Thursday, January 31, 2008

Bir “ılımlı İslam” örneği

ABD radikal İslam’ın en radikal temsilcilerinden biri olan Taliban rejimini devirdi. ABD medyası o sırada, ABD’nin Afganistan’a saldırısını desteklemek için sık sık kadın hakları savını gündeme getirdi. Taliban rejimi devrildikten, yerine ABD onaylı Karzai devlet başkanı olduktan, bir “ılımlı İslam” rejimi benimsendikten sonra artık Afganistan’da demokratik hakların ve kadın haklarının genişletme süreci başlayabilirdi.

Bu güne kadar anlatılan hikaye bu. Bir de şöyle gerçekler var: Afganistan’ın Balkh Üniversitesi öğrencilerinden 23 yaşındaki Sayid Pervez Kambakşi, Farsça bir web sitesinden, kökten dincilerin, kadınları baskı altında tutmak için peygamberin sözlerini çarpıttıklarını ileri süren ve belgeleyen bir metin indirerek arkadaşlarına dağıtmış. Sayid Pervez hemen tutuklanmış ve ılımlı bir İslam rejimiyle yönetilen ABD protektorası ( öyle ki, Financial Times’dan Gideon Rachman’a göre Karzai’den sonra, ABD’nin Afganistan eski başkonsolosu Zalmay Halilzad’ın devlet başkanı olacağına ilişkin söylentiler var) Afganistan’da dini bir mahkemede, bir avukatın ve ailesinden kimsenin katılımına izin verilmeden yargılanmış ve ölüme mahkum edilmiş. Daha sonra da Afgan parlamentosu bu kararı onaylamış…
Tayyip bey İslam’ın ılımlısı filan olmaz demişti, anımsarsanız… ne kadar haklıymış.

Yine İran dersleri…

Türkiye’de sol hareketin bir kesimi, siyasal İslam’ın kimi “radikal” kesimleriyle, bir anti- emperyalist ittifak içine girmeye çalışıyor. Bu arkadaşlara göre, artık Tudeh sendromundan kurtulmak gerekiyor. Bildiğiniz gibi 1979 İran devriminde, anti emperyalist olduğu gerekçesiyle siyasal İslam’ı destekleyen İran komünist partisi Tudeh, daha sonra iktidara yürüyen siyasal İslam tarafından fiziki olarak yok edilmişti. Bu sol hareketin İran devriminden çıkardığı en önemli derslerden biriydi.

Geçtiğimiz haftalarda İran’dan gelen kimi haberler, Tudeh sendromundan kurtulmak bir yana bu deneyi tüm karmaşıklığı içinde yeniden anımsamak gerektiğini bize bir kez daha gösteriyor. Söz konusu haberler önce New York Times’da yer aldı. NYT’a pek fazla güvenmediğimden görmezden gelmeye hazırlanıyordum ki World Socialist Web Site (WSWS.org) yayımlanan bir söyleşi bu haber doğruladı.

New York Times’a göre Aralık ayının ilk günlerinde Tahran Üniversitesinde 500 Marksist öğrenci Che Guavera posterleri taşıyarak, Ahmedinejad’ın politikalarını eleştiren bir protesto gösterisi düzenlemişler. Başka kentlerde de benzer gösteriler düzenlenmiş. Rejim bu gösterileri şiddetle bastırmış ve bir çok öğrenci göz altına alınmış.

New York Times’ın İran’ı siyasi yorumculara dayanarak aktardığına göre, molla rejimi son yıllarda, bu sol eğilimli, hatta Marksist grupların varlığına hem Amerikan emperyalizmine karşı olduklarından hem de Chavez ve Castro rejimleriyle iyi ilişkiler içinde olduğundan izin veriyormuş. Ancak geçen yıl bu grupların üniversitede, daha önemlisi, petro kimya ve oto endüstrisinde kimi işçi bölgelerinde etkileri artmaya, giderek eleştirileri bizzat rejimi ve kapitalizmi hedef almaya başlayınca, rejim tutumunu değiştirerek, karşı saldırıya geçmiş.

Batıda ılımlı, reformcu olarak bilinen eski devlet başkanı Muhammed Hatemi’de Marksist öğrenci gruplarının oluşmaya başlamasından kaygılıymış. Hatemi, 1979 Şah dönemini anımsıyor, adeta molla rejimi ile Şah rejimi arasında paralellik kurarak, üniversitede Marksist öğrenci gruplarının ortaya çıkmasını çok tehlikeli bir gelişme olarak görüyormuş.

Şimdi bu olayları yorumlamaya kalmak aşikar olanı tekrarlamak olacak ama yine de deneyelim. Sol’un anti-emperyalizm temelinde, siyasal İslam’la bir arada aynı coğrafya da “ortak düşmana karşı” durabilmesinin hatta ittifak kurabilmesinin maddi ve ideolojik zemini son derecede zayıftır. Siyasal İslam ile sosyalist sol arasında, siyasal İslam’ın anti emperyalist refleksinin ortadan kaldıramadığı iki köklü sorun var. Birincisi, siyasal İslam kapitalizmle hatta uluslararası kapitalimle her aşamada uzlaşacak özellikle sahiptir. İkincisi, siyasal İslam, solun tarihsel materyalist dünya görüşüyle asla uzlaşmayacak bir “hakikat rejimine” dayanır. Bu iki çelişki, en kritik anlarda, sürece damgalarını vurarak solu siyasal İslam’ın boy hedefi haline getiriyor. Sol da o ana kadar siyasal İslam'a meşruiyet sağlayan bir koltuk değneği işlevi üstlenmiş oluyor. O anda, siyasal İslam artık gereksinimi kalmadı bu koltuk değneklerini kaldırıp atıyor, hatta yakarak enerjisinden yararlanıyor. Bence gelin biz bu Tudeh sendromundan kurtulmayalım…

Friday, January 25, 2008

AKP- MHP: ne oluyor?

Ne olacak süreç doğal seyrini izliyor! Bu iki partinin işbirliği beni şaşırtmadı. Bunu beklediğimi daha önce yazmış seçimlerden sonra da ilk belirtilerinin altını çizmeye çalışmıştım.

Bu beklentimin iki nedeni vardı:

Birincisi bu iki partinin liderliklerinin aynı uluslararası merkezlere (Washington) aynı derecede yakın olduğunu düşünüyordum. MHP, BOP ve ılımlı İslam bağlamında, AKP’ye destek vermeye doğru itilecekti… Başlangıçta, ilk kurulurken dahi, otantik bir faşist parti olmaya hazırlanırken MHP bu güçler tarafından, Türkçü/ırkçı, şamanist bir çizgiden dini bir ideolojiye içeren çizgiye doğru itilmiş ve ortaya Türk-İslam sentezi çıkmıştı. Böylece dini ideolojinin, giderek siyasal İslam'ın ülkede faşizan gelişmelerin organik bir parçası olacağı daha o zamanda saptanmış oluyordu. Daha sonra, 12 Eylül Cuntası’nı dan bu saptamaya uygun politikalar izlediğini gördük

İkincisi MHP’nin milliyetçiliği tam anlamıyla bir fantezidir. 1970’lerdeki işlevine, bir önceki hükümetteki uygulamalarına bakmak yeter. Ama milliyetçilik/ulusalcılık bağlamında bir konuyu yeniden vurgulamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Türkiye gibi bir çevre ülkesinde, emperyalizm çağında, ulusalcılığın asgari ölçütü “ulusal bağımsızlık” bağlamında halkçı bir sosyal projeye sahip olmaktır. Diğer bir değişle bir “kalkınmacı ulusal projeye”. Bu projenin tüm zaafları yetersizliklerine karşın, bir niyet belirtmesi, halk inisiyatifine demokratikleşme süreçlerine açık olması, ulusalcılık iddialarına inandırıcılık kazandırmaya başlar. Bu zeminde, sol, “ulusal projenin” yetersizliğini, olabilirliğini, ulusalcılığın sınırlarıyla kapitalizmin sınırları arasındaki ilişkiyi tartışmaya başlayabilir ve konjonktüre göre (anahtar sözcük konjonktür: diğer bir değişle sınıflar matrisi üzerinde yaşanmakta olan hegemonik moment) bu ulusalcı çizgiyi/partiyi, desteklemeye hatta işbirliği yapmaya karar verebilir.

Çok açık ki MHP hiç bir zaman bu asgari ölçütü yerine getirebilen bir parti olamadı. Aksin bu asgari ölçütün bile radikal bir biçimde, gerektiğinde şiddet kullanarak, karşısında oldu tüm siyasi tarihi boyunca…

Thursday, January 24, 2008

Siyasal İslam’ın projesine teslim olmanın çeşitli yolları üzerine notlar.

Siyasal İslam’ı iktidara taşıyan “pasif devrim” süreci ilerliyor. Siyasal İslam bir taraftan, devlet organlarını, yasal sistemi, diğer taraftan, toplumda, devletle aile arasındaki alanda (“sivil toplum”) gündelik yaşamı, kültürel dokuyu sistemli ve emin adımlarla dönüştürmeye devam ediyor.

Siyasal İslam, hemen her toplumsal hareket gibi, aralarında nüanslar olan siyasal eğilimleri, sosyal-ekonomik sınıf ve tabakaları, kültürel özellikleri farklı olan kesimleri içeren karmaşık, ama organik bir bütünlük oluşturuyor. Bu yüzden karşısındaki güçler bu bütünlüğü kavramakta büyük zorluk çekiyorlar. Bu durumu bir grup körün bir fil ile karşılaşmasına benzetebiliriz. Her biri fil hakkındaki bilgilerini, tuttukları, dokunma duyularıyla algıladıkları parçasının özelliklerinden hareketle tarif edecekler, bütünsel bir kavrayışa ve betimlemeye, tüm bu algıları birleştirecek bir yöntem (prensip), bulamadıkları taktirde ulaşamayacaklardır.

Halbuki, siyasal İslam’ın birbirinden farklı özelikler taşıyan parçalardan oluşsa bile tüm bu parçaları aynı bedene ait kılan çok belirgin özelikleri mevcuttur.

Örneğin, yorumları birbirinden ne kadar farklı olursa olsun bu parçaların en azından şu noktalarda birleştikleri ve bu nedenle siyasi bir hareket oluşturdukları kolaylıkla söylenebilir.

1) Aydınlanma (ussalcılık, hümanizm, özgürleşme ve ilerleme, bilgiye varmada bilimsel ölçütlere dayanma) geleneğinden farklı ortak bir “hakikat rejimini” (genelde din özelde Müslümanlık, zaman dışında ve değişmez hakikatler) benimsemek.

2) Bu rejimden hareketle, bireyin bedeni üzerindeki öz denetim/kullanım hakkını, otonomi talebini yadsıyan, belli bir kadın erkek ilişkileri, ataerkil ve homofobik bir cinselliği, beden estetiğini benimseyen, bir biyo-politik rejimini savunmak

3) Toplumun ekonomik toplumsal üretim ve yeniden üretimi söz konusu olduğunda, sömürü kavramını dışlayan kapitalizmle hatta uluslararası kapitalizme (emperyalizmle) bağdaşan bir sistemi benimsemek/ arzulamak.

4) Ulus devletin yerine ve onun ufkunu aşmaya çalışmak, çelişkilerini ileri doğru çözmek yerine, daha öncesine ait cemaat anlayışına yönelmek, geriye doğru bir senteze yönelmek.

Bu ortak noktaların birlikte oluşturdukları bu karmaşık sistemle, solun hemen bütün tarihsel birikimi ve amaçları arasında uzlaşmaz çelişkiler olmasına karşın, parçalardan hareketle yaklaşım, solun çeşitli kesimlerinin siyasal İslam’la en azından iki noktada ittifak yapmasına, yada onun çekim alanına girmesine yol açtı. Böylece siyasal İslam’ın “pasif devrim” süreci hızlandı, toplumsal hegemonya kurma kapasitesi (olanaklarını) güçlendirildi.

Solun siyasal İslam’la ilişkiye girme ve destekleme sürecinde kabaca, ikisi doğrudan, üçüncüsü de dolaylı olmak üzere üç ana damar saptanabilir.

Birincisi: AB üyeliği arzusu, liberal demokrasi ve bireysel özgürlükler
İkincisi: Anti-Emperyalizm
Üçüncüsü: Emperyalizmi, neo-liberalizmi yadsıyarak mücadeleyi, salt baskı araçlarına indirgenmiş “ceberut” bir devlete karşı, demokratik reformlar platformuyla sınırlamak.

Birincisi siyasal İslam’ı, parlamenter ve “ılımlı” olarak tanımlanan kesimiyle kurdukları ilişki zemininde, bu parçasına indirgeyerek tanımlayan kesimden oluşuyor. Bu kesim, siyasal İslam’ın “dinini yaşamak”, kendi biyo-politiğini izlemek, hatta toplumda yaymak çabalarını, bireysel özgürlük talepleri, demokratik haklar olarak algılıyor ve bu nedenle, liberal demokratik bir çerçevede destekliyor, savunuyor. Böylece hem siyasal İslam’ın “bireysel haklar” bağlamında savunduklarının, bizzat, bireysel özgürlükleri tarihsel olarak gündeme getiren sürecin içeriğini, bireyin otonomisi, üzerine kurulu liberal demokrasinin özün yadsıdığını göremiyor. Böylece liberal sol, liberal olmayan, hatta liberal prensiplere düşman bir hareketle arasında diyalog alanı ve ilişki ağları kurmaya başlıyor. Burada açık seçik ütopyacı bir yaklaşım söz konusu. Liberal sol, küresel kapitalizmin krizinin derinleştiği, siyasal iktidarların zayıfladığı, emperyalist reflekslerin, uluslararasi rekabetin güçlendiği bir dünyada, farklı “hakikat rejimlerinin” bir arada yaşamasına olanak sağlayacak demokratik bir rejimin, sınıfsal özürlükler hızla kısıtlanırken, salt biçimsel bireysel özgürlülerin genişletilmesiyle (genişletilebileceğini kabul ederek) kurulabileceğine inanıyor. Demokratikleşme sürecinin, laiklik ve bağımsızlık kavramlarından soyutlanarak ilerleyebileceğine inanıyor. Bu tam anlamıyla, neo-liberal kapitalist modeli ve onun serbest piyasa- hedonist tüketim kültürünü destekleyen “fantezi” bir ütopya; kapitalizme karşı demokratik mücadeleyi destekleyen cinsten bir ütopya değil!

Örneğin, bu kesim, türbanın, bireysel haklar bağlamında savunulmasının, siyasal İslam’ın hegemonya sürecini desteklemek anlamına geldiğini göremiyor: Hegemonya sürecinde, ampirik bire nesne, kutsalın bulunduğu yere yükseltilir, bu hegemonya projesinin sahte toplumsal mükemmellik vaadinin realite içindeki taşıyıcısı, onun yerine geçen, fiziki simge, haline gelir (Laclau). Bir anlamda burada türban (parça), siyasal İslam’ın hegemonya projesinin (bütün) “metonimik” bir temsilcisidir.

İkinci akım ise siyasal İslam’ın, radikal, parlamento dışı, hatta silahlı mücadeleye eğilimli kesimiyle, anti emperyalist halk cephesi anlayışıyla, diyalog kurmaya çalışan sol (çoğu kez Stalinist) kesimlerde görülüyor. Burada da siyasal İslam’ın ABD ve İsrail karşıtı (çoğu kez Yahudi düşmanlığına varan) kesimleri, Irak, Lübnan, Filistin sorunları bağlamında, bu sorunlara gerçek çözümler üretme kapasiteleri hiç göz önüne alınamadan, ittifak nesneleri olarak görülüyor. Böylece burada, siyasal İslam’ın bu kesimlerine atfedilen anti- emperyalizmin, dini (farklı bir hakikat rejimi), zaman zaman ırkçı özellikleri görülmezden geliniyor. Siyasal İslam’ın radikal kesiminin tepkileri, solun bu kesimlerinde, içeriğine bakılmadan anti-emperyalist olarak tanımlanıyor ve destekleniyor, bunlarla siyasal ittifaklar aranıyor. Halbuki sol açısından emperyalizm, salt bir “yabancı” iktidarı değil, kapitalizmin ürünü olan bir “yabancı” iktidarı, sermayenin mekan düzenleme sürecinin siyasi ekonomik ifadesidir. Anti-kapitalizm, sol acısından bağlamda, hem “yabancı” iktidarına, hem kapitalizmin bunu getiren özelliklerine karşı ama en temelde, özgürlükler adına yürütülen mücadeledir.

Anti-emperyalizmin bu özelliğini gözden kaçıran, hatta zaman zaman batı-doğu ikilemi gibi Oryantalist bir söyleme boyun eğen, solun bu kesimi, özünde solun projesine en radikal biçimde karşı olan bir kesimle, sol arasında, bir diyalog alanı açıyor.

Siyasal İslam’ın farklı kesimleriyle kurulan bu ilişkiler, Gramsci’nin “trasformizmo” ve “moleküler özümseme” olarak tanımladığı süreçleri hızlandırıyor siyasal İslam’ın (bu tarihsel anda, ABD emperyalizmiyle birlikte çalışan ve neo-liberal projeyi benimseyen bir hareketin) gelişmesine karşı direniş olanaklarını hızla zayıflatıyor.

Solun, hem liberal eğilimden, hem de Stalinist popülist gelenekten “teorik” olarak uzak bir kesiminin siyasal İslam’la diyaloguna gelince, bu doğrudan değil bir seri dolayımdan geçerek kurulan bir diyalog.

Bu kesim, siyasal İslam’ı AKP’ye indirgiyor, egemen sınıfların özgürlük mücadelesi karşısında oluşturduğu tehdide karşı mücadele etmemeyi seçiyor. Buna karşılık AKP hükümetinin devletin parçası olduğunu, ABD ile organik ilişkilerini, ve ülkedeki sınıflar matrisinde egemen kesimi oluşturan “oligarşinin” iktidarının ifadesi olmaya devam ettiğini görmezden geliyor, böylece AKP’nin Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorununu çözme, AB üyeliğini gerçekleştirme, toplumu demokratikleştirme vaatlerini ciddiye alıyor, dahası bu talepleri, vaatleri ve “çözüm olasılıklarını”, sınıfsal dengelerin, bölgesel jeopolitik süreçlerin belirlediği dinamikler olarak görmek yerine, AKP’nin kimi özelliklerinden kaynaklandıklarına inanıyor. Bunlarla AKP’nin neo-liberal politikalarıyla, ABD inisiyatifine bağımlılığıyla, “Yeni-Osmanlılık” projesiyle, demokratikleştirme vaatlerinin uyumsuzluğunu, emekçi sınıfların ekonomik ve kültürel kazanımlarına verdiği zararı görmezden geliyor, ya da gündemin ikinci maddesi olarak kabul ediyorlar. Buna karşılık, salt baskı organlarına indirgenmiş bir devlet aygıtı hayal ederek, buna karşı savaşa öncelik veriyor, hatta, emperyalizme karşı her türlü tepkiyi milliyetçilik, faşizm olarak mahkum ederek, AKP ile laik gelenek (ulusal proje), emperyalizmle ülkedeki emekçi sınıfların çıkarları arasındaki çatışmada, Mao’nun bir ifadesini kullanırsak objektif olarak, AKP’nin yanında yer almış oluyor…

Friday, January 18, 2008

Avrupa Birliği üyeliğini unutun! Avrupa’yla savaşmaya hazır olun!

Avrupa Birliği üyeliğini unutun! Avrupa’yla savaşmaya hazır olun! En azından şu “uygarlıklar çatışması/ittifakı” söylemi devam ettiği müddetçe. AKP hükümeti de bu oyunu oynamaya devam ettikçe...

Bu söylem insanlığı birleştirmeyi değil bölmeyi amaçlıyor. Nicholas Sarkozy Riyad’daki konuşmasından paradigmayı çok açık bir biçimde ortaya koydu: “Büyük bir tarihsel mirası, kültürel mirası en önemlisi bir uygarlık mirasını korumak zorundayım. Ve ben kökünde din olmayan bir ülke, kültür, uygarlık bilmiyorum. Tanrı insana hizmet etmez onu özgürleştirir..." (Le Monde, 17/01/08).

Öyleyse Türkiye ve Avrupa farklı dinlere sahip olduklarına göre, farklı uygarlıklara ait olmak durumundalar, tarih boyunca rekabet etmiş, savaşmış birbirlerinin kanını akıtmış iki “uygarlığa”.... Kökünde din, yani değişmez bir şey olduğuna göre, bu iki uygarlığın “zamanın sonuna” kadar ayrı ve karşı karşıya kalması, her birinin ötekini, en yüce boyutta karşıtı ve tehdit olarak görmeye devam etmesi kaçınılmaz... Hıristiyanlara için Müslümanlar İsa’nın tanrı olduğunu yadsıyan insanlardır, yani cehennemlik! Müslümanlar için Hıristiyanlar son peygamberin mesajını yadsıyan insanlar, yani cehennemlik!

Sarkozy’ye dönersek, o “büyük uygarlık mirasını” korumanın yolu nereden geçiyor dersiniz? “Öteki”nin sulandırıcı, değiştirici etkisinden değil mi? Müslümanlar da zaten, yüz yıldır içinde oldukları yoksulluğu, iktidarsızlığı, “Öteki” uygarlığın dejenere edici etkilerine bağlamıyorlar mı?
(.............)

(Cumhuriyet,16/01/08)
“Medeniyetler ittifakı”, çatışması, tuzağı

“Başbakan Erdoğan, Medeniyetler İttifakı 1. Forumu'na katılmak üzere İspanya'ya gitti”, haberi, aklıma “bu ittifak, kime karşı?” sorusunu, “kasapla koyunun ittifakı” imajını getirdi. Bu imaj, abartılı gelebilir ama, biraz yakından bakarsanız gerçeklikten çok uzak olmadığını da görebilirsiniz..

“Uygarlık” masum bir kavram değil

Huntington’un “Uygarlıklar çatışması” tezini bir kez daha eleştirmek istemiyorum. İlgilenenler için Edward Said’in eleştirilerini, (The Nation, 22/10/2001), Robert Kagan ile Amaratya Sen’in tartışmalarını, (Slate, 25/05/26), Prof. Kongar’ın Cumhuriyet’teki, Dei Welt’in Editörü Josef Joffe’nin Middle East Strategy at Harvard sitesinde 10 Ocakta yayımlanan yazısını önerebilirim. Ben, bu tezin kaynağına, anlamına, sonuçlarına değinmekle yetineceğim. Başbakanın bir numaralı dış politika danışmanının o ünlü “stratejik derinliği” Huntington’un, bu kitaptaki, Türkiye Cumhuriyetine ilişkin teziyle kazdığını da anımsayarak.

