Thursday, August 14, 2008

Gürcistan dersleri

(Cumhuriyet 13/08/08)

Gürcistan’da yaşananları kaynak savaşları, büyük güçler rekabeti, gittikçe derinleşen ekonomik krizin bölgedeki yankıları bağlamında düşünmek zor değil. Carnegie Endowement for International Peace’in Moskova direktörü Dmitri Trenin’in “Kafkasya dramında her aşamada bir az daha tırmanan çatışmaların bir sonraki aşamada Kafkasya ve Avrupa ile sınırlı kalmayacağına” ilişkin saptamasını ve neden “Ağustos Toplarını anımsayınız” sözleriyle I. Dünya savaşının başlama noktasına gönderme yaptığını da…

Ama Gürcistan’da başlayan çatışmalardan, emperyalist güçlerin maşası olmayı kabul eden bir devlet adamının ülkesini nasıl felakete sürükleyebileceğine ilişkin, çıkarılacak bir başka ders daha var.

Saakasvili’nin hesap hatası mı?
Salı sabahı ajanslar Rus birliklerinin Gürcistan’ın içlerine girdiğini, Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili’nin ülkesinin fiilen ikiye bölündüğünü ileri sürerek, Batı’dan yardım istediğini bildiriyordu.

Cuma günü Gürcistan birliklerinin Güney Osetya’ya saldırarak, kendi vatandaşlarını, hastaneleri üniversiteyi bombalamasıyla, Rusya’nın da “şaşırtıcı” bir kararlılıkta hızda ve çapta cevap vermesiyle başlayan savaş bölgede yayılma eğilimi gösteriyor, belki de Gürcistan’ın, ama kesinlikle Saakaşvili’nin geleceğini tehdit eden bir boyuta ulaşıyor. Bu açıdan bakınca Saakaşvili’nin vahim bir hesap hatası yaptığından söz etmek olanaklı. Ancak sanırım durum biraz daha karmaşık.

2003 yılında, ABD’den getirilerek renkli bir devrimle Devlet başkan yapılan Saakaşvili’nin yönