Friday, April 25, 2008

İki “hakikat rejimi” farkı

Gerçekten çok verimli bir gün….

Bakın Murat Belge neler yazmış

Başlar ve ayaklar

Murat Belge

25/04/2008

'Ayakların başları yönettiği bir yerde kıyamet kopar' cümlesi es geçilecek, geçiştirilecek bir cümle değil. Hemen ertesinde, bizim gazetenin, çarşamba günkü başlığı, 'Başbakan'ın Aysun Kayacı'dan ne farkı var?' durumu olması gerektiği gibi, kısa ve öz, açıklıyordu.
Aysun Kayacı o saçma sözü söylediğinde, bazı AKP'lilerden
sonra Erdoğan da koroya katılmış, bu zihniyeti eleştirmişti. Eleştirirken söylediği sözler, pek özgün olmamakla birlikte (ama böyle konuda özgün
olması gerekmiyor zaten) herkesin kabul edebileceği sözlerdi. Bundan
iki gün sonra kalkıp böyle bir beyanatta bulunması, paradokslara son derece alışık olan bizler için bile, epey şaşırtıcı.


Asıl şaşırtıcı bulduğum, bu ayrımı yapmasından çok, bunu böylece dile getirmekteki pervasızlığı. 12 Eylül'de DİSK yargılanıyordu. Avukatlarından Orhan Apaydın askeri savcı Süleyman Takkeci'nin hazırladığı iddianameyi bana vermiş, nasıl bir savunma çizgisi kurulabileceği konusunda danışmak istemişti. Metni okurken, baştan sona, bu mantıkla karşılaştımdı:
Takkeci ve onu görevlendirenler, DİSK'i ve orada temsil olunan işçi
sınıfını tam da bu nedenle, kendileri aslında 'ayak' oldukları halde 'baş'
olmaya kalkıştıkları için cezalandırmaya karar vermişlerdi. Orhan Apaydın'la konuyu konuşurken bu 'ayaklar baş olursa' deyiminin kendisini kullandığımızı da çok net bir biçimde hatırlıyorum.
Ama Takkeci bütün bu mantığı sergilemekle birlikte, deyimin kendisini kullanmamıştı. İşçilere herhangi bir saygısı olduğundan değil elbette. Ama sıkıyönetim askeri savcısı Takkeci bile bu sözü açıkça söylemenin ayıp kaçacağını düşünebiliyordu. Başbakan Erdoğan düşünmüyor”.

Türkiye tarihinin en baskıcı ve kanlı Askeri diktatörlüğünün “sıkıyönetim askeri savcısı Takkeci bile bu sözü açıkça söylemenin ayıp kaçacağını düşünebiliyordu. Ama “Başbakan Erdoğan düşünmüyor”. Bu gözlem çok değerli çünkü bize farklı hakikat rejimlerine sadık iki insanı arasındaki tutum farkını sergiliyor.

Bu hakikat rejimi farkından kaynaklanıyor. Aydınlanma’nın hakikat rejiminde egemenliğin kaynağını halk iradesi oluşturur. Bu nedenle egemen sınıf, askeri diktatörlükle yönetmek zorunda kalsa bile, halk karşısında çok dikkatlidir, temkinlidir. Bu canavarın ne zaman ne yapacağının bilinemeyeceğinin ayırtındır. Egemen sınıf ve onun adına yönetenler, siyasi iktidarın güvenliğinin bu desteği bir biçimde almaya bağlı olduğunu bilirler. Bu yüzden, bir toplumda eğer Aydınlanma’nın hakikat rejimi egemense orada egemen sınıfın ideolojisi hep halkı kazanmaya, yüceltmeye ilişkin öğeler taşır. Egemen sınıfın temsilcileri yaptıklarını hep onun adına yapmakta olduklarını ileri sürer, meşruiyeti burada ararlar. Egemen sınıf her zaman bu “görüntüyü” korumaya dikkat eder. Hiçbir zaman halkı düşman ilan etmez, edemez. Hep halkı korumaktan, ona hizmet etmekten söz eder…

Bu bir görüntüdür ama, her görüntü aynı zamanda realitenin bir parçası olduğundan, bu görüntü halkçı güçlere manevra alanı, iktidarı sorgularken meşruiyet zemini, daha önemlisi halk adına sorgulayacak bir dil sunar.

Dini bir hakikat rejiminin egemen olduğu toplumlarda, egemen sınıf temsilcilerinin, sadakatleri bu “dini hakikat rejimine” olan siyasetçilerin ise tavırları tabii ki başka türlü olacaktır. Bu hakikat rejiminde tüm insanlar tanrının kuludur. Ona itaat etmek zorundadırlar. Ama Tanrı kullarıyla doğrudan ilişki kurarak, onlara ne yapmaları gerektiğini söylemez. Bu tanrının “realite içindeki” bu “yokluğu” bir seçkinler tabakası tarafından doldurulur. Bunlar kendilerini bu kulları yönetmekle yükümlü, bunun için tanrı tarafından çeşitli yollarla, vesilelerle seçilmiş özel insanlar olarak görürüler...

Bu seçkinler için, halk iktidarın, gücün kaynağı değil hedef nesnesidir... Kullar sürüsüdür, hiç bir saman kendileri kadar “değerli” değildir. Bütün egemen sınıflar, hangi hakikat rejimine ait olurlarsa olsunlar, halkı ayak takımı olarak algılarlar. Ama, feodal, dini hakikat rejimleri bunu dile getirmeye izin verir, aydınlanmanın hakikat rejimi izin vermez. Kapitlist sınıf ise her zaman kendini halk olarak sunmaya, halk olarak doğmuş olmanın mirasını yemeye büyük dikkat gösterir. Faşizm bile bu refleksi tümüyle ortadan kaldıramaz, yalnızca yeniden yorumlar.

Bu durum gerçekten halkçı, emekçi güçlerin siyasi etkinliği için büyük olanaklar sunar. Dini hakikat rejimi bu olanakları sunmaz. Kapitalizme ve diktatörlere karşı savaşın ideolojik söylemi, Aydınlanmanın hakikat rejimi içinde, en kötü koşullarda bile üretilebilir. Ama Aydınlanmanın hakikat rejimi halka karşı mücadelenin ideolojik söylemine izin vermez.

Dini hakikat rejimi ise, kapitalizm, sınıf, vb gibi kavramları zaten bastırdığı için, bunlara karşı ideolojik bir söylem oluşturmak söz konusu değildir. Bu rejimde asla mücadele hedefi olmayacak olan “şey” (bu kavram uygun değil ama…) ise Tanrıdır, ve de dolayısıyla tanrının temsilcileri…

sıradan popülizme ve ikiyüzlülük.

Cengiz Çandar soruyor

“Dil sürçmesi mi, zihniyetinin dışavurumu mu?

Fark etmez. Başbakan, bir "siyasi sıfat" ve "siyasi kimliğe" sahip. Onunla ilgili "psikolojik analiz" yapmak bizlerin işi olamaz. Buna gerek de yoktur. Konuya "siyaseten" yaklaşmak zorundayız ve Tayyip Erdoğan, büyük bir "siyasi kusur" işlemiştir. İşçi sınıfına "ayak takımı" nitelemesi, "elit" tarafından yapılsa bunun bir "ideolojik anlamı" olabilir; ama bu, Tayyip Erdoğan tarafından yapılıyorsa feci bir "siyaset kusuru"na işaret eder. Hele, Başbakan'ın bir ayağı, zaten, "yargı darbesi" nedeniyle çukurdayken...”, (Referans, 25 Nisan 2008)

Bu soru iki gerçeği açığa çıkarıyor: Kendini dev aynasında görmek ve bir sıradan popülizme sığınan bir ikiyüzlülük.

Liberal entelijensiya hala kendini AKP’nin akıl hocası, (biz bu deveyi güderiz, bu taşralılara siyaseti öğretir, gereken biçimi veririz abi..) sanmaya devam ediyor. Bu tipler, AKP’nin derin tarihsel, kültürel kökleri, birikimi olan, bir seçkinler hareketinin (siyasal İslam) dışa vuran yüzlerinden yalnızca biri olduğunun ayırtında değillerdir.

İkincisi, “elit” tarifinin ne olduğunu pek ala bilirler ama bir partinin lideri ve başbakan için, o elit değil (sıradan biri) diyerek, populizme sığınıyorlar (Elit benim gibi olur abi, böyle taşralıdan elit mi olurmuş.) Bu iki anlayış arasında bir bağ yok mu? Tabii ki var.

AKP’nin gerçekten halkın, (kendi bakış acısıyla, “sürünün” sesi olduğuna inanç ve biz bunu güderiz abi diyen gerçek bir seçkinci yaklaşım. Bu halkı yönetmek için popülist demagoji gerekir diyen, neo-platonist (neo-conservative) bir seçkincilik.

Bu tiplerin, hem Özal’ın ne liberalizmini hem de Wolfowitz’in neo-conservatizmini desteklemeleri de tabii ki bir rastlantı değil.

'Yeni Ortadoğu', 'Yeni İslam', 'Yeni Türkiye'

Graham Fuller' ın Yeni Türkiye Cumhuriyeti başlıklı kitabını okurken, aklıma Gilles Deleuze' ün aşk üzerine söyledikleri geldi. Yazıma, biraz yumuşatarak, biraz da değiştirerek, bunlarla başlamak istiyorum: "Ötekinin projesinin nesnesi olduysanız oyuldunuz (foutu) demektir."

'Ötekinin projesi...'

İsim koymak hem " anlamlandırmaktır " hem de " belirlemek ". Anlamlandırmak, bir anlamlar sistemini varsayar; belirlemek ise hem bir projenin hem de bir egemenlik ilişkisinin varlığını ima eder. Örneğin, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'na verilen "hasta adam" isminin kaynağı, başta "büyük güçlerin", bir coğrafyayı "Doğu" olarak tanımlayan emperyalist-ırkçı anlamlar sistemiydi (örneğin bkz: Edward Said , Orientalism ; Irwin Shick , Erotic Margin ).

"Hasta adam" ismini gündeme getiren "proje" ise Osmanlı mülkünün paylaşılmasıyla ilgiliydi. Türkiye Cumhuriyeti'nin bugün Huntington , Fuller ve Türkiye'deki kötü kopyaları tarafından bir "anormallik" olarak algılanmasının nedeni, onun bu anlamlar sistemi ve proje içinde "çatlak yaratan" bir "olay" olmasıdır.

Cumhuriyet uyguladığı ekonomik, kültürel, siyasi, hukuki, hatta dilbilim ve biyopolitik reformlarıyla ve benimsediği "Aydınlanmacı hakikat rejimiyle", "Doğu" kavramını yaratan anlamlar sistemine uymuyordu. Kendi ismini kendi koyan Cumhuriyet, Huntington' un "uygarlıklar çatışması" tezini yadsıyan "olgu" olmaya devam ediyor.

Bugünlerde sıkça rastlanan "Yeni Ortadoğu" , "Yeni İslam" / "Yeni Kuran" ve nihayet, "Yeni Türkiye" kavramlarıyla verilen isimler , ABD'nin Kuzey Afrika'dan Afganistan'a kadar uzanan coğrafyaya yönelik, başlangıçta demokratikleştirme olarak sunulan, bir yeniden yapılandırma projesinden kaynaklanıyor.

Türkiye'nin yeni ismi

Bu çözümler bağlamında, ABD dış politikasının teorik zeminini oluşturan tartışmalarda (Fuller bu çevrelerde etkili bir yazardır) son yıllarda sıkça kullanılan, giderek de üzerinde konsensüs oluştuğu anlaşılan iki yaklaşım ve iki kavram dikkat çekiyor.

Bu yaklaşımlardan birincisi, "Demokratikleştirme projeleri açısından küçük ve etnik olarak homojen devletler çok daha uygundur" diyor. İkincisi: "Soğuk savaşta komünizme karşı sosyal demokrasiyi desteklemiştik, şimdi radikal İslama karşı ılımlı İslamı destekleyen bir dış politika izleyelim." İki kavram ise Yeni Ortadoğu ve Yeni İslam (ve Yeni Kuran) . Graham Fuller de bu iki kavrama, kitabına koyduğu "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" başlığıyla, Türkiye'ye yeni bir isim vererek , bir üçüncüsünü ekliyor.

Neo-oryantalizm

" Demokratikleştirme projeleri açısından küçük ve etnik olarak homojen devletler çok daha uygundur " yaklaşımı, ilk önce Kosova savaşı sırasında Thomas Friedman tarafından ortaya atıldı ( New York Times , 06/08/99), 2004'te Irak bağlamında, ABD'nin eski Hırvatistan konsolosu, "Kürdistan" uzmanı Peter Galbraith tarafından savunuldu. Ralp Peters' in Army Journal 'daki haritaları, Vanity Fair' de "Kumdaki çizgiler" tartışması (Ocak 2008), Jeffrey Goldberg' in The Atlantic Monthly' deki "Birliğin durumu: Yeni Ortadoğu..." araştırması bu yeni yaklaşımın ürünüydüler. Ortadoğu'daki devletlerin sınırları doğal (etnik, dini bölünmüşlüklere uygun) değilmiş; barışı sağlamak, demokrasiyi geliştirmek için bu sınırlar yeniden çizilmeliymiş. Council on Foreign Relations'un dergisi Foreign Affaires 'in mart/nisan sayısında bu yaklaşıma, bir de teorik temel sağlama çabası var ( Muller ).

Bir etnik, dini kimlikler çorbası olan ABD'yi istisna kabul eden bu neo-oryantalist (bizde etnik, dini çokluk bir arada yaşayabilir ama siz, duygusal ve ilkelsiniz, beceremezsiniz) yaklaşımı not ederek geçelim. İkinci yaklaşım çok daha cüretkâr bir projeye ilişkin. Müslümanları, ılımlı (bizden olanlar) ve radikaller (olmayanlar) diye "adlandırarak" başlayan proje, giderek bir dış politika ilkesi haline geldi (Fuller, Foreign Policy , Ocak/Şubat; Farr, Foreign Affaires , Mart/Nisan; Amitai Etzioni, Policy Review , Nisan/Mayıs, 2008). Bu proje, Müslümanların kutsal kitabını, Batı'nın işine gelmeyen kısımları dışta bırakacak biçimde (Laiklik ilkelerini benimseyenler bir kutsal kitaba karışmayı asla düşünmezler), AKP olgusunun da yardımıyla, yeniden yazarak bir "Yeni Kuran" oluşturmayı da gündemine aldı (Jamie Glazov, FrontPageMagazine 4/18/2008).

Bu "yeni" lerin kesiştiği yerde de AKP ve " Erdoganisation " ( Opendemocracy, ortak imzalı metin,12/12/07) var. Fuller kitabında, bunlar sayesinde, Türkiye'nin yarım yüzyıllık, jeopolitik açıdan bir anormallik sayılacak duruşunu değiştirerek, uzun dönemli trende geri döndüğünü, güçlü, istikrarlı, ileri demokratik bir Ortadoğu devleti (Biz de AB'ye üye olacağız sanıyorduk) olarak yeniden Ortadoğu politikasının bir parçası haline geldiğini savunuyor. Biz de bunlara "ABD projelerinin nesnesi oluyor" saptamasını ekleyebiliriz.

Wednesday, April 23, 2008

Erdoganisation


Bu resimdeki estetiğin politikası ve “İşte modernliği ve dini sentezleyen bir ‘Ak Türk’” betimlemesi üzerine bir doktora yazılır. Tezin başlığı da bence "Erdoganisation"(*) olmalı.
------------------------------------------------
(*) Kavram bana ait değil. Bir takım Avrupalı ve Türkiyeli entelijansiyanın. Sayın “Ayaklar baş olamaz” Erdoğan Bey’in Türkiye’yi demokratikleştirme ve Türkiye’nin de AB üyelik sürecini desteklemek için hazırlayıp ortak imzalarıyla yayımladıkları metinde geçiyor.

Friday, April 18, 2008

İki Kriz Arasında...

(Cumhuriyet 16.04.2008)

Küresel ekonomik kriz kapıya dayandı. Ülke içinde derin bir siyasi kriz var. Böyle "bela" bir konjonktürün gelmekte olduğunu, 2005 sonundan bu yana yazıyor, hazırlıksız yakalanmaktan korktuğumuzu belirtiyoruz. Ne yazık ki bugün, ülkenin yönetiminden sorumlu olanlara bakınca korktuğumuzun başımıza gelmiş olduğunu görüyoruz.

Çakışmanın mantığı
Rastlantı m
ı? Yoksa bu iki kriz arasında bir ilişki olabilir mi? Ülke içindeki siyasi kriz, uluslararası ekonomik krizin nedenleri arasında olamayacağına göre, acaba kapıya dayanan ekonomik krizin, ülke içinde patlak veren siyasi krizin nedenleri arasında olduğu düşünülebilir mi? Bence düşünülebilir.

Dünya ekonomisinde 2003-2007 arasında, bir likidite bolluğu, ucuz kredi ortamı oluştuğunu biliyoruz. Bu ortam, 1990'lı yılların mali köpükleri patladıktan, kapasite fazlası (aşırı üretim) sorunu yeniden gündeme geldikten, 1929 buhranının hayaleti, ilk kez ortalıkta dolaşmaya başladıktan sonra, başta ABD merkez bankası olmak üzere, belli başlı merkez bankalarının başlattıkları büyük bir mali genişlemenin ürünüydü. Böylece körüklenen tüketici talebi, mali spekülasyon (eşik altı borçların menkulleştirilerek sanki "AAA" kalitesinde varlık gibi satılması-hırsızlık) kapasite fazlası sorunu bastırırken, o zaman saptadığımız gibi, krizi, çok daha şiddetle geri gelmek üzere ertelemişti.

AKP, bu konjonktürün başında hükümetini kurdu. AKP hükümeti döneminde, ekonomi politikaları bu dış dinamiğin (yeni talep yaratma ve mali genişleme) gereksinimlerine uygun olarak şekillendi. Ülke uluslararası mali sermayenin değerlenme alanı ve aşırı kapasite sorunu, talep gereksinimi olan mallar için bir pazar olarak kullanıma sunuldu. Bu mali genişlemenin sağladığı ucuz kredi olanakları ithalat artışı ülkede yapısal bir refah havası yarattı ama tüketimi de gelirlerden kopardı, krediye bağladı.

Bir yıldır, bu kredi köpüğü sönüyor, ucuz, kolay kredi ortamı sona eriyor. Bu noktada Türkiye kendini, büyük bir cari açıkla, aşırı değerli döviziyle, 120 milyar dolara ulaşan özel sektör borçlarıyla, hane haklı kullanılabilir gelirinin %27'sine ulaşmış tüketici borçlarıyla, son derecede korunaksız, kırılgan bir ekonomiyle, hızlı ve büyük bir refah kaybı tehlikesiyle karşı karşıya buluyor.

Dahası bu sırada dünyada bir enerji ve gıda krizi patlak verirken Türkiye'de tarımsal üretim %7.3 geriliyor; tahıl, baklagiller vb. gıda maddelerinin ithalatı, hem de bu yeni fiyatlardan, YTL değer kaybetmeye başlamışken artıyor.

Fantezi ve gerçek
Her kriz verili bölüşüm ilişkilerini zorlar. Sermaye gruplarının ve çeşitli sınıfların, hatta devletin çeşitli "parçalarının" bu krize dayanabilmesi açısından devletin kaynak dağıtma kapasitesi yaşamsal önem kazanır. Kriz aynı zamanda, parlamenter rejimlerde, hükümetleri kendi tabanlarıyla, ülke seçkinlerini, gittikçe huzursuzlaşan alt sınıfların öfkesiyle karşı karşıya getirir.

Bu koşullarda, hem devletin kaynak dağıtma mekanizmalarının , hem de şiddet, baskı araçlarının, "ideolojik aygıtlarının" denetimi üzerinde iktidar mücadelesi keskinleşir.

Gerçek şu ki, AKP hükümete geldiğinden bu yana, tabanının yaşam koşullarını kalıcı olarak düzeltebilecek, beraberinde getirdiği sermaye kesimlerinin birikim süreçlerini istikrara kavuşturacak tedbirleri almadı. Neo-liberal politikaları köle gibi uygulamaya devam ettiği için alması da söz konusu olamazdı. Şimdi, son yılların yapay refahını yaratan dalga geri çekiliyor. Tüm ülkeyi, orta ve alt sınıfları, AKP tabanı da olmak üzere, büyük borçların altında belirsiz bir gelecek bekliyor. AKP'nin beraberinde getirdiği sermaye gruplarının devletin kaynaklarına gereksinimi hızla artıyor.

İşte siyasi kriz bu koşullarda patlak veriyor. Türban eşittir demokrasi, laiklik eşittir baskı, ulusalcılık eşittir diktatörlük; askeri darbe denklemi, AKP tabanının, kaçınılmaz olarak yaşamaya başladığı maddi sıkıntılara dayanmasına yardım edecek, AKP'yi suçlamasını önleyecek, bir destekleyici fantezi olarak devreye giriyor. Bu denklem sayesinde, büyük halk kitleleri kendi maddi çıkarlarıyla taban tabana zıt projeleri desteklemeye yönlendirebiliyorlar. Bu fantezi, aynı zamanda, devletin kaynak dağıtım araçları ve şiddet kullanma organları üzerinde süren denetim kurma mücadelesi içinde AKP'nin toplumsal ve uluslararası destek oluşturmada kullandığı bir araca dönüşüyor.

Bu koşullarda ekonomik ve siyasi krizlerin birbirini destekleyen bir fasit daire oluşturması, "fantezinin" etkisini giderek kaybetmesi, devletin kaynaklarına ulaşmak üzere birbiriyle rekabet halinde olan tarafların, güç, hatta şiddet kullanma eğiliminin artması gerçek ve çok tehlikeli bir olasılık olarak karşımızda duruyor.

Bu koşullarda, İlhan Selçuk 'un, büyük deneyimiyle, akılcılığıyla, insan sevgisiyle, sağlığına bir an evvel kavuşarak, özveriyle yaşamı boyunca sürdürdüğü toplumsal mücadelesine, yazılarına geri döneceği günü de sabırsızlıkla bekliyoruz.

Friday, April 11, 2008

'Tarihin Sonundan' Görüntüler

(Cumhuriyet 09.04.2008)

"Tarihin sonuna" geliyoruz, ama Fukuyama 'nın sandığı gibi değil! Bu liberal demokratik bir "son" olacak gibi görünmüyor.

Yeni 'süper sınıf'
"Küreselleşmeyle" birlikte eşitlik, özürlük ve kardeşlik ilkelerinden, vatandaşlık ve kamu alanı anlayışından kopuk bir küresel kapitalist "süper sınıfın" şekillendiğini görüyoruz. Bu sınıfın ilk örneklerine 19. yüzyılın sonunda klasik emperyalizm döneminde ve mali oligarşilerle, Osmanlı mülkü paylaşılırken rastlamaya başlamıştık. Bugün sayıları en fazla on binlerle ifade edilebilen bu sınıfın, hizmetlerindeki devasa bürokrasinin, çanak yalayıcı entelijansiyanın özgürlük, otonom özne, rasyonel düşünce, demokrasi, toplumsal gelişme, kamusal alan, eleştirel bir etkinlik olarak sanat anlayışlarının yaratıcısı kentsoylu sınıfla, ne toplumsal yapı ne kültürel özellikler ne de ahlak anlayışı açısından hiçbir ortak yanı kalmamıştır.

Bir yıldır dünya ekonomisinde giderek derinleşen mali kriz bu sınıfı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi: Kentsoylu sınıfın kültürel normlarıyla bakıldığında, "tümüyle gerici" , toplumsal sorumluluklarını ve işlevini yitirmiş parazit bir sınıf bu! Bu sınıfın yozluğuyla, ifrasçılığıyla, umarsızlığıyla, Roma'nın son dönemindeki çürüme arasında paralellikler kurmak çok kolay. İşte "tarihin sonu" bu parazit sınıfla, kentsoylu sınıfın, uygarlığının tükenmesiyle ilgili.

Aslında, bu "süper sınıf" kavramı bana ait değil. 1997'de Foreign Policy dergisindeki, "Kültürel Emperyalizme Övgü" başlıklı yazısıyla dikkatleri çeken David Rothkopf , The Newsweek dergisinin bu haftaki sayısında, küreselleşme, özelleştirme ve finansallaşma üzerinden oluşan bir süper zenginler tabakasını adeta ağzının suyu akarak anlatırken bu "süper sınıf" kavramını kullanıyor.

Rothkopf'un araştırması karşımıza, ilk elde, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95'ini denetleyen 14 büyük firma (aile) çıkarıyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek, dünya nüfusunun yüzde 10'u, toplam gelirin yüzde 85'ini elde ediyor. En büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor. Bu "süper sınıfın" üyelerinden Blackstone grubunun CEO'su Stephen Scwarzman , Rothkopf'a dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insanın gelişmeleri belirlediğini söylüyor. Rothkopf da bize 1970'lerden bu yana, ABD'de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığını aktarıyor.

Bu parazit "süper sınıfı" , Golfstream marka özel jetleriyle bir ülkeden öbürüne, vızır vızır uçadursun, dünyanın gündeminde, bir süredir savaşlar, mali çöküntü, açlık, hatta susuzluk tehlikesi, yeniden "ekmek ayaklanmaları" var.

Ve 'büyük insanlık...'
Hafta sonu ve pazartesi gazeteler ( Newsweek , 05/03; The Observer , 06/03; Krugman, New York Times, 07/03) pirinç, mısır, buğday gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki yüzde 50'yi aşan artışlara, üretimlerindeki düşme eğilimine değinerek gıda ithalatçısı, özellikle de yoksul ülkelerde büyük toplumsal, insani krizlerin gündemde olduğunu anlatıyorlardı.

Bu parazit "süper sınıfı" yaratan küreselleşme, özelleştirme ve serbest piyasa, tüm dünyada, özellikle de Çin ve Hindistan'da metalaşmayı, tüketimi hızlandırmış, mali kriz gıda piyasalarında spekülasyonu körüklemiş, Irak savaşı enerji fiyatlarının olağandan çok daha büyük bir hızla artmasına yol açmış, sorunu daha da ağırlaştırmıştı.

Geçen 25 yılda bu "süper sınıfın" bahşişleriyle geçinen kimi sözde ekonomistler serbest piyasayı demokratikleşme, tarımdan kurtulmayı da gelişme olarak sundular. Şimdi, bu "süper sınıfın" yaşama ve avlanma alanı serbest piyasanın ne gıda, ne enerji piyasalarında ne de mali piyasalarda mal ve sermaye dağılımını ve düzenlemeleri gerektiği gibi yapamadığı, aksine, ekonomik, gıda, su, iklim krizlerine ilişkin eğilimlerini ağırlaştırdığını herkes görmeye başladı: Serbest piyasa, kendisini kucaklayan toplumu hızla çürütüyor.

Geçen hafta, birkaç yıl önce rüyamızda görsek hayra yoramayacağımız iki gelişmeyle karşılaştık. Düne kadar, neoliberalizmin kalesi olan, devlet müdahalesine alerjik, Dünya Bankası 'nın, fanatik serbest piyasacı başkanı Robert Zoellic , zengin ülkelerin devletlerine, "daha fazla insanın açlıktan ölmesini önlemek için acilen küresel bir eylem çağrısı" yaptı ( Newsweek , 05/03). Aynı günlerde, IMF Başkanı Dominique Straus Kahn , Financial Times 'a verdiği bir demeçte, "piyasalara devlet müdahalesi gereğinin giderek yadsınamaz hale geldiğine inandığını" söylüyordu (06/03). Bu iki demeç de "zamanın ruhunun" artık değiştiğini gösteriyordu.

Açlık, susuzluk, ekmek ayaklanmaları, toplumsal kargaşa ve mali kriz, piyasalara devlet müdahalesi, etnik boyayla boyanmış, kaynak savaşları dünyasında bir avuç parazit süper zengin akıl almaz büyüklükteki servetlerini ve iktidarlarını nasıl koruyacak dersiniz? Benim aklıma askeri-bürokratik rejimlerden, dini-totaliter ideolojilerin desteklenmesinden, kanaat önderlerinin satın alınmasından, emperyalizm ve sömürgecilikten başka şeyler gelmiyor.

Sunday, April 06, 2008

Mısır: Ekonomi Harika Halk Aç

(Cumhuriyet 02.04.2008)

Mısır ekonomisi yüzde 7 büyüyor. IMF ve Dünya Bankası bu performanstan, "reformlardan" hoşnut. Uluslararası yatırımcılar, Mısır'ın "kredi krizinden" etkilenmeyeceğini düşünerek borsaya koşuyor, Mısır ekonomisinin en parlak şirketlerini satın alıyorlar (AFP, 30/03).

Özetle, ekonomi çok iyi. Ama galiba halkın haberi yok. Çünkü sanayi işçileri, öğretmenler, hatta doktorlardan avukatlara kadar sokaklara dökülmüş ( Daily News Egypt , 18/03) istikrarsızlık çıkarmaya hazırlanıyor. Muhalefet (yasal, yasaklı siyasi partiler, sendikalar, mahalle örgütleri. El Cezire , 29/03) 6 Nisan'da hem de yerel seçimlerden iki gün önce genel grev çağrısı yaptılar.

O kadar bildik bir öykü ki...
Bu o kadar bildik, o kadar derslerle dolu bir öykü ki bizim için... Liberallere sorarsanız, Mısır tarihsel bir "devleti toplumdan ayırma süreci yaşıyor". Örneğin, Al Ahram Vakfi tarafından yayımlanan Al Siyassa Al Dawliya dergisinin editörlerinden siyaset bilimci Khalil Al-Anani 'ye göre, "Yeni ve modern talepler ileri süren bir burjuva sınıfı oluşuyor. Mısır'ı bu dönüştürecek". Ama bu arada "devlet özelleştirme ve liberalleştirmenin olumsuz etkilerini hafifletecek tedbirleri alamamış" (ne kadar tanıdık bir söylem değil mi?).

Al-Anani'ye göre, en büyük toplumsal güç Müslüman Kardeşler bu gelişmeye ayak uyduramıyormuş (Ama büyümeye devam ediyor- E.Y ). MK'nin genç kuşakları giderek daha çok militan Salefi düşüncelerin etkisi altına giriyormuş. Mübarek rejiminin MK'yi resmi siyasete sokmamakta direnmesi gelişmeyi engelliyormuş. Bu arada "halk giderek dini söylemin etkisi altında içine kapanıyor, siyasete ilgisini kaybediyor "muş. Halbuki Mısır tam anlamıyla bir nüfus patlamasının eşiğindeymiş, gelecek 5 yılda 20-30 yaş arası grup toplam nüfusun yüzde 75'ini oluşturuyor olacakmış. Bunlara iş, demokratik platform gerekiyormuş!

Bu benzer yorumları yapan liberal entelijansiya, bu durumun bizzat liberal ekonomik modelin ürünü olduğunu göremeden ahkâm kesiyor. Bu arada Mısır toplumu yollu liberal demokrasiye değil, boğucu bir şeriat rejimine.

Devlet toplumdan çıkarken, aslında, halkına olan sorumluluklarını terk ederek, tüm dikkatini, kaynaklarını uluslararası kapitalizmin ve yerel uzantılarının beklentilerini yerine getirmek üzerinde yoğunlaştırırken, açılan boşluğu Müslüman Kardeşler örgütü yoluyla siyasal İslam dolduruyor: Sivil toplum hizmetlerini üstleniyor, sivil dayanışma, kamu hizmeti pratiği yerine, İslami çözüm, dini dayanışma inancını yerleştiriyor. MK, toplumu adım adım ele geçiriyor. Mısır'da artık tüm meslek örgütlerinin yönetimi MK'nin elinde, en büyük muhalefet bloku MK. Bu sırada, Mübarek rejimi, babanın yerine oğlunu geçirmeye hazırlanarak daha da müstehcenleşiyor, gerçek sorunlara gerçek ekonomik ve kültürel çözümler getirmeyi düşünene kadar, MK'yi yasalar ve şiddet yoluyla durdurmaya çalıştıkça. Kendisi tecrit oluyor. IMF'nin aklına uyup ekmekten devlet desteklerini çekerek kendi kuyusunu kazıyor...

1977-2008
Dünya Bankası'na göre, Mısır'da halkın yüzde 20'si yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Kimi yerel araştırmacılar bu oranın yüzde 40'ın üstünde olduğuna inanıyorlar. Bir tarım işçisi günde ortalama 1.8 dolar kazanıyor. Üniversite öğretim üyelerinin aylık maşları 115 - 665 dolar arasında. Dünya Gıda Programı örgütüne göre, dünyada gıda fiyatları geçen hazirandan bu yana yüzde 55, Mısır'da yüzde 50 artmış. Bu nedenle Mısır'da işçisinden doktoruna, öğretim üyesinden avukatına kadar halk sokaklarda, ücretlerin yüzde 100 ile yüzde 400 arttırılmasını istiyorlar. Dünyanın kişi başına en çok ekmek tüketen ülkesi Mısır'da ekmek kuyruklarında kavgalar çıkıyor, insanlar ölüyor. Müslüman kardeşler temsilcisine göre "şehit sayısı" geçen hafta başında 15'e ulaşmıştı.

Hemen akıllara, 1977'de 100'e yakın insanın yaşamına mal olan ekmek ayaklanmalarının gelmesi doğal. Ancak şimdi durum farklı. O zaman ekmek ayaklanmalarına sendikalar ve sol önderlik etmiş, ama eylemlerden en büyük örgütsel kazancı Müslüman Kardeşler elde etmişti. Bu kez Mısır'da dikkate değer bir sol yok. Olanlar MK'ye yaklaşmış durumda. Sendikalardan meslek örgütlerine, öğretim üyelerinin derneklerine kadar tüm "sivil toplum" mevzileri MK'nin eline geçmiş durumda. Bu koşullarda MK hem bu örgütleri yönlendiriyor, halkın kızgınlığına tercüman oluyor hem de mahalle örgütleri, sivil dayanışma örgütleri yoluyla ekmek dağıtımını düzenlemeye çalışarak, 1990'lardaki büyük depremde olduğu gibi, toplumsal bir yaraya merhem olarak etkisini ve örgütlenmesini derinleştiriyor. Mübarek döneminin sona ermesini beklerken gittikçe iktidara yakınlaşıyor. İktidara yakınlaştıkça, daha da muhafazakârlaşıyor, siyasi merkezlerinde kadınları siyasetten çekmenin yollarını tartışıyor.