Saturday, September 29, 2007

Daha Çok Geç Olmadan...

(Cumhuriyet 26.09.2007)

İmparatorluğun enkazı üzerinde, sömürgeleşmenin sınırından dönülerek kurulan modern cumhuriyetin, bağımsızlık, laiklik, medeni hukuk, kadın hakları gibi kazanımları, akılcılığa, (Aydınlanma'nın 'hakikat rejimine') dayalı kültürel geleneği, bu zeminde doğan ve gelişen eşitlikçi, demokratik, hatta sosyalist hareketlerin geleceği tehdit altında. "Mahalle siyaseti" etrafında yükselen kaygılar, tehlikenin, geç de olsa bilinçlere çıkmaya başladığını gösteriyor. AKP hükümetinin siyasal İslama kazandırdığı momentumun daha çok geç olmadan mutlaka kırılması gerekir.

Uluslararası sermayenin ve emperyalizmin en gerici...

Bugün Türkiye'de siyasal İslam, "şeytanla" aynı yatağa bilerek girmeyi kabul etmiş olduğunu düşünerek avunsa bile, ABD'nin/AB'nin, uluslararası mali/tekelci sermayenin bölgemizdeki ve ülkedeki siyasi projelerinin taşeronu olmuştur.

Siyasal İslam, tekelci sermayenin bölgedeki militarist ve gerici (aydınlanma ve sosyal ilerleme düşmanı) politikalarının destekçisi olmanın yanı sıra mahalle düzeyine kadar inen ve "yaşam alanlarını" yakından denetlemeyi amaçlayan bir siyasi kültürel örgütlenmeye ve kitle hareketine sahiptir. Projesi ilerledikçe "devletin baskıcı aygıtlarıyla", "devletin ideolojik aygıtları" (Althusser) (din, hukuk, siyaset, eğitim kurumları, medya, sendikalar, aile) arasındaki göreli bağımsızlık kalkacak, devletle aile arasındaki (sivil toplum) alanı Almanya'da nazizm, İtalya'da faşizm, Rusya'da Stalinizm, İran'da da Şii teokrasisinde olduğu gibi baskıcı bir devletin denetimine geçecektir.

Bu noktaya gelmeden, sürecin kesilmesi ve tersine çevrilmesi gerekir. Bu bağlamda, Antonio Gramsci 'nin İtalyan burjuva devrimi tarihi ve faşizmin yükselişiyle ilgili, "cephe savaşı" ve "mevzi savaşı" kavramları bize yardımcı olabilir. Siyasal İslamın momentumu, demokratik ve barışçı (şiddet içermeden, verili yasaların içinde kalarak) kitle gösterileri, siyasi, özellikle ekonomik boykotlar, çeşitli protesto yöntemleriyle kırılabilir. Sonra, siyasal İslamın "yaşam alanlarındaki" etkisinin geriletilebilmesi için, halkçı, (halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan) ve demokratik reformlarla, yerel örgütlenmelerle ve vatandaşlık inisiyatifleriyle sürdürülecek, uzun süreli kültürel, ekonomik, sosyal hakları da içeren bir "mevzi savaşı" süreci başlayacaktır.

Bu iki direniş ve mücadele yöntemi birleştirilmediği takdirde ülke, emperyalizmin bölgedeki projelerinin aracı olarak işlemeye devam edecek, bu topraklarda yaşayanlar etnik kökenleri ne olursa olsun, gittikçe artan büyük maddi ve manevi acılara mahkûm edileceklerdir.

Truva atlarına dikkat
Siyasal İslama karşı direniş, hem siyasi-hukuki hem de kültürel-ekonomik olmak zorunda. Bu nedenle şu sıralarda olduğu gibi, genelde halkın sorunlarına duyarsız bir çevrenin, "yaşam tarzını koruma" kaygısıyla sesini yükseltmesi, çok olumlu bir gelişmedir. Ancak bugün, salt TÜSİAD'dan, büyük medyadan gelen eleştirilerin etrafında kurulacak bir muhalefetin, gerek momentumun kırılması gerekse de uzun dönemli süreçte, etkisinin çok sınırlı, refleksinin istikrarsız olacağını da baştan görmek gerekir.

Bu bağlamda, seçimlerden önceki konjonktürde yükselen ulusalcı dalgaya ilişkin yaptığımız uyarının seçimlerden sonra Meclis'te doğrulandığını söyleyebiliriz. O zaman demokratik, halkçı (halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan) bir siyasi programı içermeyen ulusalcılık iddialarının, tüm "şiddetine" karşın, hatta bu nedenle, emperyalizmin "Truva atı" olmaya mahkûm olduğunu ileri sürmüştük. Seçimlerden sonra şekillenen Meclis'te yaşanan AKP-MHP işbirliği, bu savımızı doğruladı. Dün olduğu gibi bugün de MHP liderliği, tüm ulusalcılık iddialarına karşın taraftarlarını "suya götürüp susuz getirmeye" devam edecek, tabanda siyasal İslamla yaşanan rekabet (mücadele değil), siyasal İslamın (emperyalizmin) değirmenine su taşıyacak, hatta ucu Hrant Dink cinayetine açılan süreci besleyecektir.

Büyük sermayenin ve büyük medyanın siyasal İslam kaygılarını değerlendirirken bunların sınırını, çizen ekonomik çıkarları da görmek gerekir. 1980 sonrası siyasal rejimin aydınlanma geleneğinden kaynaklanan sol/sosyalist muhalefet üzerinde, "serbest piyasa" rejiminin de yerleşik bölüşüm ilişkileri üzerinde yarattığı yıkımın dinamikleri bizi bugünkü siyasal İslam dalgasına getirdiğini unutmamak gerekir. Bu dönem boyunca her türlü halkçı politikaya, "özelleştirme, serbestleşme gerekir", "köylüyü tasfiye ediyoruz", aymazlığa ve şiddetle direnen, postmodernizmin rölativizminden kalkarak siyasal İslama meşruiyet kazandıran kesimin, bugün laiklik ve demokrasi, hatta ne yazık ki hâlâ "modernite" mücadelesine yapacağı katkıların zaaflarını da baştan görmek gerekir. Bu mücadeleyi bu güçleri yadsımadan, ama esas olarak 14 Nisan "olayına", diğer bir deyişle çalışanların en modern, örgütlenme kapasitesi en yüksek kesimine (geleneksel işçi sınıfını da ihmal etmeden) dayanarak ve "yaşam alanlarında" inşa etmek gerekiyor. Daha çok geç olmadan...

Tuesday, September 25, 2007

Bir 'Semptom' Olarak Prof. Şerif Mardin

Prof. Şerif Mardin 'in Ayşe Arman 'la yaptığı söyleşi ( Hürriyet /06/09), 1990'larda "de facto" hızlanan, şimdi yeni bir anayasayla da "de jure" hale gelmek üzere olan "restorasyon" sürecinin en önemli dinamiklerinden "transformismo" (1) olgusuna ilişkin çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Şimdiden bilemeyiz... Bekleyiniz

Mardin, Arman'ın "Hayat tarzımız değişebilir mi? Malezya olur muyuz? Kadınların gerçeği?.. Takıyye mi yapıyorlar? İstediğim gibi giyinemeyecek, Boğaz'da içki içemeyeceksem ne yapacağım? AKP'ye merkez sağ demek doğru mu? AKP konusunda yanılmış olabilir miyiz" olarak özetleyebileceğimiz sorularına, özetle, "Korkularınız yersiz olmayabilir. Bilemeyiz, bekleyip görmek gerekir" gibisinden cevaplar veriyor.
Böylece, söyleşi, iki işi birden "başarmış" oluyor. Birincisi, AKP'den huzursuz olanların, haz temelli, "maddiyatçı" ve "dekadan" yaşam tarzlarını (ayrıcalıklarını) kaybetmekten korkan, halkının maddi ve manevi sorunlarına yabancı ve ilgisiz bir seçkinlerden oluştuğuna ilişkin "fanteziyi" bir kez daha pekiştiriyor. İkincisi, Mardin, bu söyleşide, hem bu kaygılara "anlayışla" yaklaşarak Arman gibi düşünenleri, siyasal İslamın "pasif karşıdevrim" sürecine yabancılaştırmıyor. Hem de, "belki de değildir" (Ah! Aziz Nesin .), "bekleyip görelim" diyerek, liberal entelijansiyayı, siyasal İslama bağlayan "değişti-değişmedi" tartışmasına sadık kalarak, pratikte AKP'ye "pasif karşıdevrimi" (restorasyon) tamamlaması için gerekli süreyi tanımakla eşanlamlı bir tutum öneriyor. Bu arada, demokrasi adına, "konuşacaksınız" , "söyleyeceksiniz" gibi, özgürlükçü ve akılcı (inanca değil bilgiye dayalı) bir tartışma ortamı yoksa, pratikte hiçbir etkisi olmayan önerileri sıralıyor.

