Wednesday, February 29, 2012

‘Dönülmez akşamın ufkunda’ Suriye (ve belki de Türkiye)

Geçen hafta Suriye ile ilgili haberleri okurken artık bu ülke için geriye dönüşün söz konusu olamayacağını düşündüm. 

Pazartesi günü Al Hayat gazetesinde Ghassan Charbel’in yorumu, bu ölümcül çıkmazı bence çok iyi betimliyordu: “Rejim, saygınlığına, iktidar partisine, orduya, güvenlik örgütlerine, ekonomiye verdiği zarardan sonra artık geri çekilme becerisini kaybetmiştir. Muhalefet de verdiği binlerce kurbandan, yıkılan kasabalar ve kentlerden sonra artık geri çekilemeyeceği bir noktaya gelmiştir. Her iki taraf da geri çekilmenin kendisi için bir intihar olacağını düşünüyor.” 

En güçlü olasılık, taraflardan birinin kazanmasına sıra gelmeden Suriye’nin ağır insani ve jeopolitik sonuçlar yaratarak dağılmaya başlamasıdır. 

Eğer Asharq Al Awsat’ta Mohammad Ali Salih’in pazar günü, Washington’dan, ABD askeri kaynaklarına dayanarak aktardıkları doğruysa, AKP yönetimindeki Türkiye de bu sürece derin bir stratejik dalış yapmaya hazırlanmakta ya da itilmektedir. (Not: Al Hayat ve Al Awsat’ın Suudi rejiminin gazeteleridir.) Gelecekte tarihçilerin, bu “derin stratejik dalışı” da bir başka tür intihar eylemi olarak değerlendirme olasılığı, korkarım ilk anda sanılandan çok daha büyüktür. 

Derin stratejik dalış... 
Ali Salih’in kaynağına göre, ABD Savunma Bakanlığı’nda, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale planı hazırlanıyormuş. NATO’nun 1998 Kosova operasyonlarına dayanarak hazırlanan plana göre, ilk adımda Türkiye sınırına yakın bir yerde bir korunaklı bölge oluşturulacak; sığınmacılara, sonra da Türkiye’den Suriye’ye girmeye başlayan NATO güçleri aracılığıyla, uluslararası Kızıl Haç örgütü eliyle tüm Suriye halkına insani yardım sunulacakmış. 

Bu senaryo da “insani yardım”, bu insani yardıma verilecek askeri korumaya bir uluslararası yasal zemin sunacakmış. Bu eylemler, yardım konvoyları Türkiye ve Ürdün’den Suriye’ye girerken havadan koruma operasyonlarına dönüşebilirmiş. Ali Salih’in kaynağı “Bu çok sakıngan bir senaryo, çünkü Suriye ordusunun, özellikle hava kuvvetlerinin büyük gücünü hesaba katıyor” diyormuş. 

Böyle bir senaryonun başlayabilmesi, için AKP hükümetinin Suriye konusunda kesin kararını, sonra bundan bir geri dönüş olmayacağını bilerek vermesi gerekiyor. Batı ve Suudi medyasından görebildiğim kadarıyla da AKP hükümeti üzerinde, bu yönde adeta “Hani yapacaktın, hadi artık” diyen güçlü bir basınç var. 

Batı basınında şöyle bir söylem dikkati çekiyor: Suriye Libya değil. Suriye’de 18 milyonluk bir nüfus, 185 bin kilometrekareye, yoğun kentsel yapılara sıkışmış durumda. Bir hava operasyonunda isyancılarla devlet güçlerini ayırt etmek son derecede güç; tüm dünyayı isyan ettirebilecek çapta yan hasar olasılığı yüksek. İsyancıların yapısı, liderliği belirsiz. İsyancıları silahlandırıyoruz derken radikal İslamı güçlendirme riski var. Esad’ın içeride güçlü toplumsal desteği, dışarıda Çin ve Rusya gibi dostları var. ABD kamuoyu yeni bir kara savaşını kabul etmeye eğilimli değil. Ortada, sürece önderlik etmeye hazır, İngiltere veya Fransa gibi ülkeler yok. Körfez ülkeleri, Suudi rejimi müdahaleden yana, ama askeri kapasiteleri yetersiz. Halbuki Türkiye NATO’nun en büyük ordularından birine sahip bölgede Sünni Araplar arasında saygınlığı var. Hillary Clinton’un vurguladığına göre “Türkiye’nin etkisi başka”. Ancak belli ki Türkiye beklenen adımı atmakta kararsız. Bunu Al Awsat’ta, Tarık Alhomayed’ın yorumundaki öfkeli sabırsızlıkta da görmek olanaklı. Alhomayed, “Duyduk ki Türkiye Dışişleri Bakanı Washington’daymış. Suriye’yi, Arap devrimlerini konuşuyormuş. Bu konuda Washington’dan işe yarar bir şey çıkmadı. Türklere gelince, ‘Ahmet Davutoğlu Washington’dan döndü mü?’.” Alhomayed, “Belli ki ABD İsrail’i korumak istiyor. Suriye’de İslamcı bir rejimin kurulmasından korkuyor. Peki, Türkiye’nin bahanesi ne? Dışişleri Bakanları hâlâ Washington’dan dönmedi mi?” diyor. Belli ki Alhomayed, Washington’da konuşulanları, Türkiye’nin yapmayı kabul ettiği şeyleri biliyor; sabırsızlıkla soruyor: “Neden hâlâ yapılmıyor?” 

Büyük olasılıkla AKP yönetimi, Suriye dağılmaya başlayınca, bölgenin tüm dengelerinin bozulacağını, belki de Suriye Kürdistanı’nın, Irak Kürdistan’ıyla birleşerek daha büyük bir siyasi birim oluşturmaya başlayacağını da görebiliyor. Bu dağılma sürecinde, bir aşamada Türkiye’nin, İran’la çatışmaktan kaçınamayacağı, Rusya ve Çin gibi İran’ın müttefikleriyle geliştirmeye çalıştığı ilişkilerin istikrarını kaybedeceği de söylenebilir. Cari açığının yüzde 10’a vurduğu, büyümenin hızla frene basmaya başladığı bir ortamda petrol fiyatlarındaki artışın, Suriye, İran, Lübnan pazarlarında oluşacak kayıpların ekonomiye, büyük zararlar getireceği de... 

Yola yeni Osmanlı İmparatorluğu için çıkanların, bu koşullarda, mali kaynak gereksinimi arttıkça, Osmanlı’nın eski sömürgelerine giderek daha bağımlı hale gelecek, “Bakan hâlâ dönmedi mi?” gibi “fırçalara” daha sık maruz kalacak olması da tarihin bir başka cilvesi

Sunday, February 26, 2012

Ortadoğu’da “Büyük Oyun”


(22.02.2012)
Ortadoğu “Satranç Tahtası”ndaki “Büyük Oyun” giderek daha da karmaşıklaşırken, kimi gelişmeler, Batılı oyuncuların ve AKP’nin bu oyunu, kurallarını tam olarak anlamadan, oynamaya çalıştığını düşündürüyor.

“güzel bir arkadaşğın başlangıcı”

ABD, geçtiğimiz 20 yılda, El Kaide adlı bir örgüt karşı “küresel savaş” bahanesiyle Afganistan’a girdi, Irak’ı yangın yerine çevirdi, Pakistan’ı bölünme noktasına getirdi, Libya’yı, “Arap Baharı”ı denen bir şeyi bahane ederek dağıttı. ABD’nin uzaktan kumandalı uçakları, Pakistan’dan, Yemen’e, Somali’ye kadar, El Kaide militanı avlamak adına çoluk çocuk demeden sivilleri infaz ediyor; şüphelendikleri kaçırılıyor, tüm dünyaya yayılmış gizli işkence merkezlerine taşınıyor; Suriye’de, yeni bir Batı müdahalesine zemin hazırlayacak bir iç savaşın ateşi körükleniyor.
Obama “Ulusal Sesleniş” konuşmasında, Bin Ladin’i öldürdüklerini, El Kaide’yi işlevsiz hale getirdiklerini ileri sürerek övünüyordu. Ancak, El Kaide militanlarının, Irak ve Türkiye üzerinden gelerek, Suriye’de iç savaşa, ABD’nin desteklediği tarafın yanında katılmaya başladıklarına ilişkin haberler geçen hafta uluslararası basında yer almaya başladı. Libya’dan sonra, Suriye’de de ortaya çıkan bu durum, ABD ile El Kaide denen yapılanma arasında giderek artan bir işbirliğinin başladığını düşündürüyor. El Kaide’nin İran rejimine, Lübnan Hizbullah’ına da düşman olduğunu anımsarsak, sanırım, Cazablanca filminin son sahnesindeki “I think this is the beginning of a beautiful friendship” (sanırım bu güzel bir arkadaşlığın başlangıcıdır”) sözlerini anımsatan bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz… Tabii kimi hafızası güçlü dostlarımız, bu aslında, iki aşığın, Suudi krallığının aracılığıyla yeniden buluşması gibi şeye daha çok benziyor diyebilirler... Şöyle veya böyle ( bu “arkadaşlığın”  İsrail gibi “sessiz bir ortağı” olduğunu da düşününce) çok garip bir durum...

Bu Siyasal İslam’ı ne yapmalı?

ABD ve Batı’nın hesabı, El Kaide, Hamas, Hizbullah gibi “teröristlere” karşı “ılımlı İslam” olarak niteledikleri bir şey aracılığıyla bir “Çin Seddi” inşa etmekti. Başbakan Erdoğan “İslam’ın ılımlısı olmaz; ben de değişmedim” dediyse de, ilgili taraflar bunu duymak yerine kendi fantezilerine sarılmayı tercih ettiler. İkinci ılımlı İslam adayı da Mısır toplumunu, 1980’den bu yana, sivil toplumundan devlet bürokrasisine, ordu kadrolarına kadar dönüştürmekte olan Müslüman Kardeşler örgütüydü. Hele bu örgütün diğer Arap ülkelerinde de güçlenmekte olması, bölgeyi güvenilir bir “mültezime” bırakmayı hesaplayanların heveslerini artırıyordu.
“Arap Dünyası” nda işsiz gençlerin, “yeni orta sınıf”ın otoriter rejimlere karşı demokratik ayaklanmaları başlayınca, ABD ve Batı, “terörizme karşı savaş” ve “Büyük Orta Doğu Projesi” bağlamında başaramadıklarını, kabaran kitle muhalefetinin demokrasi talebini finanse ettikleri sivil toplum örgütleri aracılığıyla, maniple ederek gerçekleştirebileceklerini düşündüler. Böylece, bir devrimci enerji, daha baştan kontrol altına alınarak, Batı’nın “yeni-sömürgeci” projelerine yakıt yapılacaktı. Pazartesi işaret ettiğim gibi, bu hesap çok garip sonuçlar yaratmaya başladı.
Bu “devrimci dalga” tarihteki tüm diğer örneklerinde de olduğu gibi, toplumun en örgütlü yapılara, toplumsal desteğe, iktidarı hedefleyen programa sahip hareketlerini, bu kez Müslüman Kardeşleri, onun gölgesindeki Selefi örgütleri siyasi iktidara taşımaya başladı.
Mülk sahibi sınıfların “organik entelektüellerinin” önderliğinde gelişen bir hareket olarak Müslüman Kardeşler, Mısır’da eski rejimin ayakta kalabilen kesimleriyle buluşarak bu “devrimi” bastırdı. Müslüman Kardeşlerin, Selefi hareketin partileri, seçimlerde toplam oyun yüzde 70’ini alarak meclise egemen,  devlete ortak oldular.
ABD ve Batı’nın Mısır’da hem, devrimci dalgayı kullanma, hem de siyasal İslam’ın ılımlı kanadını radikal kanadına karşı oynama projesi, her iki kanadı birden iktidara taşımış, dahası ABD ve Avrupa’nın “iktidar noktalarını” (Sivil Toplum Örgütlerini) tasfiye etmeye başlamıştı.
Şimdi ABD ve Batı’nın karşısında, kendi projesini, üstelik Batı’nın kaynaklarından da, “ya ben, ya Selefiler” şantajını; “İsrail’in güvenliği” kozunu kullanarak, yararlanmak yoluyla inşa etmeye kararlı bir “Ilımlı İslam”, Batı’nın bölgedeki, askeri siyasi zaaflarını kullanarak ilerleyen bir Radikal-Militan (Selefi) Sünni hareket var.
Böyle karışık, adeta kuralları belirsiz bir “oyunda” büyük kaynaklara sahip bazı oyuncular, bölge dışında olmanın sağladığı avantajlarla, olaylara yön verme, olmazsa, zararı en aza indirme şansına sahip olabilirler. Türkiye gibi bölge jeopolitiğinin  en kritik fay hattının üzerindeki bir ülke için, hele ekonomik kaynakları, toplumsal sorunları göz ününe alındığında, aynı derecede iyimser olmak zor.

Demokrasi, haklara ve özgürlüklere karşı


(15.02.2012)

Mali kriz Batı kapitalizmini ruhunun derinliklerine kadar sarstı. Bir tarafta, ABD Merkez Bankası eski başkanı Greenspan’ın “gerçeklik ideolojime uymadı” yakınmaları, diğer taraftan Asya kapitalizminin liberal demokrasiye pek benzemeyen otoriter yönetimler, “devlet kapitalizmi” altında krizi hafif atlatmakta olduğuna ilişkin algılar, nihayey sokakları meydanları dolduran öfkeli kalabalıkların anımsattıkları, sonunda geldi “liberal kapitalizm için demokrasi ne kadar gerekli?” sorusuna dayandı.
Geçen hafta The American Interest’te yayımlanan 5000+ sözcüklü kapsamlı bir çalışma bu soruya olumsuz cevap veriyordu. Rus asıllı ekonomist Vladislav Inozemtsev’in The Cultural Contradictions of Democracy, başlıklı, muhafazakar çevrelerde oldukça ilgi çeken denemesinde, esas olarak üç nokta üzerinde duruluyordu. Toplumlar önce hak ve özgürlükleri, liberal bireyleri geliştirdiler ondan sonra demokrasi geldi. Demokrasi geldiği için hak ve özgürlükler, liberal bireyler oluşmadı. İkincisi, demokrasi otoriter (feodal) rejimlere karşı hak ve özgürlükler mücadelesi sürdüren kültürel olarak homojen bir seçkinlerin içinden ve ulus devletin oluşma sürecinde ortaya çıktı. Bu seçkinlerin başlangıçta bazı kesimleri dışlamış olması (Thomas Jefferson’un köleleri vardı) hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemedi. Üçüncüsü, sınıflar arasındaki servet ve eğitim farklarının derinleşmesi, çok kültürlü, çok etnik gruplu toplumların oluşması, devlet ve ekonomi yönetimi teknolojisinin giderek, karar verebilmek açısından daha karmaşık bilgileri gerekli kılması, bu kültürel homojenliği bozdu.
Böylece bu gün bırakın “yeni gelişmekte olan ülkelerde demokrasi olur mu?” sorusunu, gelişmiş batı toplumları içinde demokrasinin temelleri çatırdamaya başladı. Bu noktada yazar, bir stratejik dönüş yaparak tartışmayı, demokrasinin giderek hak ve özgürlükleri yok etmeye başladığını  göstermeyi amaçlayan bir yola sokuyor.

Özgürlükler varsa demokrasiye ne gerek var?

Demokraside ısrar etmek, etnik kültürel farklılıkların ortaya koyduğu çelişkileri derinleştiriyor. Homojen toplumlarda demokratik süreçlerde, azınlık ve çoğunluğu oluşturan grupların yapılarının değişebilmesine karşın, etnik, kültürel farklılıklar bu dinamiği ortadan kaldırıyor, çünkü oy verme eğilimleri aidiyetlere göre belirleniyor. Demokrasi, modern toplumu yönetmeye en uygun, en becerikli, en yetenekli olanları değil, kalabalığı en iyi maniple edebilen politikacıları  iktidara getiriyor. Seçmenin tercihini yaparken, üzerinde karar vermesi gereken konuların karmaşıklığı, hemen her zaman seçmenin bilgi ve beceri sınırlarını aşıyor.
Yazar, “demokraside ısrar etmenin böyle sorunları varken, temel hak ve özgürlükler çoktan elde edilmişken, artık demokrasiye ne gerek var?” diye soruyor; sonra bu soruya olumsuz cevap veriyor.
Bu “garip” tutum üzerinde düşünmeye devam edebilmek için yazarın demokrasiden eşit vatandaşların genel oy hakkını anladığını saptadıktan sonra, hak ve özgürlüklerden ne anladığını da kavramaya çalışmamız gerekiyor.
İlk ip ucu, muhafazakar  entelektüel Daniel Bell’den yapılan bir alıntıda yatıyor: “Ben demokrasiye inanmıyorum. Ben özgürlüklere ve haklara inanıyorum”. Muhafazakar düşünürler açısından bu bağlamda listenin başında özel mülkiyet hakkı ve girişim özgürlüğü gelir.
İkinci ip ucu, “karşımızda bir tarafta seçimlere dayanan ama liberal olmayan demokrasiler, diğer tarafta, Singapur gibi demokrasi olmayan liberal toplumlar var” saptamasında yatıyor.
Yazarın bu saptamalarından hareketle liberal hak ve özgürlüklerle, demokrasiyi yan yana koyunca da esas kaygının içeriği, sonuçları görülebilir: Halkın yöneticilerini seçme pratiği (demokrasinin) özel mülkiyet hakkını ve girişim özgürlüğünü, toplumu bunlara öncelik vererek yönetme kapasitesini tehdit etmeye başladı. Öyleyse liberal ekonomiyi korumak için demokrasiden vaz geçilebilir otokratik yönetimler kabul edilebilir.
Yazarın, bir çözüm olarak, seçim sistemine ilk geçilmeye başlandığı dönemdeki kimi kısıtlamalar geri dönülmesini öneriyor: Oy verme hakkı, yalnızca, toplumun genel kültürel varsayımlarına katılanları, sorunları anlayabilecek eğitime sahip olanları kapsayacak, çok kültürlülüğe, popülizme karşı koruyacak biçimde  daraltılabilir, toplumun kültürel homojenliğini bozan kimi unsurlar, örneğin göçmenler bazı durumlarda, demokratik süreçlerden dışlanabilir.
Aslında Inozemtsev’in denemesinde (http://www.the-american-interest.com/article.cfm?piece=1188)  hem çok daha karanlık hem de benim aktardığım sorunlar çok daha gelişkin, karmaşık siyasş tarihsel savlarla destekleniyor.  Basitleştirmeyi göze alarak aktarmaya çalıştım, çünkü bu yazı Batı kapitalizminin egemen sınıfları arasında gelişmeye başlayan bir “ortak akıl” hakkında bize ilk ipuçlarını veriyor. Anımsarsak, Avrupa Birliğinin iki ülkesini halen seçilmemiş, ama “ne yaptığını bilen” bürokratlarla yönetmeye çalışıyor. Halk sorunları anlayamadığı için direniyor... “Demokrasi” bu iki ülkede mülkiyet hakkını ve girişim üzgürlüğünü (liberty- Liberal ekonomi) tehdit ediyor...

Thursday, February 02, 2012

‘Ulusalcılığın yeni yüzleri’

(01 Şubat 2012)  


Bu, Prof. Tom Nairn’in, Open democracy sitesinde yayımlanan yorumunun başlığıydı. Tom Nairn halen ulusalcılık, Britanya kurumları, İskoçya konularında Durham Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürüyor.

Nairn, İskoçya’nın, bir referandumla bağımsızlığını ilan etmeye hazırlanmakta olmasından kalkarak, yorumuna “Küresel kapitalizmin hiper-imparatorluğunun basıncını dengelemeye yönelik yeni yönetişim biçimleri aranıyor, İskoçya kendi direnişini geliştiriyor, İngiltere onu izleyebilir mi” sorusuyla başlıyor.

Nairn yazısında, Jacques Attali’nin 2006’da yayımlanan Geleceğin Kısa Tarihi çalışmasından “küresel kapitalizmin hiper-imparatorluğu” kavramını alarak, “kapitalist küreselleşme dalgasının şoklarına karşı, tepki olarak 200’den fazla yeni ulus doğabilir saptamasını” aktarıyor. Nairn’e göre, “İskoçya, bu dalganın tam ortasında Katolonya ve Kürdistan da...”

Nairn, hiper-imparatorluğun küresel çapta “devletlerin yapı çözümünü talep ederken”... “sosyal demokrasi de yeni bir biçim almalıdır” diyor, ekliyor: “Buna karşılık”... “tarih merkantilist dönemin başındakini andıran bir çap değişikliğini dayatıyor. Tam anlamıyla ‘daha küçük daha iyidir’ değil, ama eğilim bu yanda”. Kısacası, Attali’ye göre, tarih, etnik, dil ve hatta dini anlamda homojen ve küçük ulus devletlere doğru gidiyor. Nairn bu eğilimi, imparatorluğa bir direniş biçimi olarak destekliyor. Ben aynı düşüncede değilim.

Liberal entelijansiya ve ‘hiper-imparatorluk’
“Küreselleşme”, bir ABD dış politikası (“The Next NATO”, The National Interest, 1 Sept 2001) olarak gündeme geldiğinde “önünde durulamaz”, “mutlaka uyum sağlanması gereken” bir süreç olarak sunuldu. Liberal entelijansiya da hemen kolları sıvayarak, “ulus devlet dönemi sona eriyor” fantezisini üretmeye başladı. Ancak “küreselleşme ve ulus devletin gerilemesi” denkleminin en azından üç tarihsel, teorik sorunu vardı.

Birincisi, tarihe bakınca, “küreselleşme sürecinin” finansal balonlaşmayla birlikte geldiği, bir aşamada mali krize, ekonomik depresyona, büyük jeopolitik altüst oluşlara, çok şiddetli ulus devlet reflekslerine yol açtığı görülüyordu. Bu kez de öyle oluyordu ve bunu “önlenemez”, gereklerinin yerine getirilmesi “kaçınılmaz” bir süreç olarak tanımlamak, uçuruma doğru gözü kapalı bir yürüyüş demekti.

İkincisi, ABD’nin “küreselleşme” politikası pratikte, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak tüm piyasaların, kaynak havzalarının, kaynak taşıma yollarının, tedarik zincirlerinin ve coğrafyalarının ABD liderliğindeki küresel sermayenin, kültür endüstrisinin kullanımına açılması anlamına geliyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de yerel çıkarı öne çıkaracak tüm siyasi akım ve projelerin bastırılması gerekiyordu. Bu bağlamda en etkin araç (özellikle dini /etnik nedenlerle baskı atında tutulan halkların seçkinleriyle kurulan mutabakatların ekonomik krizin etkileriyle bozulmaya başladığı bir dönemde) bunların tümünün, hiçbir ayrım gözetmeksizin, ırkçılıkla, faşizmle özdeşleştirilen bir ulusalcılıkla suçlanmasıydı. Bu süreçte liberal entelijensiya çok işlevsel oldu: Antiemperyalizm ulusalcılıkla eşitlendi, uydurma bir “ulusalcı sol” kavramı üzerinden faşizmçağrıştırıldı, bu çağrışımın karşısına da liberal demokrasi konuldu.

Üçüncüsü, her türlü yerel projeyi ve önceliği savunmayı ulusalcılıkla suçlayanların perspektifi, tarihsel olarak, her aşamada ulusalcılığa eleştirel mesafelerini korumaya çalışarak, şoven ulusalcılığın elinde yaşadıkları felaketleri anımsayarak dikkatle, kuşkuyla yaklaşan komünist gelenekten çok farklıydı.

Bu “ulusalcı sol” avcıları, aynı anda enternasyonalizmi savunmuyor, emperyalizm kavramından köşe bucak kaçıyorlardı. Bunlar antikapitalist değildi; her türlü toplumsal eleştirileri, demokrasi ve özgürlük talepleri gelip kapitalizmin sınırında duruyordu. Bu “ulusalcı sol” avcıları, sosyal demokrasinin, işsizliği azaltma, toplumsal talebi destekleme amaçlarını, bunun için devlet kaynaklarını kullanma eğilimini de paylaşmıyorlardı. Bunlar, özelleştirmeden, yabancı sermayenin denetimsiz girişinden yanaydılar; refah devletine, sosyal demokrat politikalara karşı “sadaka” toplumunu savunuyorlardı. Tüm bunlardan hareketle de bu liberal entelijansiyanın “hiper-imparatorluğun” memurları ya da “yararlı salakları” olduğu sonucuna ulaşmak hiç de zor değildi.

Küreselleşmenin, mali balonlaşmanın, tam da öngörüldüğü gibi bir mali krize, “büyük bunalıma”, hızlı yoksullaşmaya, toplumsal, jeopolitik altüst oluşlara yol açmaya başladığı bir dönemde, “küreselleşme engellenemez, ulus devlet bitiyor” söyleminin de yerini bir başka fanteziye bırakması gerekiyor.

Attali’nin, Prof, Nairn’in de ister istemez bu yeni “fanteziyi” dile getirdiklerini düşünüyorum: Daha küçük, homojen ulus devletler aslında imparatorluğa direnmenin bir yoludur.

Tarih bize tam aksini söylüyor. Uluslararası tedarik zincirleri, kaynak kullanım ağları enerji sistemleri, dijital ağlar dünyasında, küçük, homojen, ulus devletler, çaplarından dolayı fiziki olarak, homojen yapılarından dolayı da kültürel olarak sermayenin imparatorluğuna direnemeyecekler, aksine, “imparatorluğun vesayetindeki” kaynaklardan yararlanabilmek için hizmet sunma, sadık “vasal” olma yarışına girecekler; girmeye başladılar...