Thursday, September 13, 2007

Sayenizde...

Türkiye'deki liberal/post-modernist entelijansiyanın sığ, seçkinci kendini beğenmişliğinin ( "bu koyunu biz güderiz arkadaş!" ) farkındaydık. Elimizden geldiğince, uyarmaya, "yaşam tarzlarına" düşman bir siyasi akımı desteklediklerine, bir "transformismo" sürecinde olduklarına dikkat çekmeye çalıştık. Şimdi, destekledikleri akım "doğasına" , kendi "hakikat rejimine" uygun davranmaya başlayınca, şaşırdıklarını, huysuzlaştıklarını görüyoruz.

Aziz Nesin'i anmanın tam zamanı

Nesin 'in bir öyküsünde, öykünün karakteri (adı lazım değil) bozkırda yürürken uzaktan kurt sesi duyar. Çok korkar, kendini avutmak için, "yok canım köpektir" der. Kurt sesi yakınlaştıkça o "köpektir, köpektir" diye avunmaya devam eder. Ta ki kurt yetişip, bacağına dişlerini geçirene kadar. "Ah!" der "kurtmuş" tökezlenerek yere yuvarlanırken...

Liberal entelijansiya işte bu karaktere benziyor. Önce, damarlarında "ikamecilik" olduğundan, AKP liderliğinin vitriniyle, partiyi, partiyle de siyasal hareketi birbirine karıştırdı. Sonra, siyasal İslam hareketinin tarihsel, uluslararası özelliklerini yadsıyarak, ısrarla "ılımlı (iktidara ancak, liberal ve demokratik olduğunu iddia ederse, yaklaşabileceğini bilen) İslam" ın, farklı, "ehlileşmiş bir yaratık" olduğunu tekrarlayıp durdu, oluşmasında kendine büyük önem vehmetti. Fanteziyi biliyorsunuz: Bak, bunları radikallerden (Milli Görüş'ten) ayırdık, şimdi sıra, sıradan bir muhafazakâr partiye dönüştürmeye geldi. İktidar "realitesi" ve bizim aklımız bu süreci hızlandıracaktır..

Bu kez, AKP hem hükümeti hem de Cumhurbaşkanlığı'nı aldı. Artık, rejimi yeniden yapılandırmaya uygun tüm araçlar elinde. Siyasal İslamın "mahalle etkisi", kültürel projesinin çeşitli öğeleri kendilerini hissettirmeye, daha önce kimsenin bilmediği "Namaz gönüllüleri" gibi örgütleri ortaya çıkmaya, hareketin entelijansiyası da, ses tonunu sertleştirmeye başladı. Şimdi "bizimkiler" düş kırıklığı deklare ediyor, artan fanatik tutumlardan yakınıyorlar; hâlâ akıl vermeye çabalıyorlar...

Sığlık derken işte bunu kastediyordum. Her arzusuna uygun, aklına yatkın olanı gerçek sanmakla, kendi önemini abartmakla ilgili bir sığlık bu. Arkadaş senin hiçbir "hakikat rejimine" (ne Aydınlanma, ne Dini) sadakatin yok. Kendi fantezilerinin ( 'büyük söylemler' bitti) herkes için geçerli olduğuna, herkesin "yapıya" teslim olduğuna inanacak kadar kendinle dolusun. Bugün buna, yarın öbürüne inandığın için insanların "inançlarından" kolaylıkla vazgeçmesini bekliyorsun. Tayyip Bey, en son Kanal D programında olmak üzere, kaç kez uyardı: "Ilımlı İslam yakıştırmaları çok çirkin" dedi, ekledi, "dinimize saygısızlıktır, hakarettir. İslamın ılımlısı ılımsızı falan olmaz, İslam İslamdır o kadar". Sen hâlâ bağıran köpektir... köpektir diyorsun ayağını ısırmaya başladığı halde.

'Ilımlı İslam' kavramı gerekli, ama bizim için değil

Ortadoğu'da uygulanmaya konan emperyalist proje için, "ılımlı İslam" kavramı gerekli. Stratejik açıdan hedef alınan coğrafyada, yükselmekte olan bir siyasi, dini, en önemlisi kitlesel hareket var. Bunu, bölmek, içinde işbirlikçiler yaratarak zayıflatmak, diğer muhalefet hareketleriyle özellikle ulusalcılıkla, antiemperyalizmle, sosyalizmle kapıştırmak, bu arada hareketin tümünü karşıya almamak gerekiyor: "Sorun İslam değil radikal İslam. Çözüm ılımlı İslam saptaması" işte bu amaçla üretildi.

Kuramsal açıdan, eğer realiteyi, her tarihsel, kültürel zeminde, bukalemun gibi renk değiştirerek sermaye ilişkisini üreten, tek bir kapitalist uygarlık olarak değil de, tek bir boyutuna, kültüre indirgeyerek, birbirine düşman Hıristiyan ve İslami uygarlıkların çatışması olarak betimliyorsanız işiniz çok zor. Karşınızda, ılımlı, yani asimile edilebilecek bir İslam yoksa ne yapacaksınız? Savaş, imha, tecrit ve Batı'dakileri de Doğu'ya sürmekten başka bir seçeneğiniz kalır mı? Bu nedenle, "gerçekçi" bir politika üretebilmek için, "ılımlı İslam" kavramını, gerçekte böyle bir akım var olmasa bile, birkaç sahte Müslümanın, oportünist yazarın sayesinde fantezi olarak korumak, varmış gibi davranmak gerekiyor.

Ancak, siyasal İslamın siyasetçileri bu kavramın arkasındaki zaafları gördüler, sürece parazit bir ilişkiyle bağlandılar. Şimdi hem zaman, mevzi kazanıyor, hem toplumsal etkilerini yaygınlaştırıyor, hem de, kapitalizmle barışık olduklarından (tek bir uygarlık), sermaye ve güç biriktirmeye, bu sırada "radikalleri" de koruyarak hareketi bölmemeye dikkat ediyorlar. Ama, bu arada kapitalizme ve emperyalizme karşı projeler, hatta liberal demokrasi dahi hızla tasfiye oluyor; sosyal demokrat taklitçileri "ülkenin inanç haritası içinde" kendilerine yer aramaya başladıkça, siyasal yelpaze, sağıyla soluyla, siyasal İslamın "simgesel evreni" içine çekiliyor, İslamın "hakikat rejimiyle" uyuşmayan siyasi akımlar, yaşam tarzları giderek tasfiye oluyor.

Sayenizde...

(Cumhuriyet 12.09.2007)

1 comment:

Engin Kurtay said...

(1) “Entelijansiya”nın bu durumu saf bir aymazlık mı, yoksa çok daha vahim, emperyalizme ve karşı-devrimci cepheye bilinçli satılmışlık mı acaba?
(2) Emperyalizmin Ortadoğu ve Turkiye’de yerleştirmeye çalıştığı islam rejiminin bilinen cinsiyet politikası ve kadına bakışı, emperyalist tezgahlar çerçevesinde yalnızca bir yan ürün, gölge olay mıdır? Yoksa, islami cinsiyet rejiminin, emperyalist hesaplar ve sömürü düzeni içinde doğrudan bir işlevi var mıdır?

1990’ların başı. Türbanlı öğrenci konusu o zaman da gündemdeydi ve “Modern Mahrem” yeni yayımlanmıştı. Hocamız çok popülerdi. Diğer öğretim üyelerine göre okulda daha az görülürdü. Dersleri – yurtdışı seyahatleri nedeniyle iptal edilmediyse – başka bölümlerden öğrencilerin de katılımıyla çok ilgi görür, kalabalık olurdu. Ders bitiminde çevresinde hayranlarından bir öbek oluşur, kitabı konuşurlardı. Alain Touraine anlatırdı. O aralar yine seçim gündemdeydi ve Refah Partisi propagandası için ev ev dolaşan başı kapalı kadınların bu etkinlikleri sayesinde kamusal alana çıkarak bir özgürleşme yolu bulduklarını ve bu sayede islam algısının da değiştiğini anlatıyordu.

Tam o sıralarda ben de 1917 Devrimi sonrası ilk Sovyet Medeni Kanunu’nu ve devrimcilerin aile ve cinsiyet politikalarını derleyen bir çalışma hazırlıyordum. Lenin, Kollontai ve Zetkin’in mektuplaşmalarını okuyordum. Kollontai, Lenin’i bile rahatsız edecek derecede kadın için özgür seksi savunuyordu. Lenin, kadın-erkek birlikteliğinde duygusal, ahlaki ve hukuksal normlar olması gerektiğini, aşk olmadan yaşanan seksin derbederlik olduğunu söylüyordu. Kollontai ise aşkın ataerkil bastırma ile ilişkili ruhsal bir durum olduğunu, seksin bundan bağımsız görülmesi gerektiğini söylüyordu. Rus devrimciler arasında bir Freud etkisi olduğunu görmüştüm. Bir kaynakta, genç sosyalistler tarafından Moskova’da IPA’nın bir şubesini açma girişimi olduğunu okumuştum. Şimdiki IPA ve şimdiki “sosyalistlerden” çok farklı olarak, o yılların IPA’sı ve sosyalistleri arasında en azından teorik bir alış veriş olduğu kesindi! Uygulama tarafında ise, Kollontai’ın hedeflediği özgürlükler en azından büyük kentlerde yaşanmaya başlanmıştı: genç kızlar ve erkekler aynı konutu paylaşıyor, bir bebek dünyaya geldiğinde babası belirlenemediği için birkaç erkek birlikte babalık rolünü üstleniyordu. Kadına tamamen kendi onayına bağlı olarak kürtaj hakkı verilmişti. “Aile reisi” ve “gayrimeşru çocuk” kavramları yasalardan kaldırılmıştı, doğum kontrol yöntemleri bir devlet politikası olarak öğretiliyordu.

Kadın için sınırsız, tam özgür cinsel yaşamı olumlayan bu rejim, SSCB’de aşağı yukarı 10 yıl sürdü. Stalin’in başa geçmesi ve Rus-Ortodoks merkezin bütün Kuzey Asya üzerinde egemenlik kurmasıyla birlikte aile yasaları da değiştirildi ve geleneksel otoriter ataerkil aile rejimine geri dönüldü.