“Uygarlık”, Huntington’un da değindiği gibi, 18. yüzyılda, Avrupa’da, “Aydınlanma” ile birlikte doğan bir kavram. Biri açık diğeri örtülü iki amaca yönelik olduğu söylenebilir. Birincisi Avrupa’nın kendini, dünyanın geri kalanı karşısında, daha “üstün”, “gelişmiş” bir toplum olarak tanımlamasıyla ilgili. “Uygarlık” kavramı, Atina’nın Persler karşısında Isparta’yı desteklemesinin mantığından hareketle, esas olarak, dil, ırk ve din birliğine dayandırılıyor. İkincisi, Avrupa, böylece kendine, “uygar” olmayan yerlere müdahale etmek (sömürgeleştirmek) için ideolojik gerekçe yaratıyordu: “Mission civilatrice”, “beyaz adamın yükü” vb… “Irk birliği” fantezisi de daha baştan kavramın içinde olduğundan, böyle sınırlı, tüm insanlığın hikayesini, uzun tarihsel karşılıklı etkileşim sürecini, göz önüne almayan bir “uygarlık” tanımı da, kolaylıkla “üstün ırk” varsayımını doğurabilecekti. Bu “uygarlık” kavramı daha baştan “emperyalist ve ırkçı” bir içerikle doğdu.

“Uygarlıklar çatışması” tezi de, tarihsel koşulların, “soğuk savaş sonrasının”, ABD hegemonyasının “yumuşak (ideolojik, kültürel kapasitesinin) gücünün” zayıfladığı bir dönemin ürünü. ABD’nin, hegemonyacı bir ülke olarak, “soğuk savaş” boyunca, yönlendirdiği ülkeler grubu üzerindeki (“Batı bloğu”) etkisi zayıflıyor, “tek kutuplu” dünya projesini benimsetemiyordu. Zizek’in, Hegel’e göndermeyle, işaret ettiği gibi, gerçekliğe ilişkin yapılan tanımlama, tanımlayanın ona müdahale edebilme olasılığını de belirler. ABD’nin de zayıflayan etkisini restore edebilmek için, dünyayı, ABD liderliğindeki ülkeler ve diğerleri olarak yeniden tanımlaması, bu tanımı, diğer ülkelere de kabul ettirmesi gerekecekti…

Bu bağlamda karşımıza üç kavram çıktı. “Tarihin sonu”, “Küreselleşme”, “Uygarlıklar çatışması”. İlk ikisi, gerçekliği, ABD’nin ekonomik ve siyasi modelini (liberal demokrasi ve serbest piyasa) egemen kılacak biçimde tanımlarken, “uygarlıklar çatışması”, “Batı (ABD ve Avrupa- hatta Hıristiyan dünyası) ve geriye kalan herkes (West and the rest) kamplaşması için gereken siyasi koşulları sağlayabilecek özelliklere sahipti.
“Uygarlıklar çatışması”

Bu kavramları benimseyenler, ister istemez, ABD hegemonyasının etki alanına girdiler. Halbuki, Edward Said’in, Oriantalism kitabıyla başlattığı tartışmaların zemininde, Ortadoğu’da entelijensiyenin, siyasetçilerin bu kavramlara en azından kuşkuyla yaklaşması beklenirdi. Aksine, “uygarlıklar çatışması” tezi, “uygarlık”, el çabukluğu marifet dine indirgendiğinden, siyasal İslam’ın liderliği tarafından hemen kabul edildi. Batı ilk kez onları da bir uygarlık (eşit olmasa bile var olan bir uygarlık) olarak kabul ediyordu ya… Gerisi önemli değildi…

Dikkatle bakınca, bu kesimin çok da “saf” olmadığı, belli amaçlar doğrultusunda “şeytanla” “çok zekice”(!) bir iş birliğini kabul ettiklerine inandığı, diğer bir değişle “zokayı” bile bile yuttuğu görülür. ABD ve Avrupa’da dış politika seçkinlerinin, bu “uyumlu” yaklaşıma, “uygarlıklar ittifakı” kavramıyla cevap vermeleriyse bu “ince hesabın” dikkatlerden kaçmadığını gösteriyor.

Peki kime karşı bu “ittifak”? Huntington’un tezini (Popper'ci “reddedilebilirlik koşulu”ndan hareketle) yanlışlayan iki olgu var: Türkiye Cumhuriyeti ve “ulusal proje”. Huntington açısından “uygarlığı” tanımlayan, din, ırk ve dil ölçütleri söz konusu olduğunda, laiklik, Arap olmamak ve Türkçe, Türkiye’yi, Müslüman, Araplarla aynı “uygarlığa” sokmayı olanaksızlaştırıyordu. “Ulusal proje” ise ulusların varlığına işaret ederek “uygarlık” tanımını istikrarsız kılıyordu.

Huntington da teorisinin boğazına kaçan bu iki “kılçığı”, bir ad hoc hipotezle, “sapma” diyerek çıkarmaya çalışıyor. Ama, “teorinin boğazındaki bu iki “kılçık” da bize “ittifakın” aslında kime karşı tasarlandığını gösteriyor. İttifak, Ortadoğu’da moderniteye ve “ulusal proje” peşinde koşan seküler rejim ve akımlara karşı… Bölgenin, uluslararası sermayenin, ABD siyasi makinesinin açık avlanma alanına dönüştürülmesini amaçlıyor. Siyasal İslam’ın da bu ittifak sayesinde, bölgenin tek siyasi taşeronu olmayı, “koyunları” emperyalizm adına gütmeyi” amaçladığı da çok açık. Şeytanla ittifak daha baştan şeytana biat etmeyi gerektiriyor. Siyasi iktidar ve servet “hakikate” kulluktan çok daha önemli ne de olsa…

Tuesday, January 15, 2008

60 Yıldır Kayıp 450 Makara filmlik Kuran fotoğrafları arşivi bulundu

60 yıldır kayıp olduğu sanılan 450 makara filmlik Kuran arşivi bulundu. Yüzlerce yıllık eski Kuranların fotoğraflarını içeren arşivin içindeki bilgiler, çok hasas tartışmalar yaratmaya aday...

İslamiyet’in kuruluş anlarına ait en önemli öykülerden biri “putların yıkılması”na ilişkindir. Bu kurucu jest, isteyenin istediği tanrıya tapınma özgürlüğünü şiddetle sona erdirir. Diğer bir değişle yüceye ilişkin görüş ayrılıklarından, dolayısıyla, iç tartışmalardan, dış eleştirilerden, patolojik ölçülerde korkunun, farklı yaşam biçimlerine karşı hoşgörü yokluğunun, Müslümanlığın genetik kodlarına işlenmiş olduğu söylenebilir.

“Tüm dinler böyledir”, diyebilirsiniz haklı olarak. Doğru saflık, mükemmellik varsayımı salt İslam’a ait bir özellik değil. Ancak İslam’ın çok önemli bir özelliği var. Tanrının mesajı bir elçinin ağzından, yaşam tarzından ya da eylemlerinden çıkarsanmaz İslam’da. Çıkarsanmasına gerek de yoktur. Mesajın tamamı, bizzat tanrı tarafından, bir melek aracılığıyla o ana kadar okuma yazma bilmeyen Peygambere dikte ettirilmiştir. Öyleyse bu indirilen metinleri içeren kitap, tanrının sözüdür. Mutlak, yüce, mükemmelliğinden “kuşku duyulamaz” bir söz. Değiştirilmesi, zamana uyarlanması, her hangi bir metin gibi insan aklının eleştirisine, çözümleme çabasına açılması söz konusu olamaz! Müslümanlar açısından, kitap mutlaktır, mükemmeldir, içeriği sabittir, tarihi yoktur, zaman dışıdır bütün zamanlar içindir.

Bu nedenle Müslümanlar, Kitaba yönelik bırakın eleştirileri, farklı okuma, hatta Arapça’dan başka bir dile çevirme çabaları karşısında bile büyük bir gerginlik, tedirginlik hatta kızgınlık duyarlar.

Şimdi yine böyle anlardan birindeyiz sanırım. Geçen hafta Wall Street Journal’da yayımlanan bir haber (“The Lost Archive”, 12/01/08) , 1930’larda Almanya’da Kuran’ın tarihini araştırmak amacıyla başlatılan bir proje kapsamında oluşmuş 450 makara filmin, sanıldığı gibi yangında kaybolmadığını 60 yıl sonra, tekrar ortaya çıktığını yazıyordu. Filmlerde, 7. yüzyıla kadar ulaşan bir zaman diliminde yazılmış çok sayıda kuran metinlerinin bir Leica makineyle çekilmiş fotoğrafları varmış.

Diğer bir değişle şimdi bu 1300 yıl boyunca yazılmış, okunmuş Kuran metinlerini karşılaştırarak, incelemek olanaklı. Sorun şurada ki, ya bu inceleme, ortaya 7.yüzyıldan bu yana değişen, evrimleşen kimi bölümleri farklı zamanlarda hatta farklı dillerde ve insanlar tarafından yazılmış, dolayısıyla bir tarihi olan bir metin çıkarırsa, ne olacak!

Tabii ki böyle bir sonuç şiddetle, sözcüğün tüm anlamlarında, eleştirilecek yadsınacak, kenara itilmeye çalışılacak. Ancak, 450 makara filmin gündeme, tüm dikkatlerin “uygarlıklar çatışması”, diyalogu bilmem nesi, özellikle de İslam’ın ılımlı olan yada olmayan versiyonlarının varlığı, hatta böyle bir ayımın olanaklı olup olmadığı üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde geliyor olması son derecede önemli, bir o kadar da, İslam açısından da şanssız. Eğer bu 450 makara filmin içeriği çözüldükçe medya (küresel medya) ilgisini kaybetmez sonuçları aktarmaya, tartışma ortamı yaratmaya çalışırsa ne olacak?

Çalışmalar, Kuran’ın bir tarihinin olduğunu, güçlü kanıtlarla sergilerse, bu İsa’nın aslında çarmıha gerilmediğini, çoluk çocuğuyla yaşamaya devam ettiğini tarihsel belgelerle kanıtlamaya benzemeyecek mi? Dahası, Hıristiyanlığı kuran “olay” bizzat İsa’nın kendisi iken, İslam’ı kuran olay “kitabın ‘inmeye’ başlamasıdır”. Bu gün, İsa’nın tanrının oğlu olmadığını, yada olduğunu kanıtlamak olanaksız. Ama bir kez ele alındı mı Kuran’ın bir tarihi olduğunu, genel kabul gören metin analizi, dilbilim ve antropoloji yöntemleriyle kanıtlamak ya da yadsımak söz konusu olabilir. Kuranın bir tarihi olduğu tezi eğer yadsınabilirse, bu Müslümanlar açısından büyük bir zafer olur. Ama ya yadsınamazsa…

Denebilir ki ne olacak, Avrupa’da, İsa’ya ilişkin, varlığını, kutsallığını, “olayın” bizzat kendisini sorgulayan, araştırmalar, romanlar, TV dizileri, filmler (en son Da Vinci Code) yok mu? Var ama, Avrupa’da Aydınlanma ve Hümanizm geleneği de var: İnsan aklının her şeyi eleştirme hakkına, bireysel düşünce ve eylem özgürlüne sahip olduğunu kabul eden bir gelenek bu. Bu gelenek, Ateizmin, açıkça savunulabilir, inancın özel yaşama ait olduğunu, İncillerin sıradan metinler gibi irdelenebileceğini de kabul eder. Aydınlanma olayından sonra, din adamlarının kilisenin görevi bu tartışmalara katılmak ve kendi konumlarını, inançlarını savunmak, açıklamak, ateizmi ve diğer yaklaşımları tarihsel ve felsefi açıdan eleştirmek, böylece kamu oyu önünde var olmaya çalışmaktır, eskiden olduğu gibi muhalifleri, aykırıları, kiliseyi sorgulayanları (heretikleri, Ateistleri, cadıları vb…) engizisyona çekerek söylediklerini burunlarından getirmek, kanlarıyla canlarıyla ödettirerek susturmaya çalışmak değil.

İslam bu gelenekten yoksun. Tarih boyunca, özellikle eleştirel bilimsel yöntemden kuşku duymuş bir geleneğin egemenliği söz konusu. Bu gelenek Müslümanların dinlerini modern zamanların yöntemleriyle savunma, kendilerini koruyacak söylemleri geliştirme becerilerinin ve kapasitelerinin çok büyük ölçüde geri kalmasına neden oldu. İslam’ın içinde çok çaplı bir felsefe ve din bilimi kültürü geleneği bu alanlarda güçlü düşünürleri var. Ama bu düşünürler bu güne kadar Kitabı modern zamanların rasyonel eleştirilerine karşı savunacak ne cesareti ne de beceriyi sergileyemediler, büyük olasılıkla bu işe uygun silah (kılıç ve bombayı kast etmiyorum) ve yöntemlerden yoksunlar.

Gerginlik, eleştirileri görmezden gelmek, yada Batı’nın komplosu olarak görüp (ki olabilir de- ama bu cevap verme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz) tartışılmasın engellemeye çalışmak da bundan kaynaklanıyor. Ancak 21. yüzyılda, bilginin bu kadar büyük bir hızla yayıldığı bir dünyada, eleştirilerden, tartışmadan kaçmaya çalışmanın bir anlamı yok, olanaklı da değil. Kolları sıvayıp insanlığa çok zengin bir felsefi, antropolojik ve teleolojik katkı yapmanın, derin tarihsel kültürel mirası onurla sergilemenin tam sırası.

Liberal entelijansiyanın işi zorlaşıyor

“Başbakan Erdoğan, resmi davetli olarak gittiği İspanya’da düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin İslam ve türban konularındaki sorularını yanıtladı.

“Mesela son zamanlarda Ilımlı İslam diye bir ifade kullanılıyor. Bu da çok yanlıştır. Yani ne adına kullanılıyor kim adına kullanılıyor? İslam İslamdır."
“Basın toplantısında üniversitelerdeki türban yasağına da değinen Erdoğan, başını örtenlere “başörtüsünü siyasi simge olarak kullanıyorsun" şeklinde baskılar yapıldığını söyledi. Erdoğan, “Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz?”
(Gazeteler)

Başbakana katılmamak elde değil. Tabii ki ılımlı İslam olmaz. İslam İslamdır. Tamam da bu hangi İslamdır. Vahabi İslam’ı mı, Şii İslam’ı mı? Yada belki şunu söylüyor Başbakan. Kitapta ne varsa, hakikat o dur! Bence de doğrusu budur. Eğer Kitabın Allah’ın sözü olduğunu kabul ediyorsanız, onu yorumlamak, günün koşullarına uyarlamaya çalışmak, çelişkilerini sorgulamak size düşmez.

Tabii tüm bunlar, piyasa mekanizması dışında, kendi bencil varlıklarının ötesinde her hangi bir aşkın ideale inanmakta zorluk çeken liberal entelijansiya için tatsız haberler. Şimdi, ılımlı-radikal İslam ayrımını Başbakana rağmen savunmaya devam etmek gibi bir abuklukla karşı karşıyalar.

Başbakan’ın türban için söyledikleri de bence doğru. Türban bir siyasi simge olarak takılıyor olsa bile suç olarak kabul edilmemelidir. Şimdi de zaten edilmiyor. Yalnızca insanları dini kimlikleri, cinsiyetleri, cinsel eğilimleri, etnik kökenleri karşısında kör olması gereken, onları salt soyut vatandaş kimliği içinde görerek eşit hizmet vermesi gereken devletin kamusal alanlarında takılması yasak o kadar.

Liberal entelijansiyanın bu konuda da işi zorlaştı. Bu güne kadar türbanı, depolitize edilmiş bir insan hakları kavramı bağlamında savunuyorlardı. Başbakan, gerçeği açıkladıktan, türban sorununun gerçek anlamı ortaya, bizzat sorunu yaratanlar tarafından dökülünce, şimdi ne yapacaklar?

Monday, January 07, 2008

Karşıtların Buluştuğu Yerdeki '[Ö]teki'

Bu eski yazımı bloga “çok kültürlülük/kimlik siyaseti” konusuna yeniden dönmeyi amaçladığım için, hazırlık olması amacıyla koyuyorum. (Cumhuriyet 31.01.2007

Bir taraftan Türkiye’nin önde gelen “kamusal aydınlarından” birinin faşist bir suikastla öldürülmesini anlamlandırmaya çalışıyoruz; diğer taraftan, bankaların satılması, petrol yasası derken ülkenin sömürgeleştirilmekte olup olmadığını… Daha da kötü günlerin gelmesini bekleyerek…

Bu “durum” içinde, birbirine “karşıt” iki eğilim var. Birincisi, “bağımsız”, kendi kaderini kendi ellerine almış bir Türkiye isteyenler. Bunlar etnik ayrılıkçılıktan, yabancı sermayenin artan etkinliğinden yakınıyor, ülkenin sömürgeleştiriliyor olmasından, bölünmesinden korkuyor. İkincisi, daha fazla demokratikleşme istiyor. Etnik farklılıklardan, cinsel tercihlere, dini yaşam tarzlarına kadar “bireysel özgürlüklerin” bastırıldığından yakınıyor. Biricisi ikincisini suçluyor, ikincisi de birincisini. Ama her ikisi de, amaçlarına ekonomik ilişkilerin rolünü sorgulamadan ulaşmaya çalıştıklarından, “amaçladıkları şey” bir “imkansızlık” olmaktan öte, verili durumu destekleyen bir “fanteziye” dönüşüyor.

“Şey” ve “ilişki”
Bağımsız, kendi kaderini eline almış bir Türkiye isteyenlerin göz ardı ettikleri gerçek şu: Bağımsızlığın ortadan kalkmasına neden olan ekonomik, toplumsal “reformlar” ülkeye yalnızca dışarıdan dayatılmadı. Bunlar bizzat ülkedeki kapitalizmin, “egemen kesiminin” talepleri olarak da gündeme geldi. Bu “sömürgeleştirici” reçeteler, ülke içinde yönetici sınıf tarafından kabul edildi, savunuldu, hatta uygulanması için 12 Eylül Rejimi gerekti.

Dahası, “bağımsızlığı” yok edecek olan uygulamalar ülkede “egemen kapitalizmin”, korunması için adeta olmazsa olmaz koşullar haline geldiği için benimsendi; hala bu nedenlere korunuyor ve geliştiriliyorlar. Ama ironi şurada ki, bu uygulamalar, “ulusal mekanda ötekinin”, ekonomik, kültürel hatta siyasi iradesini de beraberlerinde getirdiklerinden, yaşamak için, bu uygulamalara sarılanların varlığını da tehdit etmeye başladı. Çünkü, sermaye para ve mal gibi bir “şey” değil, aynı zaman da kültürel, siyasi bir ilişkidir. “Yabancı” sermaye gelirken “yabancı” kültür ve iktidar da geliyor…

Esas [Ö]teki
Demokratikleşmenin, kendimizi “ötekinin” yerine koyarak, onu “anlayarak” gerçekleştirilebileceğini düşünlerin ise, “öteki” kavramını, yeterince düşünmediklerinden, en az üç hataya düştükleri söylenebilir. Birincisi, bu gün bu “ötekini” betimleyen etnik, cinsel, ırk ayrımcılıkları sorunları, başlangıçta “solun” söylemine, işçi sınıfı/proletarya şekillenmesini, karşıt hegemonya dinamiklerini güçlendirmek amacıyla sokuldu. Zamanla, işçi sınıfı/proletarya kavramları “düştü”, hatta bastırılarak siyasi söylemin dışına itildi. Böylece sermayenin, karşısındaki “öteki”, siyasi söylemden dışlanmış, “toplumsal gerçeklik”, yalnızca sermaye ilişkisi içinde işleyebilecek “itirazların” varlığına izin verecek biçimde kapatılmış (sutured) oluyordu. İkincisi, bu “öteki”, aslında kendinin tümüyle farkında, eksiksiz, otonom bir “birey” değildir, Freud’un, “bilinç dışı”, Heiddegar’ın “toplum içine atılmışlık”, Lacan’ın “simgeselin/göstergelerin düzeni”, Zizek’in “öznenin gerçeği, onun dışındadır” katkılarını göz önüne aldığımızda, karşımızdaki “ötekinin” toplumsal olarak (egemen simgeler sistemi tarafından) yapılandırılmış bir “öteki” olduğunu, bu yapılandırma işlemine de anlamını verenin, büyük Ötekinin, aslında “sermaye ilişkisi”, olduğunu görürüz. Üstelik, kendimizi “ötekinin” yerine koymak, onu “anlamak” iddiasının, onun ne olduğunu “bildiğimizi” varsaymak (bilmek belirlemektir) ve sorumluluğunu almak, onun adına konuşmak gibi bastırıcı bir ilişkiye açılması da söz konusudur.

Üçüncüsü tarihsel: Sermayenin “yaşamı”, geniş mekanlarda serbestçe dolaşabilmek, değerlenebilmek ve korunabilmek için önce, tüm, dini, etnik, cinsel (en son cinsel) ayrımcılıkları, kimi zaman şiddet yoluyla aşan, homojenleştirici bir vatandaşlık kurumunu gerekli kıldı. Ama bu süreç tüm “ötekileri” aşarken, sermayeyi çok daha büyük, kapsayıcı bir “ötekiyle”, işçi sınıfıyla, daha doğrusu, egemenliği altına almaya çalıştığı herkesi kapsayan, proletarya “kitlesi” ile karşı karşıya bıraktı. Bu noktadan sonra sermayenin varlığı, bölünmüşlükleri aşmayı değil, bu “kapsayıcı ötekinin”, yeniden uluslara, ırklara bölünüp parçalanarak kapsayıcılığını kaybetmesini gerektiriyordu, öyle de oldu… Hatta öyle ki, egemen sermayenin emperyal özellikler kazanmaya başlamasıyla, emperyal devletin karşısındaki tüm ulus devletlerin zayıflatılması, etnik olarak homojen parçalara bölünmesi projesi açıkça gündeme geldi… Böylece, “küreselleşme” ve imparatorluk eğilimiyle birlikte, hem “ötekini”, “ötekilere” bölmek, hem de “ötekiler” arasındaki çelişkileri çeşitlendirmek, yeniden üretmek sermayenin, kültürel ve siyasi düzlemde varlık “durumu” (simgeselin yeni düzeni) haline geldi.

Şimdi, ulusal, etnik, dini, cinsel “ötekilerin”, sürekli birbirlerini yedikleri bir dünya var karşımızda. Bundan kurtulmak için, büyük Ötekiyi, sermaye ilişkisini sorgulamanın yolunu yeniden bulmak gerekiyor. Aksi taktirde ne demokratikleşmenin ilerlemesi ne de bağımsızlığın gerçekleşmesi olanaklı…

Saturday, January 05, 2008

Pakistan’da demokrasi ve diğer fanteziler

Benazir Butto, Batı yanlısı laik demokratik bir liderdi. Şimdi artık bir demokrasi ve özgürlük şehidi. El Kaide tarafindan öldürülmeseydi Pakistan’da demokrasiyi restore edecek, radikal İslam’ı geriletecek, medreseleri yeniden düzenleyecek Taliban’ın üstlerini temizleyecekti…. Şu sıralarda dünya medyasınin ürettiği fantez böyle. Bu biraz da, “kör ölür badem gözlü olur” derler ya işte öyle bir şey.

