Friday, January 30, 2009

Başbakan’ın Davos “hareketi”, siyasal İslam’ın yükselişinde yeni bir eşik

Şimdi liberal entelijansiya başbakanın Davos’taki sert çıkışına nasıl yaklaşacak merak ediyorum. Ulusal onurumuzu kurtardı, eğik başımızı dikleştirdi mi diyecekler. Yoksa, Başbakan diplomasi nutukları çekip akıl mı verecekler?

Ben her ikisini de yapmadan bir başka nokta üzerinde durmak istiyorum. Başbakan’ın Davos “hareketi” iyi haber değil. Kimileri sinirlerine hakim olamadı diyor. Kimileri, danışıklı dövüş…

Başbakan bunu neden yaptı bilemem. Ama, bu hareketin, hükümetin “Yeni Osmanlı” fantezisiyle de desteklenen dış politikasıyla bir bağının olduğunu düşünüyordum.  Bu bağlamda, başbakanın Davos’ta yaptığı hareketin dış ve iç politikada yol açabileceği sonuçlar beni korkutuyor. 

Türkiye,  GOP’a ortak (başbakan eş başkan) olduğundan, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini geride bırakarak bölgeyle yakından ilgilenmeye başladığından bu yana, çabalıyor ama henüz bölgede kalıcı bir mevzi elde edebilmiş değil. Çünkü bu çabalar, parselli araziye ev yapmaya, ya da, daha iyimser bir deyişle sıkışık bir odada, oradakileri kenara iterek kendine yer açmaya çalışmaya benziyor. Bölge arazisi, çeşitli nüfuz alanlarına bölünmüş durumda. Iran, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan Lübnan, Filistin, Hatta Kuzey Irak konularında önemli etkilere sahip. Bunlar, ABD’nin iradesi altında yada onun girişimlerinin  yaratığı sonuçlar altında şekillenen nüfuz alanları. Ek olarak Rusya ve ABD önemli bir oyuncular olarak bölgede etkilerini gittikçe arttırıyorlar. Bu koşullarda, Türkiye, kendine yer açamaya yönelik eylemlerinden sonuç alabilmek için, yeterli ekonomik, siyasi askeri güçe sahip değil.

Başbakan bunu hatırlatanlara kızıyor ama gerçekler de ortada. Dış politika kapasitesi üç koşula dayanır.

Birincisi “devlet kapasitesine”, o da ekonomik kapasiteye ve rejimin ülke içindeki meşruiyet derecesine. Türkiye’nin devlet kapasitesi ekonomik, bürokratik, açılardan zayıftır, hatta kırılgandır dahası, zayıflamaya ve kırılganlaşmaya devam ediyor. Bu bağlamda ekonomik krize, Ergenekon davasının yarattığı saflaşmaya,  askeri yapının teknolojik ve lojistik gereksinimleri açısından dışa bağımlı olma özelliklerine bakmak yeter sanırım… Devlet kapasitesinin zayıf olması, güç yansıtma, bölgesinde diğer ülkelerin de işine yarayacak hizmetler üretme kapasitesinin zayıflığı anlamına gelir.

İkincisi, uluslararası dengelerin ve dış politikaya konu olan ülkelerin, direnme yada kabullenme kapasitesine, ittifaklar oluşturma eğilimine… Bu bağlamda Osmanlı geçmişi bir avantaj değil bir yüktür. O çok övülen, hatta öykünülen, Osmanlı barışı, çok kültürlü ortak yaşam, bir despotik imparatorluk iradesine, baskı gücüne (merkezin şiddet uygulama kapasitesine) dayanıyordu. Bu kapasite gerilemeye başlar başlamaz  “uyum içinde yaşadığı” varsayılanlar hemen kendi yollarına gitmeye başladılar. Osmanlı’nın buna gösterdiği tepkinin trajik sonuçlarını biliyoruz…

Üçüncüsü her dış politika bir seri somut hedefe/amaçlara (kazanım beklentilerin dayanmak zorunda). Kimi ülkeler enerji kaynaklarına yönelir. Kimileri geleneksel, ya da yükselen düşmanlarını sınırlamak ister. Kimileri yeni topraklara, yaşam alanlarına, sömürge edinmeye, tarihsel olarak kedine ait olduğun düşündüğü coğrafyalara yönelir. AKP hükümetin izlediği dış politikanın somut hedefleri belli, ya da açık değil; dile getirilenler de (bölgede güç olmak, barış götürmek, Osmanlı barışı filan) gerçekçi değil. Davos olayı, ve benzeri çıkışlar, kısa dönemde, bölgede kamu diplomasisi (public diplomacy) açısından yararlı gibi görünürken, orta ve uzun dönemde dış politikanın yukarıda değindiğim zaaflarını ortadan kaldırmaz. Aksine ülkeyi yalnızlaştırmaya, zaaflarının çevresinde  çok daha kolay algılanabilir olmasına da yol açabilir.

Ama bu tür çıkışlar, ülke içinde bir işleve sahip olabilir. Örneğin, “Davos hareketi” siyasal İslam’ın ülkedeki iktidara yürüyüş, totaliter bir rejim oluşturma sürecinde,  milliyetçiliği  (Yahudi düşmanlığını da körükleyerek) hegemonyası altın almaya ve asimile etmeye başlamasıyla, bir eşiğin daha aşılmasına yol açabilir.

 

Thursday, January 22, 2009

Peki, Şimdi Ne Oldu?

İsrail’in hava saldırıları, kara savaşında uyguladığı post-modern mekân yönetim teknikleri, çoğu sığınmacı bir buçuk milyon Filistinlinin yaşadığı Gazze şeridinde neredeyse taş üstünde taş bırakmadı. Bu arada tam sayısı belli olmamakla birlikte çoğu kadın, çocuk sivil 1400’den fazla Filistinli öldü, 3 bin 500’den fazla yaralı var. Ama üç hafta süren savaşın sonunda, yorumcular (Guardian, Financial Times), hiçbir sorunun çözülemediğinden yakınıyorlardı.

Herkes kazanmış (!?)

İsrail’e bakılırsa, Hamas’a büyük bir zarar verdi. Ne kadar kısa sürede ne kadar insan öldürebileceğini, bina yıkabileceğini göstererek, askeri gücünü dosta (eğer hâlâ kaldıysa), düşmana (sayıları giderek artıyor) kanıtladı. Bu büyük bir zafer olmuş. Hamas’a bakılırsa, füze atma kapasitesini kaybetmemiş, liderliğini koruyabilmiş. O da savaştan zaferle çıkmış. İki taraf da, zafer kazandıkları için olacak, tek taraflı ateşkes ilan ettiler.

Felaket bu kadar büyük olmasaydı, İsrail ve Hamas liderliklerinin zekâları üzerine eminim bir sürü müstehcen şaka üretebilirdik. Ama ne yazık ki, dünyada yükselen İsrail karşıtı gösterilere bakarak, tarihin karanlık günlerini anımsayan İsrail halkının gelecek korkularıyla; kaybettikleri sevdiklerinin bir kısmını gömerken, geri kalanını da çökmüş binaların altında aramaya devam eden Gazze halkının gözyaşlarını, bir an kenara bırakarak, bu “zaferler” üzerinde “düşünmekle” yetinmek durumundayız.

İsrail en azından Hamas’a büyük bir darbe vurarak roketlere son vermeyi, Abbas’ın ve Filistin yönetiminin yeniden Gazze’de egemen olmasının yolunu açmayı amaçlıyordu; sergilediği askeri kapasiteye karşın amaçlarına ulaştığını söylemek zor.

