Friday, December 26, 2008

Bir Şeyleri Çözmek Üzerine

Bir grup liberal entelektüelin “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı ‘büyük felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” diyen metni ve imza kampanyası, Le Monde’un iddia ettiği gibi, Türkiye’nin kimliğindeki kilitleri çözüyor mu bilemem ama çözdüğü bir şeylerin olduğu kesin...

 

Yersiz

Son aylarda, Türkiye’de uzun zamandır beklenen çok özel bir konjonktür oluşuyordu. İlk kez hükümet, muhalefet partilerinin eleştirileri, yolsuzluk iddiaları altında bunalıyor, ekonomik kriz karşısındaki iktidarsızlığını, ülkenin en büyük sermaye gruplarıyla sert tartışmalara girerek saklamaya çalışıyordu. Bu sırada ülke vatandaşları krizin yaşamlarını altüst eden etkileri altında korkuyor, kızıyor, “sorumlusu kim” sorusuna cevap ararken, siyasi tartışmalara odaklanıyorlardı. Bu bağlamda, Gökçek - Kılıçdaroğlu tartışmasının olağanüstü yüksek izlenme oranı çok anlamlıydı. Nihayet, ilk kez siyasal İslamın toplumda gerçekleştirdiği “pasif devrimin” gerçek boyutları ortaya dökülüyordu (Prof. Binnaz Toprak’ın araştırması).

Diğer bir deyişle sol ve sosyalistler açısından çalışma yapmaya, bu çalışmalar üzerinde bir canlanma ivmesi kazanmaya çok uygun, çok verimli bir konjonktür oluşuyordu. Bu“özür dileme” metni, işte bu ortamın içine düştü ve konjonktür üzerinde çözücü bir etki yapmaya başladı.

“Özür dileme” çağrısı, iktidarı ve muhalefeti, “özür dilemeye karşı” olma çizgisinde birleştirdi; tartışmayı, konjonktürün dışında çekti. Böylece, krizin ve kötü yönetimin sorumlularının, vatandaşların korkularını ve öfkelerini, kendilerinden başka, “dışarıda”bir yerlere yönlendirme olanağı sağlayabilecek bir metnin yazılabileceği bir boş bir“alan”, potansiyel bir kaçış noktası (ah şu düşmanlarımız, Yahudiler, Ermeniler, Kürtler vb… ) oluştu. Nitekim, toplumsal sorunların kökünde etnik düşmanlık arayan reflekslerin hızla ortaya dökülmeye başladığına, dahası, Cumhurbaşkanı’nın etnik kökenini sorgulayan ırkçı/faşist seslerin büyük basında ve TV kanallarında kendilerine yer bulabildiklerine şahit olduk.

Uzun yıllardır ilk kez sol ve sosyalistler için, ekonomik kriz, yolsuzluk, siyasal İslam, emperyalizm gibi kavramların arasında bağlantı kurabilecekleri bir ortam oluşurken, bir grup entelektüelin, kendilerini bu gündeme sokma çabası, konjonktürün istikrarını bozdu.

 

Biraz samimiyet

Bu entelektüeller Ermeni kardeşlerimizden 1915’te yaşanan bir “olay” için özür diliyorlar. Peki, bu “olayın” hakikati ne? Ermeni kardeşlerimiz bu “olayın” hakikatinin “soykırım”olduğunu söylüyor, bu hakikate sadakat açıklıyor ve herkesin bu hakikati benimsemesini istiyorlar. Türk kardeşlerimiz çoğunlukla bu “olayın” hakikatinin “soykırım” değil“tehcir” olduğunu, karşılıklı bir kıyım sürecini de içerdiğini ileri sürüyorlar. Ermeni kardeşlerimiz, Türk kardeşlerinden “soykırımı” kabul etmelerini istiyor. Öyleyse, özür dilemeye konu olacak hakikat, onlar açısından budur. “Büyük felaket” kavramı bu“hakikati” ifade etmeye yetmez! Çünkü “soykırım” da “tehcir” de birer büyük felakettir, hem kurbanlar hem uygulayıcıları için hem de insanlık açısından…Söz konusu metin“özür dilemiyor”, özür diliyormuş gibi yapıyor. Ya metni hazırlayanların cesareti“soykırım” kavramını dillendirmeye yetmiyor. Ya da “büyük felaketin” hakikatinin“soykırım” olduğuna inanmıyorlar. Hakikatini dillendirmeye cesaret edemediğiniz bir konuyu neden gündeme getiriyorsunuz? İnanmadığınız bir konuda neden özür dilemeye kalkıyorsunuz?

 

Ne işe yaradı?

“Özür dileme” girişimi, “soykırım- tehcir” tartışmasını ilerletmeye asla yardımcı olmayacak bir ortamda gündeme getirildi. Dahası, bu tartışmada, kulakları Ermeni kardeşlerimizin duyarlılıklarına göreli olarak açık, onlara empatiyle yaklaşmaya eğilimli kesimleri, bu tartışmanın en keskin, hatta ırkçı taraflarıyla aynı safa itti. Konjonktürün içinde, Aydınlanmacı ve dinci “hakikat rejimleri” çatışması, sınıf çelişkilerinin ekonomi politiği gibi unsurları gölgeleyecek “statüko - değişim” gibi sahte bir ikilemi canlandıracak bir etki yarattı bu özür dileme çağrısı.

Sonuçta bu “çağrı”, imzaya açanların kendilerini dışlamaya, işlevsizleştirmeye başlayan bir konjonktüre, kendilerini, yeniden zorla “duhul” etmelerine yaradı; Avrupa Birliği’nin“şampanya - isli somon balığı” koridorlarında adlarının yeniden anılmasına olanak sağladı. Le Monde’un ön sayfasında anılmak da az bir şey değil. Ama, bu metin, ne Ermenilerin çabalarına, ne Türklerle Ermeniler arasında daha yapıcı bir diyaloğun oluşmasına ne de Türkiye’deki solun kazanımlarına hizmet etti; yalnızca çağrıyı yapanlara, (ha, bir de şoven milliyetçi, ırkçı tiplere) yaradı… Bu liberal entelektüelleri başarılarından dolayı tebrik etmek isterdim ama midem bulanmaya başladı…

Thursday, December 18, 2008

Liberalizmin dayanılmaz hafifliği

Bir grup entelektüelin yayımladığı Ermeni kardeşlerimizden “özür dileme” çağrısı, hem bugüne kadar çatıştıkları hem de destekledikleri çevrelerde büyük tepki yarattı. Tepkilerin hemen hepsi özür dilemenin yanlış olduğunu anlatmak üzerinde odaklanıyordu. Ben başka bir açıdan yaklaşacağım bu “özür dileme” çağrısına

Yayımlanan çağrıyı öncelikle bir metin olarak değerlendirir, her metin gibi bunun da tutarlılık sağlayabilmek için dışarıda bıraktığı, bastırdığı anlamları, bastıran dışarıda bırakan sözcüğü, Derrida’nın aporia kavramıyla betimlediği “noktayı” (sözcük ya da ifade) arayarak işe başlarsak, karşımıza ilk anda algılanandan oldukça farklı, hatta taban tabana zıt bir görüntü çıkabilir. Bu aşağıda aktardığım metninin “aporia” sı, diğer bir değişle metnin bize diğer (gizlediği) anlamlarını da verebilecek hassa noktasında yatan “ büyük felaket” kavramı .

Metin "1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı 'büyük felaket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum " diyor, birilerinden imza istiyor. Ancak, ilk anda insanca bir yaklaşım gibi duran bu jeste biraz dikkatle bakınca arkasında, trajik bir tereddüdün, cesaret yokluğunun yattığı görülebilir. Kimileri daha acımasız davranıp gülünç bir oportünizmden de söz edebilirler…

“Şimdi bu “büyük felaket” kavramına odaklanırsak bu entelektüellerin aslında bu metinde özür dilemeyi başaramadıklarını, bu başarısızlıklarını “büyük felaket” tanımlaması ile gizlediklerini göreceğiz. Bu bağlamda bu metin aslında samimi bir “özür dileme” çabası değil, toplumsal işlevlerini yitirmiş bir grup sağ/sol liberal entelektüelin, kendi varlıklarına yeniden anlam kazandıracak bir konuyu, gündemi, araççı (enstrümentalist) yöntemlerle yaratmayı amaçlayan bir metindir. Tartışmalara bakınca da başarısız oldukları söylenemez!

Konu ne?
Bu entelektüeller Ermeni kardeşlerimizden ne için özür diliyorlar? 1915’de yaşanan bir “olay” için. Peki, bu “olayın” hakikati ne? Ermeni kardeşlerimiz bu “olayın” hakikatinin “soykırım” olduğunu söylüyor, bu hakikate sadakat açıklıyor ve evrenselleşmesini, herkesin bu hakikati benimsemesini istiyor, bunun için çalışıyorlar. Bir başkaları “olayın” hakikatinin “soykırım” değil “tehcir” olduğunu, karşılıklı bir süreci ve kıyımı içerdiğini ileri sürüyor, bu hakikate sadakat açıklıyor ve bunun evrenselleşmesi için çabalıyorlar.

1915’de yaşanan “büyük felaket” içinde yok olanlar (Ermeni, Türk ve hatta Kürt) açısından “olayın” şöyle veya böyle adlandırılması artık bir şey fark ettirmiyor ama, bu adlandırmaların, onlara sadakat belirtenler açısından, bir kimlik oluşturucu, var oluşa anlam veren “olay” sorunu olduğu da yadsınamaz bir gerçek

Ermeni kardeşlerimiz, Türk kardeşlerinden “soy kırımı” kabul etmelerini istiyorlar. Dolayısıyla özür dilemeye konu olacak hakikat, onlar açısından budur. “Büyük felaket” kavramı bu ”hakikati” ifade etmeye yetmez! Çünkü “soykırım” da “tehcirde” birer büyük felakettir, hem kurbanlar hem uygulayıcıları için, hem de genelde insanlık açısından…

Özetle bu metin Ermeni kardeşlerimizden özür dilediğini iddia ederken, gerçek sorunun etrafından dolaşarak, onu bastırarak özür diliyormuş gibi yapıyor. Neden? Ya metnin yaratıcılarının cesareti “soykırım” kavramını dillendirmeye yetmiyor. Ya da “Büyük Felaketin” hakikatinin “soykırım” olduğuna inanmıyorlar. Her iki durumda da karşımızda eksik hatta samimiyetsiz bir tutum var. Bu da söz konu metnin aslında bir özür dilemeyi gerçekleştirmediğini, özür diler gibi yaptığını düşündürüyor. Peki, böyle karmaşık bir “stratejiye” neden gerek duyuldu?

Liberalizmin tükenişi
Arkada bırakmaya başladığımız 25 yıllık dönem içinde liberalizm, sağ ve sol kanatlarıyla, ekonomik, siyasi ve kültürel, hemen her anlamda çökmüştür. Liberal entelijansiya hızla tarih dışın düşüyor ve işlevsizleşiyor. Kendine toplumsal doku içinde yeni bir (pazarlama söyleminden ödünç alırsak) “niş” arıyor var olmaya devam edebilmek için.

Bu entelektüellerin doğuşuna, ya da sosyalizmden liberalizme geçişine ebelik yapan “serbest piyasa eşittir demokrasi”, denklemi büyük bir gürültüyle çöküyor. Yaşanmakta olan mali kriz, bir taraftan serbest piyasa fantezisinin iflasını sergiliyor. Diğer taraftan, eşik altı konut kredilerinden başlayan, heç fonların “ponzi” modellerine kadar uzanan, tam anlamıyla bir dolandırıcılık iklimini yaratmış olduğunu da ortaya koyuyor. Bu arada, liberalizmin küreselleşmeyle birlikte ulus devletlerin anlam ve önemlerini yitirmeye başladığına ilişkin savları da mali krizin içinde eriyip gidiyor.

Post modernist akım içinde öne çıkan, Levinas’ın, idealist ve bireyci ahlak anlayışının, “öteki” kavramına dayanarak oluşan çok kültürlü modellerin toplumları gettolara böldüğünün, ırkçılığı körüklediğinin, aşiret eğilimlerini güçlendirdiğinin, nihayet vatandaşlık kurumunu imha ettiğinin, dokusu son derecede zayıflamış ve zayıflamaya devam eden kırılgan, felaketlere açık toplumlar ürettiğinin ayırtına varılıyor.

Toplumu , birey düzeyinden hareketle anlamlandırmaya çalışan, eylemini kapitalizmin ufkuyla, siyasetini reformlarla sınırlayan, ama bu arada reformlara gerek oluşturan sorunları yaratan gerçek sorunla “büyük ötekiyle” yüzleşmeyi reddeden liberalizmin yaşamına Türkiye özelinde kısaca bakarsak şöyle bir durum la karşılaşıyoruz.

Bunların öncelikle devletin iç güvenlik politikalarıyla, halkın (özellikle emekçilerin) duyarlılıklarını birbirine karıştırarak, düne kadar Kürtleri kendisinden farklı görmeyen bir halka Kürtlerin “öteki” olduğunu öğretmiş olduğunu görüyoruz. Dahası, Kürtler de kendilerinin “öteki” olduğunu, Türklerin bu ötekileştirme olayının faili olduğunu öğrenmiş olduğunu da görüyoruz. Böylece liberalizmin idealist ve bireyci (Levinasian) “öteki” ahlakı, emekçiler arasın bölücülük tohumları atmış, “büyük ötekiye” (emperyalizme bağımlı çevre ülke kapitalizmine ve devletin bunu korumaya çalışan iç güvenlik politikasına) karşı ortak bir demokrasi ve kurtuluş mücadelesi vermelerinin önüne bu gün aşılması son derecede zor bir engel dikmiştir. Ama şimdi, liberal entelektüeller, bu karşılıklı konuşlanmaya başlayan “ötekilerin” arasında kendine yer bulamaz olmuş ve işlevsizleşmiştir.

Demokrasiyi oy vermeye, etnik dini kimliklerle sınırlanan bir bireysel özgürlükler anlayışına indirgeyen liberalizm, ülkede siyasal İslam’ın meşruiyet kazanmasına, hegemonyasını kurma sürecine, “pasif devrim” sürecine alet olmuştur. Dahası, derin tarihsel kökleri karmaşık ve güçlü bir kültürel geleneği olan bir toplumsal hareketi kıymeti kendinden menkul bir “A” takımıyla yönlendirebileceğini sanmıştır. Daha sonra siyasal İslam moleküler asimilasyonla yanına çekere sonuna kadar kullandığı bu liberal entelektüelleri, şarampola dökerek yoluna devam etmeye, toplumu dönüştürdükçe otoriter ve totaliter özelliklerini giderek daha büyük bir güvenle sergilemeye başlayınca, bu liberal entelektüeller “oyuna geldiklerini” düşünmeye başladılar. Diğer bir değişle işlevsizleştiğinin ayırtına vardılar

Bu liberal entelektüellerin bir diğer işlevi de Avrupa Birliği sürecinde ülkeyi AB’nin hegemonik projesine eklemeye çabalamak olmuştu. Bu alanda da AB entelektüellerinin yörüngesine girmekte hemen hiçbir sorun görülmemiş dahası, başarıları ya da hataları onların değer yargılarına göre tanımlama alışkanlığı edinilmiştir. Siyasal İslamı ve kendi kapasitesini anlamakta son derecede yetersiz kalan liberal entelektüeller, AB üyeliği süreci gereği olarak da AKP’ye desteklemiştir. Şimdi gelinen noktada AB’ye üyelik süreci, hem AB hem de siyasal İslam acısından bittiğinden, liberal entelektüeller bu alanda da varoluşlarına ilişkin sorunlarla karşı karşıyadırlar.

Nihayet devleti salt baskı araçlarına indirgeyerek tanımlayan bir devlet fantezisiyle hareket eden liberal entelektüeller, siyasal İslam ve devlet arasında son derecede hatalı bir demokrasi-diktatörlük ikilemi yaratmış, bu arada Taraf gibi bir utanç kaynağının oluşmasına zemin sağlamış, siyasal İslam’ın muhalifleri üzerinde gittikçe artan polis baskısına ortak olmuştur. Şimdi de, bu ikilemin özellikle, o hiç ağızlarına almak istemedikleri emperyalist baskıların etkisi altında hızla ortadan kalktığına şahit olmaktan dolayı şaşkınlıklara düşerek “bize ne olacak” krizleri yaşıyorlar.

Kısacası liberal entelektüeller ülke içinde, kendilerinin de oluşmasına katkıda bulundukları kamplaşmaların keskinleştirdiği ortamda, kendilerini dinleyen kulakların hızla azalmakta olduğunun, işlevsizleştiklerinin ayırtına varmaya başladılar.

İşte bu özür dilermiş gibi yapma gülünçlüğünün ve korkaklığının arkasında bu işlevsizleşmenin getirdiği telaş yatmaktadır. Netice de özür dilemeyi başaramadılar ama, bir gündem yaratarak, büyük bir olasılıkla AB entelijensiyasının bakış alanına da yeniden girerek kendilerine yeni bir devinim alanı yaratmayı başardılar. Ama liberalizmin genel olarak tükenme dinamiğinin, bu güne kadar ektiği düşmanlık tohumlarının keskinleştirdiği çatışma ortamında, bu devinim alanının, çok fazla bir yaşama şansı yok.

Wednesday, December 03, 2008

Sosyalizm ve Marx Üzerine İki Not

Ekonomik kriz derinleştikçe serbest piyasa modelinin tüm zaafları ortaya çıkıyor. İnsanlar her şeyi metalaştırma sürecinin kendi başına bırakıldığında, toplumsal yaşamı nasıl yıkıma sürüklediğini yeniden anımsıyorlar.

Sermaye ve onun organik entelektüelleri için çok zor bir durum doğrusu. Sermaye yıllardır, adeta bir yeryüzü cennetinde yaşıyordu. Denetim yok, engel yok, toplumsal sorumluluk yok! Onun organik entellerine gelince; 25 yıldır serbest piyasa okudular, serbest piyasa okuttular. Şimdi birincisi, denetim talepleri yükseldikçe bu yeryüzü cennetinden kovulmak üzere olduğunu seziyor. Öbürüyse, panik halinde, kendini olumlama, hâlâ bir işe yarayabileceğini kanıtlama savaşı veriyor. Ama ben uyarmıştım” Ya daà la Greenspan, “gerçeklik ideolojime uymuyormuş”. Tabii bir de şu var:“Evet, kapitalizmde buhranlar oluyor ama bu buhranlar devlet müdahalesiyle gideriliyor, kriz sonrasında daha üretken bir ekonomik sürece giriliyor…” Halbuki“Sovyet laboratuvarındaki yetmiş yıllık uygulama da göstermiştir ki, ‘piyasa’ ve‘üretim araçlarının özel mülkiyeti’olmadan modern bir ekonominin işletilmesinin sihirli formülü (henüz) yoktur.”

Ben bu ruh halini “Pamuk Prenses”masalındaki kraliçenin histeri nöbetine benzetiyorum. Sürekli aynaya bakıp,“var mı benden güzeli?” durumları…Şimdilik yok. Ama tarih bize ne gösteriyor? Eğer ayna “var” derse,bıçak, zehirli elma vb. O zaman“demokrat aydın” maskesinin düşeceğine emin olabilirsiniz!

Sosyalizm

Kapitalizmin seçeneği olmadığını iddia edenlerin iki temel sorunu var. Birincisi felsefi (ve psikolojik) bir sorun. Hiçbir“üretim tarzı” sonsuza kadar var olamaz. Bir sistemin egemen güçleriyle, onlardan beslenenler bunu arzu edebilirler, ama “her şey değişir”.Durumlarını koruma saplantısı, kapitalizmle, tanrı düşüncesini birbirine karıştırmaya kadar itiyor bu histerinöbetini

İkinci sorun kapitalizmin “gerçeğiyle”,sermaye ile ilgili. Sermaye sürekli eşitsizlik yaratır, siyasi baskıya yol açar, hem rekabeti hem bireysel özgürlükleri sınırlar. Sermaye, insanın hazlarına, acılarına duyarsız olduğundan hareketi bir noktadan sonra insana akıl dışı” olarak gözükmeye başlar: Bir tarafta büyük zenginlik ve iktidar birikir, diğer tarafta büyük yoksulluk, çaresizlik… İnsan aklı bir yerden sonra bunu kabul etmez, özellikle ikinci kesimde yaşıyorsa.

Sosyalizm, kapitalizmin bu “akıl dışı”özelliklerinden kurtulma, bir çıkış yolu arama çabasından başka bir şey değildir. Eğer kapitalizmin toplumsal, ekonomik, ahlaki koşullarından hoşnut değilseniz “sosyalizm” mutlaka ilginizi çekecektir.

70 yıllık Sovyet deneyi, bir ülkede kapitalizmden çıkma çabasıydı. Başarılı olamadı. 300 yıllık kapitalizmin deneyi ise bu modelin nasıl “işlediğini” bir ülkede değil, tüm dünyada, defalarca, nihayet sonunda gezegenin ekosistemini tehlikeye atarak gösterdi.

Marx

Marx modern zamanlarda savları en çok (!) çürütülen bir düşünür. Ama nedense “çürütme” çabası asla bitmez. Hiçbir şey olmasa bile, bu sonu gelmez “çürütme” çabası, Marx’ın savlarının gücünü, yarattığı rahatsızlığı kanıtlamaya yeter. Tabii bir sorun daha var.

Marx kapitalizmden çıkmak isteyenlere sistemin iç çelişkilerini, krizlerin, haksızlıkların kaynaklarını açıklar. Üstelik bu açıklamayı, hırsızlık gibi ahlaki olgulara, yönetişim zaaflarına bağlamadan gerçekleştirir.

Ama, Marx ve Engels’in birlikte ürettikleri külliyat her biri 400-500 sayfalık 52 cilttir. Bırakın bu 52 cildi, üç ciltlik Kapital, 600 sayfa Grundrisse bilebir tutku, etik gereksinim ve yaşamsal beklenti olmadan okunacak şeyler değildir. Hele ek olarak 150 yıllık tarihin (Lenin, Plakhanov, Troçki, Gramsci, Rosa…) her ülkenin yerel çabalarının ürettiği yüzlerce cilt…

Marksizm eleştirmenleri bunları okumazlar, genellikle birbirlerini dinleyip arada sırada bir iki referans kitabına bakıp yazarlar; sonuçta, çoğu kez Marx’ı değil kendi durumlarını açıklamış olurlar.

Güncel bir örnek vermek gerekirse, Marx’ın Din, ezilenlerin afyonudur”sözünü alabiliriz. Metni okumadan, bugünkü kültürel bağlam içinde bu söze bakanlar, Marx’ın ezilenleri aşağıladığını sanabilirler. Halbuki Marx aynı paragrafta, din için “kalpsiz dünyanın kalbi” ifadesini kullanır.“Afyon” ise o metinde bir keyif maddesi değil, bir ağrı kesici, dünyanın ağrılarına katlanmanın bir yoludur; ama her ağrı kesici gibi ağrının nedenlerini ortadan kaldırmaz. Sosyalizm ise işte bu ağrının nedenlerini ortadan kaldırmakla ilgili bir niyetin ve çabanın adıdır.

Thursday, November 27, 2008

Hep Aynı Tuzağa Düşüyoruz

Hep aynı tuzağa düşüyoruz. “Özgün” olana takılıp, evrensel olanı kaçırıyor, sonuçsuz çabalarla kıymetli zamanı ziyan ediyoruz. Son derecede önemli bir yerel seçimler yaklaşırken Deniz Baykal’ın çarşaflı bir bayana CHP rozeti takması da buna iyi bir örnek oluşturuyor.

‘Ötekiler’ ve büyük öteki…

“Ötekine” ne kadar hoşgörülü olduğumuzu birbirimize kanıtlamaya çalışırken hepimizin katlanmakta büyük zorluk çektiği şeylere, “evrenseli”oluşturan sorunlara (kapitalizmden kaynaklanan, kriziyle daha da ağırlaşmaya başlayan, eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik) karşı ortak bir tutum geliştirmeyi başaramıyoruz.

Kimliğimizi bölerek ‘kendimiz’ olmamızı engelleyen şeye karşı taşıdığımız kızgınlığı paylaşarak, birlikte mücadele edeceğimize (Zizek), birbirimizle (etnik, dini kimlikler vb.) uğraşırken, asıl kızdığımız şeyin devam etmesinin koşullarını yeniden yaratmaya devam ediyoruz. Daha önce vurguladığım gibi (31/01/07) “öteki”ni tanımaya çalışırken büyük “ötekiyi” göremiyor, dolayısıyla, eşitlik ve özgürlüğün, ekonomik kurtuluşun evrensel koşullarını gerçekleştirecek mücadeleyi yaratma şansını yakalayamıyoruz.

Birbirimize (ötekini) nasıl hoşgörüyle katlandığımızı kanıtlamaya çabalamak yerine, “büyük ötekiyi, sermaye ilişkisini sorgulamanın yolunu yeniden bulmak gerekiyor.

Nafile bir jest

Bu açıdan bakınca, Deniz Baykal’ın, kapitalizmin yüzyılda bir gelen krizlerinden biri hızla derinleşirken çarşaflı bir bayana rozet takarak partisinin“ötekine” olan hoşgörüsünü kanıtlamaya çalışması nafile bir jest, zaman kaybı, daha da önemlisi taktik bir hata olmuştur.

Baykal’ın jesti, AKP’nin, demokratikleşmeyi İslami yaşam tarzının yaygınlaşmasına indirgeyen hegemonya söylemini olumlamak anlamına gelmiş, bu söylemin, savlarına güç vermiştir. Böylece Baykal rakibi olan partinin ve siyasi hareketin tabanının, parti etkisini yaymakta en önemli rolü oynayan çekirdeğinin özgüvenini pekiştirmiştir. Hem de AKP’nin bir referandum gibi kullanmaya hazırlandığı açık seçik belli olan bir yerel seçimler öncesinde.

Baykal’ın, bu jesti, rakibinin söylemine enerji katarak, tabanını ve saflarını pekiştirirken, kendi saflarında tam aksi bir etki yapmış, bir dağınıklık, şaşkınlık, hatta düş kırıklığı yaratmış, partinin seçimlerdeki mücadele gücünü zedelemiştir.

Dahası, Baykal’ın jesti, bir süredir siyasal İslamın hegemonya simgesi, liberal entelektüelleri kendine bağlama aracı olan “türban sorununu” arka plana iterek ekonomik toplumsal sorunları öne çıkarmaya, böylece bir sosyal demokrat partinin geniş kitlelere ulaşması için uygun koşulları yaratmaya başlayan bir konjonktürü, türban olayını, “yaşam tarzı siyasetini” yeniden canlandırarak bozmuştur.

Kitle siyaseti ama nasıl?

Siyasal İslamın sözcüleri, Baykal’ın bu jestini alkışladılar. CHP içinde bir kesim ve kimi aydınlar da kitlelere ulaşmak için yapılmış zorunlu bir adım, karşı çıkanları da seçkinci, vb. olarak yorumladılar.

Baykal’ın jestine karşı çıkanların hepsinin seçkinci olmadığı, kiminin çok pratik kaygılarla hareket ettikleri söylenebilir. Örneğin seçime gidiyorsanız, rakip partilerin alanlarına nüfuz etmeye kalkmadan önce, ilk elde kendi saflarınızı sıklaştırmanız, parti üyelerinizin özellikle kampanyaya katılacak olanların kafasının son derecede açık, partiye güveninin tam olmasını sağlamanız, geleneksel oy tabanınızı sonuna kadarkapsayıp konsolide ettiğinizden emin olmamız gerekmez mi?

Tarih bunları gerçekleştirmeden tabanlarını sağa doğru genişletmeye kalkan sol partilerin, eğer merkez sağda belirgin bir bozgun ve çöküntü yaşanmıyorsa, her zaman büyük zarar gördüğünü gösteriyor.

Dahası, toplumdaki kültürel bölünmüşlükler, birkaç jestle aşılabilir mi? Televizyonlarda izlediğimiz gibi, kimi “başı açık çağdaş bayanların” çarşaflı bayanları, sarılarak, yüzlerini okşayarak “çocuklaştırması” ters tepki yaratarak, sizin seçkinci, “yabancı öteki” imajınızı daha da güçlendirmeyecek mi?

Halbuki yüzyılda bir gelen bir ekonomik kriz hızla yayılıyor, işçi sınıfından orta sınıflara kadar “din, etnik kimlik ayrımı” yapmadan herkeste gerginlik, endişe yaratıyor, artmaya başlayan işsizlik (yalnızca tekstil de 400 bin diyorlar), yoksulluk, ailelerin boynunda değirmen taşı haline gelen tüketici kredileri, bu gelinen noktaya AKP hükümeti altında gelindiği gerçeği, size en geniş birleştirici parti çalışması ve seçim kampanyası için çok verimli bir ortam sağlamıyor mu?

Deniz Baykal’ın emekçi kesimlere, “yeni orta sınıfa”, Kürt emekçilerine, kendi solundaki siyasi akımlara ulaşması, kapsayıcı bir platform yaratmaya başlaması; bu platforma çıkarak, gerçek bir sosyal demokrat parti lideri gibi sermaye kesiminin krizden en çok zararı görecek olan kesimlerine konuşmaya başlaması gerekmez miydi? Nafile jestlerle vakit kaybedene, kargaşa yaratana kadar…

Friday, November 21, 2008

Kriz ve Fırsat

Başbakan haklı, krizden fırsat yaratılabilir. Ama onun zannettiği gibi değil.  Bazı ülkelerin deneylerinden yararlanarak şöyle bir şeyler önerebiliriz

İç pazara öncelik…

Önce, bu krizin geçici bir sarsıntı olmadığını, ihracata (özellikle de ithal girdisiyle), iç talebin dış kaynakla finansmanına dayalı büyüme modelinin tükendiğini görmemiz gerekiyor.

Kredi köpüğü sönerken, bu modelde ısrar edildikçe hem işsizlik artıyor, hem de, kriz sermayenin üretici kesimlerini imha ediyor. Türkiye kapitalizminin yola devam edebilmesi için sanayi ve tarım modellerinin/rejimlerinin değişmesi gerekir. Yeni model öncelikle, iç pazarın genişlemesini, gıda egemenliğini, ülke içi üretimin ve tüketimin desteklenmesini amaçlayan önlemleri içermelidir (Tayland).  Ancak, böyle bir modelin ülkenin dünya ekonomisine eklemlenme biçimlerini sorgulaması kaçınılmaz. Bu yeniden yapılanma, hem teknoloji hem de insan kaynakları açısından kendine özgün bir alt yapıyı, toplumsal duyarlılıklarda değişiklikleri gerektirecektir.

Bunları göz önüne alan bir proje, teknoloji, personel, kültür açısından uygun devlet kurumları ile desteklenmelidir. Örneğin DPT ve DİE gibi kurumların yeniden yapılandırılması gerekir.  Bu kurumlar (tabii ki meslek kuruluşlarıyla iletişim içinde) yaptıkları çalışmalarla hangi sektörlerin desteklenmesi hangilerini terk edilmesi gerektiğini, sermayenin ve emeğin hangi sektörlerden çıkarak hangilerin yöneleceğini saptayacak, hükümetlere yol göstereceklerdir (Güney Kore, Çin).

Tarım sektörü ise öncelikle gıda üretiminin artmasını, gıda egemenliğinin sağlanmasını amaçlayan tedbirlerle desteklenmelidir. Dahası, tarımsal nüfus yapısının güçlendirilmesi, orta ve küçük ölçekli çiftçilerin üretkenliklerinin arttırılması, buna uygun alt yapının kurulması da, hem çevrenin korunması hem de kentleşmenin yavaşlatılması açısından son derecede yararlı olacaktır. Ayrıca tarım üreticisinin küreselleşmenin etkilerinden korunması, maliyet, teknoloji, bilgi ve finansman açılarından desteklenmesi de gerekecektir (Tayland).

Kırda ve köy topluluklarında tarım dışı mal ve hizmet üretimi (el zanaatları, küçük sanayi, özel ihraç edilebilir tarım ürünleri, Turizm türleri) potansiyelinin de özellikle desteklenmesi, ürünlerinin pazarlanmasına yardımcı olunması gerekir (Tayland).

Dünya ekonomisiyle yeniden…

Bu tür tedbirleri düşünmeye başlayınca, hemen Türkiye’nin dünya ekonomisine bağlanma biçimlerinin gündeme geldiği, dış ticaret, döviz rejimlerinin iç piyasayı destekleyecek ve koruyacak biçimde düzenlenmesinin, sermaye giriş, çıkışının kurallara bağlanmasının gerekli olduğu görülüyor (Malezya).

Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da, “yeşil saha yatırımlarıyla” sınırlanması, gerektiğinde teşvik edilmesi, ancak, içerde yeni talep, ihracat geliri yaratmak, çevre koşullarına uygunluk, kaynakların sürdürülebilirliğinin korunması, teknoloji transferi koşullarına bağlanması gerekecektir (Çin).

Dış borç yapısı da yeniden düzenlenebilir, ya da bir programa bağlanabilir. Bunlar olmazsa toptan, veya kısmen silinmesi gündeme alınabilir (Arjantin).

Sunday, November 16, 2008

Kriz ve İnsan

(Cumhuriyet 12.11.2008)

Kriz derinleşiyor. Dünyadan, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden acı haberler geliyor. İşsizlik, yoksulluk, iflaslar hızla artıyor. Borç köpüğü sönerken ABD’den Hindistan’a insanlar servetlerini, hatta ailelerine bakma kapasitelerini, dolayısıyla özsaygılarını yitiriyor, kimileri intiharı seçiyor.

Bu felakete bir sorumlu aranıyor. Kimileri, ödeme şansı olmadığı halde ev alanları, buna göz yumanları, heç fonları, açgözlü bankerleri, ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan’ı, ucuz kredi, umarsız borç verme ve alma ortamını suçluyor. Krizi emekçilere saldırmayı amaçlayan kapitalistlerin çıkardığını savunan garip solcular da var. Sonunda da ortaya “kapitalizmi, kapitalistlerden (insandan-E.Y) kurtarmak” önerisi çıkıyor.

Biraz felsefe…

Halbuki, bu öneriye, görüntüleri temel alarak değil de krizin nedenlerine, Hegel ve Marx’ın uyarılarını anımsayıp içeriğin çelişkilerini, dinamiklerini, anlamaya çalışarak bakarsak, tam tersine “kapitalistleri sermayeden kurtarmak gerektir”i görebiliriz. Marx da “Kapitalist yalnızca taşıyıcıdır” derken tam da bu noktaya değinmiyor muydu?

Sermaye, karşılaştığı her şeyi metalaştırarak, daha fazla işçiyle karşılaşarak, daha fazla canlı emek tüketip daha fazla kâr üreterek, merkezileşerek, yoğunlaşarak genişleme eğiliminde olan bir sosyal ilişkidir. Kapitalist bu sürecin aracı, taşıyıcısı ve üzerinde yaşayan insandır. Burada, Deleuze ve Guttari’nin yaptığı ayrım da bize yardımcı olabilir: Sermaye (sürekli canlı emek tüketen) “bir kâr makinesidir”, insansa “arzulayan bir makine”.

Sermaye “makinesi” yoluna devam ederken çevresini salt maddi olarak değil, simgesel (ideolojik) olarak da dönüştürür: Sürekli, eski “kodları” çözer yenilerini kurar. Bu, arada bu genişlemeden arzularını tatmin etmek açısından büyük ayrıcalıklar elde ederek yararlanan kapitalistin gözü kamaşır; kendini yönetimde sanmaya, diğer insanlardan farklı ve üstün görmeye başlar. Ta ki sermaye ilişkisi krize girene kadar… Diğer bir deyişle iç çelişkilerinin biriktirdiği sorunlar, sermayeyideğişme/yok olma ikilemiyle (kriz) karşı karşıya getirene kadar.

O zaman, sermayenin yeterince kâr edemeyen kesimlerindeki hareket durmaya başlar. Bu kesimler üzerinde yaşayan kapitalist ve işçiler de, küresel ısınma yüzünden sular yükselirken yaşadıkları adada ayaklarını bastıkları topraklar yok olmaya başlayan yerlilere benzerler. Kimi kapitalistler, birikmiş servetlerine binerek başka adalara göç edebilir, yeniden başlayabilirler. Diğerleriyse, işçilerle birlikte, bunların arkalarından bakakalır.

İnsan aklı ve irade…

Tarih, önceki krizlerin dersleri, sermaye insanlar tarafından denetim altına alındığında, krizi, yıkımı sınırlayarak aşılabilme olasılığı olduğuna işaret ediyor. Bu denetimin yolu da öncelikle kapitalisti sermayenin göz kamaştırıcı etkisinden kurtarmaktan geçiyor.

Örneğin, son günlerde Türkiye’de tekstil ve inşaat sektöründen iflas, işten çıkarma, intihar haberleri geliyor. Bu iki sektördeki işletmeler, bu noktaya, geçmişte attıkları adımlarla geldiler. Sermaye bulunduğu yerde (aklı olmadığı için) genişleme çabasına devam etti. Halbuki, ülkede uzun dönemli düşünebilen bir planlama kuruluşu olsa, bundan 10 yıl önce Asya yükselmeye başlarken tekstil sektöründe çalışanlara, bir an evvel bu sektörden çıkmaları gerektiğini söyleseydi, hükümetler bu çıkışı kolaylaştıracak yardımı, teknoloji ve bilgi edinimini sağlasaydı bugün başka bir yerde olurduk. İnşaat sektörü, doğru bir kent planlaması olmayan, mali denetimden yoksun bir ortamda, kredi köpüğünün üstünde bugünkü noktaya geldi. Şimdi, bir gün geleceği önceden kolaylıkla görülebilen bir noktada, inşaatları sürdürecek kredi hızla azalır, yapılanlara talep hızla daralırken sektörde çalışanlar (kapitalist ve işçi) yukarıdaki adanın yerlilerine benzemiyorlar mı?

İşte tüm nedenlerle, geçmişte, 1930’ların krizinden sonra, kapitalist devlete, sermayenin krizlerinde insanı koruma olanaklarını sunabilecek planlama kurumlarına, sermayeden gözü kamaşmayacak uzun dönemli düşünebilen uzmanlara ve bürokrasilere rağbet artmıştı, ta ki neoliberalizm sermayenin mutlak hâkimiyetini restore edene kadar…

Bugün bu saptamalar “kapitalistlere” artık küfür gibi gelmemelidir. Bunun iki nedeni var. Birincisi, canlarını ve mallarını sermayenin krizinden korumak için devlete, uzun dönemli düşünen, yol gösterebilen uzmanlara gereksinimleri var. İkincisi, kapitalistlerin en aşırı örnekleri, şimdi hızla tüm sınıfı temsil eden, realitede onun yerine geçen simgelere dönüşüyorlar. Bu aşırı örneklere yönelik nefret, Yahudi düşmanlığına, halk tabakaları arasında genel bir sermaye sınıfı nefretine dönüşme noktasına doğru kabarıyor.

Kapitalistler açısından yeni bir sınıf uzlaşması aramanın, sosyal demokrasiye yönelmenin, hem krizde bu günü kurtarmak, gelecekte de iktidarlarını korumak için hızla tek çare olmaya başlıyor.

 

Saturday, November 15, 2008

“Mustafa” ile ilgili bırakılan notlar üzerine

 “Sıradan” insan ve “kahraman” üzerine bir not:

“Sıradan” insan tarih sahnesine çıkmamış, “yapıya” ait, yasaya bağlı insandır, mücadele etmeyen, “yaşamayı” seçen bireydir.

“Kahraman” tarih sahnesindeki insandır. “Yapıya” uyumsuz, yasaya karşı, mücadele eden yaşamı kaybetmeyi göze alan “özne”.

“Sıradan” insan bu durumunun, (özne olmasını, tarih sahnesine çıkışını önleyen korkularının) bilincindedir. Bu ağrı veren bir bilinçtir. Bu ağrıyı katlanılır kılmak için bir “fantezi” gerektiğinde, “ ‘O’da, eninde sonunda benim gibi biri işte” inancı çok işlevsel olabilir.

Ama “O” yalnızca biyolojik olarak  “benim gibi” biridir. Toplumsal varlığı ise çok farklıdır, iki anlamda: Bir “yapıya” karşı çıktığı için. İki, bu karşı çıkış evrensel bir anlam kazandığı için.

Bu sıradan insan sözüne takılarak “düşünmeden”, “ hah işte seçkinci biri” demeye hazırlananlar için. Bir ek: Birini kahraman yapan tarihsel koşullar kitlelerin, sınıfların hareketinin, mücadelesinin ürünü / sonucudur. Kahramanın eylemine tarihsel anlamı, evrensel olma özelliğini bu mücadelelerin kazandırır. Özne, kaderini bu mücadelelerde “doğru” tarafla özdeşleştirdiğinde, bir kahramanın oluşması için gerekli özelliklere kavuşabilir. Yoksa, yapıya uyumsuz ve yasaya karşı olan “özneyle”, bir psikopat arasındaki farkı saptamak olanaksızlaşır.

Tarih sahnesinden geçmiş bir “kahramanla”, özel yaşamı üzerinden ilişki kurmaya kalkmak boşuna bir çabadır. Bir hayaleti kovalamaktır. Diğer taraftan bu yakınlaşma çabasını, onun özeline girerek, onu kendi özelime sokarak “senleştirme” çabasına, "sıradan" insanlar arasında bile şırnaşıklık denmez mi?

Ek (1): Türk halkına uşak dediğimi ileri sürerek bu tartışmaya katılan arkadaş, “kötü niyetin” anlamayı ve diyalogu nasıl engellediğine ilişkin çok güzel bir örnek oluşturuyor kendisine teşekkür ederim. 

Ek (2)  Boccaccio, Shakespeare, Dostoyevski, Balzac, Çehov, Thomas Mann, Yaşar Kemal… Bu yazarların sıradanb insanla ne kadar ilgilendiği tartışılır. Özellikle Shaskerpeare’in (Hamlet, Lear, Machbet, Prospero, Venedik taciri bile “sırada” değildir… Zaten “Trajedi” Tarifi gereği sıradan insanlarla uğraşmaz), Balzac ise “sıradan” insanla kahramanı, etik zeminde hep karşılıklı, mukayeseli bir sınava sokmaz mı? Yaşar Kemal’in ince Mehmet’i de “sıradan” değildir…

Önce, Romantik, sonra Modernist edebiyatta sıradan insana ilgi artar. Artar ama dikkatle bakıldığında,  çoğu kez, ya kahramanlaşma, ya özne olmaya yönelik tercihler her zaman gündemdedir bu  “protagonist” için.

Son olarak: Blog’a not bırakan üç yazara da teşekkürler “gümişi hücreleri” çalışmaya zorladıkları için… 

Thursday, November 06, 2008

"Mustafa"

(Cumhuriyet 05.11.2008 ) 

“Mustafa”yı görmedim, görmeye de niyetim yok. Bir “insan” olarak, “gerçek” “Mustafa” hiç ilgimi çekmiyor. Beni ilgilendiren“Mustafa”nın simgesel (anlamlar sistemi içindeki) kimliği. Benim anlamlar sistemime bu kimliğiyle, belli bir tarih yorumu içinde kendisine yüklenen kimlikle, Mustafa Kemal olarak girdi. Bu kimliği olmasaydı Mustafa’dan haberim bile olmayacaktı, sizlerin de… Bu yüzden benim için (sizin için de) bu anlamlar sistemi içindeki varlığı dışında “gerçek” bir“Mustafa” yok.

Öyleyse, bir yorumcunun vurguladığı gibi, “sen”lenmiş, “kat kat etiketlerinden temizlenmiş” (!), bir başka yazarın işaret ettiği gibi, karşımıza “zaafları, aşkları, hırsı, sigarası, içkisi, dinden imandan uzaklığı ile” bir Mustafa getirmenin anlamı ne?

Kahraman ve uşağı

Hegel’e göre “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil, yiyen içen, giyinen, kısacası, ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür” (Tinin Fenomenolojisi, Oxford, 1977, Miller çevirisi, sf, 404)

Bu “siz onu kahraman olarak görüyorsunuz ama aslında böyleydi” “düzeltmesini” Hegel, “kahramanı yargılayan ahlakçı uşağın” tavrı olarak görerek, küçümsüyor. Hatta, kahramanın kişisel özelliklerinin eyleminin, evrenselliğinin karşısına asla konulmaması gerektiğini savunuyor.

Çünkü bu “ahlakçı uşak yargısı”, kahramanı (eylemleriyle, tarih içindeki konumuyla, uşaktan çok farklı bir yerde duran kahramanı) “tüm etiketlerinden temizleyerek” etkin özneden” “pasif bireye”, tarihsel insandan, gündelik insana indirger, böylece onun anlamlar sistemi içindeki kimliğini yok eder. Simgesel kimliği yok edilen, konuşulamaz hale gelir!

“Mustafa”yı tarihin ona yüklediği etiketlerden soyutlarsak geriye ne kalır? Biyolojik özelliklerine indirgenmiş bir “arzulayan makine”, hepimiz gibi biri. Ne yok olur? Tarihsel “Mustafa” (Mustafa Kemal). Peki, Mustafa Kemal nedir: Cumhuriyeti kuran adam? Etiketlerinden kurtulmuş “Mustafa” ile Cumhuriyeti kuran adam arasında bir ilişki kurulabilir mi? Kurulamaz! Çünkü, Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal, Cumhuriyeti tek başına kurmamıştır. Cumhuriyet belli kadroların önderliğinde, sınıfların katılımıyla, desteğiyle, belli siyasi fikirlerin, tarihsel akımların, geleneklerin etkisi altında kurulmuştur. Tarihsel “Mustafa”(Mustafa Kemal) tüm bu karmaşıklığın simgesi olarak var olan “kahraman”ın adıdır.

“Arzulayan makine” olarak, “Mustafa” tabii ki “kendi derisinin altında yalnızdır”, hepimiz gibi. Arzuları gerçekliğin sınırlarını aşar, hepimizinkiler gibi. Her zaman mutsuz ve melankoliktir, metalar dünyasında, kimliği bölünmüş tüm “modern” insanlar gibi, yani hepimiz gibi. Ama bunlar sıradandır, günceldir, bayağıdır. Peki, ama neden ilginçtir ve kimin için?

Resmi ve ‘gerçek’ tarihler…

Bunları “düşünürken”, “resmi tarih” (bir şeyleri örten tarih) karşısına, bir şeyleri açan “gerçek”, “resmi olmayan” tarihi koyma çabalarını anımsadım. Tarih (diğer bir deyişle, geçmişte yaşanmış olgular arasından bazılarını seçerek bunlara bir anlam veren metin) her zaman bir şeyleri (kimi olguları) dışarıda bırakır, ancak böyle yaptığında bir “tutarlılık” kazanabilir. Bu yüzden de“resmi tarihe” karşı itiraz, aslında başka bir metni “resmi tarih” yapma talebidir. Başka olguları seçen, başka olguları dışarıda bırakarak yazılan bir tarih talebi… Bu talepse “evrensel” olanın yazılacağı “alanın” ele geçirilmesi, hegemonya altına alınması çabasından başka bir şey değildir. Son derecede siyasi bir çaba…

Bugün Türkiye’de evrensel olanın yazılacağı yerin ele geçirilmesine, hegemonya altına alınmasına ilişkin bir savaş sürüyor. Ne yazık ki bu emekle-sermaye arasındaki bir savaş değil. Bu Kürtlerin taleplerinden yana, karşı olanlar arasındaki bir savaş da değil. Bu iki savaş tabii ki var. Ama evrensel olanın hegemonya altına alınmasına ilişkin savaş, bugün bunlar arasında değil, taban tabana zıt iki “hakikat rejimi” (Aydınlanma ve Din) arasında sürüyor. Galip gelen evrensel olanın anlamını hegemonyası altına alacak, belirleyecek. Bu yüzden, bu iki “hakikat rejimi” arasındaki savaşın sonucu, sınıf mücadelelerine, ulusal, etnik hak taleplerine, hatta cinsel tercihlerin özgürleşmesine ilişkin savaşların simgesel evrenini (anlamlar sistemini) de belirleyecek. Aydınlanmanın (içindeki kimi karanlık yanları unutmadan) “hakikat rejimi” kazanırsa, ulus, sınıf, etnik çıkar, cinsel tercihler vb. gibi kavramlarla siyaset yapılmaya, mücadele edilmeye, “dünyalar” kurulmaya ve yıkılmaya devam edilecek. Bir diğeri (içindeki tüm insani değerlere rağmen) kazanırsa, sınıf, ulus etnisite, “cinsel tercih” gibi kavramlar “evrensel olanın” altında oluşacak yeni söylemde kendilerine yer olmadığını görecekler…

“Mustafa” filmi, işte bu “evrensele egemen” olma mücadelesinin içinde ortaya çıktı. Yapımcısı, evrenselin omuzları üzerindeki ağırlığından, çatışan “hakikat rejimlerinin” yargılarından kurtulamaz. Tarihsel (Cumhuriyeti kuran her şeyin simgesi) Mustafa Kemal’i, tüm “etiketlerinden” sıyırarak insanileştirme (böylece onu “yok etme”) girişimi yapımcının hangi “hakikat rejiminin”hegemonya projesinin etkisi altında kaldığını da gösteriyor. Buradaki ironiyi görmemekse elde değil.  

Wednesday, September 17, 2008

Büyük Bir Haksızlık Yapılıyor...


Ben haksızlığa dayanamam hemen haksızlığa uğrayanı savunmak isterim. Şimdi de “serbest piyasa”yı savunmak istiyorum. Bir taraftan mali kriz derinleşiyor, diğer taraftan ekonomik durgunluk yayılıyor ya, düne kadar serbest piyasayı savunanlar, sayesinde milyar, trilyon dolarları götürenler, 455 trilyonluk türev piyasasını yaratanlar şimdi dönmüş, serbest piyasaya müdahale etmenin türlü yollarını arıyorlar.

Karışmazsan dengeye gelir!

Bakın beyler, piyasa, Samuelson’un ünlü ders kitabında döne döne anlattığı, Hayek’in, Von Mises’in ve Friedman’ın sürekli anımsattığı gibi, eğer karışmazsanız fazlalıkları temizler, kendiliğinden arz ve talep arasında bir denge noktası bulur.

 

Eğer fazla üretim yaptıysanız, fiyatlar düşmeye başlayacak, bu fazlalık ya imha edilecek ya da bu fazlayı üreten verimsiz sermaye değer kaybedecek, yok olacaktır. Bu koşullarda bu sermaye üzerinde yaşarken kafasını yeterince kullanamayıp, açgözlülüğüne gem vuramayan, aşırı riskli yatırımlara dalan kapitalist de, kapitalist olma ayrıcalığını kaybedecek, yerini, sermayeyi taşıma hakkını; daha akıllı, daha becerikli olanlara devredecektir. Evrim yasası gibi bir şey: En uygun olan ayakta kalacak! Tabii bu verimsiz işletmede çalışmak gafletinde bulunan işçiler de hatalarının sonucuna katlanacak, işlerini kaybedecek, ya da daha düşük ücretlerle çalışmayı kabul edecekler.

Yeniden vurgulayalım: Sonunda en verimsizler, en tedbirsizler, en akılsızlar yok olacak; ekonomik yasalara, piyasa kurallarına, sermayenin gereksinimlerine en iyi uyum sağlayanlar ayakta kalacak.

Beyler, geçen 25 yıldır, bu ilkeleri benimsediğinizi sanıyordum. Tam istediğiniz gibi, mükemmele yakın bir serbest piyasa içinde yaşamıyor muydunuz? Şimdi piyasa kendi doğasına uygun bir biçimde gereken temizliği yapmaya başlayınca her taraftan duyulan bu ağlama sesleri de neyin nesi? Faturayı boşuna piyasaya çıkarmak istiyorsunuz. Beyler, eğer siz kaderinizi kabullenip, burnunuzu sokmazsanız, piyasa fazlaları temizleyecek, kendi kendine dengeye gelecek.

Efendim sorun şuradan çıkıyor:

Sermaye sürekli birikerek genişleyen bir ilişki, hatta daha da önemlisi canlı emek tüketerek kâr üreten bir makine. Kapitalist ise bunun üzerinde, bir sembiyoz ilişkisi içinde yaşayan biyolojik üstelik de toplumsal bir organizma. Diğer bir deyişle kapitalistin yaşama istenci ve tabii ki, iradesini başkalarına dayatma eğilimi var.

 

Bu yüzden sermaye hızla büyürken, kapitalist onun üzerinde yaşayarak, bu ilişkiyi taşırken, arzularını tatmin ederken, iradesini başkalarına dayatırken, kapitalistin piyasayla bir sorunu yok. Aksine kapitalist bu taşıma işlevinin “var oluş düzleminde” (piyasada) hiç kimsenin, hiçbir şeyin sermayenin etkinliğinin önüne geçmesini istemiyor. Sonra piyasa bu denetimsiz ortamda oluşan aşırılıklar ve eksiklikler arasında bir denge kurmaya, sermayenin verimsiz kesimlerinin yok olmasının koşullarını dayatmaya başlayınca da kapitalistin ağzının tadı kaçıyor. Çünkü o bu temizliğin nesnesi olmak istemiyor, servetini yaşam tarzını korumak, alıştığı gibi yaşamaya devam etmek, kapitalist olma ayrıcalığını korumak istiyor, simgesel (sistem dışına düşerek), hatta fiziksel olarak ölmek istemiyor. Bir de işçiler var tabii; grevlerle, protestolarla hatta isyanlarla işleri daha da zorlaştırıyorlar…

İşte o zaman kapitalist, Marx’ın kapitalistlerin “ortak yönetim kurulu” dediği devlete başvurarak, piyasanın temizlik işini durdurmasını, denetlemesini, ya da en azından bu temizliğin maliyetini diğer sınıfların, diğer ülkelerdeki kapitalistlerin üzerine yıkmasını istiyor. Bundan sonrası bildiğimiz hikâye: Sınıf mücadeleleri sertleşiyor, cevap olarak devletin tavrı sertleşiyor; uluslararası rekabet sertleşiyor, cevap olarak devletin tavrı sertleşiyor, ideolojiler, anlamlar dünyası, bu yeni koşullara göre daha baskıcı, daha tutucu biçimler alıyor… Gelsin siyasal istikrarsızlıklar, soykırımlar, uluslararası hatta bloklar arası savaşlar.

Beyler, serbest piyasa bunların hiçbirinden sorumlu değil. Yaşamak isteyen insanların varlığından kaynaklanıyor tüm bu “kötülükler”. Aslında, serbest piyasa mükemmel bir düzenektir, saat gibi işler, eğer insanlar kaderlerine razı olurlarsa, diğer bir deyişle eğer insanlar, insan olmasa…

Ha bir şey daha var. Bilmem farkında mısınız? Kapitalizm, piyasa serbest de olsa (1920’ler 30’lar), düzenleniyor da olsa (1950’ler ve 60’lar) eninde sonunda krize giriyor. Ve hep aynı şarkı: Düzenlenmişse, serbestlik isteyen çığlıklar atıyorsunuz, serbest ise düzenleme, devlet müdahalesi istiyorsunuz.

Beyler, dediğim gibi sorun piyasada değil, hatta sermayede de değil. Sorun bunların gereksinimlerine uymayan insanda. İnsanlar olmasa serbest piyasa da kapitalizm de gerçekten mükemmel sistemler… Ancak insanlardan vazgeçmek söz konusu değil, en iyisi insanların özelliklerine uyumlu, onlara öncelik veren yeni bir sistem düşünmek…