Wednesday, January 31, 2007

“Crónica de una muerte anunciada”

Dün “Hepimiz Yahudi’yiz” sloganı çok sorunlu bir slogandı, bu gün de “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı...

Bu “hepimiz” sloganları, bir dayanışma amaçlarken aynı anda bizimle “Olay”ın kurbanları arasında bir paralellik, hatta özdeşlik kurulabileceğini var saymıyor mu? Amaç bir “empatiyi” ifade etmek. Ama “bizimle” kurbanlar arasında bir paralellik, özdeşlik kurmak olanaklı mı? “Olay” onları vurdu, “bizi” değil. Acıları onlar çekti “biz” değil. Olsa olsa bizim tarafta “utanç” söz konusu olabilir. Ama “bizim taraf” diye bir şey var mı?

Öyle ya, Yahudiler trenlere doldurulup, gaz odalarında öldürülüp fırınlarda yakılırken, Müttefik kuvvetler bunu bilmiyor muydu? Neden özel timlerini iğnenin deliğinde geçirmeyi becerenlerin aklına Auschwitz’e bir operasyon düzenlemek gelmedi? Geldiyse neden düzenlemediler? Vatikan’ın tutumu da malum. Dolayısıyla hepimiz Yahudi’yiz diyebilmek için aynı “Olayda” onların yanında yer almış, en azından engellemeye çalışmış olmak gerekirdi.

En azından, çünkü, “Hepimiz Yahudi’yiz” diyenler, “sizinle dayanışmak için, biz de bu acıları yaşamış gibi yapmak istiyoruz” deme hakkını kimden alıyorlardı acaba? Hele bu “biz” diye ortaya çıkanların ülkelerinde egemen sınıflar Nazi partisinin çeşitli görevlilerini yeni emperyal-militarist projelerde istihdam emek için birbirleriyle yarışırken? Bu hakkı alabilmek için izin istenecek “birisi” var mıydı? Kamplarda ölenler adına kim konuşabilirdi. Konuşulabilir, bu “Olay” semboliğin içine alınabilir, olağanlaştırılabilir miydi?

“Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını da aynı paradigma içinde görmemiz gerekir. Buradaki samimiyetsizlik de az değil. Hrant ölünce mi “hepimiz” Ermeni olduğumuzu anımsadık. Bu çoktandır gelmekte olan bir ölüm, değil miydi. Onun katilleri de Santiago Nasar’ı öldürmeye niyetlenen ikizler gibi bıçaklarını herkese göstermiyorlar mıydı? Hrant öldükten sonra “en yakın dostluklarını” anlata anlata bitiremeyenler, bu gelmekte olanı engellemek için ne yapmışlardı?

Dahası, insana sormazlar mı “sen şimdi nereden çıktın?”; “ ‘kurbanın’ yanına gelip, ‘hepimiz’ diye konuşma hakkını nereden buluyorsun?” Bunun için “Ermenilerden izin aldın mı?” İzin alacak bir merci var mı?” Sana yalnızca yas tutmak, öldüreni protesto etmek düşer, eğer ölümü engellemeye, ölüme yol açan ‘makineyi’ kırmaya gücün yetmiyorsa. “Öldüren makineyi gerçekten tanıyor musun?”

Dahası, “hepimizin” suçun sorumluluğunu, kolektif bir biçimde üstlenmemizi isteyerek aslında sen kimi ve neyi gizlemiş oluyorsun? “Olay”’dan biz neden sorumlu olalım? Bir imparatorluğun zulmünden uyrukları ve o uyruklar halk haline geldikten sonra, gelecek kuşaklardaki çocukları neden sorumlu olsun? Sorumlu olanlar o imparatorluğun, özelde yönetici seçkinleri, genelde egemen sınıfı değil mi? Dahası, imparatorluğun bu refleksini harekete geçirdikten sonra seyreden emperyalist ülkelerin seçkinleri; “Olayı” seyreden Avrupalı, tetikleyen Rusya devleti, daha kim bilir kimler… Dahası, dün, Osmanlı imparatorluğunu bölüp parçalayan, paylaşan emperyalist devletler, bu süreçte etnik ayrılıkçılığı, ulusalcı hareketleri körükleyen, halkları birbirine düşüren süreç, küreselleşme değil miydi? Bu gün de, yine onun yarattığı yıkım değil mi? Böylece kendi yaşamını uzatmaya çalışan o değil mi?

Dahası, imparatorluğun yerine kurulan Cumhuriyette bu “olayı” anlamlandırmaktan kaçan, anlamlandırmaya çalışanları bastıran, zaman değişip artık bastıramaz hale gelince de ne yapacağını şaşıran seçkinlerin, onları yönetimde tutan egemen sınıfların sorumluluğunu halk neden üstlensin? Bu gün “Olayı” yasama organlarında gündeme getiren “Batı” devletleri dün, bu seçkinleri soğuk savaş bahanesiyle destekleyen, ayakta tutan, askeri darbelerle halklarının başın musallat eden emperyalist güçler değil mi?

“Hepimiz” diye ortaya atılmak tüm bu sorumlukları gizlemekten başka bir işe yarar mı? Bu tutum, Ermenilere, dönük olarak bir yukarıdan bakmayı, onların yerine konuşmaya kalkmayı da beraberinde getirmez mi?

Hesap sorulacak birileri var, sorumlu suçlu birileri var ve bunlar, yüzyıllardır “biz”leri ezen sömürenler. Bizim bu olay karşısında hiç mi sorumluluğumuz yok? Tabii ki var, ama onun sloganı “Hepimiz Ermeni'yiz” değil, bizim durumumuz daha çok, Marquez’in hikayesindeki Sucre kasabasının sakinlerininkine benziyor. Hrant’ın ölümün engeleyememekle ilgili bir sorumluluk bu? “Olayla” ilgili bir sorumluluk değil!

Friday, January 19, 2007

NEDEN?



Ruh halimin güvercin tedirginliği’

Hrant Dink, Agos gazetesinde 10 Ocak’ta yayınlanan “Ruh halimin güvercin tedirginliği” başlıklı yazısında şunları söylemiş:

İSTANBUL - Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.Kendimden emindimAma hayret işte! Dava açılmıştı.Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.“Ya sabır” çeke çeke...Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı. Tek silahım samimiyetimAma işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.Kara mizahAma gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.“Türk Devleti adına”İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?Başsavcının çabasına rağmenNitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.Güvercin gibiŞu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim...Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.İşte size bedelNe diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...İşte size bedel... İşte size bedel...İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?“Ölüm-Kalım” dedikleriKolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...O noktada hep çaresiz kaldım.“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.Kalmak ve direnmekİyi de, gidersek nereye gidecektik?Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?Rahat bana batardı!“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.Kalacaktık ve direnecektik.Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.Ürkek ve özgürDilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Thursday, January 18, 2007

Şiirleri serbest bırakın!

"YAPI Kredi Yayınları, yayın hakları kendinde olan şairlerin eserlerinin İnternet’te yayınlanmasına izin vermeyeceğini açıkladı."

Böylece Şiirin, bir sanat ürünün sıradan bir meta olarak kabul edildiği bir kez daha vurgulanmış oldu.

İnternet’te dolaşmaya başlayın göreceksiniz, Avrupa’da ve Amerika’da meta olarak kabul edilen tek tek şiirler değil, bu şiirleri içeren yayımlanmış kitaplar. Onayladığımdan değil, ama anlaşılabilir bir durum. Çünkü kitap ticari bir etkinliğin sonucu. Arkasında sermaye, ticari işletme var. Şiir ise bir sanat yapıtı. Eğer Yapı Kredi Yayınlarının mantığını benimseyecek olsam bir okul müsameresinde bile şiir okuyamam, yazmakta olduğum bir denemede bir yazarın Şiirini kullanamam.

Ancak, bir Şair, yapıtını meta olarak ilan eder, telif hakkını, belki patentini de alır ve “bunu kimse benim iznim olmadan yayımlayamaz, hatta kullanamaz” derse o zaman tabii söyleyecek bir şey kalmaz. Ben bir şairin bu açıklamayı yapmak, şiirlerinin birer meta parçası olarak görülmesini istemez sanırım.

“Şairlerin emekleri sömürülüyor, onların telif hakları, gelirleri yok ediliyor, şiirler yanlış, eksik yayınlanıyor” saptamasıyla YKY savunmaya gelince, bunun aceleyle ileri sürülmüş bir sav olduğunu düşünüyorum.

Şair emekçi değil, bu açıdan şiirinin bir yerde kullanılması, onun emeğinin sömürülmesi anlamına gelmez. Eğer bir “sömürüden” söz edeceksek (ekonomik anlamda tabii, üzerinden fazladan para kazanmak gibi- yoksa ahlaki bir kategori olarak değil) doğrudan yayıncılık etkinliğini mercek altına almamız gerekir ki bu da kapitalist bir toplumda tam anlamıyla bir saçmalık olur. Bu yüzden Şairden izin alarak, yayımlanan şiir kitapları için telif hakkı ve kitabı korumak anlaşılabilir bir şey, eğer yayıncılık sektörünün var olmaya devam etmesini istiyorsak.

Bir şairini şiirini alarak İnternet’e koymanın, bozulma, tahrifat vb gibi sakıncaları tabii ki var. Ama, bence bunları, özgürlükleri sınırlamadan, yasaklama yoluyla, engellemek olanaksız; bunlar kültürel sorunlar. Engellemek isteniyorsa, şairin yapıtı üzerindeki haklarını arttıran ve bir tahrifata karşı, yada istemediği bir siteden çekme hakkına ilişkin yasalar geçirmekle işe başlanabilir. Bir şairin esas amacı şiirinin yayılması, tekrar tekrar okunması, çoğaltılması değil mi? Yanlış mı düşünüyorum, yoksa şairlik para kazanmaya yönelik bir meslek mi?

Monday, January 15, 2007

Sebze gibi hayvan - Sebze gibi insan

İngiltere’de yayımlanan Daily Mail gazetesinin aktardığına göre, bilim adamları, genetik mühendislik yoluyla, kapalı tutuldukları yerin koşullarından huzursuz olmayacak besi hayvanları yaratmaya çalışıyorlarmış. Bu tutululuk koşulları özellikle domuz gibi zeki hayvanlarda, kasapların işini zorlaştıracak (ek maliyet yaratarak, kar oranlarını düşürebilecek) yoğunlukta gerginlik ve panik yaratabiliyormuş. Bilim adamları genetik müdahale yoluyla, etrafına aldırmayan, başına gelenlere takmayan, kaderini olduğu gibi kabul eden, bir anlamda “sebze” gibi hayvanlar üretilebileceğine inanıyorlar.

Benzer sonuçlar, insanlarda, hem de genetik müdahaleye hiç gerek kalmadan (yoksa çoktan yapıldı da biz mi bilmiyoruz), kültür endüstrisi sayesinde, çoktan gerçekleştirildi. İnsanların çok büyük bir kesimi, içine kapatıldığı, baskıcı sömürücü, onur kırıcı koşullara, aldırmadan, hiç bir tepki göstermeden, önlerine konanlarla yetinerek ve sakin bir biçimde sonlarını bekleyerek yaşamaya devam ediyorlar.

ABD Şiileri Kürtlere kırdırmaya hazırlanıyor

Tüm çabalara rağmen, bu güne kadar, Irak’ta, “düzenli” bir iç savaş çıkmadı. Bush’un yeni Irak programı bu “sorunu” çözmeye kararlı görünüyor. Bağdat’ta Sadr milislerine (Şiilere) karşı savaşmak için Kürt bölgelerinden iki peşmerge alayı, toplam 3000, kişilik bir birlik getiriliyormuş.

Associated Press’in aktardığına göre, Irak Kürt bölgesinin kuzeyinde bir Kürt alayı, bir süredir, kent savaşına ve bir ordunun kent içinde davranış kurallarının öğretilmesine yönelik bir eğitimden geçiyormuş. Associated Press ikinci alayın da Süleymaniye’den getirileceğini bildiriyor. Bu birliklerin komutanı General Nazir Assem Koran, teröristlerle ve milislerle savaşacaklarını söylüyor.

Diğer bir değişle, ABD Şiileri, Kürtlere kırdırmaya kararlı. Ne kadar kent içi davranış kuralı öğrenirlerse öğrensinler, gelen Kürt birlikleri çok sayıda Şii, büyük olasılıkla, sivil, kadın ve çocuk ölümüne neden olacaklar ve sorumlu tutulacaklar.

Kürtlerle, Sünni Araplarla arasında kan vardı; şimdi, Şiilerle de aralarına kan girmek üzere. Bir başka açından bakınca, böylece ABD’nin nihayet Irak’ta düzenli bir iç savaş çıkartmayı başarmış olacağı söylenebilir.

Kürtlere gelince, böylece tüm gelecekleri ABD’nin Irak’taki varlığının sürmesine biraz daha bağımlı hale gelmiş oluyor… ABD çekip giderse, dört yanları düşmanlarla çevrili bu coğrafyada, o zaman onları kim koruyacak?

Friday, January 12, 2007

"Duck soup"

Brzezinski, Başkan Bush’un yeni Irak stratejisini açıkladığı konuşmasını değerlendirirken, “ABD Irak’ta bir sömürgeciymiş gibi davranıyor” demiş. ( “Five Flaws in the President's Plan”, Washington Post, 12/01/07

Hemen aklıma, Marx’ın, (Groucho Marx’ın) Duck Soup filmindeki sözleri geldi. “Hakim bey müvekkilim bir salak gibi davranıyor ve salak gibi konuşuyor. Ama sakın bu sizi yanıltmasın o hakikaten bir salaktır”.

Başkan Bush’un konuşmasını izlerken, yüz ifadesine dikkat etiniz mi? Ya da Irak’la ilgili olarak “Yeşermekte olan bir demokrasi” tanımlamasını kullanmasına.

Aman sakın bunlar bizi yanıltmasın, Amerika hakikaten bir sömürgeci güç ve Başkan ise galiba tam bir …

Thursday, January 11, 2007

Dünyanın merkezindeki “ben”

Bir gün, birileri size, al bu gazeteyi, bir gün de sen çıkart diyorlar. Siz de, o gün dünyayı nasıl gördüğünüzü, okuyucularınıza, neye ne kadar öncelik verdiğinizi, gösterme fırsatını (ve ayrıcalığınızı) kullanıyorsunuz. Üstelik ünlü biri olarak gazeteye de bayağı iyi bir satış getiriyorsunuz.

Ortaya çıkan gazeteye bakınca da, bize “haklısınız, sizin de bu vesileyle bir kez daha vurgulama şansı bulduğunuz gibi, dünyada en önemli ‘şey’ sizsiniz” demekten başka bir şey kalmıyor.

Aslında, bir Anglo-saxon değimini kullanarak “Grow up, get a life!” demekle de yetinebilirdik … Gazetemizin bir sayfasını siz ayırana kadar…

Wednesday, January 10, 2007

MİT 80. yılı açıklamasının metnini değerlendirmeye devam ediyorum.

Üçüncü aşama:
Şimdi metni bağlamına oturtmaya (“text and its context”) çalışacağım.
Birbirini kesen üç bağlam söz konusu: Birincisi mekansal/coğrafi bağlam. İkincisi, zamana ilişkin, tarihsel bağlam. Üçüncüsü de kavramsal/söylemsel (conceptual/discursive) bağlam.

Mekansal Bağlam: Metin üç mekansal bağlama gönderme yapıyor: Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu. Sonra iki saptama daha yaparak bu göndermeyi daha da belirginleştiriyor. Birincisi: “Kademi olarak Orta Asya’ya açılan bir coğrafya”; İkincisi: “Doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan”. Balkanların artık Avrupa Birliği alanına girdiğini de düşünerek metnin aslında Kafkaslardan, Basra Körfezine kadar uzanan bölgeyi mekansal bağlamı olarak kabul ettiği, daha doğrusu, metni bu mekana oturtmak gerektiği söylenebilir.

Bu mekanın, ilk elde, bütünsel olarak üç özelliği olduğunu görebiliriz: (1) Enerji kaynakları, (2) İsrail’in güvenlik bölgesi; (3) ABD’nin tek kutuplu dünya projesi /imparatorluk refleksinin kendine başlangıç noktası olarak seçtiği coğrafya. Bu mekanı biraz daha daraltırsak, TC’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden etnik sorunun hinterlandı, Irak savaşından sonra, yeni bir savaş olasılığın (İran’la) güçlenmekte olduğu bir alan olduğunu da görebiliriz.

Bu saptamaların ışığında, metnin, Türkiye’ye (geçmiş 600 yıllık dinamiğinin aksine) doğuya doğru açılan bir pro-aktif dış politika etkinliği, hatta genişlemeci bir savunma stratejisi önerdiği söylenebilir. Burada karşımızda dört soru var: Birincisi Türkiye Cumhuriyeti devleti bu dış politikayı taşıyacak kültürel-ideolojik iklime ve ekonomik/teknolojik kapasitelere sahip mi? İkincisi, bu bölge aynı zamanda ABD’nin “tek kutuplu dünya” projesi bağlamında en önemi etkinlik alanı olduğuna göre, onun iradesiyle TC’nin iradesi arasında nasıl bir “modus operandi” kurulabilir? Çatışma söz konusu olabilir mi? Olamazsa, ve bunu taraflar ta baştan biliyorsa, burada bir tabiiyet ilişkisi doğmayacak mı?

Zamansal Bağlam: Burada göz önüne almamız gereken dört boyut var sanırım: Küreselleşme süreci olarak bilinen küresel serbest piyasa oluşturma girişiminin iç çelişkilerinin yükü altında giderek çatırdamaya başlamış olması. İkincisi: Soğuk savaş sonrasında ABD’nin tek kutuplu dünya projesine karşı direniş ve yeni güçlerin yükselmeye başlaması. Üçüncü:
Bunun içinde, Büyük Ortadoğu Projesi. Dördüncü olarak, İsrail devleti üzerindeki bölgesel/güvenlik, teknolojik, ekonomik ve iç siyaset yüklerinin artıyor olması. Bu ülkede bir yönelim ve güvenlik politikası belirsizliği gelişiyor. Buna karşılık bölgede siyaset giderek dincileşiyor.

MİT’in metnini bu bağlama oturttuğumuzda, birbirini dışlayan iki saptama çıkıyor karşımıza: Değişken ve istikrarsız bir dünya var, yarın ne olacağını bilmek, buna göre p;an yapmak olanaklı değil. Buna karşılık küreselleşme süreci değişmez bir varsayım. Birinci saptama hem doğru hem yanlış. İlk bölümde değinmiştim. Ama önemli olan, hem bu saptamayı yapıp hem de küreselleşmeyi (tarihsel deneyleri, gittikçe yoğunlaşan kaygıları) görmezden gelerek kalıcı bir süreç olarak almak anlaşılabilir bir tutum değil; ya bu tutumu ideolojik/söylemsel alanın dışında anlayabilmek olanaklı değil.

Bu tarihsel bağlama oturttuğumuzda, metnin “rol savaşları” gibi kavramlarını da düşündüğümüzde, daha baştan egemen söylemin benimsendiği ve bunun içinde bir rol düşünüldüğü, olasılıkların sınırının buradan geçtiği görülüyor.

Kavramsal / söylemsel bağlam: Metnin bir çok başka metinle/söylemle diyalog içinde olduğu açık ama bence üç tanesine değinmekte özellikle yarar olabilir: Metin bunlardan ikisiyle doğrudan üçüncüsüyle de dolaylı, hatta üzeri örtülü olarak diyalog kuruyor.
Doğrudan ilişki kurulan söylemler, küreselleşmecilik ve “tek kutuplu dünya projesi”. Dolaylı olarak ilişki kurulan söylem ise bence “Yeni Osmanlılık” olarak tanımlayabileceğimiz, Türkiye’ye Doğuya doğru açılan bir bölgede, bölgesel hegemonyacı rolü biçen projeksiyon. Bunların ilk ikisi, ABD dış politikasının temel varsayımları ve MİT’in metninin bu varsayımları benimsediği söylenebilir. İkincisi, AKP ile yükselmeye başlayan sınıfsal hegemonya hareketinin söyleminin, dış politika ayağıyla ilgili. AKP ile yükselmeye başlayan hegemonya çabasının dış politika projesiyle, ABD’nin imparatorluk projesi ve küreselleşmeci söylemin, ulus devletlere ilişkin projeksiyonları alanında kesişiyorlar. Biri ulus devletlerin ümmetlere doğru evrimini düşlerken, diğeri sınırlarının anlamsızlaşarak sermayeye tümüyle açıldığı bir ütopyayı düşlüyor.

Metnin önerdiğini düşündüğüm pro-aktif, sınır ötesi açık gizli etkinliklere giderek daha çok yer verecek bir dış politika ve savunma politikasını bu mekansal tarihsel ve söylemsel bağlamlara oturtmaya başladığımızda da karşımıza düşündürücü, kaygılandırıcı bir görüntü çıkıyor.

Kaygı verisi bir nokta daha var: Bu metin çok özel, ABD ve İngiltere de, istihbarat kuruluşlarının propaganda bölümlerinin ve tabii medyanın halkı yeni bir savaşa hazırlamaya, kamu oyunu “yumuşatmaya” çalıştığı bir momentte yayımladı…

Tuesday, January 09, 2007

MİT 80. Yıl metni üzerine notlar

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kuruluşunun 80.yılı münasebetiyle sitesine koyduğu “durum değerlendirmesi” büyük tartışama yarattı. Dahası herkes metni kendi meşrebine göre yorumladı. Örneğin liberal, küreselleşmesi, sol liberal kesim, “bak ulus devlet ortadan kalkıyor, duruma uyum sağlamak gerekiyor” derken ulusalcı kesimler, “Bak ulus devlet tehlikede korumak gerekir diyor” yorumunu yaptılar. Birilerine göre hükümete yönelik eleştiriydi, bir başkalarına göre, hükümetin onayı ve arzusu doğrultusunda yayımlanmıştı.
Bunlar bir yana üç saptamayı ilginç buluyorum: a) Şimdi bu nereden çıktı? b) Açıklandığına göre bir anlamı olmalı, C) Yeni bir dil, yeni bir paradigma demek.
Ben üç aşamalı bir yol izleyeceğim. Birinci aşamada, metni, içindeki genel, herkesin kolaylıkla söyleyebileceği bölümleri (platitudes) çıkararak okuyacağım. İkinci aşamada, metne tartışmalarda yüklenen anlamlardan hareketle, bir meta-düzeye çıkarak anlam vermeye çalışacağım. Üçüncü aşamada, de bu metni bir bağlam içine oturtmaya çalışacağım (text and its context!)

Birinci aşama:

[1] “Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslar arası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.”

- Bu paragrafta dört sorun var:
1)Altını çizdiğim sözcükler derin anlamlara sahip olabilir, olmayabilir de. “İlişki”, “sistem” ve “düzen” birlikte kullanıldığına göre her biri farklı bir realiteyi temsil ediyor. Ama bunların ne olduğu belli değil. Dahası dizilişi, “set teorisi” içinde bakarsak, “sistemin”, “düzenin” alt seti, “ilişkinin” de “sistemin” alt seti olduğunu düşünebiliriz. Acaba üretim ilişkisi, üretim tarzı ve sosyal formasyon olarak okunabilir mi? Bir şey söylemek çok zor. Set değil farklı soyutlama düzeylerini de betimliyor olabilir bu kavramlar. Bu noktaları açıklığa kavuşturmadan ilerlemek aslında karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye benziyor: Bu noktada şu yargıda bulunuyorum. Ya bu dikkatsizce yazılmış bir metindir, ya da bu kavramların anlam kazandığı paradigma birilerinin malumudur… Eğer öyleyse, kamu oyu tartışıyorum sanırken esas tartışma başka bir alanda sürmektedir. Görünen tartışma esas tartışma değildir.
2)Birinci tümcedeki saptamalar doğru değil! Aslında Hegel’in “her şey aynı kalması için her şeyin değişmesi gerekir” dediği şey oluyor. Yoksa kapitalist değerler, devlet sistemleri, ahlaki ve dini prensiler 150 yıldır nasılsa aynen öyle duruyor - Ama “à la Hegel”, tümüyle farklı biçimlerde… Diğer bir değişle kapitalizmin ufkunu aşan, aşmayı öneren bir şey yok.
3)Bu biçimlere gelince: Parçası olduğumuz uluslararasi sistemin kuralları, baş oyuncuları ve figüranlarıyla birlikte mevcut olandan çok farklı boyutta yeniden belirlenen… ifadesi a) Hiyerarşik yapının aynı kalarak işleyiş biçiminin değiştiğine ilişkin bir inanca mı işaret ediyor: Hegemonyadan imparatorluğa? (b) Yoksa, Hiyerarşik yapının yeniden düzenlenmeye başladığına ilişkin bir inanca mı? Bu metinden belli olmuyor.
4)Tüm bunlar kendiliğinden oluyormuş gibi, anlatılıyor. Dolayısıyla sürecin öznesi yoksa, buna adaptasyon, adeta “doğal” (normatif olmayan-nötr) bir sürece adaptasyon gibi olur. Süreci kabul ederek, içinde işlemenin yolunu bulmak gibi... Yok eğer öznesi varsa o zaman bu öznenin niyeti ve çıkarıyla sizinkini karşılaştırmanız ve kendi karşıt konumunuzu, hareket alanınızın, olasılıklarınızın sınırlarını saptamanız gerekir. Bu metnin dili bu konuda aşağıda da göreceğimiz gibi, aslında işe yarar bir şey söylemiyor, ya da çok “karanlık” şeyler söylüyor!


[2] “Tarihi yakından incelediğimizde görüyoruz ki uluslararası sistemde istikrar hiçbir zaman uzun süre mevcudiyetini koruyamamıştır. Sistemin bir veya birden çok noktasında mutlaka bir değişim yaşanmıştır. Bunun etkileri geçmişte daha çok bölgesel nitelikte olsa da günümüz şartlarında, özellikle her alanda yaşanan küreselleşmenin sonucu olarak global düzeye taşınmıştır.”

-Bu “sistem” [1]’deki “sistem” mi. Öyleyse, düzen bunun neresine denk geliyor, üst seti mi alt seti mi? Farklı bir soyutlama düzeyi mi?
-Her alanda küreselleşme yine bizi önemli bir sorunla karşı karşıya bırakıyor: Bu sürecin öznesi var mı? Varsa, ne? Neden ABD Harp Akademilerindeki uzmanlar süreci kendi dış politikalarının ifadesi olarak görüyorlar. Gittikçe artan sayıda uzman ekonomist, tarihçi antropolog, küreselleşmenin sonuna gelindiğini vurguluyor. MIT yine bir öngörü eksikliği (soğuk savaş sonrasını göremedik diye yakınıyor ya) riskiyle karşı karşıya olmasın?

-Bu paragraf olsa olsa, hegemonyacının hegemonyasının zayıflamasıyla oluşan duruma gönderme yapıyor. Ancak sürecin öznesini saptamadığından, hegemonyacı kim, özellikleri ne neden artık istikrarı sağlayamıyor gibi sorular gündeme gelmiyor.

[3] “20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanılmıştır. Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı/kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur.”

-Burada bir sorun, bir de İroni var. Sorun: “Olay” (event) hep hazırlıksız yakalar, doğası gereği. Yoksa “olay” olmazdı. İki blok dönemin sonrasında olacakları bilmek, Soğuk savaş paradigmasını kabul edenler açısından olanaklı değildi. İki blok var olduğu sürece bu iki bloğun paradigması hakim olacaktı. Merak edenler, Badiou’nun “event”, Kuhn’un paradigmaların değişmesiyle ilgili çalışmalarına bakabilirler. Öyleyse aslında MIT’in metni,“hazırlıksız yakalandık” değil, “o günden bu yana izlediğimiz siyasi yaklaşım yanlıştı değiştirelim” diyor. Şimdi bu değişimin (yeni paradigmanın) oluşması için “gerekli sorular ve olası cevaplar neler?” diye sormak gerekiyor. Sürecin öznesi tanımlanmıyor ama, ama eğer öznenin var olduğunu varsayarsak, buradan ben, metnin, “öznenin yaşadığı ve çevresine dayattığı değişikliği esas almak gerekir” demek istediği sonucunu çıkarıyorum.

-İroni: Dün, “soğuk savaş” paradigmasını sorgulamadan kabul ettikleri için öngörü yeteneğini kaybedenler, şimdi “küreselleşmeci” paradigmayı aynı biçimde sorgulamadan kabul ettikleri için öngörü yeteneklerini yitirme riskiyle karşı karşıyalar.
( … )

[4] “İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.”

-Burada metnin söylediğini şöyle tercüme edebiliriz sanırım: Ya İmparatorluk süreci başladı ya da büyük güçlerin paylaşım süreci başladı. Bu süreçte birileri sömürgeleştirilecekler.

-Teknolojik devrim ve küresel rekabetin… sözleri aslında ABD kaynaklı mali sermayenin hareketinden başka bir anlama gelmiyor. Ama özne saptanmadığı için de, bu konunun konuşulmasını olanaksız kılan bir “foreclosure” söz konusu. Bu “foreclosure” de ABD dış politikasının Türkiye Ulus devletinin varlığını sürdürme amacıyla uyumlu olup olmadığını sorgulamayı önlüyor.

(…)

[5] “Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır.”

-Belirlenmiş bir yapıya kavuşmayacağını düşünebiliriz. Ancak beklenti (şekillenmesi, yarı şekillenmesi, hibrid vb.. yapılar ve olası özellikleri, sınırları içerikleri vb… üzerine beklenti) oluşturmadan taktik saptanamayacağına, adapte olunamayacağına göre MIT metni aslında bize ne diyor? A) “İlerlerken el yordamıyla yolumuzu bulacağız, sorun çıktıkça çözeceğiz” mı diyor? B) Yoksa, daha büyük bir akıma, eğime (trend) mi tabi olmamız gerektiğini mi söylüyor?
(… )

[6] “Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslar arası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Ortadoğu’nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır.”

-Bu “iç hat” kavramının kaynağını, doğru ve hassas bir biçimde saptamak çok önemli. Çünkü bu rastlantısal bir kavram değil, beraberinde bir paradigma getiriyor. Benim aklıma Pentagon’dan Thomas Barnett’in “Core and Gap” ve “seam states” kavramları geldi. Bu paradigma içinde Barnett, dünyayı küreselleşmiş bölgeler (core), Küreselleşmemiş bölgeler (gap) ve ikisi arasındaki sınırlara (teyellenme hatları/noktaları) ait devletler olarak tanımlıyor. Diğer bir değişle. ABD hegemonyası, dışında kalanlar ve hegemonyanın sınırlarındakiler… Barnett Türkiye'yi seams state olarak saptıyordu!!! Bu noktada oluşan M c laktan bakınca, MIT’in düşünsel evreninde hakim olan paradigmayı mı görmeye başlıyoruz acaba?

[7] “Bu üç bölgenin (Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu- E.Y) ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve “rol” savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir.”

-“Rol savaşları”, “Doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan”: Ben burada ister istemez bir alt emperyalist olma niyeti; bunun için adaylık başvurusu ve yine buna bağlanabilecek bir “Yeni Osmanlı projesi” benzeri bir proje okuyorum

[8] “Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da “bekle-gör-tavır al” taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir”.

- Pro-aktif dış ve savunma politikası önerisi ve ilginç bir kavram: “Yüksek stratejik tutum”. Birincisi alt emperyalist görevini (bir anlamda taşeronluk) üstlenerek var olma stratejisiyle uyumlu. “Yüksek strateji de daha büyük akıma , eğime takılma önerisiyle uyumlu. Yada TC’nin varlığından öte genişleyerek daha büyük bir şey olma (TC’yi aşma) projesiyle de uyumlu

[9] “Ulusal gücü sağlamanın ve korumanın en etkili yolu, istihbarat fonksiyonlarımızın ulusal güvenlik politikalarımızı ve ulusal çıkarlarımızı destekleyecek şekilde yapılandırılması ve geliştirilmesidir”.

[10] “Öte yandan jeopolitik ve stratejik konumu itibariyle oldukça zor bir coğrafya üzerinde bulunan Türkiye için güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika ve caydırıcı bir askeri yapılanma şeklinde adlandırabileceğimiz çok sağlam üç ayağa sahip olmak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üç ayağın ifade edilen özellikleri içinse güçlü, dinamik, etkin, esnek, hareket kabiliyeti yüksek ve yaratıcı bir istihbarat yapılanmasına ihtiyaç vardır.”
-Bu paragraftaki ifadeler sorunlu: (1) “Güçlü ekonomi, kusursuz dış politika, caydırıcı bir askeri yapılanma istiyorum” demek aslında hiç bir şey demek değil. Çünkü zaten kimse aksini istemez. Ya da bu talebi verili ekonomi, dış politika ve savunma rejimlerinin bir eleştirisi olarak görmek gerekir. O zaman da, neo-liberal ekonomik yapıdan, AB/NATO/ABD/İsrail ilişkileri matrisinden ve ulusal savunmaya dayalı bir askeri doktrinden vazgeçilmesi mi öneriliyor? Bunların yerine ne gelecek? Bu aşamada en fazla sonuncusu (uluslararasi tartışma ve verili düşünceler ortamının ışığında), “Nükleer silahlar istiyorum, daha güçlü ve çevik (profesyonel) ordu istiyorum” anlamına gelmez mi?

Saturday, January 06, 2007

Zulu ve Black Hawk Down, bir sömürgecilikten öbürüne

ABD’nin Somali’ye geri dönme çabalarını izlerken, ister istemez aklıma Ridley Scott’un, ABD’nin 1993’deki Mogadişu macerasını anlatan, 2001 yapımı “Black Hawk Down” filmi geldi. Arkasından da, Cyril Endfield’ın, yine gerçek bir olayı temel alan 1964 yapımı Zulu filmini düşündüm. Zulu filmi, İngiliz emperyalizminin, 1870’lerde Güney Afrika’daki sömürge savaşlarıyla ilgiliydi.

Bu iki filmin izlekleri arasında ilginç paralellikler var. Örneğin, Black Hawk… filminde Mogadişu da kentin içine düşmüş ve mahsur kalmış bir taarruz helikopteri, kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla savaşmak zorunda kalan 140 “Delta Force” komandosunu izliyorsunuz. Zulu filmindeyse, bir sahra hastanesinde mahsur kalmış bir İngiliz bölüğü vardı. Onlarda kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla savaşmak zorunda kalıyorlar. ABD askerleri zamanın en ileri savaş teknolojisini kullanıyorlar. Zulu savaşçılarının mızrak ve kalkanına karşılık, İngiliz askerlerinin elinde zamanın en üstün silahı, Enfield tüfeği var. ABD askerleri en son teknolojiye donatılmış otomatik silahlarla yüzlerce Somaliliyi sinekler gibi katlederken, İngiliz askerli aynı işi Enfield tüfekleriyle gerçekleştiriyorlar.

Ancak, izlekleri birbirine bu kadar benzeyen bu iki film arasında, konularına yaklaşım açısından çarpıcı farklar gözleniyor. Örneğin Ridley Scott’un filminde Somali’li savaşçılar, biri hariç, hep uzaktan görüntüleniyor. Hiç yakın çekim yok. Diğer bir değişle yapımcı onlara insan olma onurunu vermiyor; film boyunca, yalnızca birer tehlike konusu ve hedef olarak kalıyorlar o kadar. Filmde Amerikan askerlerinin özverili dayanışmalarını, “arkada kimseyi bırakmamakla” ilgili mitolojililerini izlerken, aynı anda Somalililerin nasıl, kimlikten yoksun, şuursuz vahşiler sürüsü olarak sunulmalarına, film boyunca sinekler gibi öldürülmelerinin olağanlaştırılmasına şahit oluyoruz.


Zulu filimindiyse, İngiliz askerlerinin, Zulu savaşçılarını, büyük bir verimlikle öldürmesini anlatan sahneler filmin sonun doğru giderek, izleyicilerde sömürgecilikten, savaşan, hatta savaş teknolojisinden nefret etme, tiksinme duygusu uyandırmaya başlıyor. Giderek, İngiliz askerlerinin de Zulu kadar sürecin kurbanı olduklarını düşünmeye başlıyorsunuz. Bu yabancı topraklarda ölümlerinin hiç bir anlamı yoktu. Zulu savaşçılarının cesetleri üst üste birikiyor, yakın çekimler nasıl öldüklerini, yüzlerini, insanlıklarını, dehşet verici bir biçimde izleyiciye sunuyor, giderek savaş müstehcen bir katliama dönüşüyor. Zulu filmi, şiddeti yüceltmiyor, savası ceset ve kan pornografisine dönüştürmeden sunuyor; izleyicilere çeşitli karakterleri ve savaş içinde dönüşümlerini izleme olanağı da sunuyor. Örneğin Michael Caine’in canlandırdığı üst sınıftan bir subay olan karakterin filmin sonunda, savaş tarafından radikal bir biçimde değiştirildiğini görüyoruz. Filmdeki işçi sınıfı karakterlerin savaşın anlamsızlığı konusunda kafaları filmin başından beri açıktı. Buna karşılık Caine’in karakteri Afrika’ya madalya almaya gelmişti. Ancak filmin sonunda, Zulu savaşçıları hayatta kalmayı başarmış bir avuç askeri öldürmeyi kendilerin yediremeyip, onları kahramanlıklarından dolayı selamlayarak giderken, Cain’in karakterini üst üste yığılmış Zulu cesetleri arasında utançtan yüzünün kızardığını gözlerinin yaşardığını görüyorduk. Somali’deki savaşçıların aksine, Zulu filmi, Zulu savacılarını, onurlu, kahraman bir halk olarak sunuyordu izleyicilere, bir vahşiler sürüsü olarak değil.

1964’den 2001’e sömürgeciliğin ve emperyalizmin algılanış tarzının ne kadar değişmiş olduğunu düşündüm. O zaman sömürgecilik hala ayıp, başkasının toprağına el koymak kabul edilemez bir durum olarak görülüyor, insan onuruna önem veriliyor, sömürgecilerin gözüyle çekilmiş bir film bile evrensel insani değerlere sadık kalmaya çalışıyordu.

Ne kadar geriledik 40 yılda; tüm düşmanlarını vahşiler olarak gören, sinekler gibi imha etmekten çekinmeyen Roma barbarlığına geri mi döndük… Sosyalist muhalefetin , işçi hareketinin zayıflamış olmasının bu çürümede büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. İnsan ilişkilerini şeyleştiren piyasanın hızlı yayılmasının, post-modernizmin hakikati görelileştiren, tarihi anlatıya indirgeyen, genelde “sinik” tutumunun (biliyorum ama yapmaya devam ediyorum) getirdiğin tahribatı da unutmamak gerekir.

Wednesday, January 03, 2007

İyi niyet taşları…

Devrimci sanat, insan için sanat, yüzü yaşama dönük sanat… Bu tanımlamalar, talepler ilk anda kulağa çok hoş geliyor. Ancak yalnızca ilk anda. Tüm iyi niyetlerine “kalbi doğru yerde” duruşlarına karşın, irdelenmeye başlayınca altlarından, bu tanımlamaları yapanların hiç de istemeyecekleri sonuçlar çıkmaya başlıyor.

“İnsan için sanat…”
Devrimci sanat kavramını, biraz sonra anlaşılacağını umduğum nedenlerle sona bırakarak, önce “insan için sanat” yaklaşımından başlayacağım. Bu yaklaşımı var eden iyi niyetli varsayım, “piyasa için değil insan için” arzusuna dayanıyor. Bu yüzden de, daha baştan, “piyasa insan için değil mi?” sorusuyla karşılaşarak zorlanmaya başlamak zorunda. Evet piyasa da insan içindir, sömürü, baskı, işkence ve dar ağaçları da… Bu nedenlerle, insan için sanat en azından çok genel bir tanımlama olarak hemen işlevsizleşir. Bu da “bu yaklaşımın” insanın var oluş koşullarını yeterince düşünmeden türetilmiş olmasından kaynaklanıyor.

İnsan, toplum içinde, bir simgeler sistemi (dil ve ideoloji) içinde, hiç durmaksızın, şeyleri ve kendi kendini bu simgeler sistemi içinde kullanımına hazır kavramlar aracılığıyla anlamlandırarak var olan bir yaratık, ama yalnız başına değil. İnsan toplum içinde, diğer insanlarla birlikte, onlarla işlevsel (maddi yada duygusal) bağlar kurarak, var olur.

Bu nedenlerle, insanı ve etkinliklerini toplum dışında tanımlamak olanaksız; örneğin “toplum dışında sanat” kavramı, tam anlamıyla bir “oxymoron” olurdu. Dağda tek başına yaşamaya kalkan münzevi insanın varlığı bile fiziki olarak dışına çıkmaya çalıştığı toplum ve simgesel sistem tarafından tanımlanmaktan ve ancak bunun içinde anlam kazanmaktan kurtulamaz. İnzivaya çekilen kişi varlığının, kaçmaya çalıştığı toplum tarafından tanımlanmaya devam edilmesinden kurtulamaz. Onun varlığı da toplumsaldır, ama eksilmiş olarak…

İnsan, yalnızlık sorunuyla bile, ancak toplumsal bir durum olarak karşı karşıya kalır. İnsan toplumsal bir varlık, ancak toplum içinde var olabilen bir varlık olmasaydı yalnızlık da olmazdı! Bu yüzden salt kendisi için üretmek, insan ya da toplum için üretmiyor olmak (bunu iddia etmek) de yapıtın toplumun dışında üretildiği anlamına gelmez; insan için üretilmediği anlamına ise hiç gelmez.

Üstelik bu toplumsal var oluş, ontolojik düzeyde bir insan tanımlamamıza olanak sağlamakla birlikte ontik/fenomonolojik düzeyde karşımıza, ekonomik, siyasi, kültürel, cinsel, sınıfsal, işlevsel, psikolojik özellikleriyle birbirlerine göre farklar sergileyen ve çoğu kez özgün kategorilerde tanımlanabilen, tanımlanması gereken insanlar çıkarır. Biz insanla değil insanlarla ilişki içinde yaşarız. Bu nedenle bir sanat insan için değil, belli insanlar için olabilir ancak…

Sanatın birileri, sanatçıdan başka birisi için yapılabileceğini, bir an için, salt tartışmanın akışına bağlı kalabilmek için, düşünecek olursak; böylece “insan için” saptaması bizi hemen “hangi insan için?” sorusuyla karşılaştırır: İşçi insan, kapitalist insan, dişi insan, erkek insan, gay/lezbien insan, farklı ırklarda insan, farklı milliyetlerde insan, farklı dinlerde insan…

Diğer taraftan, bir kez, bu çeşitlemenin açtığı kapıdan girdik mi de, artık yapıtı üretim sürecine, üretenin gereksinimlerinin özelliklerine göre değil, tüketim sürecine tüketecek olanların gereksinimlerine göre tanımlamaya başlarız. Böylece sanat ile zanaatın arasındaki ayrımın ortadan kalkmaya başlaması ise karşımıza çıkacak en önemli sorun olmayacaktır. Daha önemlisi, sanatçı işlevini, karşılayacağı gereksinime göre tanımlamaya başlayınca da, o kadar karşı çıktığı kapitalist üretim ilişkilerinin “araççı” verimliliği yücelten mantığını yeniden üretmeye başlar kaçınılmaz olarak. Burada artık sanatın da bir içsel gereksinim sonucu, sanatçının yaşam faaliyeti, yapmadan duramayacağı şey, “saplantısı” olarak değil de dışarıdan gelen bir talebe göre, dışındaki bir şeyin gereksinimlerine göre (deyim yerindeyse, özgürlük arayışı alanının - öznenin, simgesele uymakta direnen parçasının dışında) tanımlanmaya başlandığını görüyoruz. Sanatçı farkında olmadan modern sanat alanını, otonomi talebini geride bırakarak, hızla kendisiyle, “saray sanatçısı”, “patrona bağlı sanatçı” arasındaki farkları silmeye başlar. Bu patronun “piyasa” olması bu durumda bir değişiklik yaratmaz.

“Devrimci sanat…”
Bu zeminde “devrimci sanat” üretme istencine dönebiliriz sanırım. Bu, sanatı toplumu dönüştürmekte bir araç olarak kullanma, sanatı “siyasileştirme” istencidir aslında; ancak, ne yazık ki sanatı siyasileştiremez, aksine otonomisini, dolayısıyla eleştirel gücünü etkisizleştirerek, bir propaganda aracına “kitch”e dönüştürür.

“Devrimci sanat” kavramında, içkin olan “şey” sanatının etkisiyle insanları devrimcileştirmeyi amaçlayan bir sanatçı tipiyse, bu istenç, ilk anda, bir niyet olarak açıkladığı, “kalbi-doğru-yerde” duramaz. Hızla karanlık bir yere doğru kaymaya başlar. Çünkü sanat bu bağlamda, bir pasif “ötekiyle” onu dönüştürmeye başlayan etkin özne arasında bir güç ilişkisi anlamına gelmeye, güç/iktidar aracı olmaya başlamıştır artık. Böylece devrimci istençle yola çıkan, Jidanov’un ruh mühendisliği köprüsünden hızla geçerek, insanlara evrendeki (güç ilişkileri içindeki) yerlerini kavratan pre-kapitalist, kilise ve saray sanatına, sanatın iktidar aracı olduğu koşulların içine devrilmeye başlar.

Bu noktada, “sosyalist gerçekçiliğin” kuramcısı ve komiseri Jidanov’un “sanatçı insan ruhunun mühendisi olmalıdır” sözlerini ve her nedense (!) hem Stalinist dönemin ‘sosyalist gerçekçiliğinin’ hem de onun çağdaş “doppelgangeri” Nazi sanatının, pre-kapitalist biçemleri seçerek klasisizmi benimsediklerini, karşı oldukları sanat anlayışlarını, birbirlerine benzer bir dille, “seçkinci”, “anlaşılmaz” “dejenere” sıfatlarıyla tanımlamaya özen gösterdiklerini de tekrar anımsayabiliriz

Bunlardan hareketle, ben devrimci sanat olamaz sonucuna ulaşmıyorum. Yalnızca sanatta devrimciliği, dönüştürücülüğü başka bir yerde aramak gerektiğini düşünmeye başlıyorum. O yer de, üretim sürecinden başlamak üzere bizzat yapıtın kendisidir. Sanatçının devrimciliği yapıtının devrimciliğiyle ilgilidir, niyetiyle değil diye düşünüyorum.

Kabaca ve kısaca açmaya çalışırsam. Daha önce söylenmemiş, ya da bastırılmış, söylenmesinin olanakları kaldırılmış bir “gerçeği”, onu simgesel evren içinde söylenebilir, gösterilebilir kılacak yeni bir biçimle birlikte karşımıza getiren bir yapıt kendi alanında devrim yapmaya başlamış bir yapıttır. “Bastırılan” ve “daha önce söylenmemiş” saptamaları, bize bu gerçeği söyleyebilecek/gösterebilecek biçimlerin de ya bastırılmış ya da henüz yaratılmamış olduğunu düşündürmelidir. Nasıl ki insanlar kendilerine sunulan kavramlarla düşünür, hatta duygularını bile bu verili kavramların içindekilerle ifade ederlerse, sanatçı da duyumsamaya başladığı, deyim yerindeyse “karın ağrısı”, yürek ağrısı gibi “çekmeye” başladığı midesine oturan, hazmedemediği gerçeği dile getirmek, diğer bir deyişle ona dil alanında, simgeler alanında bir biçim verebilmek için, kendi araçlarını kendisi yaratmak zorunda kalacaktır. Bunu verili kavramların alet çantasındakilerle, bunları kırıp dökerek, yeniden bir araya koyarak yapmaya çalışmak zorunda olduğunu da ayrıca vurgulamaya gerek yoktur sanırım. Bu nedenle sanatçının yapıtı hep istediğinden, amaçladığından eksik, yetersiz kalacak, bu bağlamda, asla tam anlamıyla başarılı olamayacak, ama en azından “var olacaktır”.

“En azından” diyerek azımsıyor izlenimi vermek istemem. Çünkü bu “yeniyi içeren var oluş” verili simgeler sistemi içinde “sırıtan”, bir türlü ona uyamayan, ayrı duran ayrı durduğu ölçüde de bir eleştiri mesafesi yaratan bir varoluş olacaktır. Yapıtın eleştirel gücü, sanat olmaklığı da bu verili simgeler sistemiyle arasında yarattığı uzaklıkta, daha doğrusu, kendisi bu sistemin dışında olamayacağı için verili sistemde yaratacağı çatlakta anlamını bulacaktır. Çünkü bu çatlak, dışarıda bırakılan, bastırılanın geri gelme olasılığına açılan bir çatlaktır. Başka deyişle, devrimci sanat simgesel evrene yeni bir şey getirmekle, bu yenilik de ancak yeni biçimlerle olanaklıdır.

Ancak böylece, o toplumun/realitenin içinde, yapıtın varlığı ile yokluğu arasında niteliksel bir fark oluşur. Bu yapıtı algılayan her birey de, yapıtın izini taşıyacağından, Badiou’nun vurguladığı gibi artık “yeni” bir özne olacaktır, yapıtı görmeyen, yaşamayan algılamayanlardan farklı, yeni bir özne.

Sanatçı ise, bu yeni özneyi yaratmak için değil, “yeni yapıtı” ürettiği için sanatçıdır. Bu açıdan baktığımızda da modern sanat, kapitalist toplum içinde, zaten doğası gereği devrimci bir etkinliktir. Daha kesin söylersem, gerçek (kitch olmayan) sanat yapıtı devrimcidir, sanatçısı muhafazakar bir ideolojiye sahip olsa bile… Yapıtın devrimciliği dile getirmeye çalıştığı sıkıntısında, getirmekte olduğu yeni biçimde, toplumla arasında oluşan uzaklıkta, simgesel evrende yarattığı çatlakta yatar esas olarak. Bu yüzden Victor Hugo gibi ahlakçı muhafazakar bir romancı, Sefiller gibi kendi döneminde, devrimci bir yapıt üretebilmiş, kimi komünistler, T. S. Eliot’un Çorak Ülkesini okuduktan sonra, İspanyol İç Savaşı’na gitmeye karar verebilmişlerdir.

Bir başka deyişle, kapitalist toplum içinde, sanatı ancak bu “yeniliği” ile tanımlayabiliriz, geri kalanı ise hoş, eğlendirici, düşündürücü, para kazandırıcı, verili anlamlara uygun ve uyumlu ürünleridir diğer, bir değişle kitch.
(...)

(Yazının tamamı, Edebiyat ve Eleştiri, 2006, Aralık, No: 89-90 içinde )

Yakında başlıyor

Sanat, kültür ve etik üzerine notlar.