Thursday, January 14, 2010

‘Risk Toplumu’ndan ‘Korku Toplumu’na

Geride bıraktığımız on yıl boyunca, hükümetlerin korkutarak yönetme eğilimi güçlendi; 1990’ların küreselleşme ve “risk toplumu” söylemleri, yerlerini giderek kriz ve korku söylemlerine bıraktı.

Halklarına daha iyi bir gelecek sunamayan yönetici sınıfların, konumlarını korumak için giderek daha çok “korkutma” ve “koruma” ve “disiplin” denklemine başvurarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye, bireylerin “özneye” dönüşmesini önlemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu koşullarda kültür endüstrisinin de her gün “insanlığı yok edecek” yeni bir tehlike keşfederek, yaratılan korkudan para kazanması da eşyanın (sermayenin) doğasına uygun bir gelişme.

Korku toplumu ikliminin şekillenmesinin arkasında bir dinamik daha var. Geçen hafta Financial Times’da finans sayfaları editörü Gillian Tett’in, Moody’s’in yeni risk algısına ilişkin “Funding and patriotism test” başlıklı haberi de bu dinamikle ilgiliydi. Moody’s, devlet borçları risk değerlendirmeleri indekslerine ülkelerin “yurtseverlik, toplumsal uyum-kaynaşmışlık” düzeyini ölçen yeni bir değişkeni eklemeyi düşünüyormuş.

YK2’den H1N1’e
Yeni bir binyıl başlarken “bilgi toplumu” uygarlığına son verebilecek bir bilgisayar “sorunu” korkusu her yanı sardı. Bilgisayarlarda tarihi saymaya yönelik alt yazılım, 1999’da bitiyordu; 2000’de yeniden başa dönecek, tüm bilgisayarların kafası karışacaktı: Banka hesaplarından balistik füzeleri denetleyen mega bilgisayarlara kadar küresel çapta bir sistem çöküşü senaryosu gündeme geldi; üzerine filmler yapıldı. Bu YK2 (2000 yılı) sorununu çözmeye yönelik yeni bir endüstri doğdu. Sonunda hiçbir şey olmadı... Biz korktuğumuzla, bu korkuyu satanlar da kazandıkları milyonlarca dolarla kaldılar...

Sonra 11 Eylül ve terorizme karşı küresel savaş. El Kaide diye bir şey “özgürlüklerden nefret ediyordu”, tüm Batı uygarlığını adeta yok etmek üzereydi. Bali, Madrid, Londra, İstanbul, Bombay vb... Sonra bombalar birden sustu. Ama bu arada iki şey oldu: Birincisi, “başkası korkusu”, yabancı düşmanlığı (etnik-dini, uygarlıklar çatışması paradigması) canlandı. İkincisi, özgürlüklerimizi korumak adına, özgürlüklerimiz, özel yaşamımız, daha önce (Nazi döneminde, Stalinist rejimler dışında) hiç görülmeyen bir çapta kısıtlanmaya başlandı. Artık hemen tüm kamusal alanlarda kapalı devre TV kameralarıyla izleniyorduk, telefonlarımız dinleniyor, e-postalarımız, mektuplarımız okunuyor, en mahrem kişisel bilgilerimiz merkezi veri bankalarında toplanıyordu. Daha da vahim olanı emperyal (yasa tanımaz) bir “bio-politik” rejimi yaygınlaşmaya başladı: Sürekli izlenmenin ötesinde, “özgür bireyler”, “tutuklama için yasal karar gerekir” (habeas corpus) ilkesi, insan kaçırma, sınır ötesine taşıma, süresiz tutuklama gibi yollarla askıya alınarak “homo sacer” (bedeni siyasi-dini otoriteye ait -kurbanlık- insan) konumuna indirgenmeye başladılar. İmparatorun bir sözü yetiyordu vatandaşlık haklarının yok olması için. Doğal olarak işkenceler, yargısız infazlar da meşrulaşacaktı...

Bu sırada, finans-kapital-medya kompleksi, dünyayı, potansiyel olarak uygarlığa son verebilecek egzotik salgın hastalıklarla korkutmakla meşguldü: SARS, H5N1 (kuş gribi), H1N1 (domuz gribi) milyonlarca insanı öldürecek, toplumları, ekonomileri çökertecekti. Ölümler, yıllık grip salgınlarının düzeyine bile ulaşamadan bunlar da geldi geçti...

On yıl kapanırken, uzun bir süredir kendini göstermeyen “terorizm” yeniden başını kaldırıyor, korsanlar denizleri ele geçiriyor, TV, film endüstrisi insanlığın sonunu sergileyen “block busters” üretiyordu. Kapitalist uygarlık kendi sonunu simgeleyen senaryolara harıl harıl bilet kesiyordu...