Öbür yanda, artan sefalet ve ekonomik bunalımın Avrupa’da sosyalizmi değil faşizmi iktidara taşıdığı görüldü. Bu deneyim Avrupa marksistlerini ideoloji teorisi yapmaya, Freud ile Marx’ı sentezlemeye yöneltti. Rus devrimcilerin daha 1920’lerde sezdiği ve deştiği sorunların üzerine Avrupa’lı marksistler savaş sırasında ve sonrasında eğildiler: Sosyalist devrim için cinsel bastırmanın bulunmadığı farklı bir pedagoji ve ruhsal kodlanma gerektiğini gördüler. Tüketim toplumuyla birlikte cinsel özgürlük ilerlemiş olsa da, bu sınırlı ve kontrollü, yine kapitalizmin hizmetine sokulmuş ve metalaştırılmış bir cinsel özgürlüktü (Marcuse: “controlled desublimation of sexuality”). Çok daha fazlası hedeflenmeliydi!

Sovyet deneyinden 50-60 yıl sonra Avrupa, Rus devrimcilerin yüzyıl başında hedeflediği cinsel devrimi tamamladı. Bugün Fransa’da PACS (http://www.pratique.fr/vieprat/fam/mariage/pacs.htm) ve Batı Avrupa ülkelerindeki evlilik rejimleri, 1918’de Sovyet’lerde yürürlüğe sokulan ilk medeni yasaya çok benzer.

Sosyalist felsefede bunlar tartışılırken ve Batı Avrupa’da bunlar olurken, Türkiye’de 1990’ların başında başlayan islami cinsiyet rejimini olumlamaya dönük propagandanın anlamı nedir? Modern Mahrem hocamızla yapılan röportaja bakalım (http://www.serigundem.com/Haber_oku_.asp?sin=25&id=7572):

Hocaya göre, örtünme dinsel-siyasal bir simge olarak tartışılmakta, ancak simgenin taşıyıcısı kadınlar önemsenmemektedir, hareketin kültürel boyutuna, kadın olgusuna bakılmalıdır. Örtülü kadınların geleneksel mekanlar içinde sınırlı kalmaları (evin içi, büyükanneler, temizliğe gelen kadınlar) rahatsızlık yaratmıyor. “Ama okumuş, kentli, örtüyü seçmiş kadınlar rahatsızlık yaratıyor. Çünkü bu kadınlar yeni mekanlara farklı değerlerle talip oluyor. Talep ettikleri mekan bugüne kadar başı açık olanların sahibi olduğu seküler mekanlar. Bu mekanı başörtülülerle paylaşmak istemiyorlar. (...) Çünkü başörtülü kadınların yeni mekan talebi aynı zamanda başı açıklarla eşitlenme, aynı şartlarda, aynı imkanlarla bir arada yaşama talebi.” Ve hocaya göre, örtülü kadınların bu şekilde ortaya çıkmaları “hem kendilerinin hem de toplumun dönüşümde önemli bir araç oldu. Kadınların aktör olmaları, İslami harekete de farklı bakmaya yol açıyor. Şimdi inanç, arzu, birey, kolektif, kamusal alan, özel alan ayrımlarının yeniden tanımlanması ihtiyacı doğuyor. Başörtüsü özel alan ile kamusal alanı dönüştürdüğü gibi yeni bir birey ve cemaat ilişkisi, yeni bir mahremiyet ve modernlik ilişkisi üretiyor.”

Bu ifadelere göre, kendi kendine ortayan çıkan ya da neden ortaya çıktığı konumuz dışında bulunan bir olgu var: örtünen kadın. Bizim işimiz de, kadın örtünmeli mi örtünmemeli mi diye sormak değildir, örtünmeyi olduğu gibi kabul ederek bunun sonuçları ile ilgilenmektir. Bu yaklaşımda örtünen kadın (ya da inceleme konusu olan kültürel pratik) tıpkı koşturan antilop ya da bambu yiyen panda gibi, gözlemci bilimadamının dışında, önünde, ondan bağımsız bir araştırma nesnesidir. Bu sosyoloji anlayışı, zoolojiden farksızdır. Çünkü bu anlayışla hareket eden – sözde – sosyolog, kendi değerlerini, yaşam biçimini gözlem ve yorumun dışında bırakıyor. Tabii hasır altındaki durum çok fecidir: inceleme nesnesinin halihazırdaki durumu, verili, kendiliğinden, olduğu gibi ele alındığı ve araştırmacının öznel değerleriyle eleştiriye tabi tutulmadığı için, bilimadamı kısvesi altında tutuculuğun dibine vuruyor. Bu sosyal bilim anlayışı, tam da Ilımlı İslam’ın, cemaatlerin dinsel ve kültürel değerlerine göre yaşamalarını öngören “demokratik” anlayışıdır: Tanrılar öyle yaşarlar (Batı’da), köleler ise böyle yaşarlar (Ortadoğu’da).