Araştırmalar, neo-liberalizmin hızla yaygınlaştığı toplumlarda, 1980’lerde, 90’larda, “depresyonun” egemen meslek hastalığı haline geldiğini ortaya koyuyor.
Bu araştırmalardan hareketle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, özellikle ABD ve İngiltere’de, Cognitive Behavioral Therapy (Bilişsel Davranışçı Terapi), Mutluluk Ekonomisi, “Nudge”
teorisi gibi yaklaşımların geliştiği, devletlerin bu yaklaşımlar
zemininde uzmanlar aracılığıyla bireyin iş ve özel yaşamına müdahale,
yönlendirme çabalarını yoğunlaştırdığı görülüyor. Tüm bunlar
neo-liberalizmin kriz yönetme tarzıyla, bu tarzın içerdiği paradoksla yakından ilişkili gelişmeler.
Bir ‘mutsuzluk makinesi’
Yazının devami için...
Neo-liberalizm ve Şiddet -II
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=373710
Wednesday, October 24, 2012
Thursday, October 04, 2012
Asya-Pasifik dengeleri ve ABD
03 Ekim 2012 Cumhuriyet
Japonya’nın
Senkaku/Diaoyu adalarını kamulaştıracağını açıklamasıyla üç hafta önce, kaygı verici biçime patlak veren
Çin-Japonya gerginliği, siyasi, diplomatik, ekonomik sonuçlar üreterek bölgeyi
etkilemeye devam ediyor.
Japonca Senkaku,
Çince Diaoyu olarak adlandırılan adalar, 19. Yüzyılın sonuna kadar Çin’e aitti.
Çin, Japonya’ya savaşta yenilince, adalar 1895’de, Japonya topraklarına
katıldı. II, Dünya savaşı sonunda, adaların yönetimi ABD’ye geçti. ABD bu
adaları 1970’lerin başında, Çin ve Japonya arasında sürekli bir sorun alanı
yaratmak üzere, yeniden Japonya yönetimine devretti. Çin’de piyasa reformları başladığında Den Xiaoping,
gelişme sürecini aksatmamak için, gelin “bu
sorunun çözümünü bizden sonra gelecek daha akıllı kuşaklara bırakalım,
ilişkilerimizi geliştirmeye öncelik verelim” demişti.
Daha akıllı bir
kuşağın tarih sahnesine çıkıp çıkmadığına ilişkin soru bir yana, geçen haftaki
gelişmelerin yönü, Asya-Pasifik stratejisini, Çin’i, Japonya ile dengelemek üzerine
kuran ABD’nin bölgedeki etkisinin, bu gerginlikle daha da zayıflayacağını
düşündürüyordu.
Normalleşmenin 40. Yıldönümünde...
Geçen hafta Çin –
Japonya ilişkilerinin II. Dünya Savaşından sonra normalleşmesinin 40.
yıldönümüydü. Ancak bu kez iki ülkenin liderleri geleneksel iyi niyet
mesajlarını yayımlamayı dışişlerine bıraktılar. Aynı günlerde Çin ordusu, uzak
denizlere güç yansıtma kapasitesi anlamına gelen, ilk uçak gemisini teslim
alıyordu.
Aynı hafta, Çin
ile Japonya arasındaki, tartışmaya, adaların üzerinde hak iddia etmeye karar
veren Taiwan’ın da katılmasıyla, gelişmeler ilginç bir boyut kazandı. Taiwan,
ABD’nin yakın müttefiki ve Çin’i
dengelemekte kullanmayı amaçladığı bir başka ülke. Ne ki, Çin Taiwan üzerinde
de hak iddia ediyor, bu ülkeyle birleşme amacından vaz geçmiyor. Buraya kadar
bir yenilik yok. Yeni boyut, Taiwan balıkçı gemilerini tartışmalı adalara
gönderdiğinde, Çin’in devreye girerek, bu gemileri olası bir Japonya saldırına
karşı koruyacağın açıklamasıyla
şekillendi. Çin, Japonya ile arasındaki anlaşmazlığı, bir ABD müttefiki olan Taiwan ile ilişkilerin
geliştirmekte kullanıyordu...