Bir meşruiyet sorunu var

İsrail’in uzun süreli güvenliği, uluslararası alanda meşruiyetini, soykırım yaşamış bir halkın kurduğu “demokratik, uygar devlet” imajını korumaktan geçiyordu. Ancak Gazze’de yaşananların küresel medyadaki yankıları, Avrupa’nın büyük kentlerinde yükselen İsrail karşıtı protesto gösterileri, Türkiye’de de oluşmaya başlayan Yahudi düşmanlığı havası, İsrail’in yalnızca uluslararası imajını zedelemekle kalmadığını, yakın müttefikleriyle bağlarının zayıflamaya, İsrail halkının kendi ahlaki üstünlüğüne inancının sarsılmaya başladığını gösteriyor.

Dahası, Haarez, Jarusalem Post gazetelerinin aktardığı gibi, İsrail seçkinleri şimdi, kendilerini bir “uluslararası savaş suçları davaları” dalgasının beklediğine inanıyorlar. Adının açıklanmasını istemeyen bir bakan, “Gazze’deki yıkımın çapı belli olduktan sonra ben artık Amsterdam’a tatil için değil mahkemelere çıkmak için giderim” diyormuş.

Bu savaş İsrail’in bugüne kadar benimsediği güvenlik paradigmasının iflas ettiğini de gösteriyor. Artık, salt askeri güce dayanarak, Filistin tarafının bakış açısını inkâr ederek, Hamas’la konuşmayı reddederek ilerlemek olanaklı değil. Bu yüzden, İsrail barış hareketine yıllarını vermiş bilge adam Uri Avineri, “bu savaş son tahlilde bizzat bize, İsrail devletine zarar verdi” diyor.

Bir de sorumluluk…

Yukarıdakiler, Hamas’ın “zafer” iddialarını adeta haklı çıkarıyor. Gerçekten de Hamas’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde muhatap alınması önemli bir gelişme. Komuta kademesini, kadrolarının çoğunu koruyabilmesi, İsrail’e füze atmaya devam edecek kadar ayakta kalması da…

Ancak bu “başarılar”, “Hamas’ın Filistin halkına olan sorumluluklarını yerine getirebildiği” anlamına gelmiyor. Örneğin, Hamas’ın izlediği politika barış sürecine ne kadar hizmet ediyor? Hamas, yönetimini üstlendiği Gazze’de halkın güvenliğini ve refahını sağlayabiliyor mu?

Bu sorulara olumlu cevaplar vermek çok zor. Birincisi, Hamas’ın İsrail’i tanımamaya, askeri açıdan hiçbir anlamı olmayan füzeleri atmaya devam etmesi, barış sürecini tıkıyor. İroni şurada ki İsrail’deki muhafazakâr kanadın da istediği bu. Her ikisi de “iki devlet” çözümüne kendi açılarından farklı gerekçelerle karşılar. İkincisi Hamas artık işgal altındaki bir bölgede değil, Gazze’de yönetimde olan bir örgüt. Bir başka ülkeye saldırırken bunun, sonuçlarını da hesap etmekle yükümlüdür. Eylemleri, kendisini kucaklayan toplumda yaşayanların ekonomik, siyasi ve hayati güvenliğine öncelik vermiyor.

Hamas, Hizbullah gibi İsrail askerlerini sahada göğüsleyerek, yenilgiye uğratarak ayakta kalmadı, övünerek söylediği gibi savaşmayarak ayakta kaldı. İsrail’in gazabına katlanmak da, bir yere kaçamayan Gazze halkına kaldı.

Hamas bu taktiği izlerken Gazze halkının onayını almak yerine, onlara durumu, camilerde dini içerikli konuşmalarla, şehitlik nutuklarıyla açıklamaya devam etti. Hamas dini bir örgüt olarak, tabii ki, Tanrı karşısında sahip olduğuna inandığı sorumluluğa öncelik verdi, kendisini ayakta tutan toplumsal yapının insanlarının hayatına, iradesine değil…

Hamas belki İsrail saldırısı karşısında ayakta kalmayı başardı, ama bu savaş özelde Gazze, genelde Filistin halkının, güvenliğini, refahını, geleceğini Hamas’a emanet edemeyeceğini de gösterdi.

Thursday, January 15, 2009

Barış Şimdi Daha Uzak

“Anlaması Zor Bir Savaş...” demiştim, bir okurum itiraz etti: “Hiç de anlaşılması zor filan değil… Ambargo altındaki bir ülkenin, emperyalizme karşı direnişidir bu savaş. …İsrail’in barışmak gibi bir niyeti hiç olmadı.”

Gerçekten de ilk bakışta durum apaçık. Geçmişte İsrail ordusunda savaşmış Prof. Avi Shlaim ülkesi için “ilkesiz liderler tarafından yönetilen gangster devlet” deyimini kullanırken, Ben Gurion Üniversitesi’nden Prof. Neve Gordon, İsrail’in Gazze politikasını “kesimlik hayvan yetiştirme çiftliğine benzetiyor”. Haaretz yazarı Gideon Levy “Ahlakın sesi geride kaldı, artık adeta her şey mubah Filistinliler söz konusu olunca” diyor tiksintiyle.

 Yine de, iki sorun var: Birincisi, Gazze’de savaşan tarafların hedeflerine ulaşma şansları hiç yok. Anlaşılması zor olan ikinci nokta da şu: Hamas İsrail’in varlığını kabul etmediğine göre yeni bir barış süreci hangi zeminde gerçekleşecek?

 Kimse kazanamayacak

Annapolis zirvesinin mantığı gereği Hamas’ın tasfiye edilmesi, Abbas’ın, Filistin yönetiminin Gazze’de de egemen olması gerekiyordu. FY’nin buna gücü yetmeyeceğine göre iş İsrail’e düşebilirdi…

Ancak, hemen herkesin kabul ettiği gibi Hamas’ı askeri yöntemlerle tasfiye etmenin insani, ahlaki ve diplomatik maliyeti, İsrail yönetiminin, (Natenyahu, Olmert, Barak, Livni ne kadar ilkesiz olursa olsunlar) üstlenemeyeceği kadar yüksek. FY’nin Gazze’ye İsrail tanklarının arkasından girmesi, olasılığıysa en hafif deyimiyle müstehcen.

 Hamas’ın da kendisinden her açıdan çok daha güçlü, İsrail karşısında, ateşkesi bu kadar kolaylıkla terk etmesine yol açan hesapları da gerçekçi değil. Hamas’ın Gazze’de “Hizbullah tarzı bir zafer kazanıp”, Filistin halkının tek temsilcisi durumuna yükselmesinin maliyeti, bunu denemenin riski, yaşayarak görmekte olduğumuz gibi çok ama çok yüksek.

 Bu iki hesap hatası, savaş başladıktan, bu kadar kan aktıktan, bu kadar nefret, hiddet biriktikten sonra, şimdi barış sürecini düşünmeyi bile olanaksız hale getirdi. Taraflar ateşkese bile yanaşmıyorlar…

 Soğukkanlı bakmakta yarar var…

Denebilir ki böyle oransız bir saldırı, çoğu sivil hatta çocuk, 900’den fazla ölü 3 binden fazla yaralı, Gazze’deki yıkımdan sonra nasıl soğukkanlı bakabiliriz! Ne yazık ki bakamazsak, Filistin sorununu ne anlayabiliriz ne de “çözümüne” bir katkıda bulunabiliriz.

 Önce şuradan başlayalım. Filistin sorunu, ortaya çıkış koşulları temel alınarak çözülebilir olmaktan çoktan çıktı; ya da “yakın bir gelecekte çözülebilir olmaktan çıktı”. Diğer bir deyişle bu soruna mutlak bir çözüm bulunamaz.

