bir dünya vaat etmeyen, kadın düşmanı, homofobik, mezhepçi, reaksiyoner “anti-kapitalist”, reaksiyoner “anti-emperyalist” akımlardan uzak durarak inşa etmekte büyük yarar var.
Siyasal İslam içindeki bu çatışma, Ortadoğu halklarının ruh hali, Batı’da bir “uygarlıklar çatışması” çıkartmak, bölgeye yeni askeri müdahale için gerekçe hazırlamak isteyenler ya da tam tersi, ABD’nin bölgedeki imajını daha da yıpratmak, tüm askeri kapasitesine karşın iktidarsızlığını sergilemek isteyen “güçler” için bulunmaz bir fırsat yaratıyor.
2.1 milyar Müslümanınsa şimdilik bu oyuna gelmeye niyetli olmadığı görülüyor. Ancak tarih, siyasal olayların kendi dinamikleri, azınlık grupların uygun konjonktürlerde aniden kartopu gibi büyüyerek büyük çoğunluğun yerine geçebilme özellikleri olduğunu da gösteriyor.
Madalyonun öbür yüzü
Bu madalyonun öbür yüzünde, çok ilginç bir “ne yani düşünce özgürlüğünden vaz mı geçelim” tartışması yaşanıyor. Gerçekten de Aydınlanma hareketinin mirası “her şeyi eleştirebilme hakkı ve özgürlüğü”, uğrunda çok kan dökülerek kazanılmış, mutlaka korunması gereken bir ilkedir. Ancak bir ilkeye sadakat, bu sadakatin etiği, bu sadakatin belli bir anda, yerde yaratacağı sonuçların sorumluluğundan kaçmaya gerekçe olamaz.
Bu söz konusu hakkın, bir yerde grotesk bir filmle, birkaç karikatürle kullanılmasının, bir başka yerden insanların ölmesine, uluslararası konjonktürde savaşlara açık süreçleri tetikleyebilecek sallantılara yol açacağını bilerek, hatta bu amaçla kullanılmasının, bir özgürlük edimi değil, bir provokasyon, komplo olarak algılanması gerekir.
Ne yazık ki tarihin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) ve Batı’nın (emperyalizmin) da büyük katkılarıyla, Müslüman dünyasında, hâlâ, bireyle devleti, halkı, ulusu birbirinden ayırt etme, suçu sahibiyle ilişkilendirme ve sınırlandırma noktasına gelememiş bir kesim vardır. Bu kesim, radikal akımların ve militanlarının etkilerine olduğu kadar, devletlerin gizli örgütlerinin operasyonlarına da açıktır; durumu gayet iyi kavrayabilen büyük çoğunluğun yaşamını altüst edebilecek potansiyellere de sahiptir.
Peygamberine hakaret eden filme, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürlere karşı Müslüman dünyasında yükselen öfke dalgasında, isyanlarda ölenlerin sayısı 50’yi geçti.
Batı’da televizyon ekranlarına, gazetelerin sayfalarına, internet sitelerine bakınca, iki resim görüyoruz: Gözü dönmüş, çıldırmış Müslüman erkek güruhları; yaygın bir “anti-Amerikan”, hatta “anti-emperyalist” dalga.
Her görüneni, “gösteri toplumunun” ekranlarına yansıyanları, yaşananların doğru bir sunumu olarak içselleştirip acele bir kanaat oluşturmaktansa biraz düşünmekte yarar olabilir.
‘Kim isyan ediyor!’
Anti-Amerikan isyanların dünyanın birçok kentini etkilediği, çok çarpıcı, izleyici çeken TV görüntülerine yol açtığı bir gerçek. Ama bu “gerçeği” belli bir perspektiften değerlendirmekte yarar var. Dünyada yaklaşık 2.1 milyar Müslüman olduğu hesaplanıyor. Sokaklara dökülerek etrafı yakıp yıkanlara bakınca, hangi kentte olursa olsun sayılarının an fazla binlerle, ama genelde yüzlerle ifade edildiği görülüyor. Müslümanların filmden, karikatürlerden etkilenmediğini, öfkelenmediğini söylemiyorum. Son olaylar bir yana, bölgede ABD nefretinin hiç de haksız olmayan nedenlerle çok yüksek olduğu da bir gerçek. Ama istatistiksel açıdan ihmal edilecek bir kesimin dışında kalanlar, -ki bunlar istatistiksel açıdan “hepsi” demektir- bu öfkeyi, tepkiyi belli ki henüz, bu ekranlara yansıyan biçimlerde sergilemekten yana değiller.
Kısacası karşımızda tüm Müslümanlara atfedilebilecek bir isyan yok. Ama birileri isyan halinde. Burada hemen dikkatimizi siyasal İslamın içinde, Arap isyanları sonrasında ortaya çıkan, henüz tam olarak sonuçlanamamış bir siyasi rekabete çevirmemiz gerekiyor. Bir tarafta geniş toplumsal tabana sahip, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmiş, bu eklemlenmeyi derinleştirmeyi arzulayan “ılımlı/neoliberal” (yenisömürge modeline yatkın) İslam (Müslüman Kardeşler ve türevleri) var. Karşısında da aynı totaliter ideolojik temeli benimsemekle birlikte, tüm toplumsal yaşamı, siyasi, ekonomik, kültürel, teknolojik, kurumsal boyutlarıyla birlikte “Kutsal Kitaba”, “eskilerin âdetlerine” göre şekillendirmek isteyen, bu anlamda Batı karşıtı, hatta modern kapitalizmin gerektirdiği öznelliklere yabancı, ideolojisiyle uyumsuz Selefi akım ve türevleri var. Bu akım, Suudi Arabistan’ın MK’yi dengeleme stratejisinin de bir parçası olarak sunduğu mali yardımlarla Müslüman nüfusun Batı karşısındaki tarihi kökleri güçlü öfkesini, ezilmişlik duygularını da kışkırtarak, onun üzerinde hegemonya kurmak için en radikal reflekslerle, şiddetle, güç gösterileriyle harekete geçiyor. Bu şiddeti, güç gösterisini “anti-emperyalizm” olarak desteklemek isteyenlere, Komünist Manifesto’daki “gerici sosyalizm” bölümünü bir kez daha ve dikkatle okumalarını öneririm. Sosyalist hareketi anti-emperyalist mücadeleyi, geçmişi özleyen, var olandan daha özgür bir dünya vaat etmeyen, kadın düşmanı, homofobik, mezhepçi, reaksiyoner “anti-kapitalist”, reaksiyoner “anti-emperyalist” akımlardan uzak durarak inşa etmekte büyük yarar var.
Siyasal İslam içindeki bu çatışma, Ortadoğu halklarının ruh hali, Batı’da bir “uygarlıklar çatışması” çıkartmak, bölgeye yeni askeri müdahale için gerekçe hazırlamak isteyenler ya da tam tersi, ABD’nin bölgedeki imajını daha da yıpratmak, tüm askeri kapasitesine karşın iktidarsızlığını sergilemek isteyen “güçler” için bulunmaz bir fırsat yaratıyor.
2.1 milyar Müslümanınsa şimdilik bu oyuna gelmeye niyetli olmadığı görülüyor. Ancak tarih, siyasal olayların kendi dinamikleri, azınlık grupların uygun konjonktürlerde aniden kartopu gibi büyüyerek büyük çoğunluğun yerine geçebilme özellikleri olduğunu da gösteriyor.
Madalyonun öbür yüzü
Bu madalyonun öbür yüzünde, çok ilginç bir “ne yani düşünce özgürlüğünden vaz mı geçelim” tartışması yaşanıyor. Gerçekten de Aydınlanma hareketinin mirası “her şeyi eleştirebilme hakkı ve özgürlüğü”, uğrunda çok kan dökülerek kazanılmış, mutlaka korunması gereken bir ilkedir. Ancak bir ilkeye sadakat, bu sadakatin etiği, bu sadakatin belli bir anda, yerde yaratacağı sonuçların sorumluluğundan kaçmaya gerekçe olamaz.
Bu söz konusu hakkın, bir yerde grotesk bir filmle, birkaç karikatürle kullanılmasının, bir başka yerden insanların ölmesine, uluslararası konjonktürde savaşlara açık süreçleri tetikleyebilecek sallantılara yol açacağını bilerek, hatta bu amaçla kullanılmasının, bir özgürlük edimi değil, bir provokasyon, komplo olarak algılanması gerekir.
Ne yazık ki tarihin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) ve Batı’nın (emperyalizmin) da büyük katkılarıyla, Müslüman dünyasında, hâlâ, bireyle devleti, halkı, ulusu birbirinden ayırt etme, suçu sahibiyle ilişkilendirme ve sınırlandırma noktasına gelememiş bir kesim vardır. Bu kesim, radikal akımların ve militanlarının etkilerine olduğu kadar, devletlerin gizli örgütlerinin operasyonlarına da açıktır; durumu gayet iyi kavrayabilen büyük çoğunluğun yaşamını altüst edebilecek potansiyellere de sahiptir.
Wednesday, September 12, 2012
Başkanlık Yarışında Obama Öne Geçiyor...
ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’nin ulusal kongreleri tamamlandı, seçim yarışı son aşamasına girdi. Önceki hafta Cumhuriyetçiler kongrelerinde Mitt Romney’in Başkan, Paul Ryan’ın Başkan Yardımcılığı adaylığını onaylamışlardı. Geçen hafta da Demokratların kongresi Obama’nın ve Biden’in adaylıklarını onayladı.
Kongreler tamamlandıktan sonra yapılan kamuoyu yoklamaları, kongre sonrasında Mitt Romney’in desteğinde bir artış olmazken, Obama’nın kongre dinamiğinden yararlanarak 4-5 puan öne geçmesi, başkanlık seçimlerini kazanma şansının şimdilik arttığını düşündürüyor.
Dünya ekonomisinin yaklaşık dörtte birini oluşturmasının yanı sıra, dünyanın toplam savunma harcamalarının yüzde 48’ini gerçekleştiren, gerilemekte olan hegemonyasını korumaya çalışan ABD’nin izleyeceği ekonomik politika, dış politika sorunlarına yaklaşma tarzı, dünyanın geri kalanını çok yakından ilgilendiriyor. Hangi yapısal sorunlarla ve sınırlamalarla karşılaşacak olursa olsun bu politikaların başında duracak siyasetçiyi belirleyecek olan seçimler de...
İki kongre ve seçim kampanyası arasındaki farklara geçmeden bir noktayı vurgulamak gerekiyor: İki kongrede de abartılı bir ulusalcı dil egemendi. “Tarihin en yüce ulusu”, “dünyanın lideri” gibi genellemeler havada uçuşuyordu. Bakan adaylarının ikisi de, ülkenin eski büyüklüğünü, zenginliğini (“iyi de peki bu nasıl kaybedildi?” tartışmasına girmeden) restore etmeyi amaçlıyordu. Bu abartılı ulusalcı zemin üzerinde ileri sürülen politikalardaki farklar, karşımıza bu abartılı ulusalcılığın iki farklı versiyonunu çıkarıyordu.
İki kongre, iki ‘vizyon’
Cumhuriyetçilerin kongresinin, seçim kampanyasının iki temel ekseni olduğu söylenebilir. Birincisi, Ayn Rand’ı, Hayek’i anımsatan, “Ben kendimi kurtarırım, kimseye, hele devlete gereksinimim yok, toplumun geri kalanına ne olur, beni ilgilendirmez” diyen, toplumsal sorumluluğu, dayanışmayı dışlayan patolojik bir bireycilik. İkincisi, “Obama’ya oy verdiniz krizden çıkaramadı, şimdi bana verin, sorunları ben çözerim” diyen, çok genel, Obama’yı karalamaya odaklanmış, onun komünist olduğunu düşünecek kadar sağa savrulmuş bir propaganda hattı. Bu hat kongrede, kampanyada çok sinirli, saldırgan, nefret dolu, ırkçı, kadın ve eşcinsel haklarına, yoksullara düşmanca yaklaşan bir dilin egemen olmasına yol açtı. Dil ve mantık o kadar bireyciydi ki, o kadar dar çıkarlara odaklıydı ki, savunma harcamalarını arttıracağını söyleyen, Rusya ve Çin’i hedef alan militarist bir dile karşılık, halen savaşmakta ve ölmekte olan ABD askerlerine, sürmekte olan savaşlara, Cumhuriyetçilerin kongresinde değinen bile olmadı.
Demokratların kongresinde çok farklı bir hava vardı. Kongre, rahat, kendinden emin, kızgın olmayan, zaman zaman şakacı bir havada geçti. Michelle Obama’nın kocasını tanıtan, Bill Clinton’ın kampanya konularını beceriyle açıklayan, gaflarıyla ünlü Biden’in sakin, ağırbaşlı konuşmaları kongreye enerji verdi. Son gün, Obama’nın, birçok yorumcu tarafından sıkıcı bulunan, ama bana kalırsa, adamın retorik bilgisini de düşününce, “İşimiz zor ama yapabiliriz, sabırlı olmak gerekiyor” temasıyla uyumlu, sakin ve güven verici konuşması da buradaki liderliğin kalibresinin daha yüksek olduğunu ortaya koyuyordu.
Cumhuriyetçilerin aksine, Demokratların kongresinde ve kampanyalarında, işçi sınıfının ekonomik sorunlarına, kadınlara, siyahlara, Latin Amerika kökenlilere, eşcinsellere ve hatta öğrencilere yönelik, bu kesimlerin sorunlarını teker teker ele alan bir yaklaşım vardı. Neredeyse “sınıf mücadelesi” söylemine yakın bir dilin benimsendiği görülüyordu. Demokratlar da bireyciydi doğal olarak ama kongrede sunulan bireycilik, toplum karşısında sorumluluğa, dayanışmaya ilişkin tonlar içeriyordu.
Dış politika söz konusu olduğunda Demokratların, Bin Ladin’in öldürülmesini, Afganistan ve Irak’tan çekilmeyi vurgulayan, diplomasiye vurgu yapan, savaş gazilerine daha iyi yaşam koşulları vaat eden bir dili benimsedikleri görülüyordu.
Bu kısa özetten hareketle, karşımızda abartılı bir oligarşik ulusalcılıkla abartılı bir halkçı ulusalcılık olduğunu söyleyebiliriz.
Tabii bunların kampanya söylemleri olduğunu, ABD’nin gerek içinde olduğu ekonomik krizin, gerekse de dünyadaki konumunun gerçek sorunlarını halka aktarmamaya dikkat eden bir noktada buluştuğunu, neticede, her iki adayın da kim seçilirse seçilsin ABD devletinin yapısal özelliklerinin, egemen sermayenin sorunlarının koyduğu sınırlamalar içinde hareket etmek zorunda olduklarını unutmamak gerekiyor. Bu iki aday arasında ulusalcılık ve bireycilik alanlarında geliştirdikleri farklarıysa, ülkede keskinleşmekte olan sınıf mücadelesinin partilerin kampanyalarına sızması olarak görebiliriz: Biri mali oligarşinin korkusunun, diğeri mali oligarsinin halkın gittikçe artan öfkesini peşine takma arzusunun ürünü...
Kongreler tamamlandıktan sonra yapılan kamuoyu yoklamaları, kongre sonrasında Mitt Romney’in desteğinde bir artış olmazken, Obama’nın kongre dinamiğinden yararlanarak 4-5 puan öne geçmesi, başkanlık seçimlerini kazanma şansının şimdilik arttığını düşündürüyor.
Dünya ekonomisinin yaklaşık dörtte birini oluşturmasının yanı sıra, dünyanın toplam savunma harcamalarının yüzde 48’ini gerçekleştiren, gerilemekte olan hegemonyasını korumaya çalışan ABD’nin izleyeceği ekonomik politika, dış politika sorunlarına yaklaşma tarzı, dünyanın geri kalanını çok yakından ilgilendiriyor. Hangi yapısal sorunlarla ve sınırlamalarla karşılaşacak olursa olsun bu politikaların başında duracak siyasetçiyi belirleyecek olan seçimler de...
