Wednesday, March 25, 2009

Sosyalistler ve Seçimler

Ayırdında değiller, ama sosyalistlerin Türkiye’nin siyasi yaşamında, fark yaratma kapasiteleri bugün yapmakta oldukları etkiden daha büyüktür.

Bu iktidarsızlığın arkasındaki etkenlerden biri güçlerini birleştirme (bir an, ÖDP, TKP ve EMEP’in sol içinde çekim merkezi olabilecek ortak bir platform kurabildiğini düşünün), odaklama başarısızlığıysa bir diğeri de siyasi konjonktürle, siyasi hareket yaratma süreci arasındaki ilişkiyi “düşünme” aşamasında yaşanan güçlüklerdir. Bu nedenlerle, ne yazık ki, sosyalistler, bu hafta sonu yapılacak yerel seçimlerde de kapasitelerine uygun etkiyi yapamayacaklar!

Bağımsız siyasi çizgi-konjonktür diyalektiği
Sosyalistler uzun bir süredir “yeni ve kapitalizmin ufkunu aşan bir dünya tasarlamak, bunu bağımsız bir siyasi mücadele platformuna dönüştürmek” sorunuyla boğuşuyorlar. Sosyalistler bu “olmazsa olmaz” çabalarını sürdürürken sık sık ülkenin özel siyasi konjonktürlerinde tutum almak zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyorlar.

Ancak, “konjonktürle”, “süreç” arasındaki ilişkiyi düşünürken çekilen zorluklar, örneğin seçimlerde, konjonktürün özellikleri gözetilerek alınması gereken kararlara değil, ahlaki kaygıların reflekslerine yol açıyor: Ne yani düzen partilerine mi oy vereceğiz! Diğer bir deyişle, kimilerinin, “üçüncü kutup” yaratma (bence, sosyalizm herhangi bir kutup değil “yapıya” ve kutuplarına karşı bir akımdır) dediği çaba, seçimlerde “üçüncü kutup” (ki bazı seçim konjonktürlerinde buna “yer” olmayabilir) olma iddiası birbirine karışıyor. Halbuki, bağımsız bir siyasi çizgi ve platform oluşturma çabalarıyla, “seçim taktikleri” farklı soyutlama düzeylerine ait kavramlaştırmalar.

Seçimi her zaman, sonuçlarının verili “siyasi iklim” ve “yapı” üzerinde yaratacağı “olası değişiklikler” bağlamında, şu soruyla birlikte düşünmek gerekiyor: Bu “değişikliklerin”, halkın ve işçi sınıfının siyasi, ekonomik, kültürel yaşamıyla, sosyalistlerin bağımsız siyasi çizgi ve platform inşa etme süreci üzerindeki etkileri neler olabilir? Dahası, seçimleri yalnızca, olumlu bir açıdan“Kim kazanırsa ne olur” sorusuyla değil, aynı zamanda “Kimin kazanması engellenirse ne olur” sorusuyla birlikte de düşünmek gerekir.

Bazen sosyalistlerin, seçimlere kendi adaylarıyla girdiklerinde, seçim sonrası siyasi ortamda, hem halkın yaşamı, hem de kendi süreçleri üzerinde olumlu etki yapacak, fark yaratacak kazanımlarla çıkma olasılıkları olmayabilir.

O zaman “düzen partilerini”, ya da seçerek yalnızca kimi adayları (kendi bağımsız çizgilerini, platformlarını savunmayı elden bırakmadan) destekleme taktiğini benimsemeleri siyasi, ahlaki açılardan yanlış olmaz.

29 Mart yerel seçimleri
29 Mart yerel seçimleri, çoktan yerelliğini kaybetti AKP’nin gücünü kanıtlama sınavına dönüş-tü. Şimdi sosyalistlerin seçimlere girerken şu soruları sormaları gerekiyor: Yerel seçimler neden bir sınava dönüştü? Bu sınav seçim sonrası ortamın şekillenmesi açısından ne anlama geliyor?

Bu noktada, son genel seçimleri anımsamakta yarar var. Sosyalistlerin bağımsız aday gösterme kararının, seçim sonrası ortamda olumlu ve belirgin bir siyasi fark yarattığı, bağımsız siyasi çizgi ve platform oluşturma sürecine katkıda bulunduğu söylenemez.

Ufuk Uras’ın, çoğu elinde olmayan nedenlerden dolayı hiçbir siyasi varlık gösterememiş olması bir yana, seçim sonrasında, siyasal İslam’ın kendi toplumsal programını, “biyo-politiğini” ülke yaşamına dayatma sürecinde kazandığı, siyasal, kültürel ivme, bugün ülkeyi Prof. Binnaz Toprak’ın raporunda betimlenen koşullara getirmiştir. Dahası, güvenlik güçlerinin kişi özeline nüfuz etme, iktidarın medyayı denetleme, sindirme, “gösteri toplumuna” hâkim olma kapasiteleri daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmış, ana akım medya “korku cumhuriyetinde yaşamaktan” söz eder olmuş, kültürel dejenerasyon, Etyen Mahçupyan gibi “liberal” bir yazarın MHP’yi över hale geldiği bir noktaya ulaşmıştır. Bunların, halkın demokratik ekonomik çıkarları ve sosyalistlerin kendi süreçleri açısından olumlu gelişmeler olduğu söylenemez.

Bu seçimlerde AKP’nin ivmesi, özellikle siyasetin ve ekonominin kalbinin attığı, işçilerin, “yeni orta sınıfın” en yoğunlaştığı Ankara, İzmir ve İstanbul’da kırılmalıdır. Aksi takdirde, siyasal İslam’ın sivil ve siyasi toplumu dönüştürme, disiplin altına alma, muhalefetini temizleme süreci yeni bir ivme kazanacak, sosyalistlerin kendi süreçlerinin önünde çok daha büyük, siyasi, polisiye ve kültürel engeller oluşacaktır.

Wednesday, March 18, 2009

Darwin Tartışması ve Liberal Entelijansiyanın Dayanılmaz Sığlığı

TÜBİTAK’ın Darwin’i sansür etmesiyle başlayan tartışmalar, yaşamı, “uçları reddederek”, karşıtların ortalamasını alarak idare etmeye çalışan liberal entelijansiyanın sığlığını bir kez daha gözler önüne serdi…

‘Bir’ mi, ‘Çokluk’ mu?

Belki ayırdında değiller ama, bu tartışmanın temelinde, varlığın bilgisine ilişkin, ortalaması alınamayacak, birbirini dışlayan iki ontolojik varsayım yatıyor. Birinci varsayım: Varlık “bir”dir, “her şey” ondan türemiştir. İkinci varsayım: Varlık “çokluk”tur, her şey “çokluğun” (hatta çoklukların)sonsuz olasılıkta örgütlenme biçimleridir. “Bir”, bir “sayma” işlemininsonucudur.

Birinci varsayım, Tanrı düşüncesine, dini “hakikat rejimine”, siyasi olarak da uyulması gereken mutlak bir otoritenin varlığını kabul etmeye, totaliter rejimlere açılır. İkincisi, Aydınlanma’nın “hakikat rejimine”, bilimsel yönteme, siyasi olarak da “çokluğun” ve “çoklukların” birlikteliğine, bireysel özgürlük düşüncesine, eşitlik ve demokrasi ilkelerine açılır. “Peki, ama kim sayıyor?”diye sorarak, hem “çoklukların çokluğunu” kabul edip hem de Tanrı düşüncesine geri dönülemez. Çünkü o zaman, Tanrı ile saydığı “çokluk” karşı karşıya konulduğundan yine çokluğa dönülmüş olur.

‘İnananlar’ için kurulmuş bir tuzak…

Aslında, ortalama alma çabası, öncelikle dini “hakikat rejiminin” dibini oyar. Çünkü onu, Aydınlanma’nın, bilimin koşullarını kabul etmeye, Tanrı’nın varlığını ampirik düzeyde (fenomenler alanında) kanıtlama çabalarına iter… Bu ortalama alma çabası, Aydınlanma’nın “hakikat rejimine” bir tehdit oluşturmaz. Bilimsel düşünce zaten bu tip tartışmalara, eleştirilere, sürekli değişmeye, kimi teorileri geride bırakıp yenilerini benimsemeye açıktır. Bilimsel düşünce zaten, birbiriyle etkileşim, diyalog halindeki “bilimsel projelerin” evrimleşmesiyle (İmre Lakatoş), paradigmalar kurarak ve yıkarak (Kuhn) yoluna devam eder.

Bu iki “hakikat rejimi” arasındaki sorun önce zıt ontolojik varsayımlardan, sonra, bilimin her şeyi sorgulama gereksiniminden kaynaklanıyor. Bilimsel düşüncede kutsal yoktur. En önemli ahlaki ilkesiyse, “haddini bilmemek”, her şeyi, her inancı, her zaman, kendine bir kısıtlama getirmeden sorgulamaya devam etmektir (buna “insana zarar vermemek” gibi ilkeleri de ekleyebiliriz). Buna karşılık, “dini hakikat rejimi”, son derecede haklı olarak kendini sorgulatmaz. Zamanla çevresine uymak üzere evrimleşebilir, ama sorgulanmayı özellikle “dışarıdan”, bilimsel yöntemlerle sorgulanmayı kabul etmez.

Dini “hakikat rejimini” benimseyenler, bu rejimi kabul etmeyenlerle bir arada yaşama konusunda büyük zorluk çeker, sürekli saldırı altında olduklarını, hakarete uğradıklarını düşünürler; her fırsatta diğer “hakikat rejimlerinden”kurtulmaya, onları silmeye çalışırlar…

İnsanlık tarihi, uzun ve kanlı bir sürecin sonunda “dini hakikat” rejimini benimseyenlerin (çeşitli dinlerin) birbirleriyle ve benimsemeyenlerle birlikte yaşamalarına olanak sağlayabilecek bir çözüm olarak “Laiklik” (dinleri devletin -şiddet araçlarını kullanma meşruiyetine sahip aygıtın- dışında tutma) ilkesini bulmuştur.

Diğer taraftan, sorun salt mutlak bir “yaratana inanç” sorunu değil. Karşımızda bu yaratanın mesajlarını içeren kutsal kitaplar var. Dini “hakikat rejimi” bu kitaplara dayanıyor. Bu yüzden örneğin şöyle diyemezsiniz: “Gelin siz de benim gibi kuramlayın: Fizik, kimya, biyolojinin yasaları Cenab-ı Allah’ın yasaları, matematik ‘İlahi Güç’ün aklı olsun! Allah’ın çocukları da aklı kullanarak Allah’ın gerçeklerini arayadursunlar! O zaman teori ile inanç birbirlerini kucaklamazlar mı?” “Allahın çocukları” gibi, inananlar açısından, insanla Tanrı arasında “organik bir bağ”, türdeşlik ima ederek, bir ucu“küfüre” kadar uzanan saçmalıklar bir yana, eğer derseniz, kutsal kitaplardaki mesajları, bilimin astronomi, jeoloji, paleontoloji, arkeoloji, hatta antropoloji gibi alanlarından, o çok güvendiğiniz matematiğin “küme teorisinden” gelen dinamitlerle patlatmaya başlarsınız.

Darwin tartışması aslında “dini hakikat rejiminin”, okullarda bir inanç sistemi olarak okutulmasını aşan bir talepten, “dini hakikat rejimine” uymayan bir bilginin çocuklara verilmesinden duyulan rahatsızlıktan, bilimsel yöntemi tasfiye etme, onun yerine geçme arzusundan kaynaklanıyor. Bugün evrim teorisi, yarın kutsal kitaplarla çelişen her şey: Paleontoloji, jeoloji, astronomi, küme teorisi vb…