 Ancak barış sürecini her seferinde tıkayan üç temel engel etrafında göreli, sınırlı bir çözüm söz konusu olabilir. Birincisi, 1948’de sürgüne gidenlerin büyük çoğunluğunun geri dönmesini İsrail devleti ve halkı kabul etmez. Ama, İsrail 1967 sınırlarının gerisine çekilirse, ABD ve AB’nin hatta Arap ülkelerinin yardımıyla, tazminat ve yeniden yerleşim olanakları bağlamında, geri dönmek isteyenlere yönelik göreli bir çözüm düşünülebilir. İkincisi, Kudüs’ün Filistin halkına geri dönmesi de bugün için gerçekçi bir amaç değil. Ancak Filistin yönetiminin Kudüs’ün Müslüman bölgesine taşınması, kutsal yerlerin yönetimini üstlenmesi düşünülebilir. Üçüncü sorun da yerleşimcilerle ilgili. Bu yerleşimlerde İsrail’in en yoksul, en dinci kesimleri yaşıyor. Yerleşimlerin tasfiyesi İsrail için hem siyasi, psikolojik bir hem de ekonomik açılardan çok büyük bir sorun. Bu konuda ABD ve AB’nin İsrail’e bu yerleşimleri sökmesi için baskı yapmanın yanı sıra ekonomik ve siyasi destek vermesi de gerekiyor.

 Bu engeller aşılabilir ve bir Filistin devleti kurulabilirse ilerde bir gün, İsrail ve Filistin halklarının, kendilerini güvende hissetmeye başladıkları, yan yana yaşamayı, birbirlerine güvenmeyi öğrendikleri bir aşamada Filistin sorununu, demokratik yöntemlerle ve “mutlak” olarak çözecek tasarımlar gündeme getirilebilir.

 Sorun dönüp dolaşıp öncelikle Hamas liderliğinin kendi ideolojilerini Filistin halkının genel çıkarlarının, FKÖ ne kadar çürümüş olursa olsun, birlik oluşturma dinamiğinin yerine koymadan davranmaya başlamasına, İsrail ile konuşmayı kabul ederek, İsrail liderliğinin, bu sorunu kendi siyasi çıkarlarına alet etmelerine olanak veren gerekçeyi ortadan kaldırmasına geliyor.

Ne yazık ki bu son savaş, İsrail ordusunun inanılmaz zorbalıktaki saldırısının uluslararası alanda yol açtığı tepki, Hamas’ın verdiği büyük kayıplar, Tzip Livni gibi ağzından çıkanı kulağı duymayan politikacıların diplomatik gafları (“Mademki Hamas asker sivil ayrımı yapmıyor biz de yapmayız…”) Hamas’ın bu adımı atma olasılığını daha da zayıflattı. Her iki tarafın bencil ve sinik liderlerinin siyasi ihtiraslarının maliyetini ne yazık ki Filistin ve İsrail halkları kanlarıyla ödemeye devam ediyor. 

Wednesday, January 07, 2009

Samuel P. Huntington (1927-2008)

“Uygarlıklar çatışması” teorisinin yaratıcısı Samuel Huntington 24 Aralık 2008 günü öldü. Huntington’un teorisi,“soğuk savaş” sonrası dönemde uluslararası ilişkileri sağlıklı bir biçimde düşünme çabalarına büyük bir darbe vurdu ama tarihin çok özel bir anında gündeme geldi, çok özel bir gereksinime cevap verdi. Bu yüzden, 1993’te Foreign Affaires dergisinde yayımlandıktan sonra, üzerine adeta bir çığ gibi gelen eleştirilere karşın bu teori kısa sürede ABD’den Ortadoğu’ya kendine çok yaygın bir taraftar kitlesi buldu 11 Eylül’den sonra Müslüman dünyasının seçkinlerinin gönlünde taht kurdu.

Düzen değil çatışma

Soğuk savaş bitince, ABD’de,Kissinger’ın deyişiyle, bir dış politika paradigması krizi oluşmuştu: ABD, SSCB gibi bir tehdidin olmadığı bir dünyada Batı Bloku’nu liderliği altında nasıl bir arada tutacak, hegemonyasını sürdürmeye devam edecekti? Bir akım,“neoconlar”, bu krizi Wolfowitz’in 1992’de New York Times’a sızan raporunda dile getirildiği gibi, ABD’nin askeri gücüne dayanarak bir imparatorluk stratejisiyle aşmayı öneriyordu. Bir diğer akım ise “Yeni Dünya Düzeni”nden söz ediyor, küreselleşme dönemine girildiğini öne sürüyordu.