Mardin'in sözleri, bana, örümceklerin avlarının bedenine enjekte ettikleri uyuşturucu ve protein eritici sıvıyı anımsattı. Demokrasinin biçimselliğine/ritüellerine kanarak, bu bekle gör tutumunu benimseyenler, hem siyasal İslamın toplumsal ilişkilerinin, yasal kazanımlarının yaşam tarzlarını (bedenlerini) gittikçe daha çok sardığını hem de saflarının (kaslarının) gittikçe eridiğini (transformismo), tepki gösterme kapasitelerini yitirdiklerini görecekler.

Prof. Mardin'in, Chantal Mouffe 'tan söz ettiği için, hegemonya süreçleriyle ilgili tartışmaları bildiğini varsaymamız, buradan hareketle de ne yazık ki, akademik ve kişisel saygınlığıyla "transformismo" sürecinde önemli bir katalizör işlevi gördüğünü de kabul etmemiz gerekiyor.

Popülizm ve yerellik

Diğer taraftan, söyleşide, siyasal İslamın tırmanan iktidarına karşı direnmek isteyenlere yararlı olabilecek ipuçları da var. Örneğin, Mardin söyleşiye başlarken konuya Yusuf Akçura 'dan girip Rus Narodnik hareketinden geçerek, sözü AKP'nin karakterini konuşmaya getirdiğinde, karşımıza tam anlamıyla popülist, yerel (ulusal ve vatandaşlık gibi soyut aidiyetlere değil din, tarikat, mahalle gibi somut aidiyetlere dayalı), bu zeminde derin bir biçimde örgütlenmiş (Nakşibendilik) bir siyasi hareketten güç alan bir siyasi parti/hareket resmi koyuyor. Ancak, Mardin, Arman'ın temsil ettiği kesimin duyarlılıklarını "paylaştığı" izlenimini verdikten, bekleyip görmek gerektiğini vurguladıktan, olası itirazlara karşı "demokrasi kaostur" (herkes her istediğini söyler) dedikten sonra, "sakın darbe olmasın" diyerek "gardını" alıyor...

Bunlardan en azından iki ders çıkarılabilir. Birincisi, AKP'nin tabanıyla arasındaki, popülist (havuç/sopa, seçkinler-kalabalıklar dinamiğine, "onurlu yalana" , dayalı) bir ilişkidir. Bu ilişki salt şiddet ve bastırmayla değil, ancak bir "karşıt hegemonya" hareketiyle kırılabilir. İkincisi, belli ki, bu "pasif karşıdevrim" süreci, çok kritik bir aşamada. Siyasal İslam'ın "transformismo" ile yanına çektiği kesimin desteğine hâlâ büyük gereksinimi var.

Solun ve sosyalistlerin, bu konjonktürü değerlendirebilmek için ilk önce aydınlanma geleneğinin ( aklın eleştirisi, özgürlük, demokrasi, toplumsal ilerleme ) çocukları, ürünü olduklarını, bu geleneğin yadsınarak aşıldığı, ama şimdi restore edilmeye çalışılan dini hakikatlere dayalı evrenin içinde, hiçbir düzeyde, var olamayacaklarını anımsamaları gerekiyor... Ondan sonra belki liberal entelijansiyayı da yeniden kazanabilecek bir karşıt hegemonya inşa etmeye girişmek söz konusu olabilir. Bu bağlamda, ulusal bağımsızlık, halkçılık (popülizm değil), tüketim toplumunun kültür ve ahlakına, hümanist bir karşı çıkış, siyasal İslamın hegemonyası altındaki kesimlere ulaşmak için bir başlangıç noktası, bir köprü olabilir.

1) İktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir siyasi hareketin, rakipleriyle arasındaki "alanda" yer alan kanaat önderlerini ve siyasetçileri süreç içinde kendisinden yana "dönüştürmesi" anlamına gelen bu kavramı siyasal İslamın toplumsal yapıyı ele geçiriş sürecini irdelerken, Gramsci nin "Hapishane Defterleri" yapıtından anımsamış, Cumhuriyet'teki yazılarımda, 7 Haziran'da Tempo dergisinde yayımlanan "İran'la-Mısır arasında Türkiye" başlıklı denememde kullanmıştım.

Thursday, September 13, 2007

Sığlıktan söz ederken , bir örnek

Yeni Safak aktarıyor:
"Orhan Pamuk, Türkiye'de laik kesimin kendisini Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gücüne yasladığını ve 'son 5-10 yılda yaşanan çatışmanın, Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne yaklaştırmak isteyen ılımlı İslamcılarla, silahlı kuvvetlere dayanmak isteyen bu laikler arasında yaşandığını, Türkiye'deki ılımlı siyasi islamcıların, demokrasiye laiklerden daha saygılı olduklarını' kaydetti. … Ayrıca Pamuk, 'Bir yazarın görevi, geçmişte ne olduğu ile ilgilenmek değildir. Onun görevi, bugünün parlak gerçeğini eserlerine yansıtmaktır. Benim için gelecekte ne olacağı önemli değildir. Ben bir edebiyatçıyım. Siyasi eylem adamı veya militan değilim'derken, şöyle konuştu: 'Benim için önemli olan, bugünü ve hayatı kitaplarıma romanlarıma nasıl yansıttığımdır. Zaman zaman siyasi konularda ettiğim laflarla başımı derde sokmuş olabilirim. Ama bu, siyasi bir ajandam olmasından değil, sadece aklımdan geçenleri söylediğim için olmuştur. Çünkü kendime ait köşeli düşüncelerim var ve vicdani kanaatlerim var. Bunları söylemişimdir.' diyormuş

Tarihte ne olduğu onu ilgilendirmiyor ama Cevdet Bey ve Oğulları…

Görevi “bu günün parlak gerçeğini eserlerine yansıtmak” mış, sanki gerçek, verili gerçekliğe karşı, onun, kendi imkansızlığını bastırarak, tutarlılık taklidi yapan toplumsal simgesel bir yapıntı, olduğunu gözler önüne sermeyi amaçlayan öznel (siyasi ve etik) bir saldırı olmadan yansıtılabilirmiş gibi…

Siyasi ajandası yokmuş ama, kendine ait köşeli düşünceleri varmış… Sanki bunlar apolitik olabilirmiş gibi…

Nitekim, son derecede ideolojik ve siyasi bir saptama olan “ılımlı İslam - Laikler” denklemini kabul etmenin yanı sıra, bir de taraf oluyor…

Avrupa Birliği'ne girmek istemenin siyasi bir ajanda olduğunun ayırtına varmayacağımızı sanıyor.

Sayenizde...

Türkiye'deki liberal/post-modernist entelijansiyanın sığ, seçkinci kendini beğenmişliğinin ( "bu koyunu biz güderiz arkadaş!" ) farkındaydık. Elimizden geldiğince, uyarmaya, "yaşam tarzlarına" düşman bir siyasi akımı desteklediklerine, bir "transformismo" sürecinde olduklarına dikkat çekmeye çalıştık. Şimdi, destekledikleri akım "doğasına" , kendi "hakikat rejimine" uygun davranmaya başlayınca, şaşırdıklarını, huysuzlaştıklarını görüyoruz.

Aziz Nesin'i anmanın tam zamanı

Nesin 'in bir öyküsünde, öykünün karakteri (adı lazım değil) bozkırda yürürken uzaktan kurt sesi duyar. Çok korkar, kendini avutmak için, "yok canım köpektir" der. Kurt sesi yakınlaştıkça o "köpektir, köpektir" diye avunmaya devam eder. Ta ki kurt yetişip, bacağına dişlerini geçirene kadar. "Ah!" der "kurtmuş" tökezlenerek yere yuvarlanırken...

Liberal entelijansiya işte bu karaktere benziyor. Önce, damarlarında "ikamecilik" olduğundan, AKP liderliğinin vitriniyle, partiyi, partiyle de siyasal hareketi birbirine karıştırdı. Sonra, siyasal İslam hareketinin tarihsel, uluslararası özelliklerini yadsıyarak, ısrarla "ılımlı (iktidara ancak, liberal ve demokratik olduğunu iddia ederse, yaklaşabileceğini bilen) İslam" ın, farklı, "ehlileşmiş bir yaratık" olduğunu tekrarlayıp durdu, oluşmasında kendine büyük önem vehmetti. Fanteziyi biliyorsunuz: Bak, bunları radikallerden (Milli Görüş'ten) ayırdık, şimdi sıra, sıradan bir muhafazakâr partiye dönüştürmeye geldi. İktidar "realitesi" ve bizim aklımız bu süreci hızlandıracaktır..

Bu kez, AKP hem hükümeti hem de Cumhurbaşkanlığı'nı aldı. Artık, rejimi yeniden yapılandırmaya uygun tüm araçlar elinde. Siyasal İslamın "mahalle etkisi", kültürel projesinin çeşitli öğeleri kendilerini hissettirmeye, daha önce kimsenin bilmediği "Namaz gönüllüleri" gibi örgütleri ortaya çıkmaya, hareketin entelijansiyası da, ses tonunu sertleştirmeye başladı. Şimdi "bizimkiler" düş kırıklığı deklare ediyor, artan fanatik tutumlardan yakınıyorlar; hâlâ akıl vermeye çabalıyorlar...

Sığlık derken işte bunu kastediyordum. Her arzusuna uygun, aklına yatkın olanı gerçek sanmakla, kendi önemini abartmakla ilgili bir sığlık bu. Arkadaş senin hiçbir "hakikat rejimine" (ne Aydınlanma, ne Dini) sadakatin yok. Kendi fantezilerinin ( 'büyük söylemler' bitti) herkes için geçerli olduğuna, herkesin "yapıya" teslim olduğuna inanacak kadar kendinle dolusun. Bugün buna, yarın öbürüne inandığın için insanların "inançlarından" kolaylıkla vazgeçmesini bekliyorsun. Tayyip Bey, en son Kanal D programında olmak üzere, kaç kez uyardı: "Ilımlı İslam yakıştırmaları çok çirkin" dedi, ekledi, "dinimize saygısızlıktır, hakarettir. İslamın ılımlısı ılımsızı falan olmaz, İslam İslamdır o kadar". Sen hâlâ bağıran köpektir... köpektir diyorsun ayağını ısırmaya başladığı halde.

'Ilımlı İslam' kavramı gerekli, ama bizim için değil

Ortadoğu'da uygulanmaya konan emperyalist proje için, "ılımlı İslam" kavramı gerekli. Stratejik açıdan hedef alınan coğrafyada, yükselmekte olan bir siyasi, dini, en önemlisi kitlesel hareket var. Bunu, bölmek, içinde işbirlikçiler yaratarak zayıflatmak, diğer muhalefet hareketleriyle özellikle ulusalcılıkla, antiemperyalizmle, sosyalizmle kapıştırmak, bu arada hareketin tümünü karşıya almamak gerekiyor: "Sorun İslam değil radikal İslam. Çözüm ılımlı İslam saptaması" işte bu amaçla üretildi.

Kuramsal açıdan, eğer realiteyi, her tarihsel, kültürel zeminde, bukalemun gibi renk değiştirerek sermaye ilişkisini üreten, tek bir kapitalist uygarlık olarak değil de, tek bir boyutuna, kültüre indirgeyerek, birbirine düşman Hıristiyan ve İslami uygarlıkların çatışması olarak betimliyorsanız işiniz çok zor. Karşınızda, ılımlı, yani asimile edilebilecek bir İslam yoksa ne yapacaksınız? Savaş, imha, tecrit ve Batı'dakileri de Doğu'ya sürmekten başka bir seçeneğiniz kalır mı? Bu nedenle, "gerçekçi" bir politika üretebilmek için, "ılımlı İslam" kavramını, gerçekte böyle bir akım var olmasa bile, birkaç sahte Müslümanın, oportünist yazarın sayesinde fantezi olarak korumak, varmış gibi davranmak gerekiyor.

