Friday, April 25, 2008

İki “hakikat rejimi” farkı

Gerçekten çok verimli bir gün….

Bakın Murat Belge neler yazmış

Başlar ve ayaklar

Murat Belge

25/04/2008

'Ayakların başları yönettiği bir yerde kıyamet kopar' cümlesi es geçilecek, geçiştirilecek bir cümle değil. Hemen ertesinde, bizim gazetenin, çarşamba günkü başlığı, 'Başbakan'ın Aysun Kayacı'dan ne farkı var?' durumu olması gerektiği gibi, kısa ve öz, açıklıyordu.
Aysun Kayacı o saçma sözü söylediğinde, bazı AKP'lilerden
sonra Erdoğan da koroya katılmış, bu zihniyeti eleştirmişti. Eleştirirken söylediği sözler, pek özgün olmamakla birlikte (ama böyle konuda özgün
olması gerekmiyor zaten) herkesin kabul edebileceği sözlerdi. Bundan
iki gün sonra kalkıp böyle bir beyanatta bulunması, paradokslara son derece alışık olan bizler için bile, epey şaşırtıcı.


Asıl şaşırtıcı bulduğum, bu ayrımı yapmasından çok, bunu böylece dile getirmekteki pervasızlığı. 12 Eylül'de DİSK yargılanıyordu. Avukatlarından Orhan Apaydın askeri savcı Süleyman Takkeci'nin hazırladığı iddianameyi bana vermiş, nasıl bir savunma çizgisi kurulabileceği konusunda danışmak istemişti. Metni okurken, baştan sona, bu mantıkla karşılaştımdı:
Takkeci ve onu görevlendirenler, DİSK'i ve orada temsil olunan işçi
sınıfını tam da bu nedenle, kendileri aslında 'ayak' oldukları halde 'baş'
olmaya kalkıştıkları için cezalandırmaya karar vermişlerdi. Orhan Apaydın'la konuyu konuşurken bu 'ayaklar baş olursa' deyiminin kendisini kullandığımızı da çok net bir biçimde hatırlıyorum.
Ama Takkeci bütün bu mantığı sergilemekle birlikte, deyimin kendisini kullanmamıştı. İşçilere herhangi bir saygısı olduğundan değil elbette. Ama sıkıyönetim askeri savcısı Takkeci bile bu sözü açıkça söylemenin ayıp kaçacağını düşünebiliyordu. Başbakan Erdoğan düşünmüyor”.

Türkiye tarihinin en baskıcı ve kanlı Askeri diktatörlüğünün “sıkıyönetim askeri savcısı Takkeci bile bu sözü açıkça söylemenin ayıp kaçacağını düşünebiliyordu. Ama “Başbakan Erdoğan düşünmüyor”. Bu gözlem çok değerli çünkü bize farklı hakikat rejimlerine sadık iki insanı arasındaki tutum farkını sergiliyor.

Bu hakikat rejimi farkından kaynaklanıyor. Aydınlanma’nın hakikat rejiminde egemenliğin kaynağını halk iradesi oluşturur. Bu nedenle egemen sınıf, askeri diktatörlükle yönetmek zorunda kalsa bile, halk karşısında çok dikkatlidir, temkinlidir. Bu canavarın ne zaman ne yapacağının bilinemeyeceğinin ayırtındır. Egemen sınıf ve onun adına yönetenler, siyasi iktidarın güvenliğinin bu desteği bir biçimde almaya bağlı olduğunu bilirler. Bu yüzden, bir toplumda eğer Aydınlanma’nın hakikat rejimi egemense orada egemen sınıfın ideolojisi hep halkı kazanmaya, yüceltmeye ilişkin öğeler taşır. Egemen sınıfın temsilcileri yaptıklarını hep onun adına yapmakta olduklarını ileri sürer, meşruiyeti burada ararlar. Egemen sınıf her zaman bu “görüntüyü” korumaya dikkat eder. Hiçbir zaman halkı düşman ilan etmez, edemez. Hep halkı korumaktan, ona hizmet etmekten söz eder…

Bu bir görüntüdür ama, her görüntü aynı zamanda realitenin bir parçası olduğundan, bu görüntü halkçı güçlere manevra alanı, iktidarı sorgularken meşruiyet zemini, daha önemlisi halk adına sorgulayacak bir dil sunar.

Dini bir hakikat rejiminin egemen olduğu toplumlarda, egemen sınıf temsilcilerinin, sadakatleri bu “dini hakikat rejimine” olan siyasetçilerin ise tavırları tabii ki başka türlü olacaktır. Bu hakikat rejiminde tüm insanlar tanrının kuludur. Ona itaat etmek zorundadırlar. Ama Tanrı kullarıyla doğrudan ilişki kurarak, onlara ne yapmaları gerektiğini söylemez. Bu tanrının “realite içindeki” bu “yokluğu” bir seçkinler tabakası tarafından doldurulur. Bunlar kendilerini bu kulları yönetmekle yükümlü, bunun için tanrı tarafından çeşitli yollarla, vesilelerle seçilmiş özel insanlar olarak görürüler...

Bu seçkinler için, halk iktidarın, gücün kaynağı değil hedef nesnesidir... Kullar sürüsüdür, hiç bir saman kendileri kadar “değerli” değildir. Bütün egemen sınıflar, hangi hakikat rejimine ait olurlarsa olsunlar, halkı ayak takımı olarak algılarlar. Ama, feodal, dini hakikat rejimleri bunu dile getirmeye izin verir, aydınlanmanın hakikat rejimi izin vermez. Kapitlist sınıf ise her zaman kendini halk olarak sunmaya, halk olarak doğmuş olmanın mirasını yemeye büyük dikkat gösterir. Faşizm bile bu refleksi tümüyle ortadan kaldıramaz, yalnızca yeniden yorumlar.

Bu durum gerçekten halkçı, emekçi güçlerin siyasi etkinliği için büyük olanaklar sunar. Dini hakikat rejimi bu olanakları sunmaz. Kapitalizme ve diktatörlere karşı savaşın ideolojik söylemi, Aydınlanmanın hakikat rejimi içinde, en kötü koşullarda bile üretilebilir. Ama Aydınlanmanın hakikat rejimi halka karşı mücadelenin ideolojik söylemine izin vermez.

Dini hakikat rejimi ise, kapitalizm, sınıf, vb gibi kavramları zaten bastırdığı için, bunlara karşı ideolojik bir söylem oluşturmak söz konusu değildir. Bu rejimde asla mücadele hedefi olmayacak olan “şey” (bu kavram uygun değil ama…) ise Tanrıdır, ve de dolayısıyla tanrının temsilcileri…

1 comment:

Engin Kurtay said...

Yazısının başında Aysun Kayacı’ya yaptığı gönderme de bence önemli: Böylece her üç olayı da (bir-Aysun Kayacı; iki-12 Eylül savcısı; üç-RTE) aynı potada, yani ideoloji dışı yorumlayabilmek için ilk manevrayı yapmış oluyor. RTE’nin sözleri, aslında takıyyeci-popülist islamcı siyasetin sınıf bilincini bastırma misyonunda bir sızıntı, bir gaf iken, olayı sanki –ideoloji dışı- kişisel bir gafmış gibi sunuyor ve bu üç kağıt el çabukluğu ile simgesel evreninde sağ-sol, sermaye-emek gibi karşıtlıkları sansürleyip, yerine muhafazakar-liberal karşıtlığını yerleştiriveriyor. İdeoloji kavramını dinden, sömürü kavramını ideolojiden koparıveriyor.

Üstelik bunu yazan kişinin Marx çevirisi yapmış olduğunu, “solcu aydın” kimliğini anımsayalım. Zihin bulanması olarak açıklanamayacak kadar usta bir manevra.

Çokkültürcü kimlik siyaseti pazarlayan liberal solculuğun yeşil faşizme nasıl stepnelik yaptığına güzel bir örnek.