Thursday, June 24, 2010

‘İlhan Selçuk’u Kaybettik...’

“İlhan Selçuk’u kaybettik” diyordu gelen haberler. İlhan Selçuk’u kaybetmedik diye düşündüm. Arkasından da ölümünü değil, yaşamını…
Kimileri özne olarak yaşar, kimileri de birey. Birey yaşamını, bütünlüklü olarak bir türlü tasarlayamadığından, hayal edemediğinden asla değerlendirmez; öldüğündeyse artık çok geç olmuştur. Yaşamını değerlendirmek başkalarına düşer. Özne, yaşamının geri kalanının nasıl olması gerektiği üzerinde düşünür, karar verir ve bu karara sadık kalır. Yaşamının tamamını, tamamlanmadan değerlendirir, bunu başkalarına bırakmaz; ona göre yaşar. Kendisine sunulan seçenekleri, hazır olanı kabul ederek değil. Gerçekliği kabul ederek değil, gerçekliğe doğru durarak: Çünkü, önce her şeyden kuşku duyulacaktır…
Özne hep sorunludur, huzursuzdur, sürekli eleştirir, ‘yapı’yla çelişir, yapmak istedikleri çoğu kez ‘yapı’nın istikrarıyla, yaşamıyla uyuşmaz. Israr eder. Sadakati vardır, güçlüdür, rüzgârın önünde eğilmez; herkesi bu sadakatin hakikatine kazanmaya çalışır. Rahatsız eder, sinir bozar, ama düşmanlarında bile hayranlık uyandırır. Bu yüzden düşmanları ona saldırmak için çoğu kez birer zavallı konumuna, gülünç durumlara düşmeyi dahi kabul eder.
İlhan Selçuk, bir özne olarak yaşadı. Bu, 1923 olayının, Aydınlanma’nın hakikatinin öznesiydi: Sapere Aude! (Sorgulamaya cesaret et!) Eğilmedi bükülmedi, kırılmayı göze aldı.
Önüne gelen birçok “yeni”nin aslında, tarihin çoktan eskimiş, çürümüş molozlarından kurulan, derme çatma yapıntılar olduğunu biliyordu, birçok “yeni”nin de hiçbir iz bırakmadan hemen yok olup gideceğini de…
İlhan Selçuk, bir “Renaissance Man”, diğer bir deyişle bilimden felsefeye, sanattan siyasete, tarihten mitolojiye, her konuyla ilgili, her konuda söyleyecek sözü olan bir insan olarak yaşadı. Hem de sözünü, Pencere köşesinde, Wittgenstein’in “Söylenebilecek her şey açıklıkla söylenebilir” saptamasını, her seferinde yeniden kanıtlayan bir titizlikle söyleyerek.
Bu zengin bir yaşamdı, iddialı bir yaşamdı, ısrarlı bir yaşamdı ve en önemlisi onurlu bir yaşamdı. Ne yaptığını bilen, kendisiyle barışık bir insanın yaşamıydı. Bu, veda mektubunda şakayla, ironiyle ve büyük bir iç rahatlığıyla dile getirdiği gibi, yaşama son derecede bağlı, ama her an kolaylıkla bırakıp gidebilecek kadar içi rahat bir insanın yaşamıydı.
Ama kolay bir yaşam değil. Zamanın ruhundan, işkenceden, ölümlerden, darbelerden, ihanetlerden, sırtlanlardan, terk edilmelerden, terk etmelerden, geride bırakmalardan payını almış bir yaşam…
İlhan Selçuk dünya görüşünü, siyasi çizgisini kıskançlıkla korurdu. Ama ilk karşılaşmamızdan başlamak üzere, her zaman, yeni görüşleri herkesten önce yakaladığını, elden geçirdiğini, asla tümüyle değerlendirmeden karar vermediğini, büyük bir saygıyla izledim.
Farklı görüşlere sahip olduğumuz konular az değildi. Ama Aydınlanma geleneğine ve “23 Olayı”na sadakat, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkeleri bizi, her zaman, hep bir noktada birleştirdi.
İlhan Selçuk, çok kararlı hatta tavizsiz bir savaşçıydı. Çelik gibi bir iradesi vardı. Ama çok sevecen, yumuşak ve dost bir insandı aynı zamanda. Onu tanıdığım 18 yıl boyunca, bu kadar ince bir çizgiyi, adeta usturanın ağzında yürürcesine sürdürmeyi başarmasını şaşırarak ve itiraf etmeliyim ki imrenerek izledim.
İlhan Selçuk’u kaybettik diyor gelen haberler. İlhan Selçuk’u kaybetmedik diye düşünüyorum. Ben onun yaşamını düşünmek istiyorum, ölümünü değil. Ve o ölmemiş, bir gün çıkıp gelecekmiş gibi yaşamayı…

Friday, June 18, 2010

Çeşitli ‘Yanlış-Tanımalar’

AKP hükümetinin dış politikası üzerine Türkiye içinde ve dışında yoğunlaşan tartışmaları izlerken aklıma, psikanalist Jacques Lacan’ın, yalnızca köpeği Justin’in, onu asla bir başkası sanmadığına (yanlış-tanımadığına - E.Y.) ilişkin sözleri geldi. İnsanlardan farklı olarak, köpek ideolojiye, fantezilere sahip değil de ondan.

Düş kırıklığı…

ABD ve AB’de dış politika yönetimlerinden Türkiye’deki liberal entelektüellere kadar geniş bir çevre, AKP hükümetini, Tayyip Erdoğan’ı arzularını gerçekleştirecek “şey” olarak gördü. Erdoğan değişmişti, Milli Görüş’ü terk etmişti. AKP, Hıristiyan Demokrat Parti gibi bir şey oluyordu, Türkiye’nin AB üyeliğini gerçekleştirecekti, ülkeyi demokratikleştirecekti, Kürt sorununu çözecekti. En önemlisi, asker vesayetine son verecekti. Türkiye’nin 80 yıllık içe dönük dış politikası da sona eriyor, Türkiye geleneksel nüfuz alanlarına geri dönüyor, Irak’ın işgalini destekliyor, Türkiye siyasal İslamın Batı’yla, demokrasiyle uyuşabileceğini kanıtlıyordu. Bu “değişime”direnenler, ulusalcı, fanatik ve darbeciydi.

Halbuki, Erdoğan ısrarla “Ben değişmedim” diyordu. Ilımlı İslam kavramını reddediyordu. Devleti nefret nesnesi bellemiş liberaller, İslamın devleti arzulayan bir din olduğunu, kendine has bir “hakikat rejimi”, buna uygun bir“bio-politiği” olduğunu, bunları topluma dayatmaktan kaçınamayacağını göremiyorlardı. Günü gelip de AKP-liberaller ittifakının (A takımı filan) bir fantezi olduğu kendilerine başbakan tarafından, uygun bir dille, “sevsinler sizi” ifadesiyle anımsatıldığında da “üç maymunları” oynamayı seçtiler. Irak işgali sırasında yüz binlerce insan ölürken de…

Zamanla AB üyeliği suya düştü. Demokratikleşme beklentisi yerini, giderek artan totaliter eğilimlere, milliyetçi söylemlere ilişkin korkulara bıraktı. Kürt sorunu tabii ki çözülemeden kaldı, Kürt siyasi yapılarıyla diyalog alanı genişletilemedi, ölümler dahi azaltılamadı. Dış politikada, milliyetçi, emperyal reflekslerin etkileri ortaya çıkmaya başlayınca da son haftalardaki duruma geldik:

İran’la uranyum takas anlaşması, Mavi Marmara olayı, Birleşmiş Milletler’de, İran’a yönelik yaptırımlara hayır oyu, “İsrail destekli uluslararası basın da aynı şeyi söylüyor. Talimatı aynı yerden alıp yaygara yapıyorlar”suçlaması, yakında Kudüs başkent olacak, hep birlikte Mescidi Aksa’da namaz kılacağız iddiaları…

Milliyetçi fantezilerim olsaydı…

Aslında, tüm bu görüntüye bakıp sevinmem gerekirdi eğer milliyetçi fantezilerim olsaydı. Öyle ya, Türkiye ABD ve Batı karşısında bağımsız bir tutum alıyor, büyük güçlere karşı İran’ı koruyor, Gazze’ye sahip çıkıyor, Ortadoğu’nun liderliğine soyunuyordu. Hatta yakında Aksa’da namaz kılacağız ifadeleri, imparatorluğun, fetih (ardından namaz) geleneğini anımsatıyordu. Hele söz konusu kent Kudüs olunca…

Gerçi, “Talimatı aynı yerden alıp yaygara yapıyorlar” suçlaması antisemitizm kokuyordu, “Türk Arap’sız yaşamaz” diyen şiir de Arap’ın beden ve kafa, Türk’ün ise uzuv olduğunu söylüyordu. “Aynı-kan” iddiasının, ulusal, tarihsel köklerimizi yadsıması tatsızdı ama bunlar, bir imparatorluk adayının “barbarları” pohpohlayarak“yumuşak gücünü” konsolide etme çabası olarak da görülebilirdi.

Ama milliyetçi fantezilerim olmadığı için iki nedenle kaygılanıyorum. Birincisi, uluslararası ilişkilerde, devletleri/ülkeleri birer kara kutu gibi görüp aralarındaki ilişkileri, kutunun içinde olanlara bakmadan anlamaya çalışmak sonunda, ciddi, siyasi ve ahlaki sorunlara yol açıyor.

Bir ülke, bir coğrafyada nüfuz alanı oluşturmaya karar verdiğinde, bu kararın oluşmasında o ülkenin egemen sınıflarının ekonomik çıkarları, ülkelerindeki muhalefeti susturma çabaları belirleyici rolü oynuyor. İnsani, dini, etnik gerekçeler her zaman “yanlış-tanımalara” dayalı, “hareket ettirici” (kışkırtıcı) araçlar olmaktan öteye geçmiyor. Başarı, hemen her zaman egemen sınıfların hanesine ekonomik siyasi kazanç olarak yazılırken ülkenin ve bölgenin halklarının payına kan ve gözyaşı düşüyor.

İkincisi, jeopolitik analizler, aslında realitenin bir çerçevesini çizmekten öte bir işe yaramıyor. Bu realiteye müdahale etmek isteyenlerin, bu realiteyi oluşturan maddi güçleri (sınıfları), bunları birbirine bağlayan ya da karşı karşıya getiren ekonomik- simgesel sistemleri bu çerçeve içinde çözümlemeleri gerekiyor. Bu çaba içinde de müdahaleye niyetli olanın taşıdığı sadakatler (bakış açısı-nihai amacı) büyük önem kazanıyor. Bu gerçeği unutarak siyasi tutum geliştirmek, vahim “yanlış-tanımalara”, niyetlerin tam aksi yönde, çok riskli sonuçlara yol açabiliyor.

Yanlış-tanımanın yalnızca bir ilacı var. Her önüne getirilene, “Neden böyle de başka türü değil” (Lenin) sorusuyla yaklaşmak gerekiyor. Lacan’ın “O bunları söylüyor ama aslında ne söylüyor?” sorusu da çok yararlı bir başlangıç noktası oluşturabilir. Özellikle, dinci, milliyetçi ve sosyalist reflekslerin örtüşür göründüğü anlarda…

Thursday, June 03, 2010

‘Neo - Türkiye’

Brezilya, Türkiye, İran arasında yapılan takas anlaşması, uluslararası ilişkilerin durumu, bu durum içinde Türkiye’nin konumu üzerine yeni savlara yol açtı: Artık uluslararası ilişkilerde yeni bir mimari oluşuyor; AKP yönetimi döneminde yükselen güçler arasına katılan “neo-Türkiye” bu yeni mimarinin kurucu öznelerinden biridir!

Bu savların sahipleri, Irak’ın işgalini savunmuşlardı, Obama’yla birlikte ABD hegemonyasının restore edildiğine inanıyorlardı. Geçen yılın başında, dünyanın,“artık Soğuk Savaş’tan bu yana ve görünebilir bir gelecek için ‘tek kutuplu’ bir siyasi yapıya” (kalıcı mimariye-E.Y.)kavuştuğunu ileri sürüyorlardı. Şimdi yeni bir mimariden söz ediyorlar. Ciddiye almak zor.

Büyük kriz-büyük güçler
Küreselleşmenin (finansallaşmanın) krizi,“yapısal kriz” içinde bir kırılma noktası oluşturur, dünya ekonomisinde, uluslararası ilişkilerde yaşanmakta olan köklü değişikliklerin su yüzüne çıkmasını hızlandırır.

Geçmişe, örneğin 1930’lara bakarak kabaca şöyle diyebiliriz: Mali krizle birlikte dünya ekonomisinin merkezi değişmeye başlar, yükselen güçlerle yerleşik güçler ve hegemonya sistemi arasındaki çelişkiler giderek sertleşir. Küreselleşmenin, emperyalist kontrolün istikrarsızlaşması, bağımlı ülkelerin ekonomik, siyasi konularda manevra alanlarını genişletir, sömürgelerde bağımsızlık süreçlerini tetikler.

1930’larda yükselen güçlerden biri (ABD) yeni bir sermaye birikim tarzı geliştirmişti. Bağımlı ülkeler, emperyalizmin engellediği ekonomik adımları (sanayileşme) atarak“ulusal projelerini” güçlendirerek emperyalizmden bağımsızlaşmaya başlamışlardı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir hegemonya, “azgelişmişlik”, “geri bıraktırılmışlık” söylemleri ile ifade edilen, yeni bağımlılık durumları şekillendi. Bu ülkelerin çoğu bağımsız sanayileşme dinamiklerinden vazgeçmeye zorlandılar, yeni hegemonun sermaye birikim rejimine bağlandılar (çevre fordizmi). Bu ülkeler finansallaşmayla birlikte çok şiddetli mali sarsıntılar yaşadılar.

“Yükselen güçler” ise finansallaşma karşısında kendilerini koruyanlar, yeni teknolojik gelişmelere uyum sağlamaya başlayanlar, bunların yanı sıra büyük doğal kaynaklara sahip olanlar arasından çıkmaya başladı… Çin, Hindistan, Rusya ve devasa bir Amazon bölgesine, silah sanayisine, hızla gelişen enerji kaynaklarına, tabii Lula gibi çok yetkin bir siyasetçiye sahip Brezilya…

Ve ‘yükselen Türkiye’
Türkiye’nin adını bu yükselen güçlerin yanına yazabilmek için, yükselmesini destekleyen sanayi dallarını, enerji kaynaklarını, diğer“fark” yaratan öğeleri de gösterebilmek gerekiyor.

Prof. Davutoğlu’nun ünlü kitabında, coğrafyadan, tarihsel kültürel geçmişten yararlanmaktan, bir büyük gücün bölgedeki desteğine yaslanmaktan söz edilir, ama ekonomik, teknolojik dinamiklere değinilmez. Enerji kaynaklarına gelince, bu bağlamda, Türkiye’nin konumu otomobil üretmek yerine, otoyollardan kira alarak yaşamaya benziyor. Tıpkı bir zamanlar Osmanlı’nın “ticaret yollarının imparatorluğu” olması gibi.

Geriye büyük bir siyasetçinin varlığı kalıyor. Gerçekten de Tayyip Bey hiçbir resmi siyasi kimliği yokken Oval Office’de ağırlandı. Daha sonra Perle’in koltuğu altında ABD salonlarında, “derin demokrasi” konferansları verdi. Kendisini Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı ilan etti. ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiki olma noktasından başlayan Tayyip Bey, İsrail’e “one minute” dedikten sonra, şimdilerde Brezilya ile birlikte ABD’nin tekerine çomak sokuyor.
Dün hakkında, “delikten süpürmeyin, yararlanın” ifadeleri kullanılan bir siyasetçi, bugün Türkiye’yi, dünya düzeninin yeni mimarisini inşa edenlerden biri düzeyine yükseltiyor. Ne, olağanüstü bir evrim!

AKP yönetiminde Türkiye önce İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yaptı. Son derecede başarılı Ermenistan ve Kürt açılımları var… Rusya’ya Türkiye topraklarında nükleer santral yaparak Türkiye’ye enerji satma hakkı veren bir anlaşma imzalandı. Artık, takas anlaşmasıyla “III. Dünya’nın” geri dönüşüne önderlik eden, AKP Grup Başkanvekili Bahçekapılı’nın deyişiyle “bağımsızlığını koruyarak ABD’ye bile kafa tutacak seviyeye gelmiş” bir neo-Türkiye var karşımızda. Hepimize hayırlı olsun.

***
Gelecekte tarihçilerin, neo-Türkiye’yi, Ortadoğu’daki tıkanıklığı (Bkz:Globalpoltikültür, 5 Mayıs 2010) açacak trajik olayları tetikleyen ülkelerin başına yazmasından korkuyorum.

Bu tarihçiler, “Türkiye’nin siyasetçileri, dış politikası çoktan iflas etmiş, derme çatma, aşırı sağcı bir koalisyonu yaşatmaya çalışanNatenyahu yönetiminin, (Mısır’ın fiilen katıldığı, ABD’nin onayladığı) Gazze ambargosunu aşırı önyargıyla ve şiddetlekoruyacağını bilmeleri gerekirdi” de diyebilirler. Akıllarına, “İsrail komandolarının kanlı saldırısıyla sonuçlanan o operasyon neo-Türkiye’nin, Osmanlı hinterlandına geri dönme projesine ait bir taktik adım mıydı?Yoksa, bu acı olay, içerde sıkışmaya başlayan bir hükümetin, dış politika krizlerine sığınma çabasının ürünü müydü”soruları da gelebilir.