Wednesday, January 03, 2007

İyi niyet taşları…

Devrimci sanat, insan için sanat, yüzü yaşama dönük sanat… Bu tanımlamalar, talepler ilk anda kulağa çok hoş geliyor. Ancak yalnızca ilk anda. Tüm iyi niyetlerine “kalbi doğru yerde” duruşlarına karşın, irdelenmeye başlayınca altlarından, bu tanımlamaları yapanların hiç de istemeyecekleri sonuçlar çıkmaya başlıyor.

“İnsan için sanat…”
Devrimci sanat kavramını, biraz sonra anlaşılacağını umduğum nedenlerle sona bırakarak, önce “insan için sanat” yaklaşımından başlayacağım. Bu yaklaşımı var eden iyi niyetli varsayım, “piyasa için değil insan için” arzusuna dayanıyor. Bu yüzden de, daha baştan, “piyasa insan için değil mi?” sorusuyla karşılaşarak zorlanmaya başlamak zorunda. Evet piyasa da insan içindir, sömürü, baskı, işkence ve dar ağaçları da… Bu nedenlerle, insan için sanat en azından çok genel bir tanımlama olarak hemen işlevsizleşir. Bu da “bu yaklaşımın” insanın var oluş koşullarını yeterince düşünmeden türetilmiş olmasından kaynaklanıyor.

İnsan, toplum içinde, bir simgeler sistemi (dil ve ideoloji) içinde, hiç durmaksızın, şeyleri ve kendi kendini bu simgeler sistemi içinde kullanımına hazır kavramlar aracılığıyla anlamlandırarak var olan bir yaratık, ama yalnız başına değil. İnsan toplum içinde, diğer insanlarla birlikte, onlarla işlevsel (maddi yada duygusal) bağlar kurarak, var olur.

Bu nedenlerle, insanı ve etkinliklerini toplum dışında tanımlamak olanaksız; örneğin “toplum dışında sanat” kavramı, tam anlamıyla bir “oxymoron” olurdu. Dağda tek başına yaşamaya kalkan münzevi insanın varlığı bile fiziki olarak dışına çıkmaya çalıştığı toplum ve simgesel sistem tarafından tanımlanmaktan ve ancak bunun içinde anlam kazanmaktan kurtulamaz. İnzivaya çekilen kişi varlığının, kaçmaya çalıştığı toplum tarafından tanımlanmaya devam edilmesinden kurtulamaz. Onun varlığı da toplumsaldır, ama eksilmiş olarak…

İnsan, yalnızlık sorunuyla bile, ancak toplumsal bir durum olarak karşı karşıya kalır. İnsan toplumsal bir varlık, ancak toplum içinde var olabilen bir varlık olmasaydı yalnızlık da olmazdı! Bu yüzden salt kendisi için üretmek, insan ya da toplum için üretmiyor olmak (bunu iddia etmek) de yapıtın toplumun dışında üretildiği anlamına gelmez; insan için üretilmediği anlamına ise hiç gelmez.

Üstelik bu toplumsal var oluş, ontolojik düzeyde bir insan tanımlamamıza olanak sağlamakla birlikte ontik/fenomonolojik düzeyde karşımıza, ekonomik, siyasi, kültürel, cinsel, sınıfsal, işlevsel, psikolojik özellikleriyle birbirlerine göre farklar sergileyen ve çoğu kez özgün kategorilerde tanımlanabilen, tanımlanması gereken insanlar çıkarır. Biz insanla değil insanlarla ilişki içinde yaşarız. Bu nedenle bir sanat insan için değil, belli insanlar için olabilir ancak…

Sanatın birileri, sanatçıdan başka birisi için yapılabileceğini, bir an için, salt tartışmanın akışına bağlı kalabilmek için, düşünecek olursak; böylece “insan için” saptaması bizi hemen “hangi insan için?” sorusuyla karşılaştırır: İşçi insan, kapitalist insan, dişi insan, erkek insan, gay/lezbien insan, farklı ırklarda insan, farklı milliyetlerde insan, farklı dinlerde insan…

Diğer taraftan, bir kez, bu çeşitlemenin açtığı kapıdan girdik mi de, artık yapıtı üretim sürecine, üretenin gereksinimlerinin özelliklerine göre değil, tüketim sürecine tüketecek olanların gereksinimlerine göre tanımlamaya başlarız. Böylece sanat ile zanaatın arasındaki ayrımın ortadan kalkmaya başlaması ise karşımıza çıkacak en önemli sorun olmayacaktır. Daha önemlisi, sanatçı işlevini, karşılayacağı gereksinime göre tanımlamaya başlayınca da, o kadar karşı çıktığı kapitalist üretim ilişkilerinin “araççı” verimliliği yücelten mantığını yeniden üretmeye başlar kaçınılmaz olarak. Burada artık sanatın da bir içsel gereksinim sonucu, sanatçının yaşam faaliyeti, yapmadan duramayacağı şey, “saplantısı” olarak değil de dışarıdan gelen bir talebe göre, dışındaki bir şeyin gereksinimlerine göre (deyim yerindeyse, özgürlük arayışı alanının - öznenin, simgesele uymakta direnen parçasının dışında) tanımlanmaya başlandığını görüyoruz. Sanatçı farkında olmadan modern sanat alanını, otonomi talebini geride bırakarak, hızla kendisiyle, “saray sanatçısı”, “patrona bağlı sanatçı” arasındaki farkları silmeye başlar. Bu patronun “piyasa” olması bu durumda bir değişiklik yaratmaz.

“Devrimci sanat…”
Bu zeminde “devrimci sanat” üretme istencine dönebiliriz sanırım. Bu, sanatı toplumu dönüştürmekte bir araç olarak kullanma, sanatı “siyasileştirme” istencidir aslında; ancak, ne yazık ki sanatı siyasileştiremez, aksine otonomisini, dolayısıyla eleştirel gücünü etkisizleştirerek, bir propaganda aracına “kitch”e dönüştürür.

“Devrimci sanat” kavramında, içkin olan “şey” sanatının etkisiyle insanları devrimcileştirmeyi amaçlayan bir sanatçı tipiyse, bu istenç, ilk anda, bir niyet olarak açıkladığı, “kalbi-doğru-yerde” duramaz. Hızla karanlık bir yere doğru kaymaya başlar. Çünkü sanat bu bağlamda, bir pasif “ötekiyle” onu dönüştürmeye başlayan etkin özne arasında bir güç ilişkisi anlamına gelmeye, güç/iktidar aracı olmaya başlamıştır artık. Böylece devrimci istençle yola çıkan, Jidanov’un ruh mühendisliği köprüsünden hızla geçerek, insanlara evrendeki (güç ilişkileri içindeki) yerlerini kavratan pre-kapitalist, kilise ve saray sanatına, sanatın iktidar aracı olduğu koşulların içine devrilmeye başlar.

Bu noktada, “sosyalist gerçekçiliğin” kuramcısı ve komiseri Jidanov’un “sanatçı insan ruhunun mühendisi olmalıdır” sözlerini ve her nedense (!) hem Stalinist dönemin ‘sosyalist gerçekçiliğinin’ hem de onun çağdaş “doppelgangeri” Nazi sanatının, pre-kapitalist biçemleri seçerek klasisizmi benimsediklerini, karşı oldukları sanat anlayışlarını, birbirlerine benzer bir dille, “seçkinci”, “anlaşılmaz” “dejenere” sıfatlarıyla tanımlamaya özen gösterdiklerini de tekrar anımsayabiliriz

Bunlardan hareketle, ben devrimci sanat olamaz sonucuna ulaşmıyorum. Yalnızca sanatta devrimciliği, dönüştürücülüğü başka bir yerde aramak gerektiğini düşünmeye başlıyorum. O yer de, üretim sürecinden başlamak üzere bizzat yapıtın kendisidir. Sanatçının devrimciliği yapıtının devrimciliğiyle ilgilidir, niyetiyle değil diye düşünüyorum.

Kabaca ve kısaca açmaya çalışırsam. Daha önce söylenmemiş, ya da bastırılmış, söylenmesinin olanakları kaldırılmış bir “gerçeği”, onu simgesel evren içinde söylenebilir, gösterilebilir kılacak yeni bir biçimle birlikte karşımıza getiren bir yapıt kendi alanında devrim yapmaya başlamış bir yapıttır. “Bastırılan” ve “daha önce söylenmemiş” saptamaları, bize bu gerçeği söyleyebilecek/gösterebilecek biçimlerin de ya bastırılmış ya da henüz yaratılmamış olduğunu düşündürmelidir. Nasıl ki insanlar kendilerine sunulan kavramlarla düşünür, hatta duygularını bile bu verili kavramların içindekilerle ifade ederlerse, sanatçı da duyumsamaya başladığı, deyim yerindeyse “karın ağrısı”, yürek ağrısı gibi “çekmeye” başladığı midesine oturan, hazmedemediği gerçeği dile getirmek, diğer bir deyişle ona dil alanında, simgeler alanında bir biçim verebilmek için, kendi araçlarını kendisi yaratmak zorunda kalacaktır. Bunu verili kavramların alet çantasındakilerle, bunları kırıp dökerek, yeniden bir araya koyarak yapmaya çalışmak zorunda olduğunu da ayrıca vurgulamaya gerek yoktur sanırım. Bu nedenle sanatçının yapıtı hep istediğinden, amaçladığından eksik, yetersiz kalacak, bu bağlamda, asla tam anlamıyla başarılı olamayacak, ama en azından “var olacaktır”.

“En azından” diyerek azımsıyor izlenimi vermek istemem. Çünkü bu “yeniyi içeren var oluş” verili simgeler sistemi içinde “sırıtan”, bir türlü ona uyamayan, ayrı duran ayrı durduğu ölçüde de bir eleştiri mesafesi yaratan bir varoluş olacaktır. Yapıtın eleştirel gücü, sanat olmaklığı da bu verili simgeler sistemiyle arasında yarattığı uzaklıkta, daha doğrusu, kendisi bu sistemin dışında olamayacağı için verili sistemde yaratacağı çatlakta anlamını bulacaktır. Çünkü bu çatlak, dışarıda bırakılan, bastırılanın geri gelme olasılığına açılan bir çatlaktır. Başka deyişle, devrimci sanat simgesel evrene yeni bir şey getirmekle, bu yenilik de ancak yeni biçimlerle olanaklıdır.

Ancak böylece, o toplumun/realitenin içinde, yapıtın varlığı ile yokluğu arasında niteliksel bir fark oluşur. Bu yapıtı algılayan her birey de, yapıtın izini taşıyacağından, Badiou’nun vurguladığı gibi artık “yeni” bir özne olacaktır, yapıtı görmeyen, yaşamayan algılamayanlardan farklı, yeni bir özne.

Sanatçı ise, bu yeni özneyi yaratmak için değil, “yeni yapıtı” ürettiği için sanatçıdır. Bu açıdan baktığımızda da modern sanat, kapitalist toplum içinde, zaten doğası gereği devrimci bir etkinliktir. Daha kesin söylersem, gerçek (kitch olmayan) sanat yapıtı devrimcidir, sanatçısı muhafazakar bir ideolojiye sahip olsa bile… Yapıtın devrimciliği dile getirmeye çalıştığı sıkıntısında, getirmekte olduğu yeni biçimde, toplumla arasında oluşan uzaklıkta, simgesel evrende yarattığı çatlakta yatar esas olarak. Bu yüzden Victor Hugo gibi ahlakçı muhafazakar bir romancı, Sefiller gibi kendi döneminde, devrimci bir yapıt üretebilmiş, kimi komünistler, T. S. Eliot’un Çorak Ülkesini okuduktan sonra, İspanyol İç Savaşı’na gitmeye karar verebilmişlerdir.

Bir başka deyişle, kapitalist toplum içinde, sanatı ancak bu “yeniliği” ile tanımlayabiliriz, geri kalanı ise hoş, eğlendirici, düşündürücü, para kazandırıcı, verili anlamlara uygun ve uyumlu ürünleridir diğer, bir değişle kitch.
(...)

(Yazının tamamı, Edebiyat ve Eleştiri, 2006, Aralık, No: 89-90 içinde )

No comments: