Sunday, May 20, 2007

'Demokrasi' Düşmanı Bir Yazı

"Beyaz adam" dün, sömürü ve egemenlik araçlarını, "uygarlaştırma" ambalajına sarıyordu. Ama bu "armağanları" alanlar, hayırsız çıktılar; ayaklandılar, bağımsızlıklarını kazandılar. Sonra ulusal kalkınma projeleri filan... Bir süredir "beyaz adam" , "ulusal projeleri" yıkarak kendine yol açıyor. Bugün "armağanların" ambalajı "serbest piyasa" , "liberal demokrasi": Rejim değişikliği .

'Pasif devrim' - 'Danse macabre'
Afganistan, Irak ve İran "beyaz adamın" hedef tahtasına çıktıktan sonra, bize düşen de serbest piyasa kurallarına uydurulmuş ılımlı İslam oldu. Bu yüzden, AKP hükümeti, Türkiye'de "demokrasiyi" temsil ediyor; toplam seçmenin dörtte birinin oyunu alarak Meclis'in yüzde 60'ını kontrol ediyor, buna dayanarak, ülkenin kültürel, siyasi dokusunu yukarıdan aşağı, adeta bir "pasif devrimle" değiştiriyor olsa bile... Bir "danse macabre" bu: Ben seni kullanacağım burayı "demokratikleştirmek" için, - Ben de seni, kendi siyasi projemi gerçekleştirmek için...
Büyük Ortadoğu Projesi'nde, göreve hazır olduklarını Wall Street Journal ve Financial Times 'ta dünyaya ilan etmiş Başbakan'dan ve Savunma Bakanı'ndan ABD çok memnun, AB de... Çünkü bu beyler, "Biz de üye oluyoruz" vaatleriyle ülkenin ekonomik, siyasi coğrafyasını AB talepleri doğrultusunda yeniden düzenliyor. Böylece "demokratikleştiriliyoruz" . Ve oryantalist intelijansiya, yüzünde "beyaz maskelerle" tarih sahnesinde; yine, bir "Başka çare yok" korosu oluşturuyor... "Bizden adam olmaz!"... "Başka türlü demokratikleşeceğimiz yok!"
Ilımlı İslam postuna bürünmüş siyasal İslam da bu desteklerden gayet memnundur, önündeki engelleri teker teker sökmeye, ülkedeki cumhuriyetçi, ulusal proje "olayına" sadık güçleri, adeta "salam taktiğiyle" tasfiye etmeye, etkisizleştirmeye devam edebildiği için...
Bu, iç ve dış çıkarların ya da AKP kurmaylarının deyişiyle "iç ve dış dinamiklerin" kesiştiği konjonktürde ya da kesiştiğini sanarak, AKP, bir adım daha atmaya kalktı. Cumhurbaşkanlığı'nı da ele geçirecek, böylece Meclis'teki "çoğunluğuna" dayanarak, istediği yasaları, bir engele takılmadan onaylatabilecek, "pasif devrimin" önü tamamen açılacaktı.
Sonra, insanlar başkentin sokaklarına döküldüler. Bu, o güne kadar görülmemiş bir dalgayı haber veriyordu. "Olmaz" dediler, biz böyle "demokratikleştirilmeye" karşıyız. Ilımlı İslam bize uymaz. Beyaz maskeli "Başka çare yok" korosu hemen başladı: Bunlar demokrasiye karşı, ne istediğini bilmez orta sınıf (ima: faşizmin temeli). Solun, emperyalizm kavramını postmodernizmin bitpazarında kaybetmiş, "gösteri toplumunda" kendine konforlu bir yer arayan kesimi de koroya katıldı: Seçilmiş hükümeti savunmak gerekir! Bunlar zaten darbeci. Tam bu sırada Genelkurmay da tartışmaya katılmaz mı? "Hah! İşte askerler..." "Şimdi darbe geliyor. Herkes AKP'nin yanına, demokrasi saflarına..."
Kitleler, özellikle, en çok tehdit altında olan kadınlar bu koroyu dinlemediler, İstanbul'da yeniden anımsattılar: "Ne darbe, ne şeriat!" Gerçi sokağa çıkanlara, gelip yakından bakan, eğer yüzündeki beyaz maskeyi çıkarabilirse, bunların ne isteyip ne istemediğini görebilirdi. Başka kentlerde de mitingler yapıldı; geçen pazar günü de, CNN'in bile "1 milyon kişi" demek zorunda kalacağı bir kitle İzmir'deydi...

Bu sırada dışarıda
İçeride, beyaz maskeli "Başka çare yok" korosu varsa, dışarıda da "Size laiklik değil demokrasi gerekir, ılımlı İslam olursa da bir mahsuru yok" korosu vardı (The Economist, New York Times, çeşitli Arap gazeteleri). Prof. Nye ( Gramsci 'den aşırma "yumuşak güç" teorisyeni) "Ben Erdoğan'ı gördüm, konuştum, bana makul geldi" diyecekti. ABD dış politika cemaatinin "gerçekçi" kanadının makbul dergisi The National Interest' te Prof. Etzioni dinin devlet işlerine karışmasında bir sorun görmüyor ve yönetime akıl veriyordu: "Türkiye'de devlet başkanının halkoyuyla seçilmesi (rejimin değişmesi-E. Y.) ABD'nin çıkarınadır."
Belli ki, bu "demokrasiden" yana olmak, agora'yı ve demos'u görmemeyi gerektiriyordu. ABD-AB iradesinin, serbest piyasanın meşruiyet aracı liberal demokrasinin gereği, milyonlarca insanın sesi yok sayılmalıydı. Tek farklı yorumun, İranlı Amir Taheri' den gelmesiyse anlamlıydı. 1972-79 arasında Kayhan gazetesinin editörlüğünü yaptıktan sonra Times, Die Welt gibi muhafazakâr gazetelerin editörlük kadrosunda çalışan, halen ABD, AB ve Ortadoğu'nun en büyük gazetelerinde sık sık yorumları yayımlanan Taheri'ye göre AKP'nin uygulamaları aslında bir "tırmanan darbe" (New York Post, 03/05) . "...AKP, kendini AB bayrağına sarıp yasaları değiştirirken, vakıflar camileri, türbeleri ele geçirerek, yüzlerce kripto İslamcı hâkim, savcı atayarak, iktidarda hangi parti olursa olsun devleti tehdit edebilecek kalıcı bir üs oluşturmayı amaçlıyor, AB de bu oyuna geliyor"... (Cumhuriyet, 16 Mayıs 2007)

Friday, May 18, 2007

İki mesele var…

The Politics of Misery and Expectations (Serhan Cevik, Global Economic Forum-Morgan Stanley- May 17, 2007)

Turkish party builds base on social work.
The ruling AKP's community programs and devoted cadres give it an edge in the July vote, despite a secular backlash. By Laura King, Los Angeles Times, Mayis 17, 2007

Bu yazı da, Serhan Çevik önemli bir noktaya parmak basıyor. Daha doğrusu durumu kavramış denebilir. Diyor ki “makro ekonomik performans seçmeni ikna etmeye yetmeyebilir”. Çevik’e göre ekonomik performans müthiş: Hızlı büyüme düşük enflasyon, gerileyen işsizlik. Hatta, “sefalet indeksindeki” (işsizlik +enflasyon) iyileşmeyi de aktarıyor. Aman, sakın, işsizlik oranlarının, enflasyon endeksinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığına ilişkin eleştirel bir bakış aramayın.

Çevik, bu “sefalet indeksine”, ve ülkede gelir dağılımının düzelmekte olduğuna (!) ilişkin verileri aktararak, orta sınıfın yükselmekte olduğuna sevinçle dikkat çekiyor. Ama sonra hem işsizliğin hala çok yüksek olduğuna, hem de yoksulluğun yaygınlığına değinerek, seçmenin, AKP hükümetinin yaptıklarının değerini anlayamayabileceğini, ve seçimde tatsız bir durumun oluşabileceğini ileri sürüyor.

Çevik’’ın yazısındaki endişeye hak vermemek elde değil. Çünkü durum onun sandığından farklı. Orta sınıf aşınmaya devam ediyor. Bunu görmek için orta sınıftan olmak yeterli. Bu orta sınıf muazzam bir borç yükü altında. Bu yüzden, gözü ekonomideki büyüme oranları değil, dünyayı üzerine çökertebilecek, cari denge, dış borç, faiz oranları, döviz politikasının sürdürülebilirliği vb üzerinde. İkincisi, bu “orta sınıfın” bu hükümetle yaşam tarzı sorunları da var. Hatta bunlar ve ek olarak ulusal bağımsızlık ( dış dengelere ilişkin endişeyle ilişkilendirilebilir), ülke varlıklarının batık geminin malları gibi satılması, ABD, AB düşmanlığı öne çıkmış durumda. Bu kesimi, dünyanın diğer bölgelerindeki kardeşleri gibi, en çok kızdıra gelişmelerin başında da, gelir dağılımdaki bozulma, birilerinin artık müstehcen düzeye ulaşmaya başlayan kazançları geliyor…

Önümüzdeki seçimler, bir çok açıdan, diğer gelişmekte olan ülkelerin sorunlarıyla da doğrudan ilgili evrensel bir boyut kazandı: Bu seçimlerde, ABD’nin bölge politikası, küreselleşmeyi ulusal kalkınmanın yerine ikame etmeye kalkan anlayış ve toplumsal etkileri, gelir dağılımındaki bozulma eleştiriliyor. CHP-DSP ittifakı seçimlerde bir fark yaratmak istiyorsa, bu sorunlara yönelik yeni ve somut yaklaşımlar, son 25 yılın neo-liberal ekonomik ve sosyal politikalarından farklı bir şey ileri sürmek zorunda.

Sürmezse ne olur: Fıkranın dediği gibi iki mesele var. Ya seçimlerde bir varlık gösteremez, AKP büyük bir zafer kazanır ve karşı taarruza geçer (Bkz: Ufuktaki büyük tehlike) ve o zaman b’ku yeriz. Ya da, olur ya, laiklik endişesi ağır basar ve CHP-DSP ittifakı büyük başarı kazanır, hükümet olur (fıkra bu ya..). Sonra, eğer CHP’nin hükümet olması, piyasalarda panik yaratarak (aslında CHP’yi teslim almak için) bir mali kriz yaratıp ortalığı birbirine katmazsa, CHP, IMF ve AKP politikalarına devam eder. Ancak gündemdeki mali krizden yine kurtulamaz. Çünkü uygulanan politikalar bu krize yol açacak koşulları güçlendirmektedir. Bir süre sonra, kaçınılmaz olarak kriz üstümüze çöker. Böylece CHP-DSP hükümeti tam bir iflas tablosu sergiler. AKP bir dahaki seçimlerde çok daha büyük bir ivmeyle geri gelir… İşte o zaman da…

II

Laura Kings’in, Los Angeles Times’ daki yazısında, “Cemaat programları ve inançlı kadroları seçimlerde AKP’ye avantaj sağlıyor” gözlemleri CHP-DSP ittifakı açısından sosyal haklara, ekonomik gereksinimlere dayalı halkçı, yenilikçi bir kampanyanın ne kadar yaşamsal bir öneme sahip olduğunu bir kez daha gösteriyor.

DSP bir önceki hükümet deneyiminin kötü anılarını, CHP, “salt laikliğe kitlenmiş Parti” imajını, Baykal’a yönelik güvensizliği ve nihayet taban örgütleri ve militan kadro eksikliğini aşmak için çok büyük bir adım atmak zorunda. Bu adımı, büyük sermayeye güven vererek, atamaz. CHP-DSP ittifakı seçmene ve kendi kadrolarına, “işlerin başka türlü olabileceğine ilişkin” bir ilham ve ümit vermek zorunda. Salt mitinglerde yapılacak büyük konuşmalarla olacak iş değil bu...

Thursday, May 17, 2007

Yine ağzından kaçtı…

Taha Akyol Milliyet 17 Mayıs 2007: “IPI toplantısından sonra Başbakan Erdoğan'la kısa bir görüşmem oldu. Önce, cumhurbaşkanı seçimini sordum. Zaten aşırı yetkileri olan cumhurbaşkanına bir de halk tarafından seçilmek gibi büyük bir siyasi güç verilirse, parlamenter sistemin dengesi bozulmaz mı?Başbakan'ın cevabı:- Evet haklısınız. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi halinde başkanlık veya yarı başkanlık gibi sistemleri düşünmek gerekirdi ama Türkiye'nin gündeminde bu yok. Biz cumhurbaşkanını halkın seçmesini, parlamenter sistemi değiştirmek için değil, önünü açmak için gündeme getirdik...”

Parlamenter sistemin önünü açmak”! İşte Tayip Bey yine ağzından kaçırdı. Bu günün koşullarında, parlamenter sistemin (seçmenin %24’üye, mecliste %60’ı ele geçirince, seçim yönteminden dolayı meclis aritmetiğinin, seçmen çoğunluğun iradesinin yerine geçtiği bir sistem…) önünü açmak istiyoruz ifadesi, “mecliste aldığımız kararların, devletin başka organları tarafından denetlenmeden uygulanmaya konmasının önünü açmak istiyoruz” anlamına gelmiyor mu?

Kuvvetler ayrılığı ilkesi, devlet içinde kurulu denetim ve dengeleme kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi vb…) bir kenara itilecek ve yasamayı elinde tutan hükümet gücün tek kaynağı olacak istediği yasayı istediği gibi değiştirecek böylece rejimin biçimini belirleme gücüne sahip olacak…

Buradan, özellikle gelişmekte olan, sivil toplum kurumlar yeterince gelişmemiş, demokrasi geleneği zayıf bir kapitalist ülkede, kolaylıkla Bonapartizme, Faşizme, hatta şeriat düzenine bir kaç yasal düzenlemeyle geçilebilir… Tabii birileri buna direnmeye kalkarsa da iç savaş davulları çalmaya başlar. Bu gün istikrar adına AKP’yi destekleyenler yarın kendilerini en derin istikrarsızlığın içinde bulabilirler…

Wednesday, May 16, 2007

Dikkat! Demokrasi bahane, Büyük Ortadoğu Projesine kurban ediliyoruz

Financial Times’da yayımlanan, “Turkey tests Islamist appetite for democracy”, ( Roula Khalaf, 14/05/ 2007) başlıklı yoruma göre, Türkiye’de yaşanmakta olanlar, bölgedeki siyasal İslam açısından çok önemli. Yazıda, eğer Siyasal İslam taraftarları bu gelişmelerden, parlamenter mücadelenin işe yaramadığına (diğer bir değişle amaçlarına barışçıl yollarla ulaşamayacaklarına) ilişkin bir sonuç çıkarırlarsa, Batı açısından çok olumsuz bir durumun oluşacağı savunuluyor.

Öyleyse, Türkiye’de sürmekte olan siyasi mücadeleyi AKP’nin kazanması, ulusalcı laik güçlerin kaybetmesi gerekiyor, Batının çıkarları gereğince

Umarım bu Financial Times yazısı, sorunun salt “laiklik - demokrasi” çelişkisinden çok daha derin bir dinamiğe sahip olduğunun görülmesine yardımcı olur.

Büyük Ortadoğu Projesi, Ortadoğu’da ABD yanlısı, neo-liberal rejimler oluşturmayı amaçlıyordu. Bu rejimleri de “ılımlı İslam” olarak nitelenen ABD “imalatı” kadrolar yönetecekti. Bu deney ilk önce Türkiye’de AKP hükümetiyle başladı. Mısır’da Müslüman kardeşler sırada bekliyor.

Diğer bir değişle yeni Oryantalist proje şöyle: Ortadoğu’yu, dün olduğu gibi açık sömürge, rejimler değil, Batıyla tümüyle uyum halinde, Batı’nın gereksinimlerine göre şekillendirilmiş dini ideolojileri benimsemiş, partiler, kadrolar ve hükümetler yönetecek. Böylece Batıya karşı anti-emperyalist, halkçı bir damar da taşıyarak baş kaldırmaya başlayan radikal İslam, tecrit edilecek, yok edilecek. Batı açısından güzel bir proje. Ama iki sorunu var.

Birincisi bizimle ilgili. Türkiye’de demokrasi, aslında Batının modeline, Batının ılımlı İslam olarak kabul etmeye hazır olduğu rejimlerden çok daha yakın. Bu nedenle ılımlı İslam Batıya yakınlaşmak, değil Batıdan uzaklaşma anlamına geliyor. Batı Türkiye’nin, Batı modelinden uzaklaşmasını, Doğuya dönmesini, demokrasi, modernite vb anlayışını bu coğrafyanın “gerçeklerine” göre şekillendirmesini, burada, Batının karşısında var olduğu var sayılan bir “Müslüman uygarlığın” içinde daha belirgin bir biçimde yer almasını istiyor.

Batının bu yaklaşımı, “Batı-Doğu arasında-köprü” fantezisine son veriyor: Sen Doğudasın Doğuda kal. AB sevdasıyla, AKP’yi destekleyen sözde liberaller, bakalım bu demir leblebiyi nasıl hazmedecekler. Ben, kendi hesabıma, Aziz Nesin’in “Ah biz eşekler” öyküsündeki, eşek gibi “değil değildir” demeye devam edecekler diye düşünüyorum, ta sonunda gelişmeler onların yaşam alanlarını da kararmaya başlayana kadar. O zaman da çok geç olacak…

İkinci sorun, (bizi de ilgilendiriyor) ama özellikle Batıyla ilgili. Financial Times’daki yorumda, bir Müslüman Kardeşlerin temsilcisinden aktarıldığı gibi, siyasal İslam, "acaba biz de demokratik yollardan İktidara gelebiliri miyiz?" diye düşünerek Türkiye’deki gelişmeleri ilgiyle izliyor. Gelebileceğine ikna olursa, herhalde silahlı mücadeleyi bırakacak.

Bu tartışmayla, soldaki reformistler devrimciler arasındaki geleneksel tartışma arasındaki paralelliği göz önüne alınca ortaya çıkan durum aynen şöyle. Siyasal İslam’ın tartıştığı nihai hedef değil. Oraya gidiş yöntemi. Bir başka değişle Şeriat düzeni kurulacak ama hocanın değimiyle "kanlı mı olacak kansız mı?", “Pasif devrim”le mi, olacak yoksa olağan bir devrimle mi? Ama nihai hedef, her iki yol için de İslami bir rejim oluşturmak.

Bu Batı için bir sorun olmayabilir. Suudi rejimiyle yaşadıktan sonra, başkanlık sistemiyle yönetilen İslami bir “hakikat rejimi” ve jurisprudence altındaki bir ülkeyle de yaşayabilir. Peki, ya biz? Biz yaşayabilir miyiz?

Tuesday, May 15, 2007

Ufuktaki büyük tehlike

Tandoğan meydanından sonra bir momentum kazanarak birbirini izleyen mitinglerde kendini gösteren toplumsal muhalefet dalgası çok kritik bir noktaya ulaşmak üzere, yada ulaştı. CHP ve DSP arasında sürmekte olan “at pazarlığı”, bir an evvel sonuçlanmadığı taktirde, seçimlerden sonra, özelde bu gün meydanları dolduranları genelde ülkeyi çok büyük felaket bekliyor.

Bu dalga, geri çekildiğinde, ki mutlaka geri çekilecektir, seçimlerden sonra AKP geriletilememiş, meclisin bileşimi değişmemiş ise Türkiye çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır.

İç ve dış dinamiklerin kesişmesi çok anlamlı
Bu toplumsal muhalefet karşı ülke içinde ve dışındaki tepkilere baktığımızda, bu muhalefetin hangi çıkarların ittifakını tehdit ettiğini görebiliyoruz. İçinde orta sınıf unsurlar bulunmakla birlikte yanlış bir biçimde, bir orta sınıf hareketi olarak nitelenen, çalışanların (İşçi sınıfının yeni şekillenen bir kesiminden söz ediyoruz) bu toplumsal muhalefeti, laikliğin korunması “ana simgesi” altında esas olarak, ülke içinde yükselmekte olan bir sermaye fraksiyonu ve destek sınıflarıyla onların uluslararası (ABD ve AB de ifadesini bulan uluslararası ekonomik ve jeopolitik çıkarlar) müttefiklerinden oluşan bir çıkarlar ittifakını (bloğu) tehdit etmektedir.

Bu nedenle, temsil gücü ve talepleri, görülmezden gelerek, ısrarla askeri darbe çığırtkanlığıyla suçlanması, tehdit altında olan ittifakın korkusunu derecesini, dolayısıyla da eline geçireceği ilk fırsatta da göstereceği tepkinin şiddeti hakkında bize bir fikir verebilir.

AKP siyasi seçkinleri ve etrafında kümelenmiş sermaye kesimleri, kendilerini varoluşsal bir tehdit altında hissederken, uluslararası sermayenin egemen kesimi, bu ulusalcı tepkiyi, hem Türkiye özelinde hem de dünya genelinde kendi düzenleme sistemlerine (küreselleşmeye, AB’ye, BOP’a karşı) ve hegemonyasına karşı büyük bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu nedenle bu dalga geri çekildiğinde, hem karşı çıktığı güçleri son derecede korkutmuş hem de amaçlarına ulaşmamış (AKP’yi geriletememiş) ise, yerini moral bozukluğuna ve dağınıklığa bırakacaktır.

Seçimlerden AKP’nin yine en büyük ve belirleyici parti olarak çıkması halinde, bu sokaklara karsı millim irade olarak sunulacak, ve devletin AKP’yi engelleyen tüm denetleme ve dengeleme kurumlarının ele geçirilmesi süreci hızlanacaktır. Böyle bir dalganın bir kez daha oluşmaması için gereken tüm idari, siyasi kültürel tedbirler alınmaya çalışılacaktır.

Daha önce bir başka ülkede
Dikkat çekmeye çalıştığım senaryo, ilk anda fantezi hatta hezeyan gibi gelebilir ama, biraz tarih bilgisi olanlar geçen yüzyılda çok benzer bir sürecin İtalyan Faşizmini iktidara getirdiğini kolaylıkla anımsayacaklardır.

İtalyan Faşist hareketi, İtalyan işçi hareketinin büyük kitlesel eylemlerinin, amaçlarına ulaşamadan, ama orta sınıfları ve büyük sermayeyi fena halde korkuttuktan sonra geri çekilmeye başladığı bir ortamda şekillendi. Mussolini bu güce dayanarak, seçme ufak bir azınlığını temsil etmesine rağmen, hükümeti ele geçirmiş, başlangıçta, yasal-parlamenter sistemin çerçevesi içinde kalmış, tek tek yasaları değiştirmekle yerinmiş (pasif devrimi andıran bir süreç) ilerlemiş, ancak İtalyan Sosyalist Partisi millet vekili Giacomo Matteotti cinayetini izleyen kitle eylemelerine tepki olarak iktidara tümüye ele koymuştur.

Tabii ki AKP faşist bir parti değildir. Türkiye tarihi önemli (ulusal burjuvazinin zayıflığı, ekonomik kırılganlık gibi) benzerlikler olsa bile 1920’lerin İtalya’sı değildir. Değildir ama, bir başka tuhaf, hatta irkiltici bir benzerlik söz konusu. Bu tuhaflık, küreselleşme ve İslamlaştırma bağlamında bir “pasif devrim” sürecini andıran bir gelişme yaşıyor olmamızla ilgili.

1980’lerden bu yana Türkiye’nin ekonomik coğrafyası devlet eliyle, yukarıdan aşağı, yeniden şekillendiriliyor ve uluslararasi sermayenin kullanımına açılıyor, bölüşüm ilişkilerinde kurulu mutabakat Neo-liberal reformların etkisiyle bozuldukça, ortaya çıkan tepkiler siyasal İslam’da (ve Kürt ayrılıkçılık hareketinde) toplanıyordu. AKP bu “pasif devrime” bezer süreci devraldı ve hükümeti sırasında, siyasal İslam’ın ekonomiye, devletin bürokrasisine, toplumun kültürel dokusuna nüfuz etmesini kolaylaştıracak, merkezi devletin etkilerini geriletecek yasal adımları teker teker atmaya başladı. Bu, “yavaş rejim değişikliği” anlamına gelen süreçte Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesinin direnişiyle karşılaşınca da, AKP, gündemine bu iki kurumun ele geçirilmesi hedefini koydu. AKP’nin Cumhurbaşkanlığını ele geçirme konusunda bu kadar telaş içinde olmasının temel medeni de işte bu… Bir de bence, ilk başlangıçta elde ettiği momentumu kaybetmekte, toplumsal bir muhalefetin şekillenmekte ve bir krizin gelmekte olduğunun giderek bilincine varıyor olmasıydı. Projenin kritik noktaya ulaşması açısından verili süre/zaman hızla kısalıyordu.

Toplumsal muhalefet geri çekilmeye başladığında işte böyle bir “pasif devrim” süreci üzerinde geri çekilmeye başlayacak, kurumsal ve hukuki ve hatta fiziki karşı saldırılar karşısına direnci çok düşük olacaktır… Bu yeni konjonktür, siyasal İslam’a ve uluslararası sermayeye yönelik muhalefetin tümüyle ezilmesine yol açacak, AKP ile başlayan İslamlaştırıcı “pasif devrim” hızlanarak rejimin karakterini radikal bir biçimde değiştirme noktasına ulaşabilecektir.

En büyük Sorumluluk önce CHP ve DSP’nin olacak
Bu kötümser senaryonun gerçekleşebilmesine olanak sağlayacak üç vektör halen harekete geçmiş görünüyor. Birincisi, “Sosyal Demokrat” partilerin, yükselen toplumsal muhalefeti temsil ederek siyasi bir kazanım elde etmesini sağlayabilecek birleşme süreci dejenere olmak üzeredir. İkincisi, ülke içinde ve dışında AKP yanlısı blok sokaklara çıkanların iradelerini yok sayarak doğrudan, askeri darbe tehlikesi üzerinde yoğunlaşarak, bir cephe oluşturmaya başlamış, aslında, doğal olarak bu cepheye katılmaması gereken kesimlere karşı bir “moleküler asimilasyon” sürecini de başarıyla işleterek, sol liberal, hatta kimi radikal aydınların sesini de kendi korosuna kazanmaya başlamıştır. Üçüncüsü: AKP’nin, tabanı kararlı, örgütü çalışır ve etkindir, bu nedenle seçimleri kazanma olasılığı ve hatta beklentisi güçlüdür, ve muhalefetin çaresizliği bu olasılığı güçlendirmeye devam etmektedir, Bu arada bir momentum oluşması tehlikesi söz konusudur.

Karşımızdaki tehlikeyi çok daha katmerli hale getiren etken ise ekonomik dengelerin son derecede kritik olmasıdır. İktidar bloğu içindeki güçler, çok ciddi bir mali krizin gelmeye başladığını, bu krizde ayakta kalabilmek içinde devletin tüm kaynaklarına gereksinim duyacaklarını gayet iyi biliyor, buna göre hazırlanıyorlar. Bu hazırlık içinde bir başlık devlet makinesi içinde iktidarın kristalleştiği noktaları ele geçirmek ise, öteki de, olası herhangi bir toplumsal muhalefetin sesini yükseltmesi, “kayığı sallaması” hatta devirmesi olasılığının önünün kapanmasıdır

Eğer CHP ve DSP bir an evvel birleşemez, solun geri kalanını ve sendikaları kendisini desteklemeye ikna edemezse, bu kötümser senaryonun gerçekleşme, olasılığı seçimlere doğru hızla yükseliyor olacaktır.

Friday, May 11, 2007

Deniz Baykal ve yanlış yerden başlamak üzerine bir not

“Enis Berberoğlu ile birlikte ziyaret ederek, piyasalarda oluşan kaygıları CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'la konuşma olanağı bulduk. Bugün Referans Gazetesi'nde ayrıntılarını okuyacağınız söyleşiden sonra, "İktidar olduğu takdirde CHP'nin piyasa dostu ekonomik politikalar izleyeceğini" rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Baykal, dünya ekonomisine entegrasyon gerçeğini çok iyi kavramış gözüküyor. "Ekonominin giderek globalleşmekte olduğu, sermaye hareketlerinin ekonominin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu, ticaretin giderek serbestleşmekte olduğu dikkate alınarak bir politika ortaya konacaktır"sözleri de bunun iyi bir örneği.”
Erdal Sağlam Hürriyet, 10 Mayis 2007

Baykal: "Piyasa ekonomisinin kurallarına uyacağız AB hedefi sürecek"... “Sarkozy'i iyi anlıyorum, çok çalışmalıyız”
Erdal Sağlam, Referans Gazetesi, 10.05.2007


Nisan eylemleriyle başlayan konjonktür, AKP’nin artık iyice sırıtmaya başlayan ısrarı, aldığı uluslararası desteğin içeriği, Türkiye’de Sosyal Demokrat (Sol/Merkez sol vb..) iddialarla oy isteyen partiler ve siyasi liderler için önemli bir olanak, adeta yelkenlerine üfleyecek bir rüzgar yarattı. Ancak bu rüzgardan yaralanabilmek için uygun yelken, gemi, diğer bir değişle Zeitgeist’i (zamanın ruhunu) yakalamak gerekiyor.

Bu rüzgardan, doğal olarak yararlanması gereken partilerin ve liderlerin başında da CHP ve Deniz Baykal geliyor. Ne yazık ki bu kanatta henüz “zamanın ruhunu” yakalamaya yönelik olumlu bir adım görülmüyor. Dahası, tam aksi yönde, bir anlamda yelkenlere delik açmaya başlayan girişimler söz konusu.

Deniz Baykal’ın piyasa dostu, muhafazakar Fransız siyasetçi Sarkozy’e özenen açıklamalarla işe başlaması iki açıdan tam da böyle bir gelişme. Şimdi, gün büyük sermayenin güvenini kazanma, onayını alma değil, sokaklara çıkanlara bir seçenek, umut sunmaya çalışma, desteklerini konsolide etmek ve bir momentum yaratmaya çalışma günü. Bu ikincisi sağlanabilirse büyük sermayenin desteği kendiliğinden gelir (Onlar, sizin kapitalizmin ve piyasanın dostu olduğunuzu zaten biliyorlar). Sizin onlara ayrıcalıklarını, sermayelerini korumaya devam etmek istiyorlarsa bir kısmını paylaşmak, daha güvenli bir ekonomik model geliştirmek zorunda olduklarını, yoksa bir taraftan toplumsal huzursuzluğun, iş barışını tehdit edeceğini, diğer taraftan yabancı sermayenin bir aşamada onları da mülksüzleştireceğini anlatmaya başlamanız gerekiyor. Bu bağlamda, Tayland’da Thaksin Shinatwar’ın iktidara gelme sürecine bir bakmanız yararlı olabilir. Sokaklara çıkan kitlelere gelince, onlar artık, piyasa dostu bir söylem değil, sosyal güvenliğe, toplumsal refaha ulusal bağımsızlığa, eşitliğe, dayanışmaya ve kardeşliğe ilişkin bir söylem duymak istiyorlar.

İkincisi, Deniz Baykal eğer salt laiklik talebine dayanarak, bu kitlelerin kendisine mecbur olduğunu düşünürse büyük hata eder, tarihsel bir fırsatı kaçırır. Çünkü, eğer sokağa çıkan kitlelere, taleplerinin ve duyarlılıklarının kale alınmadığını, kendilerine “oyları nasıl olsa cepte muamelesi çekilmeye” başlandığı izlenimini edinirlerse, CHP ve Laik cephe üzerinde yoğunlaşan dikkatleri zayıflamaya, sağda, milliyetçi, otoriter söylemlerin de etkisiyle MHP, DYP, gibi partilere, solda da neo-liberalizm, emperyalizm karşıtı akımlara partilere az da olsa bu seçimde önemli olabilecek oranda ilgi gösterebilirler. O zaman CHP-DSP ittifakı (DSP’nin son hükümet deneyini de anımsarsak) beklediği, çok emin olduğu rüzgarı yakalayamayabilir… Bu günkü konjonktürde, yeni bir AKP zaferinin, yada seçimlerden sonra bir AKP-MHP/DYP vb.. bir koalisyonun Türkiye’nin genel siyasi iklimi üzerindeki yıkıcı etkisinin sorumluluğu da bu CHP/DSP ittifakı ama özellikle ve öncelikle Deniz Baykal’ın ve kadrosunun omuzlarında kalır.

Çarşamba yazısına (“Demokrasiye Sıkılan Kurşun” Üzerine -9 Mayıs 2007) yönelik eleştirilere bir cevap yerine…

Bu konulardaki olgusal gelişmeleri iyi izlemediği için olacak,tahlillerine çok önem verdiğimiz E. Yıldızoğlu dahi, iktidar blokununbileşenleri içinde saydığı TÜSİAD'ın da AKP'nin Cumhurbaşkanlığını elegeçirmesine hayır dediğini yazabiliyor; meclis içi muhalefetin, hukukun vetoplumsal muhalefetin bu süreçteki rolünü ise görmeyebiliyor: 9 Mayıs 2007tarihli Cumhuriyet”. Oğuz Oyan, DÜNYA 11 MAYIS 2007

Önce, Sayın Oğuz Oyan’ın ilgisine ve eleştirilerine teşekkür ederim. Benzer bir eleştiriyi, Dr Ali Rıza Üçer’de dile getirdi. Yazımı tekrar okuyunca her iki eleştiriye de hak vermek zorunda kaldım. Yazı, yer kısıtlı olduğundan (olacak, diye düşünme eğilimindeyim, eğer izin verirseniz) benim niyetimin dışında, ek bir vurgu yaratmış. Sayın Oyan’ın işaret ettiği Meclis içi muhalefetin, hukukun ve toplumsal muhalefetin tabii ki farkındayım ( özellikle toplumsal muhalefet üzerine yazıyorum) ama Çarşamba yazısının amacı (yönelimi) TÜSIAD’ın bile bir aşamada AKP’ye “Olmaz” (Çünkü istikrarı, dolayısıyla iktidar bloğunun konumunu, tehdit etmeye başladı) demesine karşın AKP’nin ısrarla ısrar etmesine, gündeminin aslında göstermeye çalıştığından çok daha radikal olabileceğine dikkat çekmekti…

Wednesday, May 09, 2007

Esas “ılımlı İslam” ve AKP

Türkiye’de, AKP’nin “ılımlı İslam”ı temsil ettiğine ilişkin, yakın zaman kadar beni de etkileyen, büyük ve çok tehlikeli bir yanılsama egemen. Bence Türkiye’de esas ılımlı İslam'ı AKP temsil etmiyor. AKP, AKP’den El Kaide’ye kadar uzanan bir yelpazeden oluşan siyasal İslam’ın temsilcisi.

Laiklik Ateistlik olmadığına göre…
Tandoğan mitinginden bu yana Türkiye’de bir kitle eylemleri fırtınası yaşanıyor. Dışarıdan bakınca da şöyle bir görüntü var: “Laikler, ılımlı İslam’a karşı. Asker de sotaya yatmış darbe yapmak üzere”. Askerin niyetini ben bilemem, darbe yapmasına da kesinlikle karşıyım, ama bu “Laikler ılımlı İslam’a karşı formülasyonu” beni rahatsız ediyordu. “Ne yani sokaklara çıkanlar Müslüman değil mi?” diye düşünüyordum. Tabi aralarında Ateistler vardır. Ama bunların çok ufak bir azınlığı oluşturduğu (Türkiye’de siyasi olmayan Ateizm geleneği olmadığından) kolaylıkla ileri sürülebilir. Eğer sürülebilirse, esas ılımlı İslam’ı, AKP değil de meydanlara çıkanlar temsil ediyor olamaz mı? İlhan Selçuk, “dindar ve dinci” ayrımı yaparken , sanırım tam da bu olguya dikkat çekiyordu.

Bu nedenle, ayrımı Laikler ve ılımlı İslam olarak değil, “ılımlı (siyasal olmayan) İslam” ve “siyasal İslam” olarak yapmak çok daha doğru olacak.

İki farklı pragmatizm
O zaman sanırım şöyle iki betimleme söz konusu olabilir: Siyasal olmayan -ılımlı- İslam: Yüceyle arasındaki ilişkiyi ve dini, siyasal (devlet-iktidar) pratiğinin dışında yaşamak, yaşarken de bunu kendi yaşam pratiklerine (kişisel ilişki kodları ve estetik), ekonomik yaşamlarının gereksinimlerine (mülkiyet, üretme ve bölüşme), cinsiyet özelliklerine (kadın erkek) ve hatta cinsel tercihlerine (hetoroseksüel, eşcinsel) göre düzenlemek isteyenler, maddi dünyanın gelişmelerine, uyum sağlamaya çalışırken dine, dini inançlarına karşı daha pragmatik, esnek bir tutum benimseyenle. Daha felsefi bir çözümlemeyle, dini de içeren bir “hakikat rejimine” sahip olanlar. Siyasal İslam: Dini mutlaka siyasal (devlet-iktidar) pratiğiyle ilişkilendirmekte ısrar edenler. Nihai amaçları, maddi dünyadaki gelişmeleri, güçleri yettiği oranda, gerekirse tedricen, dini inancın (sistemin) disiplini altına almayı arzu eden ve bu yönde çalışanlar. Dini tek “hakikat rejimi” olarak kabul edenler.

Görüldüğü gibi karşımızdaki yaklaşımların ikisi de pragmatik; ancak biri esas olarak diğeri ise gereklilik, taktik olarak. Kafamızı, (en azından uzun süre benim kafamı) karıştıran da bu oldu. Birincisine, ılımlı İslam tarafında, pragmatizm dini kuralların uygulamışına yönelik iken, ikincisinde pragmatizm dini kuralların yaşamı egemenlik altına alma sürecine, belli bir “hakikat rejimini” eninde sonunda egemen kılmaya yönelik olarak karşımıza çıkıyor.

Böyle bakınca da esas ılımlı İslam’ın birincisi olduğu, AKP’den El Kaide’ye kadar uzanan ikinci bir siyasi yelpazenin de siyasal İslam’ı, bunun içinde de AKP benzeri akımların pragmatik kanadı temsil ettiği söylenebilir.