Tüm bunlar çok
ilginç, ama bence geçen haftanın en ilginç gelişmeleri Japonya’da yapılan kimi
açıklamalarda ve ekonomi haberlerinde gizliydi. Japonya’da aralarında Nobel
ödüllü Oe Kenzaburo ile bu yıl
Nobel’e aday Haruki Murakamı’nin de bulunduğu 1300 entelektüel, bir ortak
açıklamayla, Japonya hükümetini “tarih
anlayışı üzerinde bir kez daha düşünmeye... Senkaku/Diaoyu adaları üzerinde
kısır döngüler yaratmamaya” çağırdı.
Murakami de, Milliyetçiliği, içerken
haz veren, insanda aşırı hastalıklı duygulara, tepkilere yol açan, ancak ertesi
gün kalkınca büyük baş ağrısı yaratan ucuz bir içkiye benzetiyordu.
Japonya’nın büyük
gazetelerinden Ashai Shimbun’un
aktardığına göre Japonya’nın en güçlü işverenler örgütü Kiadanren’in başkanı Hiromasa Yonkura’da entelektüellerin
açıklamalarına paralel yönde düşünüyor. Yonkura’ya göre “Besbelli ki Çin bu adalar konusunda ciddi kaygılara sahip. Japon
hükümetinin Çin’le aramızda toprak sorunu anlaşmazlığı yok açıklamaları tam bir
saçmalık” . “Bu açıklamalar özel sektör
görüşmeleri düzeyinde kabul edilebilir bir tutum değil.” Diyen
Kiadanren başkanı, ekliyor: “Umarım Japon
hükümeti bu tavrından vaz geçer”.
Kiadanren’in bu
yaklaşımının arkasında, gerginliklerin Japon ekonomisi üzerinde, hava
taşımacılığından, turizme, dayanıklı tüketim malları ihracatına kadar,
yarattığı olumsuz etki yatıyor. Çin, Japonya’nın en büyük ihracat pazarı. Japonya’nın,
Honda, Toyota gibi birçok dev uluslararası şirketi Çin’i üretim ve ihracat
platformu olarak kurulmuş fabrikaları ve dağıtım ağları var. Şimdi yükselmeye
başlayan, Japonya karşıtı milliyetçilik, üretim, aksatıyor satışları etkileyen
boykotlara yol açıyor. Japon şirketleri Çin’den çekilmeye hazırlanıyorlar.
Japon şirketleri on binlerce işçi
çalıştırıyorlar. Bu yüzden bu ekonomik gelişmelerden, Çin ekonomisin de olumsuz
yünde etkilenmesi kaçınılmaz. Ancak, Çin Ticaret Bakanlığı uzmanları, Japonya ekonomisinin bu gerginliklerde, Çin
ekonomisinden daha çok zarar göreceğine inanıyorlar.(Xinhua, 25/09/2012)
Bu gerginlikten,
Çin Japonya’dan tavizler kopararak, dolayısıyla zaferle çıkarsa, hem bölgedeki
etkinliğini daha da arttırmış, hem de Taiwan ile ilişkilerini bir adım daha
ileri götürerek, ABD’nin bölgedeki etkisinde bir delik daha açmış olacak.
Tuesday, October 02, 2012
Dokusu Çözülüyor
19 Eylül 2012 - Cumhuriyet
“Dünyanın düzeninin” dokusu çözülüyor. Ama kimi zaman, tüm dikkatler, tek bir olayın, geçen hafta olduğu gibi Müslümanların protesto eylemleri üzerinde yoğunlaşınca, bu çözülmeyi sergileyen çok önemli gelişmeler gereken ilgiyi göremiyor.
Geçen hafta, Senkaku Adaları anlaşmazlığı krize dönüştü. Çin savaş gemileri Japonya karasularına girdi. Japonya ABD ile yeni bir füze kalkanı anlaşması imzaladı. Karşılıklı tehditler havada uçuşmaya başladı; kanlı bir ortak geçmişe sahip bu iki büyük güç bir sıcak çatışmanın kıyısına geldiler. Bu sırada Çin’in büyük kentlerinde, kalabalıklar Japon konsolosluklarına, dükkânlarına saldırıyor, savaş sloganları atıyorlardı. Japon şirketleri dükkânlarını, fabrikalarını kapatıyordu. Olaylar, Çin ekonomisi hızla irtifa kaybetmeye, gelir dağılımı bozulmaya, toplumsal muhalefet yükselmeye, parti içinde liderlik mücadelesi sertleşmeye başlarken yaşanıyordu. Kim, sokaklardaki milliyetçi ruh halini, iki ülke arasındaki tarihten, ekonomik krizin baskısından, Çin yönetiminin seçkinlerinin bir taraftan bakınca ulusalcı, öbür taraftan bakınca emperyalist duyarlılıklarından ayrı düşünebilir?
Bir ülkede, Çin’de veya Arap dünyasında halk sokaklara döküldüğünde, kimilerinin aklı hemen komplolara, provokatörlere gidiyor. Esas sorun, komploların, provokatörlerin varlığı değil. Bunlar devletler düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Esas önemli olan, kitlelerin bunların manipülasyonlarına bu kadar tutkuyla cevap verebilecek bir konuma gelmiş olmasıdır.
Pazartesi günü, ABD basını halkını aldatmaya devam ederek “aslında, salt bizimle ilgili değil, bu ayaklanmaların arkasında Selefi Müslüman Kardeşler’in iktidar savaşı var” yayını yapıyor, “Ortadoğu’da yaptıklarımızdan kaynaklanmıyor” demeye getiriyordu. İyi de, nasıl oluyordu da bu “iç çatışmalar” ABD düşmanlığı üzerinden yaşanıyordu?
Japonya-Çin gerginliğine dönünce de tatsız sorularla karşılaşıyoruz. Japonya ile Çin arasında bir sıcak çatışma başlarsa, Çin’i baş sorunu, Japonya’yı da bölgede en temel müttefiki olarak gören ABD’nin tutumu ne olabilir? Bu tutuma Rusya (pazartesi günü Kuzey Kore’nin borçlarını siliyordu) ve Hindistan nasıl cevap verir? En önemlisi, dünya böyle bir denklemi hesaba katma noktasına nasıl gelmiştir?
Din savaşlarına geri mi dönüyoruz?
Bu patlayıcı karışıma geçen hafta iki “aktif madde” daha katıldı.
ABD ve İngiltere, Basra Körfezi’nde bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir deniz tatbikatına başladı. The Daily Telegraph’ın yorumu “İsrail İran’ı vurmaya hazırlanırken ABD tatbikat yapıyor” biçimindeydi. Çin açısından İran’ın, Ortadoğu’ya, enerji kaynaklarına çok önemli bir giriş noktası olduğunu anımsayıp Suriye’ye geçelim.
Suriye’de yükselmeye başlayan demokratik muhalefetin, ABD-AKP Türkiyesi-Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri ekseni tarafından çalınarak bir iç savaşa dönüştürülmesinin arkasında, esas olarak Beşşar Esad rejiminin yıllardır bilinen kötülüklerinin değil, İran-Hizbullah bağlantısının olduğunu biliyoruz. Suriye’nin Rusya kaynaklı hava savunma kapasitelerinin havadan müdahale etmeyi neredeyse olanaksız kıldığını, iç savaşın giderek Selefi-Müslüman Kardeşler grupların Alevilere karşı savaşına dönüştüğünü de.
Bu koşullarda Suriye’de yaşayan Hıristiyan topluluklar giderek korkmaya başlamıştı. Geçen hafta Daily Telegraph, Maruni, Ortodoks ve Ermeni Hıristiyan toplulukların, mahallelerini, kiliselerini korumak için, silahlanarak rejim yanında savaşa katılmaya başladığını aktarıyordu. Ermeniler, Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen Selefi ağırlıklı savaşçıları Türkiye’nin gönderdiğine işaret ediyormuş.
AKP Türkiyesi’nin büyük bir istekle taraf olduğu Suriye iç savaşı şimdi Batı muhafazakâr kesimlerinin gözünde, “Müslüman-Hıristiyan savaşına” ilişkin bir boyut kazanmaya başlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun en son “ulusçuluk” analizleri ise (Hürriyet) AKP Türkiyesi’nin bu dokusu çözülen dünyaya uyum sağlayamayacağını düşündürüyordu: “19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”
Bu satırlarda, ideolojiyi, kültürü, siyasi hareketi birbirine karıştıran yaklaşımı atlayalım, daha önemli sorunlara bakalım. Bunlardan biri ulusçuluğu, etkilerini kapitalizmin, sınıfların doğuşuna değil, feodaliteyle bir başka prekapitalist formasyon arasındaki farka bağlayarak açıklamakla, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan, bölüşen kapitalist emperyalist dinamiği anlayamamakla ilgili. İkincisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun, fetihle, baskıyla kurduğu, bir arada tuttuğu düzenin “organik yapılar” olarak anılıp kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde arzulanmasıyla ilgili.
Bu ulusal kimlikleri, imparatorluğun boyunduruğundan kurtulma çabalarını “suni”, imparatorluğu doğal kabul eden yaklaşımla ne Kürt sorunu ne de Arap dünyasındaki gelişmeler anlaşılabilir; ne de bu ülkenin halkları, çözülmekte olan düzende aniden ve hızla gelişen fırtınalarından korunabilir.
“Dünyanın düzeninin” dokusu çözülüyor. Ama kimi zaman, tüm dikkatler, tek bir olayın, geçen hafta olduğu gibi Müslümanların protesto eylemleri üzerinde yoğunlaşınca, bu çözülmeyi sergileyen çok önemli gelişmeler gereken ilgiyi göremiyor.
Geçen hafta, Senkaku Adaları anlaşmazlığı krize dönüştü. Çin savaş gemileri Japonya karasularına girdi. Japonya ABD ile yeni bir füze kalkanı anlaşması imzaladı. Karşılıklı tehditler havada uçuşmaya başladı; kanlı bir ortak geçmişe sahip bu iki büyük güç bir sıcak çatışmanın kıyısına geldiler. Bu sırada Çin’in büyük kentlerinde, kalabalıklar Japon konsolosluklarına, dükkânlarına saldırıyor, savaş sloganları atıyorlardı. Japon şirketleri dükkânlarını, fabrikalarını kapatıyordu. Olaylar, Çin ekonomisi hızla irtifa kaybetmeye, gelir dağılımı bozulmaya, toplumsal muhalefet yükselmeye, parti içinde liderlik mücadelesi sertleşmeye başlarken yaşanıyordu. Kim, sokaklardaki milliyetçi ruh halini, iki ülke arasındaki tarihten, ekonomik krizin baskısından, Çin yönetiminin seçkinlerinin bir taraftan bakınca ulusalcı, öbür taraftan bakınca emperyalist duyarlılıklarından ayrı düşünebilir?
Bir ülkede, Çin’de veya Arap dünyasında halk sokaklara döküldüğünde, kimilerinin aklı hemen komplolara, provokatörlere gidiyor. Esas sorun, komploların, provokatörlerin varlığı değil. Bunlar devletler düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Esas önemli olan, kitlelerin bunların manipülasyonlarına bu kadar tutkuyla cevap verebilecek bir konuma gelmiş olmasıdır.
Pazartesi günü, ABD basını halkını aldatmaya devam ederek “aslında, salt bizimle ilgili değil, bu ayaklanmaların arkasında Selefi Müslüman Kardeşler’in iktidar savaşı var” yayını yapıyor, “Ortadoğu’da yaptıklarımızdan kaynaklanmıyor” demeye getiriyordu. İyi de, nasıl oluyordu da bu “iç çatışmalar” ABD düşmanlığı üzerinden yaşanıyordu?
Japonya-Çin gerginliğine dönünce de tatsız sorularla karşılaşıyoruz. Japonya ile Çin arasında bir sıcak çatışma başlarsa, Çin’i baş sorunu, Japonya’yı da bölgede en temel müttefiki olarak gören ABD’nin tutumu ne olabilir? Bu tutuma Rusya (pazartesi günü Kuzey Kore’nin borçlarını siliyordu) ve Hindistan nasıl cevap verir? En önemlisi, dünya böyle bir denklemi hesaba katma noktasına nasıl gelmiştir?
Din savaşlarına geri mi dönüyoruz?
Bu patlayıcı karışıma geçen hafta iki “aktif madde” daha katıldı.
ABD ve İngiltere, Basra Körfezi’nde bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir deniz tatbikatına başladı. The Daily Telegraph’ın yorumu “İsrail İran’ı vurmaya hazırlanırken ABD tatbikat yapıyor” biçimindeydi. Çin açısından İran’ın, Ortadoğu’ya, enerji kaynaklarına çok önemli bir giriş noktası olduğunu anımsayıp Suriye’ye geçelim.
Suriye’de yükselmeye başlayan demokratik muhalefetin, ABD-AKP Türkiyesi-Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri ekseni tarafından çalınarak bir iç savaşa dönüştürülmesinin arkasında, esas olarak Beşşar Esad rejiminin yıllardır bilinen kötülüklerinin değil, İran-Hizbullah bağlantısının olduğunu biliyoruz. Suriye’nin Rusya kaynaklı hava savunma kapasitelerinin havadan müdahale etmeyi neredeyse olanaksız kıldığını, iç savaşın giderek Selefi-Müslüman Kardeşler grupların Alevilere karşı savaşına dönüştüğünü de.
Bu koşullarda Suriye’de yaşayan Hıristiyan topluluklar giderek korkmaya başlamıştı. Geçen hafta Daily Telegraph, Maruni, Ortodoks ve Ermeni Hıristiyan toplulukların, mahallelerini, kiliselerini korumak için, silahlanarak rejim yanında savaşa katılmaya başladığını aktarıyordu. Ermeniler, Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen Selefi ağırlıklı savaşçıları Türkiye’nin gönderdiğine işaret ediyormuş.
AKP Türkiyesi’nin büyük bir istekle taraf olduğu Suriye iç savaşı şimdi Batı muhafazakâr kesimlerinin gözünde, “Müslüman-Hıristiyan savaşına” ilişkin bir boyut kazanmaya başlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun en son “ulusçuluk” analizleri ise (Hürriyet) AKP Türkiyesi’nin bu dokusu çözülen dünyaya uyum sağlayamayacağını düşündürüyordu: “19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”
Bu satırlarda, ideolojiyi, kültürü, siyasi hareketi birbirine karıştıran yaklaşımı atlayalım, daha önemli sorunlara bakalım. Bunlardan biri ulusçuluğu, etkilerini kapitalizmin, sınıfların doğuşuna değil, feodaliteyle bir başka prekapitalist formasyon arasındaki farka bağlayarak açıklamakla, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan, bölüşen kapitalist emperyalist dinamiği anlayamamakla ilgili. İkincisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun, fetihle, baskıyla kurduğu, bir arada tuttuğu düzenin “organik yapılar” olarak anılıp kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde arzulanmasıyla ilgili.
Bu ulusal kimlikleri, imparatorluğun boyunduruğundan kurtulma çabalarını “suni”, imparatorluğu doğal kabul eden yaklaşımla ne Kürt sorunu ne de Arap dünyasındaki gelişmeler anlaşılabilir; ne de bu ülkenin halkları, çözülmekte olan düzende aniden ve hızla gelişen fırtınalarından korunabilir.
Monday, October 01, 2012
Film, karikatür ve öfke dalgası
26 Eylül 2012 -
Peygamberine hakaret eden filme, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürlere karşı Müslüman dünyasında yükselen öfke dalgasında, isyanlarda ölenlerin sayısı 50’yi geçti.
Batı’da televizyon ekranlarına, gazetelerin sayfalarına, internet sitelerine bakınca, iki resim görüyoruz: Gözü dönmüş, çıldırmış Müslüman erkek güruhları; yaygın bir “anti-Amerikan”, hatta “anti-emperyalist” dalga.
Her görüneni, “gösteri toplumunun” ekranlarına yansıyanları, yaşananların doğru bir sunumu olarak içselleştirip acele bir kanaat oluşturmaktansa biraz düşünmekte yarar olabilir.
‘Kim isyan ediyor!’
Anti-Amerikan isyanların dünyanın birçok kentini etkilediği, çok çarpıcı, izleyici çeken TV görüntülerine yol açtığı bir gerçek. Ama bu “gerçeği” belli bir perspektiften değerlendirmekte yarar var. Dünyada yaklaşık 2.1 milyar Müslüman olduğu hesaplanıyor. Sokaklara dökülerek etrafı yakıp yıkanlara bakınca, hangi kentte olursa olsun sayılarının an fazla binlerle, ama genelde yüzlerle ifade edildiği görülüyor. Müslümanların filmden, karikatürlerden etkilenmediğini, öfkelenmediğini söylemiyorum. Son olaylar bir yana, bölgede ABD nefretinin hiç de haksız olmayan nedenlerle çok yüksek olduğu da bir gerçek. Ama istatistiksel açıdan ihmal edilecek bir kesimin dışında kalanlar, -ki bunlar istatistiksel açıdan “hepsi” demektir- bu öfkeyi, tepkiyi belli ki henüz, bu ekranlara yansıyan biçimlerde sergilemekten yana değiller.
Kısacası karşımızda tüm Müslümanlara atfedilebilecek bir isyan yok. Ama birileri isyan halinde. Burada hemen dikkatimizi siyasal İslamın içinde, Arap isyanları sonrasında ortaya çıkan, henüz tam olarak sonuçlanamamış bir siyasi rekabete çevirmemiz gerekiyor. Bir tarafta geniş toplumsal tabana sahip, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmiş, bu eklemlenmeyi derinleştirmeyi arzulayan “ılımlı/neoliberal” (yenisömürge modeline yatkın) İslam (Müslüman Kardeşler ve türevleri) var. Karşısında da aynı totaliter ideolojik temeli benimsemekle birlikte, tüm toplumsal yaşamı, siyasi, ekonomik, kültürel, teknolojik, kurumsal boyutlarıyla birlikte “Kutsal Kitaba”, “eskilerin âdetlerine” göre şekillendirmek isteyen, bu anlamda Batı karşıtı, hatta modern kapitalizmin gerektirdiği öznelliklere yabancı, ideolojisiyle uyumsuz Selefi akım ve türevleri var. Bu akım, Suudi Arabistan’ın MK’yi dengeleme stratejisinin de bir parçası olarak sunduğu mali yardımlarla Müslüman nüfusun Batı karşısındaki tarihi kökleri güçlü öfkesini, ezilmişlik duygularını da kışkırtarak, onun üzerinde hegemonya kurmak için en radikal reflekslerle, şiddetle, güç gösterileriyle harekete geçiyor. Bu şiddeti, güç gösterisini “anti-emperyalizm” olarak desteklemek isteyenlere, Komünist Manifesto’daki “gerici sosyalizm” bölümünü bir kez daha ve dikkatle okumalarını öneririm. Sosyalist hareketi anti-emperyalist mücadeleyi, geçmişi özleyen, var olandan daha özgür bir dünya vaat etmeyen, kadın düşmanı, homofobik, mezhepçi, reaksiyoner “anti-kapitalist”, reaksiyoner “anti-emperyalist” akımlardan uzak durarak inşa etmekte büyük yarar var.
Siyasal İslam içindeki bu çatışma, Ortadoğu halklarının ruh hali, Batı’da bir “uygarlıklar çatışması” çıkartmak, bölgeye yeni askeri müdahale için gerekçe hazırlamak isteyenler ya da tam tersi, ABD’nin bölgedeki imajını daha da yıpratmak, tüm askeri kapasitesine karşın iktidarsızlığını sergilemek isteyen “güçler” için bulunmaz bir fırsat yaratıyor.
2.1 milyar Müslümanınsa şimdilik bu oyuna gelmeye niyetli olmadığı görülüyor. Ancak tarih, siyasal olayların kendi dinamikleri, azınlık grupların uygun konjonktürlerde aniden kartopu gibi büyüyerek büyük çoğunluğun yerine geçebilme özellikleri olduğunu da gösteriyor.
Madalyonun öbür yüzü
Bu madalyonun öbür yüzünde, çok ilginç bir “ne yani düşünce özgürlüğünden vaz mı geçelim” tartışması yaşanıyor. Gerçekten de Aydınlanma hareketinin mirası “her şeyi eleştirebilme hakkı ve özgürlüğü”, uğrunda çok kan dökülerek kazanılmış, mutlaka korunması gereken bir ilkedir. Ancak bir ilkeye sadakat, bu sadakatin etiği, bu sadakatin belli bir anda, yerde yaratacağı sonuçların sorumluluğundan kaçmaya gerekçe olamaz.
Bu söz konusu hakkın, bir yerde grotesk bir filmle, birkaç karikatürle kullanılmasının, bir başka yerden insanların ölmesine, uluslararası konjonktürde savaşlara açık süreçleri tetikleyebilecek sallantılara yol açacağını bilerek, hatta bu amaçla kullanılmasının, bir özgürlük edimi değil, bir provokasyon, komplo olarak algılanması gerekir.
Ne yazık ki tarihin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) ve Batı’nın (emperyalizmin) da büyük katkılarıyla, Müslüman dünyasında, hâlâ, bireyle devleti, halkı, ulusu birbirinden ayırt etme, suçu sahibiyle ilişkilendirme ve sınırlandırma noktasına gelememiş bir kesim vardır. Bu kesim, radikal akımların ve militanlarının etkilerine olduğu kadar, devletlerin gizli örgütlerinin operasyonlarına da açıktır; durumu gayet iyi kavrayabilen büyük çoğunluğun yaşamını altüst edebilecek potansiyellere de sahiptir.
Peygamberine hakaret eden filme, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürlere karşı Müslüman dünyasında yükselen öfke dalgasında, isyanlarda ölenlerin sayısı 50’yi geçti.
Batı’da televizyon ekranlarına, gazetelerin sayfalarına, internet sitelerine bakınca, iki resim görüyoruz: Gözü dönmüş, çıldırmış Müslüman erkek güruhları; yaygın bir “anti-Amerikan”, hatta “anti-emperyalist” dalga.
Her görüneni, “gösteri toplumunun” ekranlarına yansıyanları, yaşananların doğru bir sunumu olarak içselleştirip acele bir kanaat oluşturmaktansa biraz düşünmekte yarar olabilir.
‘Kim isyan ediyor!’
Anti-Amerikan isyanların dünyanın birçok kentini etkilediği, çok çarpıcı, izleyici çeken TV görüntülerine yol açtığı bir gerçek. Ama bu “gerçeği” belli bir perspektiften değerlendirmekte yarar var. Dünyada yaklaşık 2.1 milyar Müslüman olduğu hesaplanıyor. Sokaklara dökülerek etrafı yakıp yıkanlara bakınca, hangi kentte olursa olsun sayılarının an fazla binlerle, ama genelde yüzlerle ifade edildiği görülüyor. Müslümanların filmden, karikatürlerden etkilenmediğini, öfkelenmediğini söylemiyorum. Son olaylar bir yana, bölgede ABD nefretinin hiç de haksız olmayan nedenlerle çok yüksek olduğu da bir gerçek. Ama istatistiksel açıdan ihmal edilecek bir kesimin dışında kalanlar, -ki bunlar istatistiksel açıdan “hepsi” demektir- bu öfkeyi, tepkiyi belli ki henüz, bu ekranlara yansıyan biçimlerde sergilemekten yana değiller.
Kısacası karşımızda tüm Müslümanlara atfedilebilecek bir isyan yok. Ama birileri isyan halinde. Burada hemen dikkatimizi siyasal İslamın içinde, Arap isyanları sonrasında ortaya çıkan, henüz tam olarak sonuçlanamamış bir siyasi rekabete çevirmemiz gerekiyor. Bir tarafta geniş toplumsal tabana sahip, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmiş, bu eklemlenmeyi derinleştirmeyi arzulayan “ılımlı/neoliberal” (yenisömürge modeline yatkın) İslam (Müslüman Kardeşler ve türevleri) var. Karşısında da aynı totaliter ideolojik temeli benimsemekle birlikte, tüm toplumsal yaşamı, siyasi, ekonomik, kültürel, teknolojik, kurumsal boyutlarıyla birlikte “Kutsal Kitaba”, “eskilerin âdetlerine” göre şekillendirmek isteyen, bu anlamda Batı karşıtı, hatta modern kapitalizmin gerektirdiği öznelliklere yabancı, ideolojisiyle uyumsuz Selefi akım ve türevleri var. Bu akım, Suudi Arabistan’ın MK’yi dengeleme stratejisinin de bir parçası olarak sunduğu mali yardımlarla Müslüman nüfusun Batı karşısındaki tarihi kökleri güçlü öfkesini, ezilmişlik duygularını da kışkırtarak, onun üzerinde hegemonya kurmak için en radikal reflekslerle, şiddetle, güç gösterileriyle harekete geçiyor. Bu şiddeti, güç gösterisini “anti-emperyalizm” olarak desteklemek isteyenlere, Komünist Manifesto’daki “gerici sosyalizm” bölümünü bir kez daha ve dikkatle okumalarını öneririm. Sosyalist hareketi anti-emperyalist mücadeleyi, geçmişi özleyen, var olandan daha özgür bir dünya vaat etmeyen, kadın düşmanı, homofobik, mezhepçi, reaksiyoner “anti-kapitalist”, reaksiyoner “anti-emperyalist” akımlardan uzak durarak inşa etmekte büyük yarar var.
Siyasal İslam içindeki bu çatışma, Ortadoğu halklarının ruh hali, Batı’da bir “uygarlıklar çatışması” çıkartmak, bölgeye yeni askeri müdahale için gerekçe hazırlamak isteyenler ya da tam tersi, ABD’nin bölgedeki imajını daha da yıpratmak, tüm askeri kapasitesine karşın iktidarsızlığını sergilemek isteyen “güçler” için bulunmaz bir fırsat yaratıyor.
2.1 milyar Müslümanınsa şimdilik bu oyuna gelmeye niyetli olmadığı görülüyor. Ancak tarih, siyasal olayların kendi dinamikleri, azınlık grupların uygun konjonktürlerde aniden kartopu gibi büyüyerek büyük çoğunluğun yerine geçebilme özellikleri olduğunu da gösteriyor.
Madalyonun öbür yüzü
Bu madalyonun öbür yüzünde, çok ilginç bir “ne yani düşünce özgürlüğünden vaz mı geçelim” tartışması yaşanıyor. Gerçekten de Aydınlanma hareketinin mirası “her şeyi eleştirebilme hakkı ve özgürlüğü”, uğrunda çok kan dökülerek kazanılmış, mutlaka korunması gereken bir ilkedir. Ancak bir ilkeye sadakat, bu sadakatin etiği, bu sadakatin belli bir anda, yerde yaratacağı sonuçların sorumluluğundan kaçmaya gerekçe olamaz.
Bu söz konusu hakkın, bir yerde grotesk bir filmle, birkaç karikatürle kullanılmasının, bir başka yerden insanların ölmesine, uluslararası konjonktürde savaşlara açık süreçleri tetikleyebilecek sallantılara yol açacağını bilerek, hatta bu amaçla kullanılmasının, bir özgürlük edimi değil, bir provokasyon, komplo olarak algılanması gerekir.
Ne yazık ki tarihin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) ve Batı’nın (emperyalizmin) da büyük katkılarıyla, Müslüman dünyasında, hâlâ, bireyle devleti, halkı, ulusu birbirinden ayırt etme, suçu sahibiyle ilişkilendirme ve sınırlandırma noktasına gelememiş bir kesim vardır. Bu kesim, radikal akımların ve militanlarının etkilerine olduğu kadar, devletlerin gizli örgütlerinin operasyonlarına da açıktır; durumu gayet iyi kavrayabilen büyük çoğunluğun yaşamını altüst edebilecek potansiyellere de sahiptir.
Subscribe to:
Posts (Atom)