Bu sırada mali sermaye...
Aslında her şey de senaryo değildi. Dünya ekonomisi ama en başta Atlantik kapitalizmi yüzyılın ikinci en büyük krizini yaşıyordu; kendi geleceğine güveni iyice sarsılmıştı. Küreselleşme fantezisi yerini toprağın, diğer bir deyişle, bir taraftan imparatorluğun öbür taraftan yurtseverliğin mantığına bırakmaya başlayınca, mali sermayenin denetimi elden kaçırma, devre dışı kalma kaygıları daha da arttı.

Gillian Tett’in aktardığına göre finans-kapital için riskleri ölçen Moody’s şimdi risk hesaplarına, devletlerin halklarına acı ilaç içirme, denetim altına alma kapasitesini ölçen yeni bir değişken katmanın yollarını arıyormuş. Çünkü “eğer geçmiş iki yıl küresel mali piyasalar için yaşamsal bir sınav olduysa, gelecek yıllar Batı devletler sistemi için aynı derecede yaşamsal bir sınav olacakmış”.

Bildiğiniz gibi gündemde, bankalara yapılan yardımlardan kaynaklanan bir borç krizi var. Bu borçlar ödenecekse, ülkelerin halklarını büyük fedakârlıklar, sıkıntılar bekliyor. Ya bunlara katlanmak istemezlerse... Ya korkunun disiplini sağlamaya yetmediği bir nokta gelirse...

4 comments:

mamican said...

Y2K sorunan ilişkin "Sonunda hiçbir şey olmadı" acaba alınan onlemlerin, harcanan paralarin sonucu olmus olamaz mi? Bu olasiligi da dikkatinize sunuyorum. Zaten dikkate aldiysaniz, bu sonuca varmanizin nedenini bilmek isterdim. Verdiginiz diger ornekleri de sorgulanir kiliyor gozumde bu yaklasiminiz.

Ergin Yildizoglu said...

Bir Ornek:
From the WSJ Opinion Archives
by JAMES TARANTO
Monday, February 3, 2003 2:59 P.M. EST


The Year 2003 Problem
Remember "Y2K"? This was the most popular of those end-of-the-world cults that sprung up in the late 20th century, only it wasn't a religious cult; it was started by computer consultants. (We know it sounds crazy, but you can look it up.) The idea was that at the stroke of midnight on New Year's Eve 1999, all hell would break loose as computers, programmed to store years as two digits, choked on the year "100." Air-traffic-control systems would fail, causing planes to fall from the skies; computer-driven elevators would grind to a halt, stranding passengers; utilities, financial systems and even food supplies would be disrupted.

Companies, government agencies and other organizations spent billions upon billions of dollars making their computer systems "Y2K compliant," helping fuel the tech bubble that burst a few months into 2000. As the end of 1999 approached, the doomsayers started moderating their predictions. Because of these compliance efforts, they allowed, America and most industrialized countries would escape devastation--but woe betide the Third World, which had scrimped on compliance.

In the event, nothing happened. Zero, zip, zilch. The world on Jan. 1, 2000, ran every bit as smoothly as it had on Dec. 31, 1999. Y2K was the hoax of the century.
(...)

Tolga said...

Riskin abartilip insanlara birseyler satmaya calisilmasi bana televizyonda gordugum bir (gercekte hic bir ise yaramayan) makarna suzgeci reklamini hatirlatiyor. Reklamda normal tencereden makarna suyu suzerken gerceklesen 5-6 ayri kaza, el yakma, mutfak esyalarini kirma vs gosteriliyor. Yani bu suzgeci almazsak elimizi yakariz, makarna yere dokulur, bardak kirilir. Ben 15 yildir bu suzgec olmadan makarna yapar yerim, en buyuk kazam yere biraz su dokmektir. Bunun icin de 19.99 dolara (posta ve diger masraflarla 29.99 dolar) satilan aptal bir urune hic gerek yok.

Sanirim Y2K da bunun gibi birsey. Evet risk vardi belki ama riskin buyuklugu, harcanan paraya ve oluusturulan korkuya deger miydi?

mamican said...

Tümüyle, tam da konu itibar ile, tam da can alıcı soru: "Harcanan onca paraya, felaket tellalligine deger miydi? (Y2K)". Oysa, ister evet diyelim ister (cok muhtemel, tamam, buyuk bir güvenle) hayır diyelim. Korkulanın gerceklesmemesi, onun "a priori" tehlike olasılıgına dair imalı bir "zaten.." cümlesi gerektirmez. Biraz daha açmak gerekirse, yaygın şekilde aşılama YAPILMADIĞI halde, diyelim domuz gribinin korkutulan/korkulan boyutlara ulaşmaması, gercekten abartılı da olsa tüm önlemlerin alındığı Y2K örneğinde korkulanın olmaması örneği ile aynı sınıfa giremez.
Bu ara, ilgili yazının konusuna dair (güncellenmiş basımı var mı bilmiyorum) eski bir kitap adı: "Kapitalizmde Korku".