Hafızamızı tazeyelim..
Benazir, Pakistan’ın Sind eyaletinin en büyük feodal ailesinin, Harvard ve Oxford eğitimli kızıydı. Siyasetle ilk ilgilendiğinde Tarık Ali’nin aktardığına göre sola yakın görüşlere sahipti. Sonra, “tarihin doğru tarafında olma” kaygısıyla ABD’ye yanaşmış, New York Times’da ayrıntılarıyla anlatıldığı gibi, Washington’da hiç bir yabancı liderin sahip olmadığı düzeyde ilişkiler zinciri oluşturmuş, sonrada bunun yardımıyla Pakistan’de Ordu’nun muhalefetine rağmen başbakan kurmayı başarmıştı. Thatcher döneminin Dışişleri bakanı Portillo, The Times’daki yorumunda, “ilk karşılaştıgımda ne kadar Batı yanlısı olduğunu görünce çok şaşırmıştım” diyordu.

Benazir o kadar batılıydı ki, Sind eyaletindeki malikanesini gezen The Observer’den bir gazeteci, “resimlerini görseniz hangi ülkede olduğunu bilemezsiniz”, kolaylıkla “Meksika yada Ispanyol çifliklerininden biri sanabilirsiniz” diye yazacaktı. Aynı gazeteciye göre, Benazir Oxford üniversitesi tartışma klübünün başkanıydı ama, kendi ülkesinin dili, Urdu’yu ve eyaletinin dili Sindi’yi adeta bir yabancı gibi konuşuyordu.

Benzir iki kez başbakan oldu her ikisinde de yönetimi yolsuzluk iddiları altında çöktü. Kocası devlet ihalelerinden aldığı komisyonlardan dolayı “bay %10” lakabıyla anılan Benazir’in hükümetleri demokrasi insan hakları açısından da kötü bir karneye sahipti. Uluslararası Af Örgütü’ne göre Benazir döneminde Pakistan dünyada, tutuklu ölümleri işkence ve suikastlar açısından en kötü karneye sahip üç ülkeden biriydi. Benazir o kadar demkrattı ki Pakistan Halk Partisin’de kendini yaşam boyu başkan ilan etti. Bu kararına direnen kardeşi Murtaza Butto, şupheli koşullarda vurularak öldürüldü. Murtaza’nın karısı ve kızına göre vur emrini Benazir vermişti. Benzir’in annesi de aynı kanıdaydı.

Ve ders almakta yarar var..
Benazir işte böyle biri, yoksul ülkelerin başın çöreklenmiş, varlıklarıyla demokratik yaşamın ve kalkınma süreclerinın önünde engel oluşturan feodal ailelerden biri. Onlar için demokrasi, kendilerini hümümete taşıyacak seçimlerden başka bir anlam taşımıyor. Bunu sağlamak için de, gereken uluslararası bağımlılık ilişkilerini kabul ediyor, sayelerinde gittikce derinleşen yoksulluk, umutsuzluk, Pakistan özelinde zamanında Talibanı desteklemek için kurulmüş Medrese sistemi, insanları siyasal İslam’ın kucağına attıkça ülke içinde bir taraftan baskı terör uygulayarak, diğer taraftan, akıllarınca ılımlı İslam’la uzlasarak yükselen dalgayı etksizileştirmeye çalışıyorlar. Ama ne baskı ve terör ne de ılımlı İslam’la uzlaşma bir çare oluyor…

Gerçekten de Le Monde’dan Frederic Bobin’in (“Le Pakistan, Crise multiform”, 29/12) altını çizdiği gibi radikal İslam Pakistan’a gökten zembille inmedi, on yıllar boyunca, devlet politikaları, görünüşte seküler politikacılar sayesinde yeşerdi ve güçlendi.

Bu sürecin üc boyutu vardı. Birincisi, Pakistan toplumu, Pencabi, Sindi, Beluci, Peştun etnik gruplarından ve Hindistan’dan gelen göçmenlerden oluşuyor. Pakistan devletini kuranlar, Müslüman dinini bu etnik grup aidiyetlerini bir arada tutacak çimento olarak gördüler. İkincisi, seküler, Batı yanlısı politikacılar, İslam’ın ılımlı olarak gördükleri kesimleriyle iş birliği yaparak radikal unsurları tecrit etmeyi, gelişmelerini durdurmayı amaçladılar. Ancak bu uzlaşma, giderek İslami dünya görüşünün devlette yerleşmesine, toplumda meşruiyetinin güçlenmesine, sonunda Şeriat yasalarının kabul edilmeye başlanmasına kadar vardı. Ziya ül Hak döneminde orduyu da etkisi altına aldı. Üçüncü boyut da soğuk savaş iklimiyle ilgili. ABD Afganistan’da SSCB işgaline karşi radikal İslam’ı güçlendiri ve Taliiban’ın oluşmasına yardım ederken, Pakistan’ın sınır eylatelerini üs olarak kullandı, bu günkü medrese sisyemi ve radikal İslam’in alt yapısı o zaman oluştu. Bu politika Pakistan seçkinlerinin Afganistan’da bir “stratejik derinlik” oluşturma amacına da uygundu. Gerçekten de Benazir’in hükümeti döneminde (1993-1996) iç işleri bakanı Nasirulah babar’ın politikalatrından, Taliban büyük ölçüde yararlanarak güçlendi.

Wednesday, January 02, 2008

'Türkiye Makas mı Değiştirdi?'

(Cumhuriyet 31.12.2007)

Siyasette, ısrarla konuyu saptırma, tartışmaları çıkmaza sürükleme taktikleri için Lenin “escamotage” sözcüğünü kullanırdı (Meraklısına: Bütün Eserler Cilt 6, sf 273). AKP döneminde, toplumun ve devletin dokusunda yaşanan dönüşümlere ilişkin tartışmalarda sistemli bir ‘escamotage’ gözleniyor. Prof Şerif Mardin ve Prof Kemal Karpat’ın bu alandaki katkılarına değinmiştim. Bu katkılara, şimdi de Radikal’den Haluk Şahin’in gündeme getirdiği “I. Cumhuriyet Bitti mi?”. “Türkiye makas mı değiştirdi?” soruları etrafında yaşanan tartışma eklendi.

İki escamotage

Bu tartışmayı, TV programında yüksek kalibreli bir katılımcı grubuyla mercek altına alan, Can Dündar, durumu Milliyet’teki köşesinde şöyle özetliyordu: Tartışmada “değişimin herkes farkındaydı, ama ‘1. Cumhuriyet bitti’ demeye kimsenin dili varmıyordu.”… “Prof. Dr. İlber Ortaylı 2007'nin bir ‘kırılma yılı" olduğuna hatta kırılmanın şartlarının oluştuğuna da’ inanmıyor. "Abartılı bir kadrolaşma olduğunu söylemekle birlikte… Bugün yeşermiş gibi görünen taassubun asırlardır bu coğrafyanın temel karakteristiği olduğu inancında... tarihi açıdan bir 'kırılma’dan çok ‘devamlılık’tan söz ediyor. ‘Hiçbir şekilde’ İran'a benzetilemeyeceğimizi söylerken, ‘Türkiye kendine has mekanizmaları olan bir toplum... Totaliter eğilim olursa, onlar faaliyete geçer ve engeller’ diyor.”.. “panik havası yaymak yerine, farklı görüşten sivil toplum kuruluşlarının soğukkanlılıkla projeler geliştirmesi gerektiğine inanıyor”. “Nuray Mert… Şahin'le ‘aynı ruh hali içinde’... Cumhuriyetin eski rayında gitmediğini, yıllarca sistemin, gündelik hayatın dışında tutulmuş kesimlerin şimdi sistemi zorladığını söylüyor, ‘AKP bunun siyasal ifadesi oldu’ diyor” … “Oral Çalışlar'a göre de 2007'de yaşanan, tarihsel bir ray değişikliği değil. ‘1950'den beri farklı siyasi aktörlerce defalarca yaşadık bunu’ diyor”. … "Türkiye'nin İran'dan en önemli farkı, ciddi bir parlamenter geleneğinin olması" diyor.”

