Wednesday, March 31, 2010

Katolik Kilisesinde Kriz

Katolik Kilisesi büyük bir ahlak skandalıyla çalkalanıyor. Vatikan sorunun üzerine gideceğine, komplo teorilerinden söz ediyor,“kol kırılır yen içinde kalır” havasında, dünyadan iç işlerini istediği gibi yürütme ayrıcalığını kabul etmesini bekliyor.

Bu arada Papa Ratzinger’in istifa etmesini isteyen sesler giderek yükseliyor. Çünkü, Ratzinger’in en az 20 yıldır bu skandalların tam ortasında olduğu anlaşılıyor. Vatikan kilisesinin içine düştüğü durum, dini kurumların iç işlerinin seküler (laik) devlet yönetimlerinin, hukukun denetiminin, erişiminin dışında tutulması ayrıcalığınınsakıncaları, bu ayrıcalığın özgürlük kategorisine sokularak savunulmasınınabesliği üzerine ışık tutuyor...

Bir ahlak polisi olarak Ratzinger

Adam Papa. Papa olmadan önce, 1980’lerden bu yana Vatikan’ın, Katolik kilisesinin, genelde Katoliklerin ahlak ve günah sorunlarıyla, doktrinin saflığının korunmasıyla görevli bölümünün başındaymış. Kadınların ayin yönetmesine, rahiplere evlenme hakkı verilmesine her zaman ısrarla karşı çıkmış. Kardinal iken rahibelere, uysal davranmalarını, erkelere zorluk çıkartmamalarını öneriyormuş.

Adam cinsel davranış kurallarına, yasaklarına özellikle ilgi duyuyor. Örneğin sürekli cinsel perhiz öneriyor. AIDS salgınına, savaşlarda tecavüzün gittikçe artan oranda silah olarak kullanılmasına, yaygın yoksulluğa karşın doğum kontrolüne, prezervatif kullanılmasına, kürtaja, kendisinden önceki Papa gibi bu da asla izin vermiyor.

Ama, son iki Papa’nın, bilimle, akılcılıkla, laiklikle, komünizmle mücadele edip cinsel günahlara özellikle önem verirken Vatikan’ın içinde “cinsel günahları” gizlemekle meşgul olduğu da anlaşılıyor; özellikle, şimdiki Papa Ratzinger’in…

Geçen haftalarda öğrendiğimiz gibi, 1960’lardan bu yana Katolik kilisesi bünyesinde, dünyanın hemen her yerinde, hiç de azımsanmayacak kadar çok sayıda rahip, sistemli olarak, bakımlarına emanet edilen çocuklara tecavüz ediyorlarmış.

Ratzinger, 1980’lerden bu yana en az 20 yıl başında bulunduğu ahlak denetim bölümünde, kendisine gelen şikâyetleri, büyük bir gizlilik içinde soruşturuyor, dışarı sızmasını engellemek için özel çaba gösteriyormuş. “Crimen Sollicitationis” olarak adlandırılan gizli bir kararnameyle, psikoposlara, kurbanları, sessiz kalmaları için yemin ettirmeye zorlamış. Tacizciler de görevlerinden alınıp başka bölgelere tayin ediliyorlarmış (The Independent, 19/03). Onlar da gittikleri bölgelerde “etkinliklerine”devam ediyor, taciz edilen çocuk sayısı artıkça artıyormuş.

Örneğin, Visconsin’den Rahip Murphybakımına verilen sağır çocuklardan en az 200’ünü taciz etmiş, tecavüz etmiş. Görevinden alınması, kiliseden atılması doğrultusunda yapılan bir ihbar (ihbarı yapan rahip, daha sonra, erkek sevgilisine kilise kasasından ödeme yaptığı için istifa etmek zorunda kalmış) görmezden gelinmiş. Dahası, Ratzinger, Murphy’yi olaylar zamanaşımına uğradığı için cezalandırmamış. Olayı aktaran Maureen Dowd, “Ne zamandan beri günahlar zamanaşımına uğruyor” diye soruyor. (The New York Times,28/03)

Din ve laik devlet

Katolikler için çok acı bir durum. Papa’nın, suçluları korumak bir yana, “yanılmaz”olması gerekiyor. Ama ortaya çıkan görüntü vahimdir. Papa’nın geçen pazar, Kutsal Hafta’nın başlangıç günü yönettiği ayinde bu sorunlara değinmemesi, ama üstü kapalı bir biçimde, “düşmanlarının dedikodularının onu korkutamayacağını” söylemesi daha da vahimdir.

Ama, bu vesileyle, Tanrı adına hareket ettiklerini savunan dini kurumların, örgütlenmelerin, liderlerinin işlerini yasaların erişiminden, halkın gözlerinden, saydamlıktan uzak bir biçimde sürdürmek istemelerinin de ne kadar sakıncalı olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor. Seküler devletlerin yasalara dayanarak “bakalım burada ne oluyor, şu hesapları görelim, şu şikâyetleri inceleyeceğiz” yaklaşımlarını, temel özgürlüklere ve demokratik haklara aykırı görme eğilimleri de... Dini inançlara sahip olanların, kendilerine toplumdaki diğer inançlardan farklı bir ayrıcalık, hassasiyet hakkı tanınmasını istemelerinin ne kadar sakıncalı olduğu ortada.

Tüm bunların, henüz dikkat çekmeyen ama önemli bir yan etkisi daha olacak. Papa Ratzinger Avrupa kimliğinin dini aidiyetler üzerinden inşa edilmesi, bu arada Ortodoks, Anglikan ve Katolik ayrımının aşılmasıyla, Müslümanları dışlayan bir ortak zemin oluşturulması yolunda çalışıyordu… Şimdi, bu projenin de büyük bir darbe alması kaçınılmaz.

Saturday, March 20, 2010

‘Bağımsızlaşan’ Türkiye

Ulusalcılara”, “AB karşıtlarına” karşı AKP’yi destekleyenlerle, AKP’yi emperyalizmin basit bir maşası olarak görenler sanırım, bugünlerde aynı şaşkınlığı yaşıyorlar.

AKP, ABD’ye, İsrail’e ve Avrupa’ya kafa tutuyor, adeta Türkiye’nin “bağımsızlığını” ilan ediyor, ülkenin dış politikasını imparatorluk tarihini canlandıracak biçimde yeniden düzenliyor.

İmparatorluğun tarihi ağır bir trajediyle sonuçlanmıştı. Osmanlıcılık bu kez bir komediyle sonuçlanacak gibi görünüyor. Ama bu, Marcuse’un deyimiyle (aktaran Zizek) trajediden çok daha korkunç olabilir…

Bir ‘bağımsızlaşma’ süreci…

“Bağımsızlaşmanın” ilk işaretleri 2006’da Hamas’ın, 2008’de Sudan Devlet Başkanı El Beşir’in ziyaretleriyle, AB sürecine olan ilginin azalmasıyla ortaya çıkmaya başlamıştı. Davos’taki “one minute” ile süreç olgunlaştı. Artık, Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer silahlar gerginliğinde yerini İran’ın yanında belirliyor, füze kalkanına katılmak istemediğini belirtiyor, bir Türkiye-İran-Suriye ekseninin oluştuğundan söz ediliyordu. Başbakan Erdoğan’ın yıldızı İslam dünyasında parlıyordu. Öyle ki, Suudi Arabistan kendisine İslama yaptığı hizmetlerden dolayı Kral Faysal ödülünü veriyordu.

“Ermeni soykırımını anma günü” ile ilgili yasa tasarısının ABD Dış İlişkiler Komitesi’nde kabul edilmesinin ardından bu “bağımsızlaşma” ivme kazandı. Önce, ABD’ye diplomasinin inceliklerine aldırmadan sert bir biçimde çıkışıldı. Büyükelçi süresiz olarak geri çekildi. Ardından İsveç’e ağzının payı verildi. Şimdi, şüphesiz sıra diğer ülkelere de gelecek. AKP hükümeti “açılım sürecini” de çoktan kapatmıştı. Modern zamanlarda Türkiye’nin başına bela olmuş bir kurum olan IMF’ye de “pabuç bırakmıyorduk” artık. Ülkede krizin etkilerine, katlanarak artan kredi kartı iflaslarına karşın, belli ki, üç kuruş için IMF’nin elini bu ülkeye sokmayacaktık.

Batı’dan, emperyalizmden “bağımsızlaşan”, yüzü Doğu’ya dönük bir Türkiye var şimdi. Ama insan yine de kaygılanmadan edemiyor; özellikle, köşe yazarlarına atılan fırçayı, parti kapatma yetkisini Meclis’e alma niyetini, “yargı bağımsız değil tarafsız olmalıdır” (Cumhurbaşkanımız gibi, örneğin) taleplerini, Davutoğlu’nun “yeni Kissinger” lakabını düşününce…

Ya, gerçekte, bağımsızlaşan Türkiye değil de başka bir şeyse? Ya, siyasal İslam tüm kazanımlarından sonra, “pasif devrim süreci” içinde geldiği noktada, bugüne kadar kendisini sınırlayan iç ve dış dinamiklerden bağımsızlaşıyorsa? Ya bu “bağımsızlaşma”, ABD ile bölgeye ilişkin yeni ve daha derin bir işbirliğine açılırsa? Ya bu “bağımsızlaşma” Türkiye’yi totaliter eğimlerin, savaş olasılıklarının giderek güçlendiği ufuklara götürüyorsa?

Ve ‘bağımsızlık’ üzerine bir başka bakış…

Her fırsatta emperyalizmi eleştirdim. Ama eleştirilerimin, içine kapalı, “otarşik” bir kapitalizmi amaçlamadığını, uluslararası ilişkilerin, iç pazarın, bu ülkede yaşayanların gereksinimlerine öncelik verilecek biçimde kontrol altına alınması anlamına geldiğini birçok kez vurguladım.

Bugüne kadar, her antiemperyalist eleştiriyi, “ulusalcılıkla” suçlayanları, Cumhuriyet olayının, modernizmini, “ulusal projesini” yok saymaya kalkanlarıFrantz Fanonun “siyah ten beyaz maske” kavramıyla eleştirdim. Buna karşılık, beraberinde bir sosyal program önermeyenlerin, “ulusalcılık”iddialarını da “Truva atı” olarak niteledim.

Gerçekten antiemperyalist olmak isteyenlerin sosyal programının da siyasal İslamın reflekslerinden farklı olarak, ülke halkını finans kapitalin dalgalanmalarına karşı koruma, neoliberalizmin vahşetinden kurtulma çabasının ürünü olması gerektiğini düşünüyorum. Bu program, kendi kaderini ekonomik siyasi olarak eline almak, tüm etnik, dini farklılıkların barış içinde, karşılıklı zenginleştirici (ve dönüştürücü), kaynaştırıcı dinamiği içinde yaşanmasına, bu zeminde yeniden vatandaşlık kimliğine ulaşılmasına, olanak sağlayabilecek bir asgari savunmayı amaçlamalıdır.

Dahası bu yeni ortam, kapitalizmin sınırlarının, ötesine bakmak isteyenlerin de toplumun geri kalanıyla konuşmalarına olanak sağlayacak demokratik bir zemin de sunabilmelidir.

Bu diyalog önemli, çünkü kapitalizmin ufkunun ötesine nasıl geçeceğimizi, bunun alacağı yeni biçimi henüz bilemiyoruz. Geçen yüzyılın deneyleri, kapitalizmin dinamiklerini anlayacak teorilerimizi zenginleştiriyor, neyin nasıl olmaması gerektiğini söylüyor. Hatta bu deneyler, kritik “durumlardan” başarıyla çıkan siyasetçilerin, cesaretini, sadakatini ve mantığını, üzerinde çalışılması gereken örnekler olarak bize taşıyor. Ama o kadar!

Şimdi, henüz başında olduğumuz “yolu” yeniden düşünmek zorundayız. Kapitalizmin ötesine açılan, olasılıkları koruyacak, “yapıya” teslim olmadan var olmaya imkân veren asgari (olmazsa olmaz) bir tutanak (ilkeler kümesi) saptamak, ne olursa olsun ona sadık kalma cesaretini göstermek, bugünün en önemlierdemini oluşturuyor.

Wednesday, March 10, 2010

Gri ve Yeşil

ABDnin 24 NisanıErmeni soykırımınıanma günüilan etmesini öngören yasa tasarısının Temsilciler Meclisi gündemine alınması, Dış İlişkiler Komitesinin 4 Mart oylamasında kabul edildi. Bu haberin yayımlandığı gün gazete köşelerinde, özellikle AKP yanlısı yazarlarda egemen hava, Teori gridir ama hayat yeşildirilkesinin kendini bir kez daha dayattığını gösteriyordu.

Bu ilkenin kendini dayattığı durumların en çarpıcı örneklerinden birine ABD Merkez Bankası önceki başkanıGreenspanın Senato komisyonunda verdiği ifadeyi izlerken şahit olmuştuk. Greenspan, gerçekliğin, yaklaşık kırk yıldır dünyayı anlamlandırmakta kullandığı düşünsel sistemine uymadığını görmekten dolayı çok şaşkın olduğunu söylüyordu.

Mali kriz, Greenspanın, serbest piyasanın kendiliğinden dengeye geldiğini, ekonomik özneler rasyonel beklentilerle davrandıklarını savunanteorisininhayatın yeşilinden ne kadar uzak olduğunu ortaya koydu. Greenspan gibiler, şimdi pişman olmuş insan taklidi yapıyorlar, ama bu serbest piyasa dogmatizminin yol açtığı felaketleri ortadan kaldırmıyor.

Şimdi benzer bir yeşil ve gri ilişkisinin Türkiyenin dış politika doktrini ve uygulamaları alanında şekillenmekte olduğunu görüyoruz.

İki saptama ve bir varsayım

AKP iktidara gelirken yapılan tartışmalara ve dış politikaya yön veren Stratejik derinlik tezlerine bakınca, iki temel saptama ve bir varsayım dikkat çekiyor. Saptamalardan biri, AKPnin iktidara gelişinin arkasındaki tarihsel ve jeopolitik gerekliliğeilişkin olaraktarihte ilk kez iç ve dış dinamiklerin çakıştığını ileri sürüyordu. Diğer bir deyişle, Türkiyede güçlenen bir akımın planlarıyla, uluslararası güçlerin beklentileri örtüşmüş, bu ikisi arasında bir sinerji oluşmuştu.Stratejik derinlikbaşlıklı kitabın teorik sonuçları da, Türkiyenin bölgede güç yansıtabilmek için uluslararası bir büyük gücün kaldıracına (desteğine) gereksinim olduğuna ilişkindi. Böylece, Türkiyeye bir alt-emperyalist işlev biçiliyordu. Türkiye hem komşularıylasıfır sorunilkesine dayalı bir dış politika izleyebilir, hem de tarihsel kültürel zenginliğine dayanarak Ortadoğudan Orta Asyaya kadar geniş bir coğrafyada bir Osmanlı barışıalanı oluşturabilirdi.

Bir kapitalist devletin dış politika hedefleri açısından (ideolojik cilasını kazımaya kalkışmazsak) bu sıfır sorunve barış alanıhedeflerinin, kabul edilebilir hatta arzu edilebilir olduğu söylenebilir. Ama ne yazık ki, gri renkli teorinin (doktrinin), hayatın yeşilliğinin hışmına uğrayarak dağılması gibi bir olasılık da vardır.

Eğer iç dinamiklerle dış dinamikler arasındaki uyumbozulursa, bölgede kaldıraç olarak kullanılacak olan büyük güçle, bu kaldıracı kullanmayı zorlaştıracak türden gerginlikler oluşmaya başlarsa, bölgede komşuların kendi aralarındaki yüksek oktanlı gerginlikler, kendilerini pratik sonuçlarıyla birlikte açığa vurmaya başlarsa, AKP hükümetinin ve dış politikasının ivmesine enerji veren dayanaklar ortadan kalkmaya başlayacaktır.

Gürcistan - Rusya savaşının ardından Başbakanın, inisiyatif kullanarak, bölgede çıktığı istikrar sağlama gezisi karşısında içerde ve dışarıda yükselen eleştirel sesleri anımsayınca, böyle bir sürecin Davos olayından önce başladığını düşünüyorum. Ama sanırım Davos olayı bir dönüm noktası oldu. Ondan sonra Türkiyenin Batıdan kopmaya başladığına ilişkin yorumlar ABD ve İngiltere medyasında giderek artan sıklıkta görülmeye başlandı. Aksini savunan, güven vermeye çalışan yorumlar ise giderek azınlıkta kalıyordu. Başbakanın son ABD ziyareti sırasında yaşananlar, bu ziyaretin arkasından, oluşan ağır hava da bir şeylerin iyi gitmediğini gösteriyordu. O sırada Russia Today televizyonunda biristihbarat uzmanının”, ilk anda gri propagandakokan Obama yönetimi Ergenekonun kendi ilişkilerini de destabilize etmeye başlamasından şikâyetçi, bunu da Erdoğana söyledilerdiyen yorumu da şimdi, son aylarda, ABD medyasında, Ergenekon, sonra da Balyoz bağlamında kimi kaygıları dile getiren yorumlardaki artışların ışığında daha bir ilginçlik kazanıyordu.

Giderek İrana yönelik ambargo olasılığı gündemde öne çıkar, tam bu sırada Türkiyenin İranla ilişkileri dikkatleri çekmeye başlarken yapılan ticaret anlaşmaları, Prof. Davutoğlunun bence çok haklı olarak yaptığıOrtadoğu Sorununda Quartet işlevini yitirdi, yol haritası değil, yolun sonuna ulaşmak gerekiyor saptamaları, büyük olasılıkla ABD tarafında Türkiye bağlamında oluşan belirsizlikleri ve kaygıları güçlendiriyordu.

AKPnin, kendisine açık uluslararası manevra alanına, hegemonyacı ortağının tolerans sınırlarınailişkin varsayımları zorlanırken dış politika doktrini, yaşamın yeşilliğine çarpmaya başlamış gibi görünüyor