İki kongre ve seçim kampanyası arasındaki farklara geçmeden bir noktayı vurgulamak gerekiyor: İki kongrede de abartılı bir ulusalcı dil egemendi. “Tarihin en yüce ulusu”, “dünyanın lideri” gibi genellemeler havada uçuşuyordu. Bakan adaylarının ikisi de, ülkenin eski büyüklüğünü, zenginliğini (“iyi de peki bu nasıl kaybedildi?” tartışmasına girmeden) restore etmeyi amaçlıyordu. Bu abartılı ulusalcı zemin üzerinde ileri sürülen politikalardaki farklar, karşımıza bu abartılı ulusalcılığın iki farklı versiyonunu çıkarıyordu.
İki kongre, iki ‘vizyon’
Cumhuriyetçilerin kongresinin, seçim kampanyasının iki temel ekseni olduğu söylenebilir. Birincisi, Ayn Rand’ı, Hayek’i anımsatan, “Ben kendimi kurtarırım, kimseye, hele devlete gereksinimim yok, toplumun geri kalanına ne olur, beni ilgilendirmez” diyen, toplumsal sorumluluğu, dayanışmayı dışlayan patolojik bir bireycilik. İkincisi, “Obama’ya oy verdiniz krizden çıkaramadı, şimdi bana verin, sorunları ben çözerim” diyen, çok genel, Obama’yı karalamaya odaklanmış, onun komünist olduğunu düşünecek kadar sağa savrulmuş bir propaganda hattı. Bu hat kongrede, kampanyada çok sinirli, saldırgan, nefret dolu, ırkçı, kadın ve eşcinsel haklarına, yoksullara düşmanca yaklaşan bir dilin egemen olmasına yol açtı. Dil ve mantık o kadar bireyciydi ki, o kadar dar çıkarlara odaklıydı ki, savunma harcamalarını arttıracağını söyleyen, Rusya ve Çin’i hedef alan militarist bir dile karşılık, halen savaşmakta ve ölmekte olan ABD askerlerine, sürmekte olan savaşlara, Cumhuriyetçilerin kongresinde değinen bile olmadı.
Demokratların kongresinde çok farklı bir hava vardı. Kongre, rahat, kendinden emin, kızgın olmayan, zaman zaman şakacı bir havada geçti. Michelle Obama’nın kocasını tanıtan, Bill Clinton’ın kampanya konularını beceriyle açıklayan, gaflarıyla ünlü Biden’in sakin, ağırbaşlı konuşmaları kongreye enerji verdi. Son gün, Obama’nın, birçok yorumcu tarafından sıkıcı bulunan, ama bana kalırsa, adamın retorik bilgisini de düşününce, “İşimiz zor ama yapabiliriz, sabırlı olmak gerekiyor” temasıyla uyumlu, sakin ve güven verici konuşması da buradaki liderliğin kalibresinin daha yüksek olduğunu ortaya koyuyordu.
Cumhuriyetçilerin aksine, Demokratların kongresinde ve kampanyalarında, işçi sınıfının ekonomik sorunlarına, kadınlara, siyahlara, Latin Amerika kökenlilere, eşcinsellere ve hatta öğrencilere yönelik, bu kesimlerin sorunlarını teker teker ele alan bir yaklaşım vardı. Neredeyse “sınıf mücadelesi” söylemine yakın bir dilin benimsendiği görülüyordu. Demokratlar da bireyciydi doğal olarak ama kongrede sunulan bireycilik, toplum karşısında sorumluluğa, dayanışmaya ilişkin tonlar içeriyordu.
Dış politika söz konusu olduğunda Demokratların, Bin Ladin’in öldürülmesini, Afganistan ve Irak’tan çekilmeyi vurgulayan, diplomasiye vurgu yapan, savaş gazilerine daha iyi yaşam koşulları vaat eden bir dili benimsedikleri görülüyordu.
Bu kısa özetten hareketle, karşımızda abartılı bir oligarşik ulusalcılıkla abartılı bir halkçı ulusalcılık olduğunu söyleyebiliriz.
Tabii bunların kampanya söylemleri olduğunu, ABD’nin gerek içinde olduğu ekonomik krizin, gerekse de dünyadaki konumunun gerçek sorunlarını halka aktarmamaya dikkat eden bir noktada buluştuğunu, neticede, her iki adayın da kim seçilirse seçilsin ABD devletinin yapısal özelliklerinin, egemen sermayenin sorunlarının koyduğu sınırlamalar içinde hareket etmek zorunda olduklarını unutmamak gerekiyor. Bu iki aday arasında ulusalcılık ve bireycilik alanlarında geliştirdikleri farklarıysa, ülkede keskinleşmekte olan sınıf mücadelesinin partilerin kampanyalarına sızması olarak görebiliriz: Biri mali oligarşinin korkusunun, diğeri mali oligarsinin halkın gittikçe artan öfkesini peşine takma arzusunun ürünü...
Wednesday, September 05, 2012
Ekonomik Kriz - Silah Piyasası
Küresel kapitalizmin yapısal krizi, iki mali çöküşle (1997, 2007) sarsılarak yoluna devam ederken, geçen günlerde yayımlanan araştırmalar, bu dönemde şiddet olaylarında, savaşlarda görülen artışı anlamamıza yardım edecek veriler sunuyordu: Dünya ekonomisi bir krizin pençesinde kıvranır, işsizlik, yoksulluk, toplumsal, bölgesel eşitsizlikler artarken, silah endüstrisinin, özellikle ABD’de adeta altın çağını yaşadığı görülüyor.
Kriz mi? Ne krizi?
New York Times’ın, ABD İstatistik Bürosu’nun topladığı verilere dayanarak yayımladığı bir grafik (31/07/09) mali krizin başladığı, dünya ticaretinin hızla daralmaya başladığı 2007-2009 yıllarında, ABD dayanıklı tüketim malları ihracatı da gerilerken, silah sanayii malları ihracatının hızla arttığını ortaya koyuyordu. Grafikte, 2007 yılında, dayanıklı tüketim malları ihracatındaki artış, 2000 yılı ortalamasının yüzde 10 üstünde bir yerde seyrederken, 2009 yılına gelindiğinde, 2000 yılının yüzde 25 altına gerilemiş olduğu görülüyordu. Grafik, aynı dönemde savunma malları ihracatında 2000’e göre yüzde 50 artış düzeyinden yüzde 125 düzeyine yükseldiğini gösteriyordu.
ABD Kongre’sinin partiler üstü Araştırma Servisi’nin geçen hafta yayımlanan raporu, ABD silah ihracatının 2011’de tarihsel bir rekor kırarak bir önceki yıla göre yüzde 300 arttığını ortaya koyuyordu. Bir önceki tarihsel rekor da 2009 yılına aitmiş. NYT’den aktardığım grafik, ithalatın 2009 yılında, bir önceki yıla göre yüzde yüzden fazla arttığını gösteriyordu. Kongre Araştırma Servisi verileri ABD silah ihracatının 2009’da 31 milyar dolardan 2011’de 66.3 milyar dolara çıkarak, 85.5 milyar dolarlık küresel silah piyasasının üçte ikisine ulaştığını gösteriyor. Hemen arkasından gelen Rusya’nın toplam içindeki payı yalnızca yüzde 5.6. Avrupa’nın toplam payı da 2010’da yüzde 12.2’den yüzde 7.2’ye gerilemiş.
Araştırma Servisi’nin raporu, 2011 yılı ihracatının ağırlıklı olarak, uçaklarla, füze savunma sistemlerini kapsadığını, Ortadoğu’ya, Körfez ülkelerine yönelik olarak gerçekleştiğini aktarıyor. Suudi Arabistan 84 yeni F-15 alırken, filosundaki 70 F-15 uçağının sistemlerini yenilemiş. Birleşik Arap Emirlikleri 3.49 milyar dolarlık füze savunma sistemi, 1 milyar dolar ödeyerek de 16 Chinook helikopteri almış, Umman da 18 F-16 satın almış. Araştırma bu silahlanma eğiliminin arkasında, İran korkusunun yattığını vurguluyor.
‘Merkez’den ‘çevre’ye
Araştırma, dünya ekonomisindeki yeniden daralma eğilimlerine de işaret ederek silah piyasasında rekabetin sertleşirken ihracatçıların, ülkelerdeki ve bölgelerdeki potansiyel (gelecekte oluşması olası) pazarlar üzerinde yoğunlaştığına işaret ediyor.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün, (SIPRI) silah piyasasında alıcılar ve tedarik yolları üzerine yaptığı eğilim araştırması (ISN, 3/09/2012) Batı’nın sattığı silahların esas olarak gelişmekte olan ülkelere ve enerji ihracatçısı ülkelere gittiğini ortaya koyuyor. SIPRI savaşlarda siviller arasındaki can kaybının yüzde 90’ına neden olduğu hesaplanan hafif silahların satışlarında yaşanan artışlara da dikkat çekiyor.
Bu da bizi Cenevre kaynaklı bağımsız bir araştırma kurumu, SAS’ın geçen hafta yayımladığı Hafif Silahlar Araştırması -2012 raporuna getiriyor. Dört yıllık yoğun ve kapsamlı bir çalışmaya dayanan araştırma, 52 ülkeye yapılan yasal silah satışlarının 2006’dan bu yana yüzde yüz artarak 8.5 milyar dolara ulaştığını saptıyor. Ancak Afrika, Asya ve Ortadoğu devletlerinin şeffaflık düzeylerinin düşük olmasından hareketle araştırma gerçek ihracatın daha yüksek olduğunu düşünüyor. Araştırmayı hazırlayan kuruluşun yöneticisi Eric Berman’a göre yasadışı silah ticareti de muhafazakâr bir tahminle 2 milyar dolara ulaşıyor.
Araştırma, hafif silahlar alanında, yıllık 100 milyon dolardan daha fazla ihracat yapabilen ABD, İtalya, Almanya, Brezilya, Avusturya, Japonya, İsviçre, Rusya, Fransa, Güney Kore, Belçika ve İspanya gibi ülkelerin pazara egemen olduğuna, uluslararası silah ticaret anlaşmasının da bizzat bu ülkeler tarafından engellendiğine işaret ediyor.
Asya krizini, Kosova savaşları, 11 Eylül olayı, terörizmle savaş, Afganistan ve Irak savaşları izlemişti. 2007’de patlak veren finansal krizi, Arap Baharı, Libya ve Suriye olayları, Sünni, Şii kamplaşmasının, “İran nükleer silah yapıyor” korkusunun körüklenmesi izliyor. Şimdi silah piyasasında ihracatçı ülkelerin potansiyel ülke ve bölgelere odaklandığına ilişkin saptamadan kalkarak “Acaba bundan sonra neresi?” diye düşünmeye devam edebiliriz…
Kriz mi? Ne krizi?
New York Times’ın, ABD İstatistik Bürosu’nun topladığı verilere dayanarak yayımladığı bir grafik (31/07/09) mali krizin başladığı, dünya ticaretinin hızla daralmaya başladığı 2007-2009 yıllarında, ABD dayanıklı tüketim malları ihracatı da gerilerken, silah sanayii malları ihracatının hızla arttığını ortaya koyuyordu. Grafikte, 2007 yılında, dayanıklı tüketim malları ihracatındaki artış, 2000 yılı ortalamasının yüzde 10 üstünde bir yerde seyrederken, 2009 yılına gelindiğinde, 2000 yılının yüzde 25 altına gerilemiş olduğu görülüyordu. Grafik, aynı dönemde savunma malları ihracatında 2000’e göre yüzde 50 artış düzeyinden yüzde 125 düzeyine yükseldiğini gösteriyordu.
ABD Kongre’sinin partiler üstü Araştırma Servisi’nin geçen hafta yayımlanan raporu, ABD silah ihracatının 2011’de tarihsel bir rekor kırarak bir önceki yıla göre yüzde 300 arttığını ortaya koyuyordu. Bir önceki tarihsel rekor da 2009 yılına aitmiş. NYT’den aktardığım grafik, ithalatın 2009 yılında, bir önceki yıla göre yüzde yüzden fazla arttığını gösteriyordu. Kongre Araştırma Servisi verileri ABD silah ihracatının 2009’da 31 milyar dolardan 2011’de 66.3 milyar dolara çıkarak, 85.5 milyar dolarlık küresel silah piyasasının üçte ikisine ulaştığını gösteriyor. Hemen arkasından gelen Rusya’nın toplam içindeki payı yalnızca yüzde 5.6. Avrupa’nın toplam payı da 2010’da yüzde 12.2’den yüzde 7.2’ye gerilemiş.
Araştırma Servisi’nin raporu, 2011 yılı ihracatının ağırlıklı olarak, uçaklarla, füze savunma sistemlerini kapsadığını, Ortadoğu’ya, Körfez ülkelerine yönelik olarak gerçekleştiğini aktarıyor. Suudi Arabistan 84 yeni F-15 alırken, filosundaki 70 F-15 uçağının sistemlerini yenilemiş. Birleşik Arap Emirlikleri 3.49 milyar dolarlık füze savunma sistemi, 1 milyar dolar ödeyerek de 16 Chinook helikopteri almış, Umman da 18 F-16 satın almış. Araştırma bu silahlanma eğiliminin arkasında, İran korkusunun yattığını vurguluyor.
‘Merkez’den ‘çevre’ye
Araştırma, dünya ekonomisindeki yeniden daralma eğilimlerine de işaret ederek silah piyasasında rekabetin sertleşirken ihracatçıların, ülkelerdeki ve bölgelerdeki potansiyel (gelecekte oluşması olası) pazarlar üzerinde yoğunlaştığına işaret ediyor.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün, (SIPRI) silah piyasasında alıcılar ve tedarik yolları üzerine yaptığı eğilim araştırması (ISN, 3/09/2012) Batı’nın sattığı silahların esas olarak gelişmekte olan ülkelere ve enerji ihracatçısı ülkelere gittiğini ortaya koyuyor. SIPRI savaşlarda siviller arasındaki can kaybının yüzde 90’ına neden olduğu hesaplanan hafif silahların satışlarında yaşanan artışlara da dikkat çekiyor.
Bu da bizi Cenevre kaynaklı bağımsız bir araştırma kurumu, SAS’ın geçen hafta yayımladığı Hafif Silahlar Araştırması -2012 raporuna getiriyor. Dört yıllık yoğun ve kapsamlı bir çalışmaya dayanan araştırma, 52 ülkeye yapılan yasal silah satışlarının 2006’dan bu yana yüzde yüz artarak 8.5 milyar dolara ulaştığını saptıyor. Ancak Afrika, Asya ve Ortadoğu devletlerinin şeffaflık düzeylerinin düşük olmasından hareketle araştırma gerçek ihracatın daha yüksek olduğunu düşünüyor. Araştırmayı hazırlayan kuruluşun yöneticisi Eric Berman’a göre yasadışı silah ticareti de muhafazakâr bir tahminle 2 milyar dolara ulaşıyor.
Araştırma, hafif silahlar alanında, yıllık 100 milyon dolardan daha fazla ihracat yapabilen ABD, İtalya, Almanya, Brezilya, Avusturya, Japonya, İsviçre, Rusya, Fransa, Güney Kore, Belçika ve İspanya gibi ülkelerin pazara egemen olduğuna, uluslararası silah ticaret anlaşmasının da bizzat bu ülkeler tarafından engellendiğine işaret ediyor.
Asya krizini, Kosova savaşları, 11 Eylül olayı, terörizmle savaş, Afganistan ve Irak savaşları izlemişti. 2007’de patlak veren finansal krizi, Arap Baharı, Libya ve Suriye olayları, Sünni, Şii kamplaşmasının, “İran nükleer silah yapıyor” korkusunun körüklenmesi izliyor. Şimdi silah piyasasında ihracatçı ülkelerin potansiyel ülke ve bölgelere odaklandığına ilişkin saptamadan kalkarak “Acaba bundan sonra neresi?” diye düşünmeye devam edebiliriz…
Wednesday, August 29, 2012
Yeni Osmanlılar...
AKP Türkiyesi’nin Suriye politikası, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını nihayet devralmaya başlamış görünüyor, ama bir farkla...
AKP hükümete geldiğinde “Kürt sorunu” olarak tanımlanan, Kürtlerin “kendi kaderlerini tayin etme” talepleri bağlamında 1984’ten bu yana büyük kana ve servete mal olarak süren savaşta ilk kez, iki tarafı da tatmin edebilecek bir “çözüm”, buna açılabilecek bir “barış”, olasılıklar yelpazesi içine girmeye başlamıştı. Kürt hareketinin siyasi ve askeri kanadı, ayrılma, devlet kurma talebinden vazgeçtiğini söylüyor, birlikte barış içinde yaşamanın koşullarını aramaya, konuşmaya hazır olduğunu açıklıyordu. Çatışmalarda da belirgin bir azalma söz konusuydu. Dahası İran ve Suriye, Türkiye ile ilişkilerini geliştiriyor, “Kürt sorunu bağlamında” denklemin dışında kalmaya özen gösteriyorlardı.
On yıllık AKP yönetimi, gerek iç politikada kurguladığı ama gerçekleştiremediği “açılım”, onun ardından gelen KCK tutuklamalarıyla, gerekse de dış politikada giderek benimsediği, Suriye’de bir rejim değişikliği projesinin derinliklerine hızla dalmaya yol açan çizgiyle bugün karşımıza bambaşka bir manzara çıkardı.
Birincisi, birlikte yaşamaya açılacak bir barış için gerekli diyalog zemininin tasfiyesi anlamına geliyordu. Bu tasfiye çabaları hızla ilerlerken, Suriye olayı patlak verdi ve Kürt sorunu “aniden”, Şemdinli saldırısıyla, Gaziantep’te patlayan araç bombayla yeni bir viraja girdi.
İkincisine gelince, anımsarsanız. NATO’nun Libya’yı yıkma operasyonu başladığında, bir sonraki adım olarak Suriye ayrıntılı bir biçimde tartışılmış, müdahale durumunda ortaya nasıl bir “kâbus” çıkacağına ilişkin kapsamlı çözümlemeler üretilmişti. Benim de yazılarımda aktardığım tartışmalar, Suriye rejiminin Libya rejimine göre çok daha dirençli olduğunu, coğrafi, kentsel ve mezhep/dini ve etnik (Kürtler) farklılıkların tüm bölge ülkelerinin rejimlerini tehdit edecek bir parçalanmaya yol açabileceğini, bölge halklarına uzun yıllar boyunca çok pahalıya patlayacağını söylüyordu.
Dahası birçok yorumcu, Dışişleri’ne yol gösteren “stratejik derinlik” teorisinin tarihsel ve güncel gerçekliğe uymadığını da vurguluyor, “kötü teori kötü ilaç gibidir, öldürür” diyerek uyarıyordu. Ama AKP hükümeti bu uyarılara kulaklarını tıkayarak Batı’nın Suriye’de rejim değişikliği projesine büyük bir hevesle adeta balıklama daldı.
Suriye’ye ilişkin tüm öngörüler gerçekleşmeye, Suriye ve İran, Kürt sorunu denklemine geri dönmeye başlayınca da, AKP Türkiye’si de, giderek tüm parçalarının birleşmesiyle oluşacak bir Kürdistan’ın olasılıklar yelpazesine girmeye başlamasıyla, karşısında ekonomik, askeri hatta siyasi kapasitelerini çok aşan yeni bir Kürt “realitesi” buldu.
Üstelik, Türkiye’yi de kapsayan bir Sünni-Şii kamplaşmasıyla bölünmeye başlayan Ortadoğu’da, bu bölünmenin dışında, tarafların hepsine mesafeli bir “büyük Kürt devleti” olasılığı, ABD ve İsrail analistleri tarafından, dengeleyici bir unsur olarak ilgi konusu olmaya başlıyordu.
Şimdi giderek artan sayıda siyasi analistin, Türkiye’nin Suriye politikasının başarısını, Kürt sorununa siyasi bir çözüm üretebilme kapasitesine bağlamaya başladığını görüyoruz. Ama, AKP hükümetinin bölgeyi anlama tarzı, bu tarzın ülkede oluşturmaya başladığı yeni ruh hali, muhalefet partilerinin yetersizlikleri, Türkiye’nin seçkinlerinin dün çok daha uygun koşullarda üretemedikleri bir çözümü, bugün “yeni koşullarda” üretebilme noktasından çok uzakta olduklarını düşündürüyor.
Bu resmin içinde çok korkutucu üç olgu daha var. Birincisi, AKP’nin Suriye politikası, Türkiye topraklarında, Selefi savaşçılarını, El Kaide kadrolarını da barındıran, eğiten, ülkenin seçilmiş temsilcilerine de kapalı tutulabilen askeri kampların oluşmasına yol açtı. Enternasyonalist özelliğe sahip bir akıma ait olan bu savaşçıların yarın nerede ne yapacağı belli değil. İkincisi, AKP’nin devleti devralırken “eski rejimin” kadrolarıyla sürdürdüğü hesaplaşmanın tamamlanmasına bağlı olarak, bu kez “yeni rejimin” kendi içinde bir hesaplaşmayı başlattığı görülüyor. Bu hesaplaşma devlet yönetiminin (statecraft) bütünlüğünü kaybetme, “kazalara” yol açma, belirsizlikler yaratma olasılığını artırıyor. Üçüncüsü, Alevi kökenli vatandaşlara yönelik aşağılayıcı ve saldırgan söylem ve eylemler, büyük kentlerde yaşayan yaygın ve genç Kürt nüfusla birlikte düşünülünce, provokasyonlara açık, ateşlendiğinde büyük felaketlere yol açabilecek patlayıcı bir karışımın oluşmaya başladığı görülüyor.
Bunlara yeniden derinleşmeye başlayan bir uluslararası mali kriz içinde, ülke ekonomisinin başı üzerinde adeta “Demokles’in kılıcı” gibi duran kaynak gereksinimi eklenince, karşımıza şöyle bir ironi çıkıyor: AKP Osmanlı mirasını başarıyla devralmaya başlamış görünüyor, ama bu miras imparatorluğun çöküş yıllarını anımsatıyor.
AKP hükümete geldiğinde “Kürt sorunu” olarak tanımlanan, Kürtlerin “kendi kaderlerini tayin etme” talepleri bağlamında 1984’ten bu yana büyük kana ve servete mal olarak süren savaşta ilk kez, iki tarafı da tatmin edebilecek bir “çözüm”, buna açılabilecek bir “barış”, olasılıklar yelpazesi içine girmeye başlamıştı. Kürt hareketinin siyasi ve askeri kanadı, ayrılma, devlet kurma talebinden vazgeçtiğini söylüyor, birlikte barış içinde yaşamanın koşullarını aramaya, konuşmaya hazır olduğunu açıklıyordu. Çatışmalarda da belirgin bir azalma söz konusuydu. Dahası İran ve Suriye, Türkiye ile ilişkilerini geliştiriyor, “Kürt sorunu bağlamında” denklemin dışında kalmaya özen gösteriyorlardı.
On yıllık AKP yönetimi, gerek iç politikada kurguladığı ama gerçekleştiremediği “açılım”, onun ardından gelen KCK tutuklamalarıyla, gerekse de dış politikada giderek benimsediği, Suriye’de bir rejim değişikliği projesinin derinliklerine hızla dalmaya yol açan çizgiyle bugün karşımıza bambaşka bir manzara çıkardı.
Birincisi, birlikte yaşamaya açılacak bir barış için gerekli diyalog zemininin tasfiyesi anlamına geliyordu. Bu tasfiye çabaları hızla ilerlerken, Suriye olayı patlak verdi ve Kürt sorunu “aniden”, Şemdinli saldırısıyla, Gaziantep’te patlayan araç bombayla yeni bir viraja girdi.
İkincisine gelince, anımsarsanız. NATO’nun Libya’yı yıkma operasyonu başladığında, bir sonraki adım olarak Suriye ayrıntılı bir biçimde tartışılmış, müdahale durumunda ortaya nasıl bir “kâbus” çıkacağına ilişkin kapsamlı çözümlemeler üretilmişti. Benim de yazılarımda aktardığım tartışmalar, Suriye rejiminin Libya rejimine göre çok daha dirençli olduğunu, coğrafi, kentsel ve mezhep/dini ve etnik (Kürtler) farklılıkların tüm bölge ülkelerinin rejimlerini tehdit edecek bir parçalanmaya yol açabileceğini, bölge halklarına uzun yıllar boyunca çok pahalıya patlayacağını söylüyordu.
Dahası birçok yorumcu, Dışişleri’ne yol gösteren “stratejik derinlik” teorisinin tarihsel ve güncel gerçekliğe uymadığını da vurguluyor, “kötü teori kötü ilaç gibidir, öldürür” diyerek uyarıyordu. Ama AKP hükümeti bu uyarılara kulaklarını tıkayarak Batı’nın Suriye’de rejim değişikliği projesine büyük bir hevesle adeta balıklama daldı.
Suriye’ye ilişkin tüm öngörüler gerçekleşmeye, Suriye ve İran, Kürt sorunu denklemine geri dönmeye başlayınca da, AKP Türkiye’si de, giderek tüm parçalarının birleşmesiyle oluşacak bir Kürdistan’ın olasılıklar yelpazesine girmeye başlamasıyla, karşısında ekonomik, askeri hatta siyasi kapasitelerini çok aşan yeni bir Kürt “realitesi” buldu.
Üstelik, Türkiye’yi de kapsayan bir Sünni-Şii kamplaşmasıyla bölünmeye başlayan Ortadoğu’da, bu bölünmenin dışında, tarafların hepsine mesafeli bir “büyük Kürt devleti” olasılığı, ABD ve İsrail analistleri tarafından, dengeleyici bir unsur olarak ilgi konusu olmaya başlıyordu.
Şimdi giderek artan sayıda siyasi analistin, Türkiye’nin Suriye politikasının başarısını, Kürt sorununa siyasi bir çözüm üretebilme kapasitesine bağlamaya başladığını görüyoruz. Ama, AKP hükümetinin bölgeyi anlama tarzı, bu tarzın ülkede oluşturmaya başladığı yeni ruh hali, muhalefet partilerinin yetersizlikleri, Türkiye’nin seçkinlerinin dün çok daha uygun koşullarda üretemedikleri bir çözümü, bugün “yeni koşullarda” üretebilme noktasından çok uzakta olduklarını düşündürüyor.
Bu resmin içinde çok korkutucu üç olgu daha var. Birincisi, AKP’nin Suriye politikası, Türkiye topraklarında, Selefi savaşçılarını, El Kaide kadrolarını da barındıran, eğiten, ülkenin seçilmiş temsilcilerine de kapalı tutulabilen askeri kampların oluşmasına yol açtı. Enternasyonalist özelliğe sahip bir akıma ait olan bu savaşçıların yarın nerede ne yapacağı belli değil. İkincisi, AKP’nin devleti devralırken “eski rejimin” kadrolarıyla sürdürdüğü hesaplaşmanın tamamlanmasına bağlı olarak, bu kez “yeni rejimin” kendi içinde bir hesaplaşmayı başlattığı görülüyor. Bu hesaplaşma devlet yönetiminin (statecraft) bütünlüğünü kaybetme, “kazalara” yol açma, belirsizlikler yaratma olasılığını artırıyor. Üçüncüsü, Alevi kökenli vatandaşlara yönelik aşağılayıcı ve saldırgan söylem ve eylemler, büyük kentlerde yaşayan yaygın ve genç Kürt nüfusla birlikte düşünülünce, provokasyonlara açık, ateşlendiğinde büyük felaketlere yol açabilecek patlayıcı bir karışımın oluşmaya başladığı görülüyor.
Bunlara yeniden derinleşmeye başlayan bir uluslararası mali kriz içinde, ülke ekonomisinin başı üzerinde adeta “Demokles’in kılıcı” gibi duran kaynak gereksinimi eklenince, karşımıza şöyle bir ironi çıkıyor: AKP Osmanlı mirasını başarıyla devralmaya başlamış görünüyor, ama bu miras imparatorluğun çöküş yıllarını anımsatıyor.
Wednesday, July 25, 2012
Bugünün en önemli sorunu
AKP döneminde demokratik hak ve özgürlükleri sınırlamaya yönelik uygulamalar öncelikle kadınları hedef alarak ilerliyor. Yeni “disiplin rejimi”, “estetik rejimi” topluma kadınların toplumsal konumunu değiştirebildiği ölçüde giriyor.
Bu tespit doğruysa, “kadın hakları” (buna bağlı, olarak “cinsel özgürlükler”), savunulması gereken en önemli mevzi konumuna yükselmiştir. Bu mevzi kaybedilirse toplum siyasal İslamın “toplumsal mühendislik” projesi karşısında tümüyle savunmasız kalacaktır...
Bu saldırı dalgası, bir taraftan kadına yönelik şiddet olaylarının, günlük yaşamda erkek egemenliğinin “mikrofaşist” müdahale ve tacizlerinin baş döndürücü bir hızla artmasıyla, öbür taraftan AKP seçkinlerinin, siyasal İslamın entelektüellerinin kılık kıyafet, tecavüz, evlenme yaşı gibi hassas konularda açıklamalarıyla ilerliyor. Bu “de facto” saldırı giderek sezaryen, kürtaj, “ertesi günü hapı” vb. alanlarda yasalarla “de jure” olmaya başladı.
Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 99’u Müslüman. AKP’ye gelene kadar süreç ağır aksak da olsa kadın haklarının, cinsel özgürlüklerin gelişmesinden yana işledi. Öyleyse bu saldırıyı halkın dini duyarlılıklarıyla doğrudan ilişkilendirmek doğru olmayacaktır. Ben “kadın sorununun” bugün ilk savunulması gereken mevzi konumuna yükseldiğini düşünmeye, “Bu saldırı neden AKP döneminde..” sorusuna cevap ararken başladım.
İlk dikkatimi çeken, kadın haklarına yönelik saldırıları adeta gölge gibi işçi haklarına yönelik saldırıların izlemesiydi. Kürtaj, sezaryen tartışmaları gündeme girerken aynı anda kıdem tazminatını fiilen kaldırmayı amaçlayan tartışmalar başladı. Kadına yönelik şiddet olayları artarken “Kürt açılımı” hızla yerini KCK tutuklamalarına bıraktı.
Kadının üzerinde iki baskı birden olduğu hep söylenir: Erkek egemenliği ve sermayenin baskısı. Ama bu ikisinin arasındaki ilişki üzerinde pek durulmaz. Liberalizmin etkisiyle, sermayenin, erkek egemenliğine gereksinim duymadığı, kapitalizmde erkek egemenliğinin ortadan kalkabileceği dahi düşünülür.
Bir sembiyoz ilişkisi
Hem yakın hem de uzak tarihe ilişkin gözlemler, bu iyimserliği desteklemiyor. Kadınların özgürleşme sürecinde, kapitalizmin, “1950-70” arasındaki büyüme döneminde feminist atılımlar, yapısal krizin derinleşmesiyle birlikte, yerini kadın bedeninin giderek daha küçük yaşlardaki kızları kapsayacak biçimde metalaşmasının hızlanmasına, kadını çocuksulaştıran, çıplaklığını daha çok kullanan reklamcılığa, porno endüstrisindeki patlamaya bıraktı. Karşıt dalga, “yumuşak” pornografinin sıradanlaşmasına, nihayet Germain Greer’in bir keresinde vurguladığı gibi “kadın bedeninin daha erişilebilir kılınmasına” açıldı.
Kapitalizmle erkek egemenliği arasındaki “sembiyoz” ilişkisini “uzak tarihe”, kapitalizmin doğuş dönemi Avrupası’na, Silvia Federici’nin, (Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation) çalışmasının ışığında baktığımızda da görebiliyoruz.
Feodalizmin uzun krizi sırasında, birçoğuna kadınların liderlik ettiği ya da geniş bir biçimde katıldığı “protokomünist”, din karşıtı halkçı köylü/proleter hareketlerin yaygın biçimde patlak verdiği görülüyor. Federici’nın bulguları kapitalizmin, kilisenin, aristokrasinin ve tüccar sınıfların, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak, birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları karşı saldırı içinden doğduğunu gösteriyor. Bu anlamda kapitalizmin doğuş süreci feodalizme, mülkiyete karşı yükselen isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük dalgasını, bastıran bir “karşıdevrim” işlevi görüyor.
Bu ittifak, isyanları bastırmanın, emeği ucuzlatmanın, nüfusu artırmanın yollarını arıyor. Ortak kullanılan toprakların özelleştirilmesi, yeni mülksüz, ama çalışma koşullarını kabul etmektense, serseriliği, eşkıyalığı seçen bir nüfus oluşturmaya başlıyor.
Yeni kapitalist sınıf, yeni işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının eve kapatılması, ücreti ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Böylece, bugün bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.
Zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığı körükleniyor; erkeğin sisteme olan tepkisi, öfkesi kadına yönlendiriliyor. Böylece işçi sınıfı daha doğarken bölünüyor. Kadına yönelik şiddet, hatta tecavüz, özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda meşrulaştırılıyor, zorunlu evlilikler teşvik ediliyor. İtiraz eden, çocuk doğurmayı reddeden, sorgulamada ağlamayan kadın, cadı mahkemelerinde yargılanıyor, işkencelerle idam ediliyor. Kadının cinselliği, bedeni hızla disiplin altına alınıyor: Kürtaj, doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan cinsel ilişkileri, içki içmeyi, çıplaklığı cezalandıran yasalar çıkarılıyor. Yükselmekte olan kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence yerlerini, halkın bir araya geldiği mekânları kapatmaya çalışıyor.
AKP’nin başarısı tanımlanırken yükselmekte olan yeni bir kapitalist sınıfı temsil ettiği hep vurgulanır. Kadınları, cinsel özgürlükleri hedef alan saldırı, bence öncelikle bu sınıfın sermaye birikimi, emek disiplini gereksinimlerinden kaynaklanıyor. Öyleye, bu hakları öncelikle savunmak gerekiyor!
Bu tespit doğruysa, “kadın hakları” (buna bağlı, olarak “cinsel özgürlükler”), savunulması gereken en önemli mevzi konumuna yükselmiştir. Bu mevzi kaybedilirse toplum siyasal İslamın “toplumsal mühendislik” projesi karşısında tümüyle savunmasız kalacaktır...
Bu saldırı dalgası, bir taraftan kadına yönelik şiddet olaylarının, günlük yaşamda erkek egemenliğinin “mikrofaşist” müdahale ve tacizlerinin baş döndürücü bir hızla artmasıyla, öbür taraftan AKP seçkinlerinin, siyasal İslamın entelektüellerinin kılık kıyafet, tecavüz, evlenme yaşı gibi hassas konularda açıklamalarıyla ilerliyor. Bu “de facto” saldırı giderek sezaryen, kürtaj, “ertesi günü hapı” vb. alanlarda yasalarla “de jure” olmaya başladı.
Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 99’u Müslüman. AKP’ye gelene kadar süreç ağır aksak da olsa kadın haklarının, cinsel özgürlüklerin gelişmesinden yana işledi. Öyleyse bu saldırıyı halkın dini duyarlılıklarıyla doğrudan ilişkilendirmek doğru olmayacaktır. Ben “kadın sorununun” bugün ilk savunulması gereken mevzi konumuna yükseldiğini düşünmeye, “Bu saldırı neden AKP döneminde..” sorusuna cevap ararken başladım.
İlk dikkatimi çeken, kadın haklarına yönelik saldırıları adeta gölge gibi işçi haklarına yönelik saldırıların izlemesiydi. Kürtaj, sezaryen tartışmaları gündeme girerken aynı anda kıdem tazminatını fiilen kaldırmayı amaçlayan tartışmalar başladı. Kadına yönelik şiddet olayları artarken “Kürt açılımı” hızla yerini KCK tutuklamalarına bıraktı.
Kadının üzerinde iki baskı birden olduğu hep söylenir: Erkek egemenliği ve sermayenin baskısı. Ama bu ikisinin arasındaki ilişki üzerinde pek durulmaz. Liberalizmin etkisiyle, sermayenin, erkek egemenliğine gereksinim duymadığı, kapitalizmde erkek egemenliğinin ortadan kalkabileceği dahi düşünülür.
Bir sembiyoz ilişkisi
Hem yakın hem de uzak tarihe ilişkin gözlemler, bu iyimserliği desteklemiyor. Kadınların özgürleşme sürecinde, kapitalizmin, “1950-70” arasındaki büyüme döneminde feminist atılımlar, yapısal krizin derinleşmesiyle birlikte, yerini kadın bedeninin giderek daha küçük yaşlardaki kızları kapsayacak biçimde metalaşmasının hızlanmasına, kadını çocuksulaştıran, çıplaklığını daha çok kullanan reklamcılığa, porno endüstrisindeki patlamaya bıraktı. Karşıt dalga, “yumuşak” pornografinin sıradanlaşmasına, nihayet Germain Greer’in bir keresinde vurguladığı gibi “kadın bedeninin daha erişilebilir kılınmasına” açıldı.
Kapitalizmle erkek egemenliği arasındaki “sembiyoz” ilişkisini “uzak tarihe”, kapitalizmin doğuş dönemi Avrupası’na, Silvia Federici’nin, (Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation) çalışmasının ışığında baktığımızda da görebiliyoruz.
Feodalizmin uzun krizi sırasında, birçoğuna kadınların liderlik ettiği ya da geniş bir biçimde katıldığı “protokomünist”, din karşıtı halkçı köylü/proleter hareketlerin yaygın biçimde patlak verdiği görülüyor. Federici’nın bulguları kapitalizmin, kilisenin, aristokrasinin ve tüccar sınıfların, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak, birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları karşı saldırı içinden doğduğunu gösteriyor. Bu anlamda kapitalizmin doğuş süreci feodalizme, mülkiyete karşı yükselen isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük dalgasını, bastıran bir “karşıdevrim” işlevi görüyor.
Bu ittifak, isyanları bastırmanın, emeği ucuzlatmanın, nüfusu artırmanın yollarını arıyor. Ortak kullanılan toprakların özelleştirilmesi, yeni mülksüz, ama çalışma koşullarını kabul etmektense, serseriliği, eşkıyalığı seçen bir nüfus oluşturmaya başlıyor.
Yeni kapitalist sınıf, yeni işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının eve kapatılması, ücreti ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Böylece, bugün bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.
Zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığı körükleniyor; erkeğin sisteme olan tepkisi, öfkesi kadına yönlendiriliyor. Böylece işçi sınıfı daha doğarken bölünüyor. Kadına yönelik şiddet, hatta tecavüz, özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda meşrulaştırılıyor, zorunlu evlilikler teşvik ediliyor. İtiraz eden, çocuk doğurmayı reddeden, sorgulamada ağlamayan kadın, cadı mahkemelerinde yargılanıyor, işkencelerle idam ediliyor. Kadının cinselliği, bedeni hızla disiplin altına alınıyor: Kürtaj, doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan cinsel ilişkileri, içki içmeyi, çıplaklığı cezalandıran yasalar çıkarılıyor. Yükselmekte olan kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence yerlerini, halkın bir araya geldiği mekânları kapatmaya çalışıyor.
AKP’nin başarısı tanımlanırken yükselmekte olan yeni bir kapitalist sınıfı temsil ettiği hep vurgulanır. Kadınları, cinsel özgürlükleri hedef alan saldırı, bence öncelikle bu sınıfın sermaye birikimi, emek disiplini gereksinimlerinden kaynaklanıyor. Öyleye, bu hakları öncelikle savunmak gerekiyor!
Wednesday, July 18, 2012
'UW' ve yerli ortakları
(18 Temmuz 2012 )
ABD, Libya’dan sonra, Suriye’de de bir UW (Unconventional Warfare – konvansiyonel olmayan savaş) stratejisi uyguluyor. UW’nin, 2010’da yayımlanmış (TC 18-01.), halen güncelleştirilmekte olan bir el kitabı da var (internetten ulaşabilirsiniz). Bu el kitabını, Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin projeleri yansıtan, bizim yıllar önce yayımladığımız haritayla, bu haritayı aktaran Albay Ralph Peters’in Pentagon Haberalma Ofisi Başkan Yardımcı olduğu sırada, ABD Harp Akademisi dergisi Parameters için 1997’de kaleme aldığı, yeni savaşlarda bilgi dağılımının, yönetiminin önemini tartışan “Constant Conflic” (sürekli çatışma) başlıklı denemesiyle birlikte okumak gerekiyor.
Kısaca anımsatırsam, harita “Büyük Ortadoğu” bölgesinin etnik, dini temellerde küçük homojen devletlere bölünmesi halinde oluşacak yeni durumu betimliyordu. Denemede de Peters, bugün yeni savaşları kazanmanın yolunun, savaşa ilişkin bilgilerin denetiminin, üretiminin, yayılmasının etkin biçimde yönetilmesinden (information warfare) geçtiğini savunuyordu.
UW’nin el kitabı
Kısaca özetlersem: UW, ABD’nin politikalarını benimsemeyen yönetimleri, doğrudan konvansiyonel savaşlar (Irak, Afganistan) yerine, o ülke içindeki toplumsal (etnik, dini hatta ekonomik) çelişkilerden, hoşnutsuzluklardan yararlanarak devirmeye, kendine yakın bir yönetimi yerleştirmeye ilişkin. ABD, UW’yi gerektiğinde geniş çaplı askeri hareketlere açılan, bir işgal gücünün girişine zemin hazırlayan bir yöntem olarak görüyor (s. 8).
El kitabı ABD güçleri açısından UW sürecini (isyancıların gelişme sürecini değil) yedi aşamalı olarak düşünüyor: Hazırlık, ilk temas, sızma, örgütleme, inşa, konvansiyonel güçlerle birleşecek harekâtlar, ulusal denetimi ele geçirerek düzenli orduya geçerken var olanı dağıtmak.
Bu saptamalardan sonra UW el kitabı, Mao’dan “Gerilla halk içinde suda balık gibidir” Sun Tzu’dan “Savaşta gizli hareketler esastır” alıntılarıyla, devam ediyor.
UW planının en önemli ilgi nesnesi “halkın psikolojisi”. UW el kitabı ya bunu kendi projesinden yana değiştirmeyi ya da göreli olarak sayısı küçük bir isyancı grubunun iktidara el koymasını kabul edebilecek bir tarafsızlığa çekmeyi hedefliyor. Bu nedenle, günümüzde sosyal medyayı, internet alanını, denetlemek ve kullanmak özellikle önem kazanıyor.
İkinci araç, rejime karşı savaşmaya niyetli, ABD ile işbirliğine açık, uygun bir ideolojiye, liderliğe sahip, sınırlı da olsa bir isyancı hareket bulmak ya da üretmek (bu konuda ilginç bir araştırma “The Syrian opposition: Who’s doing the talking?”, The Guardian 15/07/2012 – bir özeti için: www.haber.sol.org.tr/dunyadan/esad-muhalefetinin-emperyalizm-ile-yakin-iliskisi-dikkat-cekiyor-haberi-57061) eğitmek, örgütlemek, ülkenin ve dünyanın kamuoyuna tanıtmak. Hemen ardından da bir tür “cephe örgütleri” kurarak bunların halkın yeni ve meşru temsilcisi olduğunu, hükümetin meşruiyetini artık kaybettiğini, medya yoluyla yaymaya başlamak. Hedef ülkelerin son derece de baskıcı, halkı tarafından zaten sevilmeyen yönetimlerden oluşması da bu propagandaların etkisini arttırıyor.
Sonra sıra bu isyancıları, (“cephe örgütünü”, askerlerini) finansal, askeri olarak doğrudan ya da gerektiğinde sabotaj, suikast vb, yöntemlerle desteklemeye geliyor. UW bu adımların başarılı olabilmesi için ülkede yaygın bir çatışma havasının yaratılması gerektiğini söylüyor.
Bu UW’nin başarılı olabilmesi için medyadaki kanaat önderlerine büyük görevler düşüyor. Ne yazık ki Türkiye’de de kimi köşe yazarları, bu stratejinin en önemli bileşeni olan “yanlış bilgilendirme savaşına” doğrudan katılıyorlar.
Bu yazarlardan biri kendisiyle aynı noktada bulunmayanları, pazartesi günü “Suriye’de yaşananlara duyarsız kalmakla” (müdahaleden yana olmamakla) suçluyordu: “Perşembe günü Suriye’de Hama yakınlarında Tiremse köyündeki korkunç katliam. Esad rejimine bağlı tanklar, ağır silahlar direnen köyü sardı, bombardıman başladı, insanlar camilere sığındı, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu 200’ün üzerinde insan öldürüldü” diyor ve ekliyordu “Ne olup bittiğini bilgisayarda iki klikle öğrenebilirsiniz. Öğrenmediyseniz zaten ayıp.”
Ne olup bittiğini kolaylıkla öğrenmek olanaklı, ortada gerçekten bir ayıp var. Ne olup bittiğini öğrenmek için UW stratejisinin propagandalarından başka şeyler de okumak, olaylar karşısında eleştirel mesafeyi korumak gerekiyor. Ayıp olan bunları yapmadan yazmak. Pazartesi günü New York Times, Tiremse’de yaşananların katliam değil, bir savaş olduğunu aktarıyor, ölü sayısını yüzde elli indirirken içlerinde kadınların, çocukların olmadığını vurguluyordu. Biz bunun böyle olduğunu hafta sonunda çoktan internetteki çeşitli kaynaklardan öğrenmiş bulunuyorduk. “Sol.org” gibi sosyalist web siteleri bu bilgileri aktarmaya başlamışlardı. Evet ortada bir ayıp var, ama bu “Suriye projesine” katılanların ayıbı...
ABD, Libya’dan sonra, Suriye’de de bir UW (Unconventional Warfare – konvansiyonel olmayan savaş) stratejisi uyguluyor. UW’nin, 2010’da yayımlanmış (TC 18-01.), halen güncelleştirilmekte olan bir el kitabı da var (internetten ulaşabilirsiniz). Bu el kitabını, Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin projeleri yansıtan, bizim yıllar önce yayımladığımız haritayla, bu haritayı aktaran Albay Ralph Peters’in Pentagon Haberalma Ofisi Başkan Yardımcı olduğu sırada, ABD Harp Akademisi dergisi Parameters için 1997’de kaleme aldığı, yeni savaşlarda bilgi dağılımının, yönetiminin önemini tartışan “Constant Conflic” (sürekli çatışma) başlıklı denemesiyle birlikte okumak gerekiyor.
Kısaca anımsatırsam, harita “Büyük Ortadoğu” bölgesinin etnik, dini temellerde küçük homojen devletlere bölünmesi halinde oluşacak yeni durumu betimliyordu. Denemede de Peters, bugün yeni savaşları kazanmanın yolunun, savaşa ilişkin bilgilerin denetiminin, üretiminin, yayılmasının etkin biçimde yönetilmesinden (information warfare) geçtiğini savunuyordu.
UW’nin el kitabı
Kısaca özetlersem: UW, ABD’nin politikalarını benimsemeyen yönetimleri, doğrudan konvansiyonel savaşlar (Irak, Afganistan) yerine, o ülke içindeki toplumsal (etnik, dini hatta ekonomik) çelişkilerden, hoşnutsuzluklardan yararlanarak devirmeye, kendine yakın bir yönetimi yerleştirmeye ilişkin. ABD, UW’yi gerektiğinde geniş çaplı askeri hareketlere açılan, bir işgal gücünün girişine zemin hazırlayan bir yöntem olarak görüyor (s. 8).
El kitabı ABD güçleri açısından UW sürecini (isyancıların gelişme sürecini değil) yedi aşamalı olarak düşünüyor: Hazırlık, ilk temas, sızma, örgütleme, inşa, konvansiyonel güçlerle birleşecek harekâtlar, ulusal denetimi ele geçirerek düzenli orduya geçerken var olanı dağıtmak.
Bu saptamalardan sonra UW el kitabı, Mao’dan “Gerilla halk içinde suda balık gibidir” Sun Tzu’dan “Savaşta gizli hareketler esastır” alıntılarıyla, devam ediyor.
UW planının en önemli ilgi nesnesi “halkın psikolojisi”. UW el kitabı ya bunu kendi projesinden yana değiştirmeyi ya da göreli olarak sayısı küçük bir isyancı grubunun iktidara el koymasını kabul edebilecek bir tarafsızlığa çekmeyi hedefliyor. Bu nedenle, günümüzde sosyal medyayı, internet alanını, denetlemek ve kullanmak özellikle önem kazanıyor.
İkinci araç, rejime karşı savaşmaya niyetli, ABD ile işbirliğine açık, uygun bir ideolojiye, liderliğe sahip, sınırlı da olsa bir isyancı hareket bulmak ya da üretmek (bu konuda ilginç bir araştırma “The Syrian opposition: Who’s doing the talking?”, The Guardian 15/07/2012 – bir özeti için: www.haber.sol.org.tr/dunyadan/esad-muhalefetinin-emperyalizm-ile-yakin-iliskisi-dikkat-cekiyor-haberi-57061) eğitmek, örgütlemek, ülkenin ve dünyanın kamuoyuna tanıtmak. Hemen ardından da bir tür “cephe örgütleri” kurarak bunların halkın yeni ve meşru temsilcisi olduğunu, hükümetin meşruiyetini artık kaybettiğini, medya yoluyla yaymaya başlamak. Hedef ülkelerin son derece de baskıcı, halkı tarafından zaten sevilmeyen yönetimlerden oluşması da bu propagandaların etkisini arttırıyor.
Sonra sıra bu isyancıları, (“cephe örgütünü”, askerlerini) finansal, askeri olarak doğrudan ya da gerektiğinde sabotaj, suikast vb, yöntemlerle desteklemeye geliyor. UW bu adımların başarılı olabilmesi için ülkede yaygın bir çatışma havasının yaratılması gerektiğini söylüyor.
Bu UW’nin başarılı olabilmesi için medyadaki kanaat önderlerine büyük görevler düşüyor. Ne yazık ki Türkiye’de de kimi köşe yazarları, bu stratejinin en önemli bileşeni olan “yanlış bilgilendirme savaşına” doğrudan katılıyorlar.
Bu yazarlardan biri kendisiyle aynı noktada bulunmayanları, pazartesi günü “Suriye’de yaşananlara duyarsız kalmakla” (müdahaleden yana olmamakla) suçluyordu: “Perşembe günü Suriye’de Hama yakınlarında Tiremse köyündeki korkunç katliam. Esad rejimine bağlı tanklar, ağır silahlar direnen köyü sardı, bombardıman başladı, insanlar camilere sığındı, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu 200’ün üzerinde insan öldürüldü” diyor ve ekliyordu “Ne olup bittiğini bilgisayarda iki klikle öğrenebilirsiniz. Öğrenmediyseniz zaten ayıp.”
Ne olup bittiğini kolaylıkla öğrenmek olanaklı, ortada gerçekten bir ayıp var. Ne olup bittiğini öğrenmek için UW stratejisinin propagandalarından başka şeyler de okumak, olaylar karşısında eleştirel mesafeyi korumak gerekiyor. Ayıp olan bunları yapmadan yazmak. Pazartesi günü New York Times, Tiremse’de yaşananların katliam değil, bir savaş olduğunu aktarıyor, ölü sayısını yüzde elli indirirken içlerinde kadınların, çocukların olmadığını vurguluyordu. Biz bunun böyle olduğunu hafta sonunda çoktan internetteki çeşitli kaynaklardan öğrenmiş bulunuyorduk. “Sol.org” gibi sosyalist web siteleri bu bilgileri aktarmaya başlamışlardı. Evet ortada bir ayıp var, ama bu “Suriye projesine” katılanların ayıbı...
Thursday, June 28, 2012
B.O.P. - Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet) 27 Haziran 2012 -
Büyük Ortadoğu Projesi battıktan sonra, Büyük Ortadoğu’nun panoraması kaosa dönüşme eğilimleri sergiliyor. Müslüman Kardeşler hareketinin de bu bölgeyi ABD hegemonyasına bağlayacak yeni Büyük Ortadoğu Palamarı olarak şekillendiği görülüyor.
Büyük Ortadoğu panaroması
En “sağlam” yerden başlarsak, Suudi Arabistan’ı “demir yumrukla” yöneten İçişleri Bakanı, Kral Abdullah’ın veliahtı Nayef bin Abdul Aziz öldü. Abdullah, Nayef’in yerine yeni veliaht olarak Savunma Bakanı Salman bin Abdul Aziz’i atadı. Ancak hanedanın veliahtlarının ortalama yaşı 80. Karen Elliot’un Wall Street Journal’da aktardığı gibi, Suudi Krallığı’nda nüfusun yüzde 40’ı ayda 1000 doların altında bir gelirle yaşıyor, kronik bir genç işsizliği var, nüfusun yüzde 50’si 25 yaşın altında. Bu sırada bölgede yeni bir rejim projesi olarak Müslüman Kardeşler yükseliyor.
Bir başka istikrar “adası” da sözde demokratikleşmekte olan Kuveyt. Geçen günlerde Kuveyt emiri parlamentoyu bir ay askıya aldı. Arkasından Anayasa Mahkemesi, şubatta yapılmış seçimleri iptal ederek, parlamentoyu feshetti, seçmenin yüzde 56’sının reddettiği önceki parlamentoyu yeniden göreve getirdi.
Abdullah Al Şayji’nin Gulf News’de özetlediği gibi kaos yayılıyor: Libya artık silahlı milislerin ve savaş ağalarının elinde, Yemen’de yönetim yıkıldı yıkılacak, Tunus’ta, MK hükümeti, topluma din kurallarını dayatan yasaları birbiri ardına çıkardıkça, dinci - seküler gerginliği tırmanıyor. Suriye, isyancıların CIA ve Türkiye eliyle silahlandırıldığı bir iç savaşa doğru ilerliyor (25/06/12). En az Suudi Arabistan kadar istikrarlı olduğu varsayılan Türkiye, Kürt sorununa, akan kana bir çözüm üretemiyor. Dünyada AKP hükümetinin iç politikasında dinci ve baskıcı, dış politikasında maceracı reflekslerin egemen olduğuna ilişkin bir algı güçlenirken bir TC uçağı Suriye tarafından düşürülüyor. Türkiye’ye 10 milyar dolar hibe ettiği söylenen Suudi rejiminin gazetelerinden Al Awsat’ta bir yorumcu, sabırsızlanarak “Türkiye neden korkuyor, neden Suriye’ye cevap vermiyor” diye sorguluyor.
Lübnan, Suriye’ye bağlı olarak istikrarını kaybetmeye devam ediyor. Ürdün Kralı, Suriye’de iktidara Müslüman Kardeşler geldiği takdirde sürmesi olanaksız bir denge üzerinde durmaya çalışıyor. Bahreyn, Şii ağırlıklı isyanı bastırmaya gelen Suudi güçlerinin adeta işgali altında. Sünni - Şii kamplaşması devam ediyor. Rivayete göre Sudan’a da “bahar” gelmeye başlıyor. Bu sırada, İsrail’de, adeta siyahları, Yahudi olsa da istemiyoruz çılgınlığı yaşanıyor. Hamas’ın roketleri yeniden uçmaya başlıyor.
Mısır’da genel seçimler iptal edildi. Anayasa, cuntanın yetkilerini artıracak biçimde bizzat cunta tarafından yeniden “düzeltildi”. Kısacası Mısır’ın halen ne parlamentosu ne anayasası, hatta devlet başkanı yok. Devlet başkanlığı seçimlerini kıl payı kazanan, halk arasında “yedek lastik” lakaplı Morsi’nin göreve nerede yemin ederek başlayacağı belli değil.
Morsi yemin edecek yer bulsa, bir taraftan yetkilerini cunta gasp etmiş durumda; diğer taraftan iplerin aslında geçen hafta Wall Street Journal’a, konuşan MK lideri, milyarder işadamı Al Şater’in elinde olacağından kimsenin şüphesi yok.
Büyük Ortadoğu palamarı...
Geçen haftalarda “ABD - MK - Cunta” üçgeni, ABD’nin MK’ye verdiği destek, Ortadoğu medyasında etraflıca tartışıldı. Bu konuda Suudi rejiminin huzursuz olduğu anlaşılıyordu. Al Awsat’ta Tarık Alhomayed, MK’nin, cuntayla yaptığı pazarlıklara ilişkin ABD’den yardım istediğini aktardı. Al Ahram’ın bir haberine göre Özgür Mısırlılar Partisi, Demokratik Cephe Partisi, Devrim Sürüyor Koalisyonu, Tagammu Partisi, Kifaya Hareketi gibi, solcu, seküler, liberal gruplar ortak bir basın toplantısında ABD’nin MK’ye verdiği desteği kınadılar.
MK doğasına uygun olarak ısrarla “görüşmüyoruz” derken, Al Şater WSJ ile yaptığı söyleşide, baklayı ağzından çıkarıyor; hem orduyla hem de ABD ile görüştüklerini, cuntayla iktidarı paylaşmak konusunda anlaştıklarını, ama cuntanın bu anlaşmaya uymadığını açıklıyordu. Şater yalan söyleme geleneğine uyarak, “İslamda zorlama olmadığından, toplumu İslam kurallarına uymaya zorlamayacağız” diyordu. Şater için, “ABD ile stratejik ortaklık kurmak, uluslararası kredi piyasalarından yararlanmak, meşruiyet kazanmak açısından öncelik taşıyordu”.
Şater yalnızca Mısır’da ipleri elinde tutuyor olmayacak. MK, Mısır merkezli uluslararası bir hareket olduğundan, Şater, Tunus’tan Ürdün’e, en önemlisi Suriye’ye kadar geniş bir bölgede, ABD ile “stratejik işbirliği içinde” büyük etki sahibi olacak.
Bu süreçte, ABD bölgeyi MK ile kendine bağlayabilecek mi? Kim kimi peşine takıp götürecek? Bana, süreci yalnızca izlemekle kalmayacağız gibi geliyor; ne de olsa Osmanlıyız biz
Büyük Ortadoğu panaroması
En “sağlam” yerden başlarsak, Suudi Arabistan’ı “demir yumrukla” yöneten İçişleri Bakanı, Kral Abdullah’ın veliahtı Nayef bin Abdul Aziz öldü. Abdullah, Nayef’in yerine yeni veliaht olarak Savunma Bakanı Salman bin Abdul Aziz’i atadı. Ancak hanedanın veliahtlarının ortalama yaşı 80. Karen Elliot’un Wall Street Journal’da aktardığı gibi, Suudi Krallığı’nda nüfusun yüzde 40’ı ayda 1000 doların altında bir gelirle yaşıyor, kronik bir genç işsizliği var, nüfusun yüzde 50’si 25 yaşın altında. Bu sırada bölgede yeni bir rejim projesi olarak Müslüman Kardeşler yükseliyor.
Bir başka istikrar “adası” da sözde demokratikleşmekte olan Kuveyt. Geçen günlerde Kuveyt emiri parlamentoyu bir ay askıya aldı. Arkasından Anayasa Mahkemesi, şubatta yapılmış seçimleri iptal ederek, parlamentoyu feshetti, seçmenin yüzde 56’sının reddettiği önceki parlamentoyu yeniden göreve getirdi.
Abdullah Al Şayji’nin Gulf News’de özetlediği gibi kaos yayılıyor: Libya artık silahlı milislerin ve savaş ağalarının elinde, Yemen’de yönetim yıkıldı yıkılacak, Tunus’ta, MK hükümeti, topluma din kurallarını dayatan yasaları birbiri ardına çıkardıkça, dinci - seküler gerginliği tırmanıyor. Suriye, isyancıların CIA ve Türkiye eliyle silahlandırıldığı bir iç savaşa doğru ilerliyor (25/06/12). En az Suudi Arabistan kadar istikrarlı olduğu varsayılan Türkiye, Kürt sorununa, akan kana bir çözüm üretemiyor. Dünyada AKP hükümetinin iç politikasında dinci ve baskıcı, dış politikasında maceracı reflekslerin egemen olduğuna ilişkin bir algı güçlenirken bir TC uçağı Suriye tarafından düşürülüyor. Türkiye’ye 10 milyar dolar hibe ettiği söylenen Suudi rejiminin gazetelerinden Al Awsat’ta bir yorumcu, sabırsızlanarak “Türkiye neden korkuyor, neden Suriye’ye cevap vermiyor” diye sorguluyor.
Lübnan, Suriye’ye bağlı olarak istikrarını kaybetmeye devam ediyor. Ürdün Kralı, Suriye’de iktidara Müslüman Kardeşler geldiği takdirde sürmesi olanaksız bir denge üzerinde durmaya çalışıyor. Bahreyn, Şii ağırlıklı isyanı bastırmaya gelen Suudi güçlerinin adeta işgali altında. Sünni - Şii kamplaşması devam ediyor. Rivayete göre Sudan’a da “bahar” gelmeye başlıyor. Bu sırada, İsrail’de, adeta siyahları, Yahudi olsa da istemiyoruz çılgınlığı yaşanıyor. Hamas’ın roketleri yeniden uçmaya başlıyor.
Mısır’da genel seçimler iptal edildi. Anayasa, cuntanın yetkilerini artıracak biçimde bizzat cunta tarafından yeniden “düzeltildi”. Kısacası Mısır’ın halen ne parlamentosu ne anayasası, hatta devlet başkanı yok. Devlet başkanlığı seçimlerini kıl payı kazanan, halk arasında “yedek lastik” lakaplı Morsi’nin göreve nerede yemin ederek başlayacağı belli değil.
Morsi yemin edecek yer bulsa, bir taraftan yetkilerini cunta gasp etmiş durumda; diğer taraftan iplerin aslında geçen hafta Wall Street Journal’a, konuşan MK lideri, milyarder işadamı Al Şater’in elinde olacağından kimsenin şüphesi yok.
Büyük Ortadoğu palamarı...
Geçen haftalarda “ABD - MK - Cunta” üçgeni, ABD’nin MK’ye verdiği destek, Ortadoğu medyasında etraflıca tartışıldı. Bu konuda Suudi rejiminin huzursuz olduğu anlaşılıyordu. Al Awsat’ta Tarık Alhomayed, MK’nin, cuntayla yaptığı pazarlıklara ilişkin ABD’den yardım istediğini aktardı. Al Ahram’ın bir haberine göre Özgür Mısırlılar Partisi, Demokratik Cephe Partisi, Devrim Sürüyor Koalisyonu, Tagammu Partisi, Kifaya Hareketi gibi, solcu, seküler, liberal gruplar ortak bir basın toplantısında ABD’nin MK’ye verdiği desteği kınadılar.
MK doğasına uygun olarak ısrarla “görüşmüyoruz” derken, Al Şater WSJ ile yaptığı söyleşide, baklayı ağzından çıkarıyor; hem orduyla hem de ABD ile görüştüklerini, cuntayla iktidarı paylaşmak konusunda anlaştıklarını, ama cuntanın bu anlaşmaya uymadığını açıklıyordu. Şater yalan söyleme geleneğine uyarak, “İslamda zorlama olmadığından, toplumu İslam kurallarına uymaya zorlamayacağız” diyordu. Şater için, “ABD ile stratejik ortaklık kurmak, uluslararası kredi piyasalarından yararlanmak, meşruiyet kazanmak açısından öncelik taşıyordu”.
Şater yalnızca Mısır’da ipleri elinde tutuyor olmayacak. MK, Mısır merkezli uluslararası bir hareket olduğundan, Şater, Tunus’tan Ürdün’e, en önemlisi Suriye’ye kadar geniş bir bölgede, ABD ile “stratejik işbirliği içinde” büyük etki sahibi olacak.
Bu süreçte, ABD bölgeyi MK ile kendine bağlayabilecek mi? Kim kimi peşine takıp götürecek? Bana, süreci yalnızca izlemekle kalmayacağız gibi geliyor; ne de olsa Osmanlıyız biz
Thursday, June 21, 2012
Yunanistan dersleri
(20 Haziran 2012 )
Bugünlerde, Avrupa’da, dünyada emekçiler çok uzun bir süreden sonra ilk kez işçilerin, halkın çıkarlarına öncelik verecek bir hükümetin, hatta yeni bir iktidar biçimine açılabilecek yeni “tarihsel blokunun” Yunanistan’da oluşmaya başladığına tanıklık ediyor, bu deneyimi kendi ülkelerinde tekrarlamanın yollarını düşünüyor olabilirlerdi. Ama öyle olmadı.
Pazartesi sabahı gazeteler, AB liderlerinin, piyasaların (uluslararası mali sermayenin) derin bir nefes aldıklarını, tehlikenin şimdilik, geçtiğini anlatıyorlardı. Pazartesi akşamı haberler, Angela Merkel’in, umulanın aksine, Yunanistan politikacılarına, “uzlaşma yok, kemer sıkmaya devam” dediğini aktarıyorlardı.
Seçim sonuçları...
Seçimlerde, muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi oyların yüzde 29’unu aldı. Birinci olan partiye, meclise fazladan 50 iskemle veriliyor. YDP eğer “sosyal demokrat” PASOK’u ikna ederse, 300 iskemleli mecliste 162 İskemleye dayanan bir koalisyon kurma şansı yakaladı.