Huntington bu krize, birçok kez vurguladığı, “Biz kimiz?” başlıklı kitabında da dile getirdiği gibi,“yurtsever”, “ulusalcı” ve “realist”bir açıdan yaklaşıyor, “küreselleşme”söylemini, “Yeni Dünya Düzeni”beklentisini kuşkuyla karşılıyordu. Ona göre, soğuk savaş döneminin ideolojik çatışmalarının yerini şimdi, kökleri tarihin derinliklerine uzanan etnik, dini özelliklere dayanan kültürel çatışmalar”alıyordu. Huntington bu kültürel çatışmaları, “uygarlıklar” arası çatışmalar olarak düşünüyor, bu bağlamda, Batı ve diğerleri (Latin Amerika, Afrika, Müslüman, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist ve Japon) bir anlamda “ötekileri” olmak üzere dokuz “uygarlık” tanımlıyordu.

Ne ki, bu dokuz “şeyi” bir araya koymanın, (kültürel, antropolojik, tarihsel açılardan) teorik imkânsızlığı ortadaydı. Bugüne kadar en büyük çatışmaların aslında “uygarlıklar”arasında değil, içinde yaşanmış olması;“uygarlık” tanımının belirsizliği, son tahlilde dini özelliklere indirgenmesi, Çin ve Japonya’nın iki farklı “uygarlık”gibi düşünülmesi gibi birçok gariplik söz konusuydu. Bu “düzene” değil“çatışma” beklentisine, dış politika krizinin bu beklentinin ışığında, (adeta bir Batı “uygarlığı” bloku oluşturarak) aşılması önerisine yatırım yapanteorinin ciddiye alınmaması gerekirdi.

Tarihin sonundaki kapitalizm

Ama alındı. Çünkü Huntington tüm gelecek vaatlerini yitirmiş, “tarihinin sonuna” gelmiş ama başka yaşam seçeneklerini de yadsıyan, nihilist bir aşamaya girmiş kapitalizme çok uygun bir ideoloji üretmeyi başarmıştı. Artık,“uygarlıklar çatışması” teorisi sayesinde, kapitalizmin yarattığı sorunları, yine kapitalizm dışındaki etkenlere bağlamak, dışsallaştırmak söz konusu olabilecekti…

Örneğin, ekonomik/siyasi çelişkileri, geriye doğru (“soğuk savaşta”)ideolojik çelişkiler, ileri doğru dakültürel çelişkiler olarak tanımlamak, kapitalizmi, “içeride” “çokkültürlülük”söylemiyle sınıf çelişkilerini, “dışarıda da” “uygarlıklar” söylemiyleemperyalizmi konuşmaktan kurtarıyordu. Huntington böylece, ortaya, Jacques Rancière’in “post-politik” olarak nitelediği, “evrenselliği”yadsıyan, yaşamı kültüre indirgeyerek tüm çelişkileri gizleyen, siyaseti olanaksızlaştıran söylemlere uygun bir teori/ideoloji koymuş oluyordu.

Ama çok daha önemlisi, kapitalizmin, Batı’dan Doğu’ya, Protestan/Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Budist, Şamanist, Konfüçyüsçü her türlü özgün “dünyayı”(bireyin kimliğinin çapasını bağladığı“yaşam dünyasını”), metalaştırma süreçlerinin, sermaye birikiminin potasında eriterek homojenleştiren,yok eden, böylece insanlığı, “dünyasız”(köksüz ve “geleceksiz”) bırakan tek ve egemen “uygarlık” olduğunugizlemek mümkün olabiliyordu.

Böylece, “bir yaprak en iyi ormanda gizlenir” misali, sermayeninevrenselliği de evrenselliği yadsıyan söylemlerin içinde gizleniyordu. Liberal-kapitalist-emperyalist“statükoyu” korumak için bundan daha güzel bir yöntem olabilir miydi?