Ancak, siyasal İslamın siyasetçileri bu kavramın arkasındaki zaafları gördüler, sürece parazit bir ilişkiyle bağlandılar. Şimdi hem zaman, mevzi kazanıyor, hem toplumsal etkilerini yaygınlaştırıyor, hem de, kapitalizmle barışık olduklarından (tek bir uygarlık), sermaye ve güç biriktirmeye, bu sırada "radikalleri" de koruyarak hareketi bölmemeye dikkat ediyorlar. Ama, bu arada kapitalizme ve emperyalizme karşı projeler, hatta liberal demokrasi dahi hızla tasfiye oluyor; sosyal demokrat taklitçileri "ülkenin inanç haritası içinde" kendilerine yer aramaya başladıkça, siyasal yelpaze, sağıyla soluyla, siyasal İslamın "simgesel evreni" içine çekiliyor, İslamın "hakikat rejimiyle" uyuşmayan siyasi akımlar, yaşam tarzları giderek tasfiye oluyor.

Sayenizde...

(Cumhuriyet 12.09.2007)

Monday, September 10, 2007

'İslamcı tehlikeyi unut...'

İslamcı tehlikeyi unutun, gelmekte olan çatışma Rusya ve Çin gibi otokratik uluslarla dünyanın geri kalanı arasında olacak" diyor "Neo-con" çevrelerin en ağır toplarından biri Robert Kagan (The Weekly Stardart ve The New Republic'in, editörlerinden, Carnegie Endovement for International Peace'in yöneticilerinden, German Marshall Fund'un da üyesi), pazar günü Londra Times gazetesinde yayımlanan denemesinde. Böylece, Kagan, ABD dış politikasının önemli bir prensibini de dile getiriyordu: ABD'nin esas düşmanı, radikal İslam değil Çin ve Rusya ... Çünkü birincisinin kapitalizmin, küreselleşmenin, modernitenin güçlerine tepkisi küresel yaşamın bir gerçeği ama en fazla bir yan sorun. Diğer bir değişle Batı merkezli sisteme yönelik bir sorun değil. Zaten ABD'de hem İslamcı hareketin içinde kendine bağlı ılımlı bir kanat oluşturuyor, hem Sünni-Şii bloklaşmasıyla en güçlü iki ülkesini karşı karşıya getirmeye çabalıyor: Divide et impera!

Halbuki, Rusya ve Çin, ABD'nin, kendi ekonomik siyasal sistemine hizmet edecek biçimde şekillenmiş ( "neo-liberal demokrat" ) bir tek kutuplu dünya (imparatorluk) projesine, gittikçe artan etkinlikle direnen ve gelişmekte olan ülkeler karşısında da bir çekim merkezi oluşturmaya başlayan iki güçlü ülke... Kagan ABD yönetimine, Avrupa ülkelerinden, Hindistan, Japonya Avustralya gibi Asya ülkelerine kadar uzanan bir demokratik ülkeler bloku oluşturmayı öneriyor...

'Yeşil Kuşak' redux

Aslında son günlerde, ABD basınında, Kagan'ın bu projesini şu veya bu biçimde "pazarlayanların " arttığını görüyoruz. Örneğin, Los Angeles Times 'da, yine Carnegie'den Josua Kurlantzick , pazar günü, Çin'in en son başarılı ihraç malının "yumuşak güç" olduğunu yazıyor, bu ülkenin askeri yapısının yenilenmesinin yanı sıra, özellikle Orta Asya'da gittikçe yayılan ekonomik, diplomatik etkilerine dikkat çekiyordu.

Aynı gün, yine aynı gazetede Stanford Üniversitesi'nden Prof. Michael McFaul , bu kez "Yeni Rusya Yeni Tehlike" başlıklı bir yazıyla Rusya'nın hızla artmaya başlayan askeri kapasitelerine ( "sert gücüne" ) ve yeni diplomasi inisiyatiflerine karşı Bush yönetimini uyarıyordu. Newsweek 'in son sayısında da (10/09) ABD ile Çin'in Asya'daki askeri ve diplomatik rekabetini ayrıntılı bir biçimde irdeleyen uzun bir deneme var.
Anlaşılan, bu yeni jeopolitikte, AKP 'den Müslüman Kardeşler 'e kadar siyasal İslam, özellikle kendi projesini yaşama geçirmek için ABD'ye hizmet etmeyi kabul eden ılımlı kanadı, ABD açısından, bu yeni düşmana karşı önemli bir ittifak, imparatorluk projesinin bir dayanak noktası olarak beliriyor, bir nevi Yeşil Kuşak redux