“Kürşat Bumin, ‘1. Cumhuriyet bitti’ tespitine katılmakla birlikte bunu olumlu buluyor. ’Hasta bir cumhuriyet bizimki’ diyor”… “Ahmet İnsel'e göre, sorun biraz da trende... Cumhuriyetin ‘tek kimlikli, homojen ulus devlet’ projesinin, hedefe ulaşamadığını, çatladığını söylüyor. ‘AKP, onun yerine toplumu dini kimlikle yapıştırmaya çalışıyor. Oysa tren, ancak farklılıkları bir arada yaşatabilecek bir demokrasiyle yola devam edebilir’ diyor.

Bu saptamalarda iki “escamotage” Türkiye’de siyasal İslam tartışmalarını gelişmeleri gözlerden gizleyecek biçimde “saptırıyor”. Birincisi, tartışmayı “makas değiştirme”, “kırılma”, sorununa kilitleyerek, ikincisi de İran örneğine odaklayarak gerçekleştiriliyor. Böylece, “siyasal İslam’ın” yükselme sürecinin toplumda yarattığı korkuları, örneğin, İlber Ortaylı’nın açıklamasındaki tezlere sığınarak yatıştırmak kolaylaşıyor. İlber Ortaylı hem süreci Osmanlı’ya kadar uzatarak, iki farklı dönemi, aradaki Cumhuriyet “olayını” (kırılmasını), üretim tarzı, devlet biçimi değişikliğini, soğuk savaş sonrasında oluşan bölge jeopolitiğini görmezden geliyor; böylece hem, siyasal İslam’ın 1980’den sonraki “hikayesinin” tartışılması için gerekli “zamanlama” çabasını içinden çıkılmaz bir yere sürüklüyor; hem de süreci, Türkiye halkının tarihine bağlayarak “sıradanlaştırıyor”. Diğer taraftan, AKP’nin ikinci dönemini birincisiyle karşılaştırdığımızda, kolaylıkla sürekliliğe vurgu yapabilir, kırılma tezini kolaylıkla ret edebiliriz. İran’la, Türkiye arasındaki, artık herkesin malumu, sıradanlaşmış, farklara göndermeyle, “Türkiye İran olmaz" tezini savunmak da çok kolay.

Halbuki Türkiye’de, siyasal İslam’ın toplum dokusunda gerçekleştirdiği dönüşümler, bir kopuşa yol açmadan, hatta bir kopuşu gerektirmeden, öncelikle, bizzat İlber Ortaylı’nın umut bağladığı, sivil toplumda (aile ile devlet arasındaki bölgede) yaşanıyor. Ama bunları tartışabilmek hatta görebilmek için bir yanılgıdan kurtularak, “model” değiştirmek, İran yerine Mısır’a ve Müslüman Kardeşler örgütünün 1970’lerden bu yana, Mısır toplumunu dönüştürme sürecine bakmak gerekiyor. Bu sürece, daha önce de değindiğim gibi, Gramsci’nin “pasif devrim”, “moleküler dönüşüm” tezlerinden de yararlanarak baktığımızda, Türkiye’de yaşanmakta olan dönüşümlere ilişkin bambaşka sonuçlara ulaşmak olanaklı. Gördüklerimize, Ortaylı’nın “abartılı kadrolaşma” dediği olguyu da eklediğimizde karşımıza gerçekten de mutlaka direnilmesi gereken, “bütünsel” bir toplum projesine sahip, totaliter bir siyasi hareket çıkıyor. “Escamotage” işte bu direnci yumuşatmaya yönelik.

Teorik tuhaflıklar

Bu tartışmada “Hasta Cumhuriyet” tezi gibi ilginç teorik tuhaflıklara da rastlıyoruz. Gerçekten de Cumhuriyet hasta, hem de uzun bir süredir. Ve bu hastalığın en önemli iki semptomu da AKP hükümetinde su yüzüne çıkan siyasal İslam tehlikesi ve Ahmet İnsel’in dile getirdiği “kimlik siyaseti”. Bu nedenle, Cumhuriyetin, ne AKP’nin temsil ettiği politikalarla, ne de çok-kültürlülük projesiyle iyileşmesi olanaklı.

İki semptomu yaratan hastalığın gelişme sürecine bakarsak, önce ülkenin bağımsızlığını kaybederek, “soğuk savaşta” taraf olmasından, bu bağlamda, 1960’larda ortaya çıkmaya başlayan demokratik refleksleri, örneğin sol hareketi, derneklerini, siyasi partilerini şiddetle bastırmaya kalkmasına kadar bir seri gelişmeyi, demokratik mücadele yolunun kapalı olduğu sonucuna varanların adeta bir öz-savunma refleksiyle silaha sarılması, devletin tüm sol hareketi ezerken faşist dinci örgütleri kullandığını görürüz. Bu süreç, 12 Eylül sonrasında zirveye ulaşarak siyasal İslam’ın önünü açmadı mı? Aynı dönemde, neo-liberal politikalar, verili bölüşüm ilişkilerini, bunlar üzerinde oluşan toplumsal/sınıfsal uzlaşmaları yıkarak, kamu alanını, dolayısıyla vatandaşlık kurumunun zeminini ortadan kaldırarak, Cumhuriyet’e ikinci büyük darbeyi vuruyordu. Hem siyasal İslam’ın ve Kürt sorununda ayrılıkçı refleksin kitleselleşmelerinin dinamikleri, hem de sınıf, sömürü merkezli siyaset anlayışının yerini kimlik merkezli siyaset anlayışının alma süreci işte bu iki başlık altında, Cumhuriyetin hastalığının birer semptomu olarak, çözümlenebilir.

Bu hastalık-semptom ilişkisini kavramadan yapılan siyasi öneriler havanda su dövmekten, daha da vahimi, çok-kültürlü demokrasi projesinde olduğu gibi, aslında bir iç savaş önermekten başka bir anlama gelmiyor. Farklı kültürlerin (kimliklerin) bir arada yaşayabilmesi, iradi değil, toplumsal yapıya ilişkin bir sorundur. Bu yapısal sorun aşılamadığı taktirde, 1930’larda Almanya’da, son 20 yıldır Avrupa’da görüldüğü gibi, bu soruna ait ekonomik siyasi çelişkiler keskinleştikçe, egemen olan ve egemen olmayan kültürlerin kamplaşması, giderek içine kapanması, nihayet “çare olarak” etnik homojenlik fikrinin güçlenmesi kaçınılmazlaşmaktadır. Diyalektik işte…

Bu yapısal sorunun aşılmasıysa, bu çok kültürlü “çokluğu”, bir “toplum olarak” bir arada tutabilecek evrenselliğin oluşmasıyla ilgilidir. “İşe”, önce bu, kültürel kimlikleri aşan evrenselliği tanımlayarak, onu kuracak ve koruyacak siyasal güçleri, ekonomik yapılanmayı tasarlayarak başlamak gerekir. AKP’nin siyasal İslam'ı “evrensel olanı” tanımlamaya aday göstermesi tutarlı bir çözümdür. İslami bir rejim altında yaşamak istemiyorsanız, demokrasi hamasetini bırakıp gerçek güçlerden, ekonomik modellerden konuşmaya başlamanız gerekir. Yoksa Cumhuriyetin hastalığının derinleşmesinde, hatta ölümünde sizin de payınız olacaktır. Tabii bu arada çekilecek acılarda da…