Diğer taraftan, Ortadoğu’da, sömürge mirasının, modernite”nin(aydınlanmanın) trenini kaçırmış olmanın ezikliğini yaşayan, dini siyasi seçkinler, “uygarlıklar çatışması”teorisinde, bu ezikliği aşmanın bir aracını bulduklarını hayal ettiler; ona dört elle sarıldılar. Artık onlar Hıristiyan“uygarlık” karşısında, şeyleştirilmiş, edilgen, “uygarlaştırılması gereken”,hatta bazen “çocuklaştırılmış”, bazen“erotize edilmiş”, “efemine”, bir “Doğu”değil, ona eşit (hatta bir zamanlar çok daha üstün) ve “diyaloğa” girmeye hazır bir Müslüman “uygarlığa” aittiler. Ne ki bu fanteziyi onlara yine Batı (Huntington) ihsan ettiğinden, ihsan edenin, böylece de diyaloğun sınırlarını saptayanın, şeyleştirme, “tanımlama”,belirleme süreçlerinin içinde tutsak kalmaya devam ettiler ama bu kez“nerede” olduklarını dahi bilemeden…

Thursday, January 01, 2009

Mahalle Baskısı, ‘İklim Sorunu’, ‘Rejim Sorunu’

(Cumhuriyet 31.12.2008)

Prof. Binnaz Toprak’ın “Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” ile ilgili araştırmasının yol açtığı tartışmalar sürüyor.

Bu sırada araştırmanın kapsadığı bölgelerde saptadığı yeni “iklimin” soğuk rüzgârlarının giderek, bizzat araştırmanın sponsorlarını, Prof. Toprak’ı da üşütmeye başladığına şahit oluyoruz. Araştırma üzerinde sürdürülen tartışmaların büyük çoğunluğunun (Ali Sirmen, Prof. Emre Kongar dışında), sorunu, bireysel özgürlükler, “ötekileştirme” gibi, son derecede sınırlı boyutlarda irdeledikleri, toplumsal yapı ve rejim sorunlarıyla ilgi kurmaktan özellikle kaçındıkları görülüyor. Siyasal İslamın organik entelektüellerinden Taha Akyol da“Rejim sorunu yok, hepimizde hoşgörü sorunu var” diyerek adeta tartışmanın sınırlarını belirlemeye çalışıyor…

Ama boşuna çaba… Çünkü bu araştırma, siyasal İslamın toplumsal hegemonya kurma mücadelesiyle (“pasif devrim” süreciyle) buna direnenler arasındaki mücadelenin ortasına düştü bir kez.

Çevir kazı yanmasın

Ama önce soğuk rüzgârların altında üşümeye başlayanlara kısaca değinmek istiyorum; çünkü onlar uzun bir süredir, bu “pasif devrim”sürecinin, aktörleri olarak “gösteri toplumunun” sahnelerinde dolaşıyorlardı.

Pazartesi günü Zaman gazetesinin aktardığına göre, Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Direktörü, “Çalışmanın sonuçlarının Türkiye geneline yansıtılamayacağını” söylemiş ve eklemiş “Doğru bildiğimiz her şeyi sıralamak zorunda değiliz” (abç). Adama bakar mısınız, açık toplumdan yana ama bildiğini açıkça söylemekten yana değil! Prof. Toprak’ın Star gazetesine dediklerine göre“Türkiye’nin bütünüyle ilgili bir genelleme olduğunun sanılmaması” gerekiyormuş, ama “hiçbir genelleme yapılamaz değil”miş. Araştırma bir “iklimi” ortaya koymuş, bu iklimin var olduğu genellemesi yapılabilirmiş. Türkiye’de herkes böyledir, baskıya uğruyor diyemezmişiz… Ama bu tip, araştırmalar zaten “herkes böyledir” demek için değil de, bir eğilim, bir “iklim” (“ekolojik egemenlik” derecesi) saptamak hatta bunun şiddeti, biçimleri açısından fikir vermek için yapılmaz mı? Dolayısıyla, bir genelleme yapmaya olanak verecek bulguları öne çıkarmak için… Bir bilim insanı açısından gerçekten üzücü bir durum… Toprak’ın, iki yıl önce, tam tersi bir “iklimi” saptayarak, “tehlikenin farkında mısınız” uyarılarını adeta paranoya durumuna düşüren araştırmasını anımsatarak durumu daha üzücü hale getirmek de mümkün…

Rejim sorunu yokmuş…

Taha Akyol, sorunu “hoşgörü”ye indirgeyerek siyasi boyutunu saklamaya çalışıyor. Çünkü araştırma bir “iklim”, “zeitgeist”saptayarak, bir hegemonyanın en önemli bileşeninin, “genel kabul görme” olgusunun “yerine oturmaya” başladığını gösteriyor.

Dahası, araştırmanın bulguları, belli bir biyopolitiğin (beden yönetme ve kontrol rejiminin) çok yaygın bir biçimde kabul görmeye, norm haline gelmeye başladığını da ortaya koyuyor. Çünkü araştırma insanların, özellikle de kadınların belli bir giyim tarzını, bedenlerini örtme, kimliklerini temsil etme (erkekten farklı bir cins olmakla ilgili simgeleri kullanma) biçimlerini benimsemeye, hem fiziki, hem ideolojik, hem ahlaki baskılarla zorlandığına ilişkin bulguları sergiliyor. İkincisi araştırma, dış görünüşü böyle belirlenmeye başlanan insanların, günlükzamanlarını kullanış biçimlerinin de gözetim altına alınmaya başlandığını, belli bir rutini (zaman denetleme rejimini) benimseyezorlandıklarını gösteriyor. Bu “zaman denetleme rejimi”, bir mekân kullanma rejimini de beraberinde getiriyor. Belli zamanlarda belli yerlerde toplu olarak bulunma zorunluluğu vb… Nihayet bu “biyopolitik” rejim insanların içki içmemek, cinsel pratiklerinde belli kurallara uymak (kadın erkek ayrımı, flört yasağı, eşcinselliği bastırmak) gibi kimi bedensel hazlarını da sınırlamaya büyük önem veriyor.

Araştırma bu rejimlerin son derecede örgütlü (cemaatin yapıları, önderleri, militanları toplantıları, hiyerarşileri, komiteleri vb…) bir biçimde dayatıldığını ve izlendiğini, mahallelerin adeta “her şeyi gören göz” altında bir “öz-disiplin” (otokontrol) rejimine tabi olmaya başladığını düşündürüyor.

Araştırma tüm bunları ortaya koymanın ötesinde, siyasal İslamın tabanında, şoven milliyetçi unsurların da özellikle sokak denetimi ve disiplin edici şiddetin uygulanması alanlarında etkinleşmeye başladığına dikkat çekiyor.

Özetle Toprak’ın araştırmasının bulguları, totaliter bir beden kontrolüne (biyopolitik) dayanan bir baskı rejiminin yerleşmeye başladığını ortaya koyuyor. Liberal, postmodernist entelektüellerin, siyasi olanın bireysel, bireysel olanın da siyasi olduğunu savunan feministlerin, dahası kimi sosyalist grupların ve grupçukların, bu baskı rejimine karşı seslerini yükseltmiyor, tam aksi ona direnmeye çalışanları hedef alıyor olmaları da bu siyasal İslamın yükselen hegemonyasının bir başka göstergesi…

Binnaz Toprak’ın araştırması ülkenin en iyimser deyimle kimi bölgelerinin yerel dini söyleme dayanan bir “faşist rejimin” altına girdiğini gösteriyor. Acı olan şu ki, etnik sorunlar söz konusu olduğunda antifaşistliği kimseye bırakmayanlar, bu sürece tam anlamıyla hayırhah bir tavır takınıyor, “pasif devrimin” unsurlarıyla ortak toplantılar düzenleyerek onlara meşruiyet yüklemeye devam ediyorlar.