Monday, January 07, 2008

Karşıtların Buluştuğu Yerdeki '[Ö]teki'

Bu eski yazımı bloga “çok kültürlülük/kimlik siyaseti” konusuna yeniden dönmeyi amaçladığım için, hazırlık olması amacıyla koyuyorum. (Cumhuriyet 31.01.2007

Bir taraftan Türkiye’nin önde gelen “kamusal aydınlarından” birinin faşist bir suikastla öldürülmesini anlamlandırmaya çalışıyoruz; diğer taraftan, bankaların satılması, petrol yasası derken ülkenin sömürgeleştirilmekte olup olmadığını… Daha da kötü günlerin gelmesini bekleyerek…

Bu “durum” içinde, birbirine “karşıt” iki eğilim var. Birincisi, “bağımsız”, kendi kaderini kendi ellerine almış bir Türkiye isteyenler. Bunlar etnik ayrılıkçılıktan, yabancı sermayenin artan etkinliğinden yakınıyor, ülkenin sömürgeleştiriliyor olmasından, bölünmesinden korkuyor. İkincisi, daha fazla demokratikleşme istiyor. Etnik farklılıklardan, cinsel tercihlere, dini yaşam tarzlarına kadar “bireysel özgürlüklerin” bastırıldığından yakınıyor. Biricisi ikincisini suçluyor, ikincisi de birincisini. Ama her ikisi de, amaçlarına ekonomik ilişkilerin rolünü sorgulamadan ulaşmaya çalıştıklarından, “amaçladıkları şey” bir “imkansızlık” olmaktan öte, verili durumu destekleyen bir “fanteziye” dönüşüyor.

“Şey” ve “ilişki”
Bağımsız, kendi kaderini eline almış bir Türkiye isteyenlerin göz ardı ettikleri gerçek şu: Bağımsızlığın ortadan kalkmasına neden olan ekonomik, toplumsal “reformlar” ülkeye yalnızca dışarıdan dayatılmadı. Bunlar bizzat ülkedeki kapitalizmin, “egemen kesiminin” talepleri olarak da gündeme geldi. Bu “sömürgeleştirici” reçeteler, ülke içinde yönetici sınıf tarafından kabul edildi, savunuldu, hatta uygulanması için 12 Eylül Rejimi gerekti.

Dahası, “bağımsızlığı” yok edecek olan uygulamalar ülkede “egemen kapitalizmin”, korunması için adeta olmazsa olmaz koşullar haline geldiği için benimsendi; hala bu nedenlere korunuyor ve geliştiriliyorlar. Ama ironi şurada ki, bu uygulamalar, “ulusal mekanda ötekinin”, ekonomik, kültürel hatta siyasi iradesini de beraberlerinde getirdiklerinden, yaşamak için, bu uygulamalara sarılanların varlığını da tehdit etmeye başladı. Çünkü, sermaye para ve mal gibi bir “şey” değil, aynı zaman da kültürel, siyasi bir ilişkidir. “Yabancı” sermaye gelirken “yabancı” kültür ve iktidar da geliyor…

Esas [Ö]teki
Demokratikleşmenin, kendimizi “ötekinin” yerine koyarak, onu “anlayarak” gerçekleştirilebileceğini düşünlerin ise, “öteki” kavramını, yeterince düşünmediklerinden, en az üç hataya düştükleri söylenebilir. Birincisi, bu gün bu “ötekini” betimleyen etnik, cinsel, ırk ayrımcılıkları sorunları, başlangıçta “solun” söylemine, işçi sınıfı/proletarya şekillenmesini, karşıt hegemonya dinamiklerini güçlendirmek amacıyla sokuldu. Zamanla, işçi sınıfı/proletarya kavramları “düştü”, hatta bastırılarak siyasi söylemin dışına itildi. Böylece sermayenin, karşısındaki “öteki”, siyasi söylemden dışlanmış, “toplumsal gerçeklik”, yalnızca sermaye ilişkisi içinde işleyebilecek “itirazların” varlığına izin verecek biçimde kapatılmış (sutured) oluyordu. İkincisi, bu “öteki”, aslında kendinin tümüyle farkında, eksiksiz, otonom bir “birey” değildir, Freud’un, “bilinç dışı”, Heiddegar’ın “toplum içine atılmışlık”, Lacan’ın “simgeselin/göstergelerin düzeni”, Zizek’in “öznenin gerçeği, onun dışındadır” katkılarını göz önüne aldığımızda, karşımızdaki “ötekinin” toplumsal olarak (egemen simgeler sistemi tarafından) yapılandırılmış bir “öteki” olduğunu, bu yapılandırma işlemine de anlamını verenin, büyük Ötekinin, aslında “sermaye ilişkisi”, olduğunu görürüz. Üstelik, kendimizi “ötekinin” yerine koymak, onu “anlamak” iddiasının, onun ne olduğunu “bildiğimizi” varsaymak (bilmek belirlemektir) ve sorumluluğunu almak, onun adına konuşmak gibi bastırıcı bir ilişkiye açılması da söz konusudur.

Üçüncüsü tarihsel: Sermayenin “yaşamı”, geniş mekanlarda serbestçe dolaşabilmek, değerlenebilmek ve korunabilmek için önce, tüm, dini, etnik, cinsel (en son cinsel) ayrımcılıkları, kimi zaman şiddet yoluyla aşan, homojenleştirici bir vatandaşlık kurumunu gerekli kıldı. Ama bu süreç tüm “ötekileri” aşarken, sermayeyi çok daha büyük, kapsayıcı bir “ötekiyle”, işçi sınıfıyla, daha doğrusu, egemenliği altına almaya çalıştığı herkesi kapsayan, proletarya “kitlesi” ile karşı karşıya bıraktı. Bu noktadan sonra sermayenin varlığı, bölünmüşlükleri aşmayı değil, bu “kapsayıcı ötekinin”, yeniden uluslara, ırklara bölünüp parçalanarak kapsayıcılığını kaybetmesini gerektiriyordu, öyle de oldu… Hatta öyle ki, egemen sermayenin emperyal özellikler kazanmaya başlamasıyla, emperyal devletin karşısındaki tüm ulus devletlerin zayıflatılması, etnik olarak homojen parçalara bölünmesi projesi açıkça gündeme geldi… Böylece, “küreselleşme” ve imparatorluk eğilimiyle birlikte, hem “ötekini”, “ötekilere” bölmek, hem de “ötekiler” arasındaki çelişkileri çeşitlendirmek, yeniden üretmek sermayenin, kültürel ve siyasi düzlemde varlık “durumu” (simgeselin yeni düzeni) haline geldi.

Şimdi, ulusal, etnik, dini, cinsel “ötekilerin”, sürekli birbirlerini yedikleri bir dünya var karşımızda. Bundan kurtulmak için, büyük Ötekiyi, sermaye ilişkisini sorgulamanın yolunu yeniden bulmak gerekiyor. Aksi taktirde ne demokratikleşmenin ilerlemesi ne de bağımsızlığın gerçekleşmesi olanaklı…