Ne ki, YDP lideri basının karşısına çıkıp, “Yunan halkı iradesini Avrupa Birliği’nden yana koydu” derken düpedüz yalan söylüyordu. Birincisi, Yunan halkının yüzde 80’i zaten AB’den çıkmaktan yana değildi, depresyonun ortasında, dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı çıkıyorlardı. İkincisi, YDP hem 1999 yenilgisinde aldığı oyların bile gerisine düşmüştü hem de seçmenin yaklaşık yüzde 40’ının katılmadığı bir seçimlerde aldığı “yüzde 30”, seçmenin yüzde otuzunun bile iradesini temsil etmiyordu. Üçüncüsü, kemer sıkma politikalarına evet diyen PASOK’un oyları da yüzde 13.2’den 12.28’e gerilemişti.
Geçen seçimlerde, emekçileri hedef alan kemer sıkma politikalarına karşı çıkarak yüzde 17 oy alan sol blok SYRIZA, bu kez oyunu yüzde 27’ye yükseltti. Böylece, YDP ile SYRIZA arasında yalnızca yüzde 2.7’lik bir seçmen kitlesi kalıyordu. 6 Mayıs seçimlerinde yüzde 8.5 oy alan Yunanistan Komünist Partisi KKE’nin oylarıysa, seçmeninin önemli bir kısmı SYRIZA’ya kayınca yüzde 4.5’e geriledi. Faşist Altın Şafak partisinin oylarının değişmeyerek yüzde 7’de kalmış olması kararlı bir toplumsal tabana sahip olduğunu gösteriyordu.
Özetle, gerek seçmenin tercihi, ama daha da önemlisi bu tercihin momentumu, Yunanistan emekçi sınıflarının kemer sıkma politikalarına karşı olduğunu gösteriyordu. Eğer KKE farklı bir tutum alsaydı, sol bir ittifak bugünlerde hükümet kurma çalışmalarını, daha da önemlisi, bir başka yerde tartıştığım gibi (www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45710) emekten yana halkçı bir “tarihsel blok” inşa çabalarını başlatabilecekti.
İki korku...
Bu sonuçların oluşmasında sanırım iki korku rol oynadı. Birincisi, uluslararası mali sermayenin, tüm medya, toplumsal ilişkiler, organik entelektüeller aracılığıyla topluma dayattığı ikilemin orta sınıflarda yarattığı korkuydu: Ya YDP ve PASOK’a oy verecek, böylece kemer sıkma politikalarını kabul edeceksin ya da kemer sıkma politikalarını reddeden SYRIZA oy verecek, böylece Avrupa Birliği’nden çıkacaksın. O zaman AB’nin geleceği tehlikeye girecek Yunanistan ekonomisi, toplumu bir kaosa sürüklenecek. AB’nin ve Yunanistan’ın kaderi bir avuç yeniyetme radikale, Neo-Marksist entelektüele bırakılamayacağına göre... Bu propaganda, orta sınıfların bir kısmını korkutarak YDP’ye yönlendirdi.
Bu korkuyu yayanlar, bugün, uçurumun kenarından döndüklerini düşünüyorlar. Tarih bize, bunların bir daha bu noktaya gelmemek için önlem almaya başlayacaklarını söylüyor. Eğer muhafazakârlar hükümet kurmayı başarırlarsa, SYRIZA muhalefetteyken üzerinde yapılacak operasyonları hep birlikte izleyeceğiz.
İkincisi de bence, KKE’nin seçimlerde SYRIZA’ya destek vermesini engelleyen korkuydu. KKE’nin açıklamalarından, bu korkunun iki bileşeni olduğu anlaşılıyor. Birincisi, günlük politikada SYRIZA ile olan rekabetinden hareketle, “beni eritmeye çalışıyorlar”, bağımsızlığımı koruyamazsam, işçi sınıfının çıkarlarının, mücadelesinin bağımsızlığını koruyamam korkusu. İkinci de, devrim koşulları yok, hükümeti alırsak yönetemeyiz, faşizm gelir korkusu. Bu tutum, KKE’ye seçmeninin yarıya yakınını kaybettirdi. Kaçan fırsatlar bilinçlere çıktıkça bu kayıp daha da artacak. İkincisi, devim koşulları yok ama bu koşullara yol açabilecek “devrimci durum” (yönetenler ve yönetilenler ilişkisi açısından) var. Dahası, “devrim koşullarına” geçmeye olanak verecek, ittifaklar zinciri, anti-kapitalist söylem, bunun üzerinde “karşı hegemonya”, giderek anti kapitalist halkçı bir “tarihsel blok” oluşturmanın olasılığı da var. Seçimlerden önce vardı, şimdi, muhafazakâr partilerin yeniden saldırıya geçmeye hazırlandıkları koşullarda da var.
Solun bu seçim sonuçlarından gereken dersler çıkarıp, güçlerini, temsil ettiğini iddia ettiği sınıfların iradelerini bir araya toplayarak bir “tarihsel blok” kurmaya çalışması gerekiyor. “Devrim koşulları” kendiliğinden oluşmuyor. Bu koşulların “Devrimci durum” içinde, öznenin pratiğiyle inşa edilmesi gerekiyor.
Bugünlerde, Avrupa’da, dünyada emekçiler çok uzun bir süreden sonra ilk kez işçilerin, halkın çıkarlarına öncelik verecek bir hükümetin, hatta yeni bir iktidar biçimine açılabilecek yeni “tarihsel blokunun” Yunanistan’da oluşmaya başladığına tanıklık ediyor, bu deneyimi kendi ülkelerinde tekrarlamanın yollarını düşünüyor olabilirlerdi. Ama öyle olmadı.
Pazartesi sabahı gazeteler, AB liderlerinin, piyasaların (uluslararası mali sermayenin) derin bir nefes aldıklarını, tehlikenin şimdilik, geçtiğini anlatıyorlardı. Pazartesi akşamı haberler, Angela Merkel’in, umulanın aksine, Yunanistan politikacılarına, “uzlaşma yok, kemer sıkmaya devam” dediğini aktarıyorlardı.
Seçim sonuçları...
Seçimlerde, muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi oyların yüzde 29’unu aldı. Birinci olan partiye, meclise fazladan 50 iskemle veriliyor. YDP eğer “sosyal demokrat” PASOK’u ikna ederse, 300 iskemleli mecliste 162 İskemleye dayanan bir koalisyon kurma şansı yakaladı.
Ne ki, YDP lideri basının karşısına çıkıp, “Yunan halkı iradesini Avrupa Birliği’nden yana koydu” derken düpedüz yalan söylüyordu. Birincisi, Yunan halkının yüzde 80’i zaten AB’den çıkmaktan yana değildi, depresyonun ortasında, dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı çıkıyorlardı. İkincisi, YDP hem 1999 yenilgisinde aldığı oyların bile gerisine düşmüştü hem de seçmenin yaklaşık yüzde 40’ının katılmadığı bir seçimlerde aldığı “yüzde 30”, seçmenin yüzde otuzunun bile iradesini temsil etmiyordu. Üçüncüsü, kemer sıkma politikalarına evet diyen PASOK’un oyları da yüzde 13.2’den 12.28’e gerilemişti.
Geçen seçimlerde, emekçileri hedef alan kemer sıkma politikalarına karşı çıkarak yüzde 17 oy alan sol blok SYRIZA, bu kez oyunu yüzde 27’ye yükseltti. Böylece, YDP ile SYRIZA arasında yalnızca yüzde 2.7’lik bir seçmen kitlesi kalıyordu. 6 Mayıs seçimlerinde yüzde 8.5 oy alan Yunanistan Komünist Partisi KKE’nin oylarıysa, seçmeninin önemli bir kısmı SYRIZA’ya kayınca yüzde 4.5’e geriledi. Faşist Altın Şafak partisinin oylarının değişmeyerek yüzde 7’de kalmış olması kararlı bir toplumsal tabana sahip olduğunu gösteriyordu.
Özetle, gerek seçmenin tercihi, ama daha da önemlisi bu tercihin momentumu, Yunanistan emekçi sınıflarının kemer sıkma politikalarına karşı olduğunu gösteriyordu. Eğer KKE farklı bir tutum alsaydı, sol bir ittifak bugünlerde hükümet kurma çalışmalarını, daha da önemlisi, bir başka yerde tartıştığım gibi (www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45710) emekten yana halkçı bir “tarihsel blok” inşa çabalarını başlatabilecekti.
İki korku...
Bu sonuçların oluşmasında sanırım iki korku rol oynadı. Birincisi, uluslararası mali sermayenin, tüm medya, toplumsal ilişkiler, organik entelektüeller aracılığıyla topluma dayattığı ikilemin orta sınıflarda yarattığı korkuydu: Ya YDP ve PASOK’a oy verecek, böylece kemer sıkma politikalarını kabul edeceksin ya da kemer sıkma politikalarını reddeden SYRIZA oy verecek, böylece Avrupa Birliği’nden çıkacaksın. O zaman AB’nin geleceği tehlikeye girecek Yunanistan ekonomisi, toplumu bir kaosa sürüklenecek. AB’nin ve Yunanistan’ın kaderi bir avuç yeniyetme radikale, Neo-Marksist entelektüele bırakılamayacağına göre... Bu propaganda, orta sınıfların bir kısmını korkutarak YDP’ye yönlendirdi.
Bu korkuyu yayanlar, bugün, uçurumun kenarından döndüklerini düşünüyorlar. Tarih bize, bunların bir daha bu noktaya gelmemek için önlem almaya başlayacaklarını söylüyor. Eğer muhafazakârlar hükümet kurmayı başarırlarsa, SYRIZA muhalefetteyken üzerinde yapılacak operasyonları hep birlikte izleyeceğiz.
İkincisi de bence, KKE’nin seçimlerde SYRIZA’ya destek vermesini engelleyen korkuydu. KKE’nin açıklamalarından, bu korkunun iki bileşeni olduğu anlaşılıyor. Birincisi, günlük politikada SYRIZA ile olan rekabetinden hareketle, “beni eritmeye çalışıyorlar”, bağımsızlığımı koruyamazsam, işçi sınıfının çıkarlarının, mücadelesinin bağımsızlığını koruyamam korkusu. İkinci de, devrim koşulları yok, hükümeti alırsak yönetemeyiz, faşizm gelir korkusu. Bu tutum, KKE’ye seçmeninin yarıya yakınını kaybettirdi. Kaçan fırsatlar bilinçlere çıktıkça bu kayıp daha da artacak. İkincisi, devim koşulları yok ama bu koşullara yol açabilecek “devrimci durum” (yönetenler ve yönetilenler ilişkisi açısından) var. Dahası, “devrim koşullarına” geçmeye olanak verecek, ittifaklar zinciri, anti-kapitalist söylem, bunun üzerinde “karşı hegemonya”, giderek anti kapitalist halkçı bir “tarihsel blok” oluşturmanın olasılığı da var. Seçimlerden önce vardı, şimdi, muhafazakâr partilerin yeniden saldırıya geçmeye hazırlandıkları koşullarda da var.
Solun bu seçim sonuçlarından gereken dersler çıkarıp, güçlerini, temsil ettiğini iddia ettiği sınıfların iradelerini bir araya toplayarak bir “tarihsel blok” kurmaya çalışması gerekiyor. “Devrim koşulları” kendiliğinden oluşmuyor. Bu koşulların “Devrimci durum” içinde, öznenin pratiğiyle inşa edilmesi gerekiyor.
Thursday, June 14, 2012
Aman 'mayın eşeği olmayalım'
Bir okuyucum pazartesi yazımla ilgili olarak gönderdiği notta “Mayın eşeği olmayalım” diyordu. Kaygısına katılmamak elde değil.
Hem savaş davullarının sesinin aniden yükselmesine yol açan Hula katliamına ilişkin sorular, hem de Türkiye üzerinde baskılar artmaya devam ediyor.
Hula’da ne oldu?
Hula katliamından hemen sonra, ABD, İngiltere, Arap medyasında “Suriye’ye askeri müdahale” çağrısı yapan koro sesini daha da yükseltmişti. Ancak tüm şamataya karşın, Lübnan’da yayımlanan Al Akhbar gazetesinin 5 Haziran yorumunda vurgulandığı gibi, Hula’da aslında ne oldu hâlâ belli değil, her şey hâlâ çok bulanık.
Hula’da katliamı aslında “muhalefetin” düzenlediğine ilişkin Rusya kaynaklı iddialara, pazar günü, ABD’de muhafazakâr kanadın dergilerinden National Review’a yansıyan bir rapor eklendi. Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) için hazırlanan rapor, pazartesi günü aktardığım Rusya kaynaklı bulguları destekliyor.
FAZ’ın raporuna göre Hula katliamını Suriye muhalefeti gerçekleştirmiş, FAZ’ın görgü tanıklarından derlediği bilgilere göre, ölenlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi yanlısı Alevi ve Şii ailelerin üyeleri. FAZ, nüfusunun yüzde 90’ı Sünni olan Hula’da katliamda ölenlerin, Sünni İslamdan, Şii İslama geçen ailelerin üyelerinden oluştuğuna işaret ediyor.
Ortadoğu uzmanı, Martin Janssen de Belçika haber sitesi De Redactie’de yayımlanan araştırmasında, görgü tanıklarının, Hula’daki katliamı, kafası kazınmış uzun sakallı insanların gerçekleştirdiğini söylediklerini aktarıyor. Salı günü de Syria Report (muhalefete yakın) Marmarita bölgesinden 40 genci öldürenlere ilişkin, benzer görgü tanığı ifadeleri aktarıyordu. Bu tanımlamalar, Suriye askerlerine değil Radikal İslama, Selefi militanlara işaret ediyor.
NR yazarı, muhalefetin gerçekleştirdiği birçok gaddarca olayın, Batı ve Arap basını tarafından, yeniden paketlenerek, Suriye rejimi yapmış gibi sunulduğu konusunda, St. James Haçı Manastırı’ndan rahibe Agnes-Mariam’ın daha nisan ayından bu yana birçok uyarıda bulunduğunu da aktarıyor.
Fay hattına mı sürülüyoruz?
ABD, İngiltere başta olmak üzere Batı, Suriye’yi Libya’ya benzetmeye kararlı görünüyor. Bu nedenle de medya propaganda yayınına dozunu arttırarak devam ediyor. Kissinger gibi, dış politika duayenlerinin, pazartesi yazımda aktardığım uyarıları, anında “sen yanılıyorsun” tepkisiyle karşılanıyor.
Çünkü ABD sağının en militarist kesimleri Suriye “olayı”na, stratejik bir mekânı, enerji kaynaklarını denetleme bağlamında büyük anlam yüklüyor. Örneğin başında, eski CIA Başkanı James Woolsey’in bulunduğu “neo-con” tekkesi, Foundation for Defense of Democracies’in kurucu üyelerinden Clifford May’e göre, Esad yerinde kalırsa İran kazanmış olacak, Esad giderse ABD (NRO, 07/06). Bu amaç için Libya’da olduğu gibi Selefi akımlarla işbirliği yapmak da sorun değil; önemli olan İran’ı sıkıştıracak, İsrail’i koruyacak bir Sünni-Şii kamplaşmasının inşa edilmesi.
Ama bu madalyonun öbür yüzünde, Suriye ile olan ekonomik, siyasi bağlarını korumaya kararlı Rusya ve Çin var. Suriye bağlamında öncelikle Rusya önemli. Rusya için Suriye önemli bir silah pazarı. Rusya’nın Suriye’de büyük enerji sektörü yatırımları var. Rus donanmasının Akdeniz’de ikmal yapabileceği tek liman, Tartus da burada. Pazartesi aktardığım gibi Rusya’nın Suriye’deki personelinin (ekonomik, askeri, istihbarat) sayısı 100 bine ulaşıyor. Bu nedenlerden dolayı Rusya’nın Suriye’yi, ABD’ye ve bölgedeki enerji piyasası rakibi Suudi Arabistan’a kaptırmaya niyeti yok.
ABD’nin bölgedeki etkinlikleri, İran’ı hedef alması, Çin’i de tedirgin ediyor. Çin açısından Suriye’nin düşmesi, sıranın, önemli bir enerji tedarik kaynağı, yatırım piyasası ve stratejik coğrafya olan İran’ın da ayakta kalmasının olanaksızlaşması anlamına geliyor.
Bu jeopolitik diziliş, Suriye, İran çizgisinin, çok kırılgan bir fay hattı oluşturduğunu gösteriyor. ABD-Suudi Arabistan tarafında yer alan ve pazartesi günü Financial Times’ın başyazısının bir kez daha vurguladığı gibi, Suriye konusunda inisiyatif alması istenen Türkiye böylece her an kırılacak, kırıldıktan sonra da Lübnan’dan, bir askeri müdahale olursa devreye gireceğini açıklayan İran’a, Ürdün’den büyük bir Şii nüfusa sahip Suudi Arabistan’a hatta, Müslüman Kardeşler bağlamında Mısır’a kadar uzanacak, İsrail’i de kaçınılmaz olarak sarsacak bir depremin fay kırığı üzerine sürülmek isteniyor.
Bu sırada insan sormadan edemiyor: Sakın, aralarında, Fethullah Hoca Efendi’ye geçmişte referans mektubu yazmış Morton Abramowitz gibi tiplerin de bulunduğu kimi yorumcuların, düne kadar yere göğe koyamadıkları Başbakan Erdoğan’ın, otoriter eğilimlerinin şimdi farkına varmaya başlamaları bu konuyla ilgili, artmakta olan bir basıncın parçası olmasın?
Hem savaş davullarının sesinin aniden yükselmesine yol açan Hula katliamına ilişkin sorular, hem de Türkiye üzerinde baskılar artmaya devam ediyor.
Hula’da ne oldu?
Hula katliamından hemen sonra, ABD, İngiltere, Arap medyasında “Suriye’ye askeri müdahale” çağrısı yapan koro sesini daha da yükseltmişti. Ancak tüm şamataya karşın, Lübnan’da yayımlanan Al Akhbar gazetesinin 5 Haziran yorumunda vurgulandığı gibi, Hula’da aslında ne oldu hâlâ belli değil, her şey hâlâ çok bulanık.
Hula’da katliamı aslında “muhalefetin” düzenlediğine ilişkin Rusya kaynaklı iddialara, pazar günü, ABD’de muhafazakâr kanadın dergilerinden National Review’a yansıyan bir rapor eklendi. Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) için hazırlanan rapor, pazartesi günü aktardığım Rusya kaynaklı bulguları destekliyor.
FAZ’ın raporuna göre Hula katliamını Suriye muhalefeti gerçekleştirmiş, FAZ’ın görgü tanıklarından derlediği bilgilere göre, ölenlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi yanlısı Alevi ve Şii ailelerin üyeleri. FAZ, nüfusunun yüzde 90’ı Sünni olan Hula’da katliamda ölenlerin, Sünni İslamdan, Şii İslama geçen ailelerin üyelerinden oluştuğuna işaret ediyor.
Ortadoğu uzmanı, Martin Janssen de Belçika haber sitesi De Redactie’de yayımlanan araştırmasında, görgü tanıklarının, Hula’daki katliamı, kafası kazınmış uzun sakallı insanların gerçekleştirdiğini söylediklerini aktarıyor. Salı günü de Syria Report (muhalefete yakın) Marmarita bölgesinden 40 genci öldürenlere ilişkin, benzer görgü tanığı ifadeleri aktarıyordu. Bu tanımlamalar, Suriye askerlerine değil Radikal İslama, Selefi militanlara işaret ediyor.
NR yazarı, muhalefetin gerçekleştirdiği birçok gaddarca olayın, Batı ve Arap basını tarafından, yeniden paketlenerek, Suriye rejimi yapmış gibi sunulduğu konusunda, St. James Haçı Manastırı’ndan rahibe Agnes-Mariam’ın daha nisan ayından bu yana birçok uyarıda bulunduğunu da aktarıyor.
Fay hattına mı sürülüyoruz?
ABD, İngiltere başta olmak üzere Batı, Suriye’yi Libya’ya benzetmeye kararlı görünüyor. Bu nedenle de medya propaganda yayınına dozunu arttırarak devam ediyor. Kissinger gibi, dış politika duayenlerinin, pazartesi yazımda aktardığım uyarıları, anında “sen yanılıyorsun” tepkisiyle karşılanıyor.
Çünkü ABD sağının en militarist kesimleri Suriye “olayı”na, stratejik bir mekânı, enerji kaynaklarını denetleme bağlamında büyük anlam yüklüyor. Örneğin başında, eski CIA Başkanı James Woolsey’in bulunduğu “neo-con” tekkesi, Foundation for Defense of Democracies’in kurucu üyelerinden Clifford May’e göre, Esad yerinde kalırsa İran kazanmış olacak, Esad giderse ABD (NRO, 07/06). Bu amaç için Libya’da olduğu gibi Selefi akımlarla işbirliği yapmak da sorun değil; önemli olan İran’ı sıkıştıracak, İsrail’i koruyacak bir Sünni-Şii kamplaşmasının inşa edilmesi.
Ama bu madalyonun öbür yüzünde, Suriye ile olan ekonomik, siyasi bağlarını korumaya kararlı Rusya ve Çin var. Suriye bağlamında öncelikle Rusya önemli. Rusya için Suriye önemli bir silah pazarı. Rusya’nın Suriye’de büyük enerji sektörü yatırımları var. Rus donanmasının Akdeniz’de ikmal yapabileceği tek liman, Tartus da burada. Pazartesi aktardığım gibi Rusya’nın Suriye’deki personelinin (ekonomik, askeri, istihbarat) sayısı 100 bine ulaşıyor. Bu nedenlerden dolayı Rusya’nın Suriye’yi, ABD’ye ve bölgedeki enerji piyasası rakibi Suudi Arabistan’a kaptırmaya niyeti yok.
ABD’nin bölgedeki etkinlikleri, İran’ı hedef alması, Çin’i de tedirgin ediyor. Çin açısından Suriye’nin düşmesi, sıranın, önemli bir enerji tedarik kaynağı, yatırım piyasası ve stratejik coğrafya olan İran’ın da ayakta kalmasının olanaksızlaşması anlamına geliyor.
Bu jeopolitik diziliş, Suriye, İran çizgisinin, çok kırılgan bir fay hattı oluşturduğunu gösteriyor. ABD-Suudi Arabistan tarafında yer alan ve pazartesi günü Financial Times’ın başyazısının bir kez daha vurguladığı gibi, Suriye konusunda inisiyatif alması istenen Türkiye böylece her an kırılacak, kırıldıktan sonra da Lübnan’dan, bir askeri müdahale olursa devreye gireceğini açıklayan İran’a, Ürdün’den büyük bir Şii nüfusa sahip Suudi Arabistan’a hatta, Müslüman Kardeşler bağlamında Mısır’a kadar uzanacak, İsrail’i de kaçınılmaz olarak sarsacak bir depremin fay kırığı üzerine sürülmek isteniyor.
Bu sırada insan sormadan edemiyor: Sakın, aralarında, Fethullah Hoca Efendi’ye geçmişte referans mektubu yazmış Morton Abramowitz gibi tiplerin de bulunduğu kimi yorumcuların, düne kadar yere göğe koyamadıkları Başbakan Erdoğan’ın, otoriter eğilimlerinin şimdi farkına varmaya başlamaları bu konuyla ilgili, artmakta olan bir basıncın parçası olmasın?
Friday, June 08, 2012
Sıkıcı Yazılar
(06.06.2012)
Kürtaj, sezaryen tartışmaları başladığından bu yana liberal yazarların köşeleri, sıkıcı, karma karışık savlarla, bıktırıcı yakınmalarla dolup taşıyor. Buna karşılık siyasal İslamın önde gelen yazarlarının köşelerinde çoğunlukla, keskin, berrak, “durumun” özelliklerine uygun yazılara rastlanıyor.
Yoksa ben safdillik mi etmişim?
Geçenlerde bunlardan biri tüm şaşkınlıkları, yakınmaları, bunlara yol açan liberal yanılgıları, “stratejik cehalet” tercihlerini bir yazıda toplamayı başardı.
Söz konusu yazar “Artık inanmıyorum ki”... “Bütün o ‘ileri demokrasi’ lafları doğru değil” diyor. Yazar hep grilere inanmış. Hep ara alanlarda yazmış, “Kategorik yazar olamadım” diyor. “Şu insan, şu sistem, şu parti, şu ideoloji kötüdür” diyememiş. Her şeyin iyi yanları da var kötü yanları da var diye düşünmüş. Şimdi şaşkın: “Yoksa ben safdillik mi etmişim?”
Saflığa sığınmak için çok geç. Sorun ta baştan, “safdillik etmekten” değil, en iyi niyetli bir yorumla, düşünce yerine kanaatlerle karar vermekten, kimi zaman da “ben işime bakayım yeter” diyen “stratejik cahillik” tercihinden kaynaklandı.
Kanaat sanki ideolojik değilmiş gibi edinilen, hangi değerler sistemine ait olduğu irdelenmeden benimsenen, sarf edilen, yeniden üretilen ifadelere ilişkin bir kavram. Düşünce ise, hangi ideolojiye, değerler sistemine ait olduğunu bilerek eleştirel bir süzgeçten geçirdikten sonra edinilen, bu dikkatle sarf edilen ifadelere ilişkin.
Bu cins yazarlar, toplumda bağımsız tutum almanın, ortalama bir yerde durmanın erdem olduğuna inanmamızı isterler. Halbuki bu tutum, bir davayı ciddiye almak ona bağlanmak yerine, kendi hazlarının, bunlara ulaşmayı kolaylaştıracak savların peşinden gitmekten kaynaklanan bir zaafa işaret eder. Dante bu tipleri cehennemin ilk katına koyuyordu, hayatlarında Tanrı’dan yana olmadıkları, ama Tanrı’ya da karşı çıkmadıkları, gerçek bir davanın peşinde koşmamış oldukları için. Bunlar saçlarında eşekarılarıyla sonsuza kadar koşacaklardı...
Bunlar hayatlarında, bu tavırlarıyla her zaman güçlü olanın, yükselen güçlerin programına alet olurlar. Sonra süreç onları aşmaya başlayınca da ortada kalırlar şaşkınlıklarıyla... Dante’nin birinci kata layık gördüğü önemsiz günahkârlar gibi...
Halbuki saflar...
Halbuki saflar baştan kesin bir biçimde belirlenmiştir. Ama bu saflaşma, başlangıçta kendini böyle sunmaz, “yararlı salakları”, “tarafsızları” ürkütmemek, “stratejik cehalete” fırsat tanımak için, hoşgörüden, “ötekinin gözüyle bakmayı başarmaktan”, hatta olumlu bir vurguyla “değişimden” söz eder.
Bu siyasi-kültürel operasyonun labirentlerinin içinden kanaatlerle çıkılmaz; sistemli, değerleri, sadakatleri berrak, bir düşünme çabası gerekir gerçekte ne olduğunu anlayabilmek, tutum alabilmek için.
Siyasal İslamın kimi önde gelen entelektüellerinin yorumlarında bu berraklığı ve erdemi (kendi davasına sadık olmak anlamında) görmek olanaklı. Bu yorumlarda, çoğu kez, kanaatler değil, neye, hangi projeye sadık olduğunu bilen sistemli düşünceler var.
Örneğin, şu saptamalara bakabilirsiniz:
“[B]u noktayı ‘haklar teorisi’ açısından ele aldığımızda sonuçta şu veya bu referansa göre düzenleme yapmamız kaçınılmazdır... Netice itibarıyla bir kaynağa, bir değerler sistemine, bir kabuller paketine göre düzenleme yapmak durumundayız.”(abç) “Sorun, bedenin Allah’ın müdahalesi dışında tutulmak istenmesidir... Kürtajla ilgili düzenlemeyi de ‘dinin dışında’ tutma mücadelesi verenler, diğer her sosyal, politik ve iktisadi alan gibi bedeni de özerkleştirmek suretiyle sekülerleştirmektedirler. Arada ve zahirde uygunluk ya da benzerlik arz eden hak ve özgürlükler olsa da, temelde Batı’dan iktibas ettiğimiz ‘insan hakları paketi’ Allah karşısında özerkleştirilmiş seküler insan tasavvurundan neş’et etmektedir.”
Bence bu açık, parlak bir saptamadır. Evet olayın özü de burada: Belli bir “hakikat rejimi”ni, “beden yönetimi rejimini” savunan yazar, kürtaj konusunda bir düşünce üretmekte, iki farklı “hakikat rejimi” arasında, tarafsız ya da ikisinin ortalaması bir alan olmadığını vurgulamaktadır. Yazara göre kürtaja karşı çıkanlar Allah’ın iradesinden bağımsız olmak, Allah karşısında özerkleşmek, Allah’a karşı çıkmak isteyenlerdir. Yazar, adeta, “Cehennemin 1. katı size az gelir” demektedir.
Bu yüzden, bugün “ne oluyor yahu” diyerek şaşıranlara, “bir şey olduğu yok, sizinle birlikte yürüyen bir pasif devrim süreci artık, yeni mevziler elde etmek üzere sizleri de geride bırakarak yoluna devam ediyor” demek gerekiyor. Bu sırada, bir bakanın “Kürtaj darbe ürünüdür” sözleri de, türbanın aslında türban olmadığını, darbe savlarının başka bir şey olduğunu, bu sürecin buraya nasıl geldiğini, grev yasağı, kürtaj tartışması da yeni adımlarla nereye gittiğini gösteriyor.
Thursday, May 24, 2012
Aman 'iyi niyetlere' dikkat
1 Mayıs’tan sonra başlayan bir tartışma aklıma yine “Aman ne istediğine çok dikkat et, bakarsın gerçekleşebilir” uyarısını, hemen ardından da “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” deyişini getirdi.
Bırak fazla kurcalama, önemli olan...
Kendilerini “Antikapitalist Müslüman Gençler” olarak tanımlayan bir grup, bir “ortaya çıkış” bildirisi yayımlayarak, 1 Mayıs kutlamalarına katıldılar.
Ben 1 Mayıs’tan önce, bu gelişmenin, kapitalizm karşıtları açısından sevindirici olabileceğini vurguladıktan sonra, bu yeni oluşuma sevinmeden önce, kapitalizm, emek, sermaye, sömürü, tarih ve zaman, özgürlük gibi ekonomi politik, felsefe alanıyla ilgili kimi sorulara, bu yeni gelenlerin ne cevaplar verdiklerini öğrenmekte büyük yarar olabileceğini vurgulamıştım. Bu yazıdan sonra aldığım tepkilerde, benim dışımda başlayan tartışmalarda “Doktriner olmayı bırakın, fazla kurcalamayın, bu arkadaşlara kucak açalım. Dinin eleştirisi gündemin ana konusu değil” tutumunun yaygın olduğunu gördüm. Ben dinin eleştirisinin günün ana konusu olduğunu ileri sürmediğim için (yalnızca bir anımsatma yapmakla yetinmiştim) tartışmanın bu kısmı beni ilgilendirmedi. Ancak, birinin komünist ya da sosyalist olduğunu beyan etmesinin, doğrudan dinin eleştirisini içerdiğini anımsatmakla yetineceğim. O gün medyanın bu küçük grubu adeta “meydanın ruhu” düzeyine yükseltmek için, tüm gazetecilik ölçütlerinin ötesinde bir çaba sergilemiş olmasının beni daha da kaygılandırdığını eklemek isterim.
1 Mayıs öncesi yazımdaki sorular doktriner bir saplantıdan kaynaklanmadı. Bu soruların cevaplarının siyasi pratikte çok önemli sonuçları var. “Önemli olan birlik olmaktır, sonra konuşuruz” iyi niyetinin “yolunun cehenneme çıktığını”, başka ülkelerdeki komünistlerin başlarına gelenlerden biliyorum. Bile bile de “yararlı salak” durumuna düşmek istemiyorum. Yine de aklıma, bu sorularla şimdilik ilgilenmek istemeyenler için, bir çözüm önerisi geliyor.
Yazıya deyimlerle başladık, bir deyimle devam edersek, “qui se ressemble s’assemble” (benzeyenler bir araya toplanır) diyebiliriz. Sosyalistlerin kapitalizme karşı, siyasi, kültürel mücadelesi, cinsel özgürlüklerin, düşünce özgürlüğünün önündeki engellere karşı mücadelesi, hatta temel haklar mücadelesi sürüyor. Antikapitalist Müslümanlar gelip bu mücadeleye katılabilirler. Biz de bu katılımı sevinçle karşılarız. Ne de olsa biz “önce hareket vardı” diyen bir akımız. Ancak bu sevincin daha sonra bir pişmanlığa dönüşmesini önlemek için de, o mücadelenin içinde, benim gündeme getirdiğim soruların cevaplarını hep birlikte aramaya başlamak gerekiyor. “Hareketin” cazibesine kapılıp, ona anlamını veren şeyleri tartışmayı, günün gereksinimlerini bahane ederek ertelersek, kendimizi kolaylıkla “hareket her şeydir” diyen Bernstein’in yanında, “cehennemde” bulabiliriz.
Fazla umutlu değilim
Ben Müslüman gençlerin antikapitalizminin, sosyalistlerinkiyle buluşabileceği, sorularıma anlamlı cevaplar verilebileceği konusunda umutlu değilim. Birincisi, dini “hakikat rejimine” sadakati olanlar, bu sadakate sahip olmayanlarla bir arada yaşamaya (kutsala karşı tutum söz konusu olduğundan), bu durum güçlenmelerine hizmet ettiği sürece katlanabiliyorlar.
İkincisi, bu çok kuşku verici bir kapitalizm karşıtlığı. Örneğin, siyasal İslamın önde gelen “entelektüellerinden” biri, pazartesi yazısında, “ister sömürgeci politikalar ister kendi kendini sömürgeleştirme olan modernizasyonla ağır baskılar altına alınan Müslüman toplumu fikri, ahlaki ve sosyal bakımdan güçlendirmeyi amaçlamışlardır (Nur cemaati ve Müslüman Kardeşler -EY)” diyordu.
Bu, “kendi kendini sömürgeleştirme” saptaması, sorunun kültürel, ahlaki bozulmaya indirgenmesi, kapitalizmin gel[iş]mesiyle, “modernizasyon” arasındaki nedensellik ilişkisinin yadsındığını gösteriyor.
Modernizasyon salt bir kültürel olay değil ki. Bir yanında ticaretin, sanayileşmenin, fabrikaların, işçi sınıfının yaşamının, sermayenin gereksinimi olarak gündeme gelen, bireysel özgürleşme sürecinin, bu bireyin yaşam enerjisinin metalaşmasının, aile, aşiret yaşamına vurduğu darbeler var. Diğer yanında teknolojinin, bilimin bulgularının ister istemez kutsal kitaplarla çelişmeye, giderek sermayeye kültür üretimini de belirleme, hatta inançları metalaştırma olanağı vermeye başlaması var. Tüm bu “felaketler” hatalı tercihlerin ürünü değil ki. Bunlar kapitalizmin gel[iş]me sürecinin ta kendisi.
“Kendi kendini sömürgeleştirme” saptamasını yapan birinin, bu durumdan çıkmak için bizzat kapitalizme, hem de modernizasyonun getirdiklerinden (işçi sınıfı, teknoloji, özgürlükler) güç alarak, karşı çıkmaktan başka seçeneği var mı?
“Var” diyenlerin önünde, yalnızca iki yol kalmıyor mu? Birincisi, kapitalizm öncesini arzulayan bir antikapitalizmi benimsemek. Diğer bir deyişle işçi sınıfının, kapitalist teknolojinin (elektrik, otomobil, uçak, bilgisayar, antibiyotikler, genetik bilimler vb.) yanı sıra bireysel özgürlüklerin, örneğin “vatandaş” kavramının, eşitlik kavramının öncesini arzulamak. İkincisi, kapitalizmi, modernizasyonun “siyasi (vatandaşlık, bireysel özgürlükler vb.) ahlaklı (cinsel özgürlükler, kadın hakları vb.) etkilerinden” arındırarak korumayı ya da edinmeyi amaçlamak.
Dedim ya, ben umutlu değilim... Ama, yine de.. “Önce hareket vardı” diyelim.
Bırak fazla kurcalama, önemli olan...
Kendilerini “Antikapitalist Müslüman Gençler” olarak tanımlayan bir grup, bir “ortaya çıkış” bildirisi yayımlayarak, 1 Mayıs kutlamalarına katıldılar.
Ben 1 Mayıs’tan önce, bu gelişmenin, kapitalizm karşıtları açısından sevindirici olabileceğini vurguladıktan sonra, bu yeni oluşuma sevinmeden önce, kapitalizm, emek, sermaye, sömürü, tarih ve zaman, özgürlük gibi ekonomi politik, felsefe alanıyla ilgili kimi sorulara, bu yeni gelenlerin ne cevaplar verdiklerini öğrenmekte büyük yarar olabileceğini vurgulamıştım. Bu yazıdan sonra aldığım tepkilerde, benim dışımda başlayan tartışmalarda “Doktriner olmayı bırakın, fazla kurcalamayın, bu arkadaşlara kucak açalım. Dinin eleştirisi gündemin ana konusu değil” tutumunun yaygın olduğunu gördüm. Ben dinin eleştirisinin günün ana konusu olduğunu ileri sürmediğim için (yalnızca bir anımsatma yapmakla yetinmiştim) tartışmanın bu kısmı beni ilgilendirmedi. Ancak, birinin komünist ya da sosyalist olduğunu beyan etmesinin, doğrudan dinin eleştirisini içerdiğini anımsatmakla yetineceğim. O gün medyanın bu küçük grubu adeta “meydanın ruhu” düzeyine yükseltmek için, tüm gazetecilik ölçütlerinin ötesinde bir çaba sergilemiş olmasının beni daha da kaygılandırdığını eklemek isterim.
1 Mayıs öncesi yazımdaki sorular doktriner bir saplantıdan kaynaklanmadı. Bu soruların cevaplarının siyasi pratikte çok önemli sonuçları var. “Önemli olan birlik olmaktır, sonra konuşuruz” iyi niyetinin “yolunun cehenneme çıktığını”, başka ülkelerdeki komünistlerin başlarına gelenlerden biliyorum. Bile bile de “yararlı salak” durumuna düşmek istemiyorum. Yine de aklıma, bu sorularla şimdilik ilgilenmek istemeyenler için, bir çözüm önerisi geliyor.
Yazıya deyimlerle başladık, bir deyimle devam edersek, “qui se ressemble s’assemble” (benzeyenler bir araya toplanır) diyebiliriz. Sosyalistlerin kapitalizme karşı, siyasi, kültürel mücadelesi, cinsel özgürlüklerin, düşünce özgürlüğünün önündeki engellere karşı mücadelesi, hatta temel haklar mücadelesi sürüyor. Antikapitalist Müslümanlar gelip bu mücadeleye katılabilirler. Biz de bu katılımı sevinçle karşılarız. Ne de olsa biz “önce hareket vardı” diyen bir akımız. Ancak bu sevincin daha sonra bir pişmanlığa dönüşmesini önlemek için de, o mücadelenin içinde, benim gündeme getirdiğim soruların cevaplarını hep birlikte aramaya başlamak gerekiyor. “Hareketin” cazibesine kapılıp, ona anlamını veren şeyleri tartışmayı, günün gereksinimlerini bahane ederek ertelersek, kendimizi kolaylıkla “hareket her şeydir” diyen Bernstein’in yanında, “cehennemde” bulabiliriz.
Fazla umutlu değilim
Ben Müslüman gençlerin antikapitalizminin, sosyalistlerinkiyle buluşabileceği, sorularıma anlamlı cevaplar verilebileceği konusunda umutlu değilim. Birincisi, dini “hakikat rejimine” sadakati olanlar, bu sadakate sahip olmayanlarla bir arada yaşamaya (kutsala karşı tutum söz konusu olduğundan), bu durum güçlenmelerine hizmet ettiği sürece katlanabiliyorlar.
İkincisi, bu çok kuşku verici bir kapitalizm karşıtlığı. Örneğin, siyasal İslamın önde gelen “entelektüellerinden” biri, pazartesi yazısında, “ister sömürgeci politikalar ister kendi kendini sömürgeleştirme olan modernizasyonla ağır baskılar altına alınan Müslüman toplumu fikri, ahlaki ve sosyal bakımdan güçlendirmeyi amaçlamışlardır (Nur cemaati ve Müslüman Kardeşler -EY)” diyordu.
Bu, “kendi kendini sömürgeleştirme” saptaması, sorunun kültürel, ahlaki bozulmaya indirgenmesi, kapitalizmin gel[iş]mesiyle, “modernizasyon” arasındaki nedensellik ilişkisinin yadsındığını gösteriyor.
Modernizasyon salt bir kültürel olay değil ki. Bir yanında ticaretin, sanayileşmenin, fabrikaların, işçi sınıfının yaşamının, sermayenin gereksinimi olarak gündeme gelen, bireysel özgürleşme sürecinin, bu bireyin yaşam enerjisinin metalaşmasının, aile, aşiret yaşamına vurduğu darbeler var. Diğer yanında teknolojinin, bilimin bulgularının ister istemez kutsal kitaplarla çelişmeye, giderek sermayeye kültür üretimini de belirleme, hatta inançları metalaştırma olanağı vermeye başlaması var. Tüm bu “felaketler” hatalı tercihlerin ürünü değil ki. Bunlar kapitalizmin gel[iş]me sürecinin ta kendisi.
“Kendi kendini sömürgeleştirme” saptamasını yapan birinin, bu durumdan çıkmak için bizzat kapitalizme, hem de modernizasyonun getirdiklerinden (işçi sınıfı, teknoloji, özgürlükler) güç alarak, karşı çıkmaktan başka seçeneği var mı?
“Var” diyenlerin önünde, yalnızca iki yol kalmıyor mu? Birincisi, kapitalizm öncesini arzulayan bir antikapitalizmi benimsemek. Diğer bir deyişle işçi sınıfının, kapitalist teknolojinin (elektrik, otomobil, uçak, bilgisayar, antibiyotikler, genetik bilimler vb.) yanı sıra bireysel özgürlüklerin, örneğin “vatandaş” kavramının, eşitlik kavramının öncesini arzulamak. İkincisi, kapitalizmi, modernizasyonun “siyasi (vatandaşlık, bireysel özgürlükler vb.) ahlaklı (cinsel özgürlükler, kadın hakları vb.) etkilerinden” arındırarak korumayı ya da edinmeyi amaçlamak.
Dedim ya, ben umutlu değilim... Ama, yine de.. “Önce hareket vardı” diyelim.
Friday, May 18, 2012
Bir Yunan Tragedya’sı
Yunanistan’daki gelişmeleri, sol radikal parti SYRIZA’yı, genç lideri Tsipras’ın yükselişini izlerken aklıma (biraz klişe olacak ama…), Aristoteles’in Poetika notlarında tanımladığı haliyle tragedya geldi. “SYRIZA’nın yükselişini başlatan süreç (izlek) potansiyel olarak tragedya özelikleri içeriyor” diye düşündüm.
Aristoteles’e göre tragedyanın en önemli unsurudur izlek. Karmaşık, makbul bir izlek, olaylarda mantıksal bir akış, bütünsellik, olayı yaşayanların kaderinde beklentilerle uyuşmayan (şaşırtıcı) bir yön değişikliği, bu sırada bir gerçeği tanıma (cahillikten çıkma – anagnôrisis) durumu yaratır. Tüm bu özellikleriyle izlek, izleyenlerde acıma ve korku duygularını harekete geçirerek, “ruhun” temizlenmesine (katarsis), bir rahatlamaya yol açar. Tragedya yazarı, insanları değil yaşamı ve olayları taklit eden (mimesis) bir izlekle tüm bunları gerçekleştirirken, izleyici, katarsis’le birlikte taklit edilen şeyi tanıyabiliyor, anlayabiliyor olmaktan dolayı bir haz duyar.
Neden PASOK, ya da Yeni Demokrasi Partisi değil de SYRIZA tragedya potansiyeli taşıyor? İzlek boyunca kaderi değişen insan çok kötüyse, başına gelenleri hak ettiğinden acıma duygusu yaratmayacak, başarılı olursa bu kez ahlaken tiksindirici bir durum oluşacak. Çok erdemli bir insanın kaderi iyiden yana dönerse olağan karşılanacak, başına çok kötü bir şey gelirse ahlaken itici olacak. Her iki durumda da acıma duygusu engellenmiş, izlek işlevini (katarsis’i) yerine getirememiş olacak. Bu yüzden, ne çok iyi ne çok kötü biri olmalı tragedya’da izlediğimiz özne.
Yunanistan’ı 1975’den bu yana yöneten, YDP ve PASOK, bu gün bu ekonomik siyasi çöküntüyü hazırladılar. Bu dönem boyunca, özellikle kriz başladıktan sonra, her aşamada halkı, dünyayı kandırdılar. YDP gerçek borçlanma durumunu saklayarak, PASOK halkçı, emekten yana vaatlerle hükümet olduktan sonra uluslararası mali sermayeye (tanrılara) teslim olarak, sonra, bu teslimiyetin de gereklerini yerine getirmeyerek karşımıza, bu gün içine düştükleri durumu her açıdan hakkeden karakterler olarak çıkıyorlar. Bunların kaderi acıma, korku duyguları değil, ahlaki açıdan tiksinti uyandırıyor. Bu anlamda trajik değiller.
Bu çöküntü yaşanırken, izlekte SYRIZA’nın, lideri Tsipras’ın kaderi, beklenmedik bir biçimde sıradanlıktan, iyiye doğru değişmeye başladı. SYRIZA sahnede haksızlıklara, tanrılara başkaldırarak öne çıkıyor. Bundan sonra ne olacak sorusu izleyiciyi iyice germeye, beklentilere sokmaya, böylece tragedya unsurları bir araya gelmeye başlıyor. İzleğin bu dönemecinde, SYRIZA ve Tsipras, hem yapması gereken şeyleri yapıyorlar hem de yapmaları gereken şeyleri tam olarak yapamıyorlar.
Kathimerini gazetesinde Nick Malkoutzis’in aktardığı gibi, SYRIZA, geçmişin lekelerini taşımayan temiz, yakışıklı, erdemli bir lidere sahip (09/05). Bu lider haksızlığa uğrayanları, tanrıların terk ettiği insanları savunuyor. Tsipras haksızlığa uğrayanları savunmaya, tanrılara baş kaldırmaya kararlı olanların bir kısmını, örneğin sosyal demokratların, Marksistlerin önemli bir kesimini bir araya getirebilecek bir liderlik sergileyebiliyor. “SYRIZA ve Tsipras çok çalıştı diyor” Malkoutzis, ekliyor, “sokaklarda, meydanlarda, protesto eylemlerinde fabrikalarda, halkla, işçilerle, emeklilerle işsizlerle, konuşarak onların eylemlerine katılarak enerji harcadı ter döktü... YDP ve PASOK’un gitmeye, hatta yüzlerini göstermekte cesaret edemeyecekleri yerle gitti”. Böylece Tsipras, haksızlığa uğrayanların, tanrıların terk ettiklerinin, sesi, temsilcisi, umudu olmaya başladı.
Şimdi, SYRIZA’nın, Tsipras’ın gelecek seçimleri kazanarak hükümeti kurabilmesi için SSCB geleneğinden Komünist Parti’sine ve Troçkist ANTARSYA’ya (tanrılara karşı çıkan diğer Titan’lara) güven vererek, birlikte davranmaya ikna etmesi gerekiyor. O zaman izlek bir “kriz” noktasına ulaşacak.
Bu noktada SYRIZA ve “Titan”lar “tanrıların” ve tapınak bekçilerinin tüm gazabıyla karşı karşıya kalacaklar. Burada izlekin bir sonraki aşaması açısından üç olasılık söz konusu olacak: SYRIZA ve Titan’lar tanrılardan korkacak, canlarını kurtarabilmek için uzlaşarak davalarına ihanet edecekler. Savaşacaklar, kazanacaklar tanrılara boyun eğdirmeye, tanrıları cezalandırmaya başlayacaklar. O zaman Bu izlek asırlarca dillerde dolaşacak olan bir destana dönüşecek.
Ya da, SYRIZA ve Titan’lar, tanrılara başkaldırmanın bedelini ödeyecekler. Böylece izlek izleyicide acıma ve korku duyguları uyandırırken, haksızlıklara son vermek için “tanrılardan” kurtulmaktan başka bir yol olmadığını göstererek, bir “anagnôrasis” ve katarsis yaratacak, başarılı bir trajedi olarak sona erecek. Heyecanla izlemeye devam edelim
Subscribe to:
Posts (Atom)