Wednesday, July 25, 2012

Bugünün en önemli sorunu

AKP döneminde demokratik hak ve özgürlükleri sınırlamaya yönelik uygulamalar öncelikle kadınları hedef alarak ilerliyor. Yeni “disiplin rejimi”, “estetik rejimi” topluma kadınların toplumsal konumunu değiştirebildiği ölçüde giriyor.

Bu tespit doğruysa, “kadın hakları” (buna bağlı, olarak “cinsel özgürlükler”), savunulması gereken en önemli mevzi konumuna yükselmiştir. Bu mevzi kaybedilirse toplum siyasal İslamın “toplumsal mühendislik” projesi karşısında tümüyle savunmasız kalacaktır...

Bu saldırı dalgası, bir taraftan kadına yönelik şiddet olaylarının, günlük yaşamda erkek egemenliğinin “mikrofaşist” müdahale ve tacizlerinin baş döndürücü bir hızla artmasıyla, öbür taraftan AKP seçkinlerinin, siyasal İslamın entelektüellerinin kılık kıyafet, tecavüz, evlenme yaşı gibi hassas konularda açıklamalarıyla ilerliyor. Bu “de facto” saldırı giderek sezaryen, kürtaj, “ertesi günü hapı” vb. alanlarda yasalarla “de jure” olmaya başladı.

Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 99’u Müslüman. AKP’ye gelene kadar süreç ağır aksak da olsa kadın haklarının, cinsel özgürlüklerin gelişmesinden yana işledi. Öyleyse bu saldırıyı halkın dini duyarlılıklarıyla doğrudan ilişkilendirmek doğru olmayacaktır. Ben “kadın sorununun” bugün ilk savunulması gereken mevzi konumuna yükseldiğini düşünmeye, “Bu saldırı neden AKP döneminde..” sorusuna cevap ararken başladım.

İlk dikkatimi çeken, kadın haklarına yönelik saldırıları adeta gölge gibi işçi haklarına yönelik saldırıların izlemesiydi. Kürtaj, sezaryen tartışmaları gündeme girerken aynı anda kıdem tazminatını fiilen kaldırmayı amaçlayan tartışmalar başladı. Kadına yönelik şiddet olayları artarken “Kürt açılımı” hızla yerini KCK tutuklamalarına bıraktı.

Kadının üzerinde iki baskı birden olduğu hep söylenir: Erkek egemenliği ve sermayenin baskısı. Ama bu ikisinin arasındaki ilişki üzerinde pek durulmaz. Liberalizmin etkisiyle, sermayenin, erkek egemenliğine gereksinim duymadığı, kapitalizmde erkek egemenliğinin ortadan kalkabileceği dahi düşünülür.

Bir sembiyoz ilişkisi
Hem yakın hem de uzak tarihe ilişkin gözlemler, bu iyimserliği desteklemiyor. Kadınların özgürleşme sürecinde, kapitalizmin, “1950-70” arasındaki büyüme döneminde feminist atılımlar, yapısal krizin derinleşmesiyle birlikte, yerini kadın bedeninin giderek daha küçük yaşlardaki kızları kapsayacak biçimde metalaşmasının hızlanmasına, kadını çocuksulaştıran, çıplaklığını daha çok kullanan reklamcılığa, porno endüstrisindeki patlamaya bıraktı. Karşıt dalga, “yumuşak” pornografinin sıradanlaşmasına, nihayet Germain Greer’in bir keresinde vurguladığı gibi “kadın bedeninin daha erişilebilir kılınmasına” açıldı.

Kapitalizmle erkek egemenliği arasındaki “sembiyoz” ilişkisini “uzak tarihe”, kapitalizmin doğuş dönemi Avrupası’na, Silvia Federici’nin, (Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation) çalışmasının ışığında baktığımızda da görebiliyoruz.

Feodalizmin uzun krizi sırasında, birçoğuna kadınların liderlik ettiği ya da geniş bir biçimde katıldığı “protokomünist”, din karşıtı halkçı köylü/proleter hareketlerin yaygın biçimde patlak verdiği görülüyor. Federici’nın bulguları kapitalizmin, kilisenin, aristokrasinin ve tüccar sınıfların, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak, birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları karşı saldırı içinden doğduğunu gösteriyor. Bu anlamda kapitalizmin doğuş süreci feodalizme, mülkiyete karşı yükselen isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük dalgasını, bastıran bir “karşıdevrim” işlevi görüyor.

Bu ittifak, isyanları bastırmanın, emeği ucuzlatmanın, nüfusu artırmanın yollarını arıyor. Ortak kullanılan toprakların özelleştirilmesi, yeni mülksüz, ama çalışma koşullarını kabul etmektense, serseriliği, eşkıyalığı seçen bir nüfus oluşturmaya başlıyor.

Yeni kapitalist sınıf, yeni işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının eve kapatılması, ücreti ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Böylece, bugün bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.

Zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığı körükleniyor; erkeğin sisteme olan tepkisi, öfkesi kadına yönlendiriliyor. Böylece işçi sınıfı daha doğarken bölünüyor. Kadına yönelik şiddet, hatta tecavüz, özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda meşrulaştırılıyor, zorunlu evlilikler teşvik ediliyor. İtiraz eden, çocuk doğurmayı reddeden, sorgulamada ağlamayan kadın, cadı mahkemelerinde yargılanıyor, işkencelerle idam ediliyor. Kadının cinselliği, bedeni hızla disiplin altına alınıyor: Kürtaj, doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan cinsel ilişkileri, içki içmeyi, çıplaklığı cezalandıran yasalar çıkarılıyor. Yükselmekte olan kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence yerlerini, halkın bir araya geldiği mekânları kapatmaya çalışıyor.

AKP’nin başarısı tanımlanırken yükselmekte olan yeni bir kapitalist sınıfı temsil ettiği hep vurgulanır. Kadınları, cinsel özgürlükleri hedef alan saldırı, bence öncelikle bu sınıfın sermaye birikimi, emek disiplini gereksinimlerinden kaynaklanıyor. Öyleye, bu hakları öncelikle savunmak gerekiyor!

Wednesday, July 18, 2012

'UW' ve yerli ortakları

(18 Temmuz 2012 ) 


ABD, Libya’dan sonra, Suriye’de de bir UW (Unconventional Warfare – konvansiyonel olmayan savaş) stratejisi uyguluyor. UW’nin, 2010’da yayımlanmış (TC 18-01.), halen güncelleştirilmekte olan bir el kitabı da var (internetten ulaşabilirsiniz). Bu el kitabını, Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin projeleri yansıtan, bizim yıllar önce yayımladığımız haritayla, bu haritayı aktaran Albay Ralph Peters’in Pentagon Haberalma Ofisi Başkan Yardımcı olduğu sırada, ABD Harp Akademisi dergisi Parameters için 1997’de kaleme aldığı, yeni savaşlarda bilgi dağılımının, yönetiminin önemini tartışan “Constant Conflic” (sürekli çatışma) başlıklı denemesiyle birlikte okumak gerekiyor.

Kısaca anımsatırsam, harita “Büyük Ortadoğu” bölgesinin etnik, dini temellerde küçük homojen devletlere bölünmesi halinde oluşacak yeni durumu betimliyordu. Denemede de Peters, bugün yeni savaşları kazanmanın yolunun, savaşa ilişkin bilgilerin denetiminin, üretiminin, yayılmasının etkin biçimde yönetilmesinden (information warfare) geçtiğini savunuyordu.

UW’nin el kitabı
Kısaca özetlersem: UW, ABD’nin politikalarını benimsemeyen yönetimleri, doğrudan konvansiyonel savaşlar (Irak, Afganistan) yerine, o ülke içindeki toplumsal (etnik, dini hatta ekonomik) çelişkilerden, hoşnutsuzluklardan yararlanarak devirmeye, kendine yakın bir yönetimi yerleştirmeye ilişkin. ABD, UW’yi gerektiğinde geniş çaplı askeri hareketlere açılan, bir işgal gücünün girişine zemin hazırlayan bir yöntem olarak görüyor (s. 8).

El kitabı ABD güçleri açısından UW sürecini (isyancıların gelişme sürecini değil) yedi aşamalı olarak düşünüyor: Hazırlık, ilk temas, sızma, örgütleme, inşa, konvansiyonel güçlerle birleşecek harekâtlar, ulusal denetimi ele geçirerek düzenli orduya geçerken var olanı dağıtmak.

Bu saptamalardan sonra UW el kitabı, Mao’dan “Gerilla halk içinde suda balık gibidir” Sun Tzu’dan “Savaşta gizli hareketler esastır” alıntılarıyla, devam ediyor.

UW planının en önemli ilgi nesnesi “halkın psikolojisi”. UW el kitabı ya bunu kendi projesinden yana değiştirmeyi ya da göreli olarak sayısı küçük bir isyancı grubunun iktidara el koymasını kabul edebilecek bir tarafsızlığa çekmeyi hedefliyor. Bu nedenle, günümüzde sosyal medyayı, internet alanını, denetlemek ve kullanmak özellikle önem kazanıyor.

İkinci araç, rejime karşı savaşmaya niyetli, ABD ile işbirliğine açık, uygun bir ideolojiye, liderliğe sahip, sınırlı da olsa bir isyancı hareket bulmak ya da üretmek (bu konuda ilginç bir araştırma “The Syrian opposition: Who’s doing the talking?”, The Guardian 15/07/2012 – bir özeti için: www.haber.sol.org.tr/dunyadan/esad-muhalefetinin-emperyalizm-ile-yakin-iliskisi-dikkat-cekiyor-haberi-57061) eğitmek, örgütlemek, ülkenin ve dünyanın kamuoyuna tanıtmak. Hemen ardından da bir tür “cephe örgütleri” kurarak bunların halkın yeni ve meşru temsilcisi olduğunu, hükümetin meşruiyetini artık kaybettiğini, medya yoluyla yaymaya başlamak. Hedef ülkelerin son derece de baskıcı, halkı tarafından zaten sevilmeyen yönetimlerden oluşması da bu propagandaların etkisini arttırıyor.

Sonra sıra bu isyancıları, (“cephe örgütünü”, askerlerini) finansal, askeri olarak doğrudan ya da gerektiğinde sabotaj, suikast vb, yöntemlerle desteklemeye geliyor. UW bu adımların başarılı olabilmesi için ülkede yaygın bir çatışma havasının yaratılması gerektiğini söylüyor.

Bu UW’nin başarılı olabilmesi için medyadaki kanaat önderlerine büyük görevler düşüyor. Ne yazık ki Türkiye’de de kimi köşe yazarları, bu stratejinin en önemli bileşeni olan “yanlış bilgilendirme savaşına” doğrudan katılıyorlar.

Bu yazarlardan biri kendisiyle aynı noktada bulunmayanları, pazartesi günü “Suriye’de yaşananlara duyarsız kalmakla” (müdahaleden yana olmamakla) suçluyordu: “Perşembe günü Suriye’de Hama yakınlarında Tiremse köyündeki korkunç katliam. Esad rejimine bağlı tanklar, ağır silahlar direnen köyü sardı, bombardıman başladı, insanlar camilere sığındı, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu 200’ün üzerinde insan öldürüldü” diyor ve ekliyordu “Ne olup bittiğini bilgisayarda iki klikle öğrenebilirsiniz. Öğrenmediyseniz zaten ayıp.”

Ne olup bittiğini kolaylıkla öğrenmek olanaklı, ortada gerçekten bir ayıp var. Ne olup bittiğini öğrenmek için UW stratejisinin propagandalarından başka şeyler de okumak, olaylar karşısında eleştirel mesafeyi korumak gerekiyor. Ayıp olan bunları yapmadan yazmak. Pazartesi günü New York Times, Tiremse’de yaşananların katliam değil, bir savaş olduğunu aktarıyor, ölü sayısını yüzde elli indirirken içlerinde kadınların, çocukların olmadığını vurguluyordu. Biz bunun böyle olduğunu hafta sonunda çoktan internetteki çeşitli kaynaklardan öğrenmiş bulunuyorduk. “Sol.org” gibi sosyalist web siteleri bu bilgileri aktarmaya başlamışlardı. Evet ortada bir ayıp var, ama bu “Suriye projesine” katılanların ayıbı...