Thursday, January 28, 2010

TEKEL işçilerinin direnişi, ‘Proletarya’nın geri dönüşü

TEKEL işçilerinin direnişini hayranlıkla, umutla, binlerce km. uzaktan www.sendika.org, www.sol.org.tr gibi sitelerin yorumlarından, haberlerinden, Şükran Soner’in derin deneyiminin imbiğinden damıtarak köşesine aktardığı, paha biçilmez gözlemlerinden izlemeye çalışıyorum. Sendika.org’un sitesinde olay yerinden yapılan canlı görüntülü yayın sayesinde, internet üzerinden biraz olsun havayı koklama, mücadelenin yüzlerini görme şansım oluyor.

Tüm toplumda silinmeyecek izler bırakacak bir “olay”la karşı karşıya olduğumuz kesin: TEKEL işçileri bu mücadeleyi kendiliğinden, özgün çıkarlarını savunmak için başlattılar. Şimdi, tüm sınıfın çıkarlarının, toplumun büyük çoğunluğunun, siyasi geleceğinin temsilcisi katına yükseliyorlar. Böylece “Proletarya”nın tarih sahnesine yeniden dönüşünün önü açılıyor.

Bazen ekonomik, siyasi, ideolojik birçok dinamiğin kesişmesiyle oluşan “durumlarda”, işçi sınıfının bir kesimin, yerel, kendine özgün mücadelesi, sınıfın diğer kesimlerinin ilgisini çekmeye, desteğini almaya, giderek onların çıkarlarının da ifadesi olmaya başlar. Bu özdeşleşme sürecine toplumun diğer kesimlerinden, emekçilerden, hatta orta sınıflardan, entelektüellerden gelen destekler ve katılımlarla, kendi somut (etnik, dini, cinsiyete ilişkin) aidiyetlerini ikinci plana atarak, egemen yapıya, evrensel bir temelde direnme eğilimi taşıyan bir kitle, Proletarya şekillenmeye başlar… Proletarya, katılanları, yaşamına dokunduklarını değiştirecek, mutlaka iz bırakacak, onlardan gündeme getirdiği evrenselliği savunmaya, genişletmeye yönelik bir sadakat talep edecektir… Böyle bir olanağın önünü açtıkları için TEKEL işçilerini selamlıyorum.

Bir başka grevin dersleri

Binlerce km. uzaktan, daha fazla yorum yapmaya, hele önerilerde bulunmaya çalışmak sağlıklı olmayacak. En iyisi, katılma olanağı bulduğum, çok önemli bir başka direnişin, 1984 İngiltere Kömür Madencileri Grevi’nin kimi derslerini aktarmayı denemek. Grev, bir tarafta 160 bin maden işçisi, aileleri, onları destekleyen toplumsal kesimler, öbür tarafta, neoliberal restorasyonu engelsiz uygulayabilmek için maden işçilerini dize getirmek gerektiğine karar vermiş Thatcher hükümeti, tam bir yıl, adeta bir iç savaş havasında sürdü.

Muhafazakâr Parti 1972 maden grevinden iki önemli ders çıkartmıştı: 1) İşçi sınıfının diğer kesimlerinin madencileri desteklemesini engellemeliyiz; 2) grevi tüm hazırlıkları tamamladıktan sonra başlatmalıyız. Muhafazakâr hükümet, önce, madenciler grevinden etkilenecek, enerji ve demir çelik gibi en stratejik dallarda toplusözleşmeleri hızla sonuçlandırarak aradan çıkarttı, polisi grevlerde savaşacak biçimde yeniden eğitti. İkincisi, kömür stoklarını mümkün olan en yüksek düzeye çıkarttı. Sonra da hükümet bir seri maden ocağını kapatmaya karar verdiğini açıklayarak savaşı ilan etti. Bir Mart 1984’te maden işçileri sendikası, grevi başlatmak zorunda kaldı. Bir yıl süren sert mücadelelere, atlı polislerle yapılan kanlı çatışmalara karşın grev başarıya ulaşamadı; 5 Mart 1985’te, madenciler madenlere geri döndüler.

1972 grevinin başarısının arkasında, İngiliz işçi sınıfının geliştirdiği, greve çıkanların, önce kendi dalında birliği sağlamasına, sonra da diğer dallardan destek almasına olanak sağlayan iki mücadele silahı yatıyordu. Birincisi “hareketli grev gözcülüğü” (flying pickets), ikincisi “kitlesel grev gözcülüğü” (mass picketing). Birincisinde, greve çıkan işçiler, küçük gruplar oluşturarak, önce kendi dallarında greve katılmasını istedikleri işyerlerinin kapısına göndererek işçileri, konuşarak tartışarak greve çıkmaya ikna ediyorlar. Sonra diğer işkollarındaki stratejik önemi yüksek işyerlerine gidip greve destekleyici eylemler yapmaları için onları ikna etmeye çalışıyorlar. Ayrıca konuşma becerisi yüksek işçiler, ülkenin çeşitli yerlerinde salon toplantılarında, kahvelerde grevi anlatıyor, destek oluşturmaya çalışıyorlar. Bu yöntem sonuç almaya başlayınca, bu kez, stratejik bir işkolunda, bir büyük fabrika, bir depo, bir ulaşım hattı gibi merkezi bir hedef seçiliyor, kararlaştırılan tarihte oraya işyerlerinden, destekleyen fabrikalardan olabildiğince (binlerce) işçi yığılarak geçilmesi çok zor, hatta olanaksız bir grev hattı oluşturuluyor.

1972 grevi bu yöntemler sayesinde başarılı oldu, hükümet istifa etmek zorunda kaldı. 1984 grevi, yerim sınırlı olduğundan anlatamadığım çeşitli nedenlerden, bu yöntemleri gereğince uygulayamadı; diğer işkollarının, toplumun desteğini yeterince alamadı, medyanın saldırılarına dayanamadı, toplumda yalnızlaştı.

Sosyalistler bu grevlere, çatışmalara sonuna kadar katıldılar, ülke çapında işçi toplantılarının düzenlenmesine yardım ettiler; işçi sınıfı mahallelerinde her akşam kapı kapı dolaşıp grevi anlattılar, para toplayıp bunu sendikanın grev fonu hesaplarına aktardılar… Sosyalistler, madencilerin sınıfın geri kalanıyla, genelde toplumla buluşmasına yardımcı olmaya çalıştılar.

Thursday, January 21, 2010

Demokratikleşme Tartışmalarına Bir Katkı

AKP hükümeti döneminde demokratikleşiyoruz diyenler var. Şimdi, fikrini değiştirip hayır sivil diktaya, totaliter bir rejime doğru gidiyoruz diyenler de. Bu tartışma sonuçlanacak gibi görünmüyor. Ben, yardımcı olmak için, Güngör Uras’ın geçen haftaki yazısına dayanarak somut bir ölçütü sunmak istiyorum.

Liberal demokrasi, ‘kişi özeli’ özel mülkiyet hakkı
Güngör Uras diyor ki: “Telefon dinleme yetmedi, Ankara cebimizdeki parayı izliyor, hatta gerektiğinde, bankadaki paramıza, bize sormadan el koyabiliyor.’ (Milliyet, 14/01/2010)

Bu “demokratikleşiyoruz” diyenler için iyi bir haber değil! Çünkü ‘liberal demokrasi’nin en önemli özelliklerinin başında kişi özelinin korunması, özel mülkiyet hakkı, yasalar önünde eşitlik, yasal prosedürlere sadakat, ifade özgürlüğü geliyor. Burjuva sınıfının yaşam alanı “sivil toplum” kişi özelinin korunmasını gerektiriyor. Kişi özelinin ihlaliyse “liberal bireyin” oluşmasını önlüyor.

“Kişi özeli” kavramı, burjuva sınıfı yükselirken, kendi yaşam alanını krala, kiliseye ve emekçi sınıflara karşı korumaya yönelik çabalarının sonucunda ortaya çıktı. Bir “İngiliz’in evi kalesiydi”, çünkü İngiliz (burjuva) evinin içerisini kale gibi girilemez, kendine ait bir alan olarak görmek istiyordu. Aristokrasinin ise zaten evi değil, gerçek bir kalesi vardı.

“Kişi özeli” konusuna ilişkin ilk sorunlar 18. yüzyılda, ilk tartışmalar 19. yüzyılın ortalarında patlak vermiş. Bu bağlamda, 1765’te Lord Camden CJ’in verdiği, evleri aramaya, belgelere el koymaya yönelik genel müzekkerelerin çıkarılamayacağına ilişkin karar çok önemli. Amerikan bağımsızlık savaşında, sömürge idaresinin bu tür genel müzekkereleri, İngilizlere yönelik nefretin önemli kaynaklarından biriymiş. İlk önemli, bugün de hâlâ atıfta bulunulan makalenin 1890’da Amerika’da Yüksek Hâkimler Kurulu üyesi Samuel Warren ile Bostonlu zengin bir sanayici olan Louis Brandeis’in imzalarını taşıması da anlamlı. Bu makale esas olarak burjuva sınıfının kimi işlerini açıklamak durumunda olmadığını, kişinin “kendi haline bırakılma” hakkını savunmuş.

Makalede, “Fotoğrafçılık ve gazetecilik, özel alanın ve aile içi yaşamın kutsal bölgelerine sızdı. Gelişmekte olan çeşitli mekanik gereçler, yakın gelecekte, dolabın içinde fısıldananların evin damından haykırılarak açıklanacağına ilişkin öngörüleri haklı çıkarıyor” saptaması yapılıyor.

1969’da bu tartışmaları toparlayan William Prosser, kişi özeli haklarının ihlalerini dört başlıkta özetlemiş: (1) Kişinin özel yaşamının, mahremiyetinin, özel işler alanının ihlali. (2) Bireyin özel yaşamına ilişkin kimi olguların onur kıracak biçimde açıklanması. (3) Kişiyi kamuoyunun gözünde yanlış tanıtacak yayımlar, beyanlar. (4) Birinin özelliklerini, bir başkasının yararına kullanılacak biçimde sahiplenmek.

Yerli ‘Panopticon’
Sermaye merkezileştikçe, oligarşik yapılar, bürokrasi, yeni teknolojiler geliştikçe izleme ve kontrol yöntemlerinin de geliştiğini, terorizme karşı savaş döneminde ülkelerin adeta birer “Panopticon”a (herkesin bir merkezden her an izlendiği tutukevi projesi) dönüştüğünü biliyoruz. Ama o ki birileri demokratikleştiğimizi iddia ediyorlar; en azından yukarıdaki dört alanda yaşanan gelişmeleri bize göstermeleri, Güngör Uras’ın aşağıda aktardığım saptamalarını açıklamaları gerekiyor.

“28 Eylül 2009 tarihinde Resmi Gazete’de ‘5510 Sayılı Kanunun 8’inci Maddesinin 7. Fıkrasının Uygulanması Hakkında Tebliğ’ başlığını taşıyan bir tebliğ yayımlandı… Bu tebliğe göre, parasal işlemlere aracılık eden tüm kuruluşlar, işleme konu vatandaşın kimlik numarası ile birlikte işlem konusunu SGK’ye hemen bildirmek zorunda…” Uras su, gaz, elektrik faturasından cep telefonu faturasına, bankaya kredi kartı taksitinden yapılan havaleye, mevduat hesabından çekilen 50 liraya kadar SGK’ye bildirilecek diyor. “Tapuda ne işlemler yapıldı, otomobil için ne vergi ödendi… Ankara’nın ekranında görülecek… [Ankara] insanların cebindeki parayı saati saatine izleyecek. Dahası, SGK’ye gerektiğinde hesaplardan ‘prim borçlarını bilgisayarla tahsil’ imkânı veriliyor. SGK görevlisi geçecek ekranın başına, ‘Ali Rıza Bey borçlu. Bankada hesabında para var’ diyerek.. banka hesabını bir başka hesaba aktaracak...”

Uras’ın bu saptamaları, AKP hükümeti döneminde yaygınlaşan telefon dinleme olaylarının ötesinde, kişi özeline ve mülkiyet hakkına yönelik ihlallerin had safhaya ulaştığını, liberal demokrasinin temel özelliklerinin daha da zayıfladığını, medyanın “taraf”laşmasını, Ergenekon’la ilgili ileri sürülen usulsüzlük iddialarını da düşündüğümüzde yukarıda değinilen dört maddede dile getirilen sorunların daha da ağırlaştığını gösteriyor. Buna karşılık, kişi özelini, yasal prosedürleri, mülkiyet hakkını hiçe saymanın totaliter rejimlerin özellikleri olduğunu biliyoruz.

Thursday, January 14, 2010

‘Risk Toplumu’ndan ‘Korku Toplumu’na

Geride bıraktığımız on yıl boyunca, hükümetlerin korkutarak yönetme eğilimi güçlendi; 1990’ların küreselleşme ve “risk toplumu” söylemleri, yerlerini giderek kriz ve korku söylemlerine bıraktı.

Halklarına daha iyi bir gelecek sunamayan yönetici sınıfların, konumlarını korumak için giderek daha çok “korkutma” ve “koruma” ve “disiplin” denklemine başvurarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye, bireylerin “özneye” dönüşmesini önlemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu koşullarda kültür endüstrisinin de her gün “insanlığı yok edecek” yeni bir tehlike keşfederek, yaratılan korkudan para kazanması da eşyanın (sermayenin) doğasına uygun bir gelişme.

Korku toplumu ikliminin şekillenmesinin arkasında bir dinamik daha var. Geçen hafta Financial Times’da finans sayfaları editörü Gillian Tett’in, Moody’s’in yeni risk algısına ilişkin “Funding and patriotism test” başlıklı haberi de bu dinamikle ilgiliydi. Moody’s, devlet borçları risk değerlendirmeleri indekslerine ülkelerin “yurtseverlik, toplumsal uyum-kaynaşmışlık” düzeyini ölçen yeni bir değişkeni eklemeyi düşünüyormuş.

YK2’den H1N1’e
Yeni bir binyıl başlarken “bilgi toplumu” uygarlığına son verebilecek bir bilgisayar “sorunu” korkusu her yanı sardı. Bilgisayarlarda tarihi saymaya yönelik alt yazılım, 1999’da bitiyordu; 2000’de yeniden başa dönecek, tüm bilgisayarların kafası karışacaktı: Banka hesaplarından balistik füzeleri denetleyen mega bilgisayarlara kadar küresel çapta bir sistem çöküşü senaryosu gündeme geldi; üzerine filmler yapıldı. Bu YK2 (2000 yılı) sorununu çözmeye yönelik yeni bir endüstri doğdu. Sonunda hiçbir şey olmadı... Biz korktuğumuzla, bu korkuyu satanlar da kazandıkları milyonlarca dolarla kaldılar...

Sonra 11 Eylül ve terorizme karşı küresel savaş. El Kaide diye bir şey “özgürlüklerden nefret ediyordu”, tüm Batı uygarlığını adeta yok etmek üzereydi. Bali, Madrid, Londra, İstanbul, Bombay vb... Sonra bombalar birden sustu. Ama bu arada iki şey oldu: Birincisi, “başkası korkusu”, yabancı düşmanlığı (etnik-dini, uygarlıklar çatışması paradigması) canlandı. İkincisi, özgürlüklerimizi korumak adına, özgürlüklerimiz, özel yaşamımız, daha önce (Nazi döneminde, Stalinist rejimler dışında) hiç görülmeyen bir çapta kısıtlanmaya başlandı. Artık hemen tüm kamusal alanlarda kapalı devre TV kameralarıyla izleniyorduk, telefonlarımız dinleniyor, e-postalarımız, mektuplarımız okunuyor, en mahrem kişisel bilgilerimiz merkezi veri bankalarında toplanıyordu. Daha da vahim olanı emperyal (yasa tanımaz) bir “bio-politik” rejimi yaygınlaşmaya başladı: Sürekli izlenmenin ötesinde, “özgür bireyler”, “tutuklama için yasal karar gerekir” (habeas corpus) ilkesi, insan kaçırma, sınır ötesine taşıma, süresiz tutuklama gibi yollarla askıya alınarak “homo sacer” (bedeni siyasi-dini otoriteye ait -kurbanlık- insan) konumuna indirgenmeye başladılar. İmparatorun bir sözü yetiyordu vatandaşlık haklarının yok olması için. Doğal olarak işkenceler, yargısız infazlar da meşrulaşacaktı...

Bu sırada, finans-kapital-medya kompleksi, dünyayı, potansiyel olarak uygarlığa son verebilecek egzotik salgın hastalıklarla korkutmakla meşguldü: SARS, H5N1 (kuş gribi), H1N1 (domuz gribi) milyonlarca insanı öldürecek, toplumları, ekonomileri çökertecekti. Ölümler, yıllık grip salgınlarının düzeyine bile ulaşamadan bunlar da geldi geçti...

On yıl kapanırken, uzun bir süredir kendini göstermeyen “terorizm” yeniden başını kaldırıyor, korsanlar denizleri ele geçiriyor, TV, film endüstrisi insanlığın sonunu sergileyen “block busters” üretiyordu. Kapitalist uygarlık kendi sonunu simgeleyen senaryolara harıl harıl bilet kesiyordu...

Bu sırada mali sermaye...
Aslında her şey de senaryo değildi. Dünya ekonomisi ama en başta Atlantik kapitalizmi yüzyılın ikinci en büyük krizini yaşıyordu; kendi geleceğine güveni iyice sarsılmıştı. Küreselleşme fantezisi yerini toprağın, diğer bir deyişle, bir taraftan imparatorluğun öbür taraftan yurtseverliğin mantığına bırakmaya başlayınca, mali sermayenin denetimi elden kaçırma, devre dışı kalma kaygıları daha da arttı.

Gillian Tett’in aktardığına göre finans-kapital için riskleri ölçen Moody’s şimdi risk hesaplarına, devletlerin halklarına acı ilaç içirme, denetim altına alma kapasitesini ölçen yeni bir değişken katmanın yollarını arıyormuş. Çünkü “eğer geçmiş iki yıl küresel mali piyasalar için yaşamsal bir sınav olduysa, gelecek yıllar Batı devletler sistemi için aynı derecede yaşamsal bir sınav olacakmış”.

Bildiğiniz gibi gündemde, bankalara yapılan yardımlardan kaynaklanan bir borç krizi var. Bu borçlar ödenecekse, ülkelerin halklarını büyük fedakârlıklar, sıkıntılar bekliyor. Ya bunlara katlanmak istemezlerse... Ya korkunun disiplini sağlamaya yetmediği bir nokta gelirse...

Wednesday, January 06, 2010

Nostos Algos (*)

Medya “sirkinin” bir parçası gibi durmadığından, ayrıca bir siyaset bilimci olduğundan, “köşesini” düzenli olarak izlemeye çalıştığım bir yazarı, son günlerde okurken, “şimdi bunları söylüyor, ama aslında ne diyor” diye düşünmeden edemiyorum.

Düş kırıklığı
Sayın yazarın morali bozuk. Belli ki gerçeklik, Greenspan’ın bir sözünü ödünç alırsak, “dünyayı anlamakta kullandığı modele” uymamış. Olaylar, yazarın öngörülerine, umutlarıma uygun yönde gelişmemekte ısrar ediyor.

Yazarımız, zamanında tüm tepkilere rağmen başörtüsünü, AKP’nin sistem içinde varlığını, net biçimde dindar kesimin hakkını savunmuş. Şimdi, demokrasi diye diye tek parti rejimine doğru koşuyor olmamızdan korkuyor. Bugünkü iktidar demokrasi adına, her icraatında daha da otoriterleşiyormuş. Sivil otoriter, tek parti rejimine doğru gidiyormuş. Daha otoriter bir siyaset yaklaşımından daha demokratik olana gitmek için başladığımız değişimde gelinen noktada böyle büyük bir savruluş yaşanıyormuş. Uzun vadede, gerçekten vesayet siyasetinden kurtulmanın yolu, sadece askeri kendi sınırına çekmek değil, sivil siyasetin kırıp dökmeden yönetebilme kabiliyetine sahip olmasıymış. Yoksa diyor, asker gider, sivil dikta gelir. Statükoyu beğenmediğimiz, daha iyisini istediğimiz için yola çıkmışız. Eğer bunun sonunda ulaşacağımız yer statüko bile değil, daha da gerisi olacaksa kaygı duymamız gerekirmiş. Örneğin, Kürt meselesinde, artık daha kötü bir noktadaymışız.

Devrim olmadan devrim
Yazarımız iki koro arasında solo yapmanın müthiş ağırlığını hissediyormuş; fikir yürütürken akılcı, hakça bir yaklaşım sergilemeye çalışıyormuş. Ama son günlerde, iktidar yanlıları tarafından olmadık suçlamalara maruz kalıyormuş. Türkiye’nin çivisinin çıktığına inanıyormuş, ama bunu söyleyince kendisine statükocu diyorlarmış. Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacakmış. Buna eminmiş. Ama görmek, bakmak istemeyenler karanlığı bile göremezmiş!

Yazarımız, bugün komplo teorilerinden halkın artık kimseye inanmadığından da yakınıyor. Daha önceleri AK Parti’ye inanç daha fazlaymış. Mesela e-muhtırada büyük olay olmuş. Şimdi suikast falan dendi mi insanlar pek de ilgilenmiyorlarmış. Asıl tehlike de buymuş.

Gidişin sonuçlarını da maalesef 2010’da göreceğiz diye düşünüyor. Şimdiki iyi gidiş diye takdim edilen şeyin, zaten hali hazırda bir tür sivil otoriter tek parti rejimine doğru bir gidiş olduğuna inanıyor. Türkiye’de bir devrim olmadan, devrim niteliğinde değişiklikler gerçekleştirilmek istendiğini düşünüyor.

Bu içinde yaşadığımız günleri tarih yazacakmış. Ama çok karanlık dönemler olarak yazacakmış; bundan eminmiş. Ama hâlâ AKP’n ilk döneminin iyi bir rehabilitasyon olduğunu düşünüyormuş…
‘Tehlikenin farkında mısınız?’ diyorduk da…

Bugün yazarımızın gerçekleşiyor olmasından korktuğu her şeyin, olacağını daha bu süreç başlarken (ilk dönemden önce) yazmamış mıydık? AKP’nin tek başına değerlendirilmesinin yanlış sonuçlara yol açacağını vurgulamadık mı? AKP’yi siyasal İslamla birlikte, siyasal İslamın dinamiklerini de hem bu hareketin kendi özellikleri, hem de bölge jeopolitiği içinde düşünmek gerektiğini söylemedik mi? Tehlikenin İran tipi şeriat rejimi değil, totaliter rejim olasılığı olduğunu vurgulamadık mı? İki farklı “hakikat rejiminden”, siyasal İslamın “rejiminin”, totaliter özelliklerinden söz etmedik mi? Siyasal İslamın ideolojik kodları ve “bio-politiği” açısından demokrasiye yabancı olduğunu defalarca vurgulamadık mı?

Bu ülkede yaşananları İran’la karşılaştırmanın yanlış olduğunu, Mısır deneyimine bakmak gerektiğini yazmadık mı? Siyasal İslamın siyasal, ekonomik ve kültürel iktidarı, devrim yoluyla değil bir “pasif devrim” süreci içinde, AKP aracılığıyla, cemaatlere dayanarak ele geçirmekte olduğunu defalarca vurgulayıp uyarmadık mı? “Türban türban değildir”, olsaydı sorun yoktu, oysa “türban topluma bir hegemonya kristalleştirme nesnesi” olarak dayatılıyordu. Siyasal İslamın demokrasi söylemine, bu hareketin amaçladığı hakikat rejimini, bio-politiği, Cumhuriyet” (modernite) düşmanlığının reaksiyoner köklerini, uluslararası ilişkilerini göz önüne almadan, destek verenler ile ilgili olarak “liberal entelijensiyanın yavaş intiharından” söz etmedik mi?

Halkın artık kimseye inanmadığına gelince, Aydınlanma geleneğine saldırının, postmodernizmin “bedenler ve diller” saplantısının “yapının” “simgesel verimliliğini” yıkacağına da işaret ettik. Ondan sonra herkes, her olayda, “Adamın arkasındaki adamın arkasındaki adam kim?” diye sormaya başlayacaktı…

“Biz tehlikenin farkında mısınız?” derken, esas vesayet rejimi, sermayenin vesayet rejimidir diyerek uyarmadık mı?.. “Büyük başkası” (sermaye) dururken etnik, dini “başkası” aramanın olası sonuçlarının bizi buralara getireceğini öngörmedik mi?

Şimdi, yazarımızı okurken o günlere “kederli bir dönüş” duygusu yaşıyorum. “Acaba neden derdimizi anlatamadık?”, “Başka türlü mü söyleseydik?”, “Hata acaba bizde mi?” diye düşünerek… Ama içimden bir ses “abartmayın, moralinizi bozmayın, aslında çok az insan kendisini zeitgeist’in cazibesinden kurtarabilir” diyor.