Wednesday, June 29, 2011

İç Dinamik - Dış Dinamik – AKP

Seçimlerden sonra patlak veren yasaklı milletvekilleri olayı, Türkiye - Suriye arasında bir çatışma olasılığıyla birlikte giderek artan gerginlik, aklıma, AKP’nin ilk yıllarında sıkça başvurulan, “iç ve dış dinamiklerin ilk kez çakıştığına” ilişkin bir açıklamayı getirdi.

Yine böyle bir çakışma gelişiyor ama bu kez, destekleyici dinamiklerden daha çok kriz eğilimleri var karşımızda. İlginç günler bekliyor hepimizi: AKP bugüne kadar hiçbir ciddi krizin sınavından geçmedi ki...

Dünden bugüne ‘dinamikler’

AKP’nin doğuşunun, iktidara gelişinin kısa tarihine bakınca, ülke içinde, IMF programının etkisiyle patlak vererek, tüm siyasi sınıfı (Poulantzas’ın bir deyişini ödünç alırsak, “devletten sorumlu sınıfları”) halkın gözünde itibarsızlaştıran bir mali krizle karşılaşıyoruz. Bu ortamda AKP, IMF karşıtı, AB yanlısı ve “Kürt Sorunu”nu çözme iddiasıyla ortaya çıktı, “yeni” olmanın çekiciliğinden yararlandı. Bu iç dinamik, ABD’nin 11 Eylül’ün arkasından benimsediği imparatorluk stratejisinin ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin gereksinimleriyle çakıştı. ABD bölgede kendine bir destek, Batı’yla ve liberal ekonomi politikalarıyla barışık bir müttefik arıyordu. İşte bu nedenle Tayyip Erdoğan “Oval Ofis”te hiçbir resmi sıfatı yokken misafir edildi, zamanın CHP’si Erdoğan’ın Meclis’e girmesine olanak sağlayacak “özveriyi” gösterdi. Liberal entelijansiya da AB rüyasına, demokratikleşme fantezisine ve “vesayet rejimi” söylemine sığınarak AKP’yi desteklerken kendi “yavaş intihar sürecini” de başlatıyordu.

Bugünlerde, oldukça farklı bir konjonktür gelişiyor. Öncelikle AKP’nin gelinen noktada, seçimlerde yüzde 50 oy aldıktan sonra, artık kimsenin yardımına ve desteğine gerek duymadan davranmaya başladığı söylenebilir. Başbakan’ın deyimiyle “çıraklık dönemi” bitmiş.

Ve işte tam bu noktada, tam AKP “ustalığını” sergilemeye hazırlanırken, iç ve dış dinamikler, tehlikeli kriz eğilimleriyle birlikte yeniden devreye girmeye başlıyorlar. Düne kadar, nasıl olur da yargı (atanmışlar), seçilmişlerin (“halkın iradesinin”) önüne geçer diyen, her fırsatta dış “dinamiklere” giderek yakınmaktan, destek aramaktan çekinmeyen AKP’nin, bu kez atanmışların (yargının), seçilmişlerin önüne geçen kararlarından ışık hızıyla yararlanmaya çalıştığını görüyoruz. Biz, dün, referandumda “hayır” derken tam da bugünleri düşünüyorduk. “Yetmez ama evet”in “yararlı salakları” acaba bugünlerde ne düşünüyorlar?

Dış dinamiklere gelince, orada da yeni rüzgârlar esiyor. Dün AKP’yi, otokratların dünyası Ortadoğu’da, demokrasinin “Deniz Feneri” olarak tanımlayan, “katı laikçi, kara gözlüklü generallerin darbe tehditlerine karşı” Arap Dünyası’nın liberallerini de cesaretlendirmek için, “mutlaka seçimleri kazanmalıdır”, “başyazılarıyla” destekleyenler, şimdilerde, Erdoğan’ın otokratik eğilimlerinden, “Yeni Osmanlı” hayallerinden yakınıyorlar.

Otokratın iyisi...

Bu değişen havaya bakarak, ülkenin iç siyasetine, dışardan demokratikleştirme ayarları bekleyenlere kötü bir haberim var: Bu sözde eleştiri havasının içinde, bölge jeopolitiğinden kaynaklanan zehirli gazlar da var.

Dış dinamikler, AKP yönetimini, Ortadoğu’da bu kadar saygınlık kazanmasına olanak veren “sıfır sorun” politikasından uzaklara, komşularıyla, önce Suriye, sonra belki de İran’la savaşmak zorunda kalabileceği bir noktaya doğru sürüklüyorlar. Savaş olasılığına doğru sürüklenen bir ülkede, demokratikleşme değil “güçlü lider” gereksinimi, “nüfus denetimine” yönelik yeni önlem arayışları öne çıkar!

İthalatı, konut piyasasındaki köpüğü büyütmeye devam eden dış kaynaklar sayesinde, eninde sonunda Türkiye’yi de ziyaret edecek olan mali kriz de demokratikleşmeyi değil, istikrar talebini güçlendirecektir. Bu bağlamda bir örnek Yunanistan: Geçen hafta Financial Times’da Samuel Brittan, bir süredir unutulmuş bir opsiyonu anımsayarak, “Askeri bir rejimin dahi düzeni sağlayabileceğini sanmıyorum” diyordu...

“İstikrarın” demokrasinin önüne geçtiğini düşündüren ikinci örneği de ABD dış politika çevrelerinin etkili dergilerinden The National Interest’de, Robert Kaplan’ın (Center for a New American Security ve Pentagon’s Defense Policy Board üyesi), Çin’de Deng Xiaopeng, Güney Kore’de Park Chung Hee, Singapur’da Le Kuan Yew gibi “liderleri” öven yazısında rastladım. Bu liderler, Batı’nın istikrarsız, hatta kaotik demokrasi deneyimlerine yol açan “bireysel özgürlüklere” önem veren bir siyaset anlayışını değil, görevlere, otoriteye saygıya dayanan istikrarı, ekonomik refahı amaçlayan politikalar izlemişler. Bu anlamda, Kaddafi, Esad, Bin Ali, Mübarek, Suudi hanedanının aksine birer “iyi otokrat” olarak tanımlanmayı hak ediyorlarmış...

Wednesday, June 08, 2011

Engereklere, çıyanlara ve ekmeğe dair

Geçen hafta Wall Street Journal’da okuduğum bir haber aklıma, Ahmed Arif’in “Bunlar,/Engerekler ve çıyanlardır,/Bunlar,/ Aşımıza, ekmeğimize/Göz koyanlardır,/Tanı bunları,/Tanı da büyü…” dizeleri geldi. Journal “Büyük bankalar emtia piyasalarından büyük paralar kazanıyor” diyordu (02/06)

Bir Oxfam raporu 
Wall Street Journal’ın büyük bankalarla ilgili haberinin yayımlandığı günlerde medyada, Oxfam’ın “Kaynakları Sınırlı Bir Dünyada Gıda Adaleti” (Growing a better future – Food Justice in a resource constrained World) başlıklı en son raporu tartışılıyordu.

Oxfam raporuna göre dünya gıda sistemi çökmüş. Eğer devletler müdahale etmezse gelecek 20 yılda milyonlarca insan açlık - gıda krizi döngüsüne mahkûm edilecek.

Oxfam, “Dünya bugün üzerinde yaşayan herkesi doyuracak kaynaklara sahip ama her gün 925 milyar insan aç kalıyor” diyor. 2050’ye doğru dünya nüfusu 9 milyara ulaşırken bu sorun daha da ağırlaşacak.

Oxfam raporu bu krizin arkasındaki nedenleri tartışırken talep artışı, iklim değişikliği, biyolojik yakıt üretimi gibi etkenleri saydıktan sonra, gıda sistemindeki bu kırılganlıkların mali spekülatörler tarafından istismar edildiğine dikkat çekiyor. Oxfam raporuna göre, 1990’dan (küreselleşme dönemi) bu yana gıda fiyatlarında görülen yüzde 100’e varan artışlarda mali spekülatörlerin (hedge funds) önemli bir sorumluluğu var.

En kârlı piyasa
Oxfam’ın bu saptamasını, FAO’nun gıda malları fiyatları endeksinin (2002-2004=100) gelişmesine bakarak da yorumlayabiliriz.

Endeks 1990-2004 arası 90 -100 arasında gidip geliyor. Ancak 1996-98 arasında 130’a doğru bir çıkış var. 2004’ten sonra endeks, dalgalanarak yükseliyor 2008’de 200’e ulaşıyor, 2009’da 157’ye geriliyor, 2010 yeniden artmaya başlayarak 2011 Şubat ayında 237’ye ulaşıyor.

Diğer bir değişle endeks finansal köpüklerin delindiği yıllarda (Asya krizi -1997- ve 2007 mali krizi) en büyük artışları yaşamış; köpüklerden çıkan spekülatif enerji emtia piyasalarına, gıda ürünleri piyasalarına yönelmiş. Örneğin emtia endekslerine yatırılan fonların hacmi 2003 yılında 13 milyar dolardan 2008 başında 55 milyar dolara, sonra da tam bir spekülasyon hummasıyla haziran - temmuz gibi 317 milyar dolara yükselmiş. (Frederic Kaufman, “How Goldman Created the Food Crisis, Rolling Stone”, 27/04/011)

Wall Street Journal, petrol ve diğer emtia piyasalarındaki fiyat dalgalanmaları sayesinde bankaların 2011 yılında büyük kâr artışları gerçekleştirdiklerini yazıyor. Goldman Sachs Group Inc., Morgan Stanley, J.P. Morgan Chase&Co., Citigroup Inc., Bank of America Corp. ve Barclays PLC gibi en büyük on bankanın 2011 yılı birinci üç aylık dönemde ürün bazından gelir artış hızına bakınca (yüzde olarak) karşımıza şöyle bir görüntü çıkıyor. Kredi piyasaları (-26,2), yükselen piyasalar (-21.9), faiz (-11.4), menkulleştirme (-2,1), döviz (1.2), emtia (55).

Bu veriler emtia piyasaları dışında hemen hiç kârlı alan kalmadığını, kredi köpüğünün (finansal sermaye fazlasının) temizlenmediğini, mali krizin hâlâ bizimle olduğunu da gösteriyor.

Ama daha önemli bir şey daha söylüyor. Bankalar kasalarındaki fazla sermayeyi değerlendirmek için emtia piyasalarına giriyorlar, bu kullanıma, tüketme değil, spekülasyona ilişkin tam anlamıyla asalak bir talep. Bu talep, fiyatları en az iki açıdan basınç altına alarak yukarı itiyor. Birincisi, yüzde 90’ı üç dev firma tarafından kontrol edilen tahıl piyasalarında (The Independent, 01/06) fiyatlar, özellikle gelecek piyasalarında spekülatif alım satımlar fiyatları yükseltiyor. İkincisi, spekülatif talep ham petrol fiyatlarını yukarı iterken aynı anda mazot, tarım ilaçları fiyatları üzerinden gıda üretim ve taşıma maliyetlerini, fiyatlarını arttırıyor.

Böylece büyük bankaların ellerindeki fazla (yatırılacak yer bulamayan) sermayeyi değerlendirirken dünyanın gelirinin yüzde 50 ila yüzde 80’ini gıda harcamalarına ayırmak zorunda kalan yoksul kesimlerinin ekmeğine, aşına gözünü dikiyor; yoksulluğu, açlığı daha da arttırıyor. 

Thursday, June 02, 2011

‘Yeni Rüzgârlar’

İspanya’ya, Yunanistan da katıldı geçen hafta. Pazar günü, Atina, Madrid, Milano, Paris, Londra ve yaklaşık 100 Avrupa kentinde protesto gösterileri vardı (Athens News). The Independent, Londra’da 15-16 yaşında gençlerin dahi protesto gösterilerine katıldığını aktarıyordu.

“Öfkeleniniz” başlıklı kitapçığın Avrupa çapında milyonlarca satması yeni rüzgârların habercisiydi. Mısır, Tahrir Meydanı herkesi heyecanlandırdı, kitle eyleminin gücüne olan güveni tazeledi. Artık her meydan Tahrir Meydanı’nı yansıtıyordu. “Öfke”nin artık bir simgesi de vardı...

Rüzgârlar öfkeyi düzenin dışına taşıyor
Yaklaşık beş yıldır bir mali krizden bir türlü çıkamayan dünya ekonomisinde koşullar yeniden bozulmaya başlıyor. Bu sırada Avrupa’da gençler ve halkın giderek genişleyen bir kesimi, bankacıları uluslararası mali sermayeyi kurtarmanın yükünü sırtlarına yıkmaya çalışan hükümetlerin, “sağlı sollu” “düzen partileri”nin (artık düzen partileri kavramını yeniden kullanmaya başlayabiliriz) ekonomik programlarına karşı öfkeyle sokaklara dökülüyor, meydanları dolduruyor.

Meydanları dolduranlar “gerçek demokrasi”, taleplerini dile getirdikçe düzenin sınırlarını aşmaya başlıyor. 19. yüzyılın başında ‘liberal demokrasi’ye karşı şekillenen ‘sosyal demokrasi’nin hemen ‘ekonomi politiğin’ eleştirisini gündeme getirmiş olması gibi...

Meydanlardakiler, taleplerini ifade edecek siyasi programları, hareketi ifade edebilecek yeni örgütsel yapıları bizzat hareketin içinden yaratmaya çabalıyor. Siyasi partilerin ve sendikaların meydanlara uyum sağlayamamış olması, bu yeni “muhalefet dalgasının”, “mantığının”, arayışlarının hem düzenin hem de düzenin geleneksel muhaliflerinin oluşturduğu “yapının” sınırlarını zorlamaya, kapitalizmin geleceğini sorgulamaya başladığını da gösteriyor.

Meydanlardakiler tam olarak ne istediklerini bilmiyor. Ama ne istemediklerini çok iyi ifade etmeye başladılar. Bir “negatif diyalektik” ve “olumsuzlama”, “katılmama” arzusu durumuyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Meydandakilerin, olumsuzladıkları her şey, bu olumsuzlamanın kapitalizmin ekonomik mantığını (“kâr makinesi”), bunu yeniden üreten siyasi yapıyı (yönetimi seçkinlere teslim eden parlamenter demokrasiyi), kitle inisiyatifini sınırlayan bürokratik, merkezi siyasi örgütlenmeleri ve sendikaları hedef aldığını gösteriyor.

Bu “olumsuzlamanın” (negativity) ne zaman ve nasıl bir “yükselterek aşmaya” (aufhebung) dönüşeceğini, hatta dönüşüp dönüşemeyeceğini bugünden bilmek olanaklı değil. Ancak bu hareketlere ve meydanlara, “kendiliğinden hareketler”, dolayısıyla, tarihin maddesi, yeni olasılıkları gündeme getiren bir “durumun” yaratıcısı olarak bakarsak, bilincin (öznenin) önemini, siyasetin ama daha önce felsefenin görevlerini düşünmeye ve omuzlamaya başlayabiliriz.

Gürültüden uyananlar ve uyanamayanlar
Porte del Sol meydanında, üzerinde “Yunanlılar bize, gürültüyü kesin bizi uyandıracaksınız diyor” yazılı bir pankart varmış (Kathimerini 25 Mayıs). Gerçekten de Yunanistan’da gençlik, çalışanlar, halk, bir süre muhteşem bir direnişle kemer sıkma politikalarına karşı tüm Avrupa halklarına umut verdikten sonra siyasi partilerin, sendikaların durumu kabullenmeye başlamasıyla, medyanın şiddet olaylarını çarpıtmasıyla, abartmasıyla umutlarını yitirmiş ve evlerine dönmüştü.

İspanya’dan gelen rüzgârlar, Yunanistan’daki isyan ateşini yeniden alevlendirdi. Salı ve çarşamba günü başlayan hareketlenme giderek yoğunlaştı, polis de gönülsüz bir müdahale denemesinden sonra duruma teslim oldu. “Öfke” cuma günü parlamento binasının önündeki Syntagma Meydanı’nı doldurmaya başladı. Pazar günü Yunan basını meydandakilerin sayısının 100 bine ulaştığını aktarıyordu. Yunan basını da gururla “Avrupa’da yüz kentte benzer eylemlerin yapıldığını” vurguluyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Avrupa Birliği sürecinde tüm çabalara karşın yaratılamayan “Avrupalılık ruhuna” karşı sakın bu öfke, “olumsuzlama” ve isyan yaratmaya başlamış olmasın?

Yunanistan halkı uyandı ama düzenin iktidarı da muhalefeti de hâlâ uyuyor. Başbakan Yardımcısı Pangalos geçen hafta Ethnos gazetesine verdiği bir demeçte, “Bu ideolojisi, örgütlenmesi olmayan bir hareket, yalnızca tek bir duyguya, öfkeye dayanıyor” diyormuş. Pangalos’u, Heiddeger’in, en ufak hışırtıya tepki verirken yanında patlayan tüfeğin sesini, tüfek onun dünyasına ait olmadığı için, duymayan ‘kertenkelesine’ benzetebiliriz. “Yapıya” ait olan bu adamın yapıya “sığmayan” bu “öfke”nin arkasındaki “bu düzen çürüdü!”, “bize hizmet etmiyor” bilgisini, 100 bin insanın nasıl olup da evlerinden çıkıp meydana gelebildiğini anlaması zor. Sendikaların ve sol (“komünist”, sosyalist) partilerin de bu kalabalıkların neden onların bayrakları altında yürümediğini...

Geçen hafta cuma günü yüz binlerce Mısırlı, “ikinci devrim” talebiyle, “Mısır devrimi bitmedi” sloganıyla Tahrir Meydanı’ndaydı. İlk turda devrime ihanet ettikten sonra cuntanın eteğine yapışan Müslüman Kardeşler bu kez daha baştan Tahrir Meydanı’nın karşısında tavır alıyor; meydandakileri “komünistler”, “laikçiler”, “bunlar halka karşı” nitelemeleriyle, orduya hedef gösteriyorlardı. “Eşya” tabiatına uygun davranıyordu, ama “yeni rüzgârlar” da esmeye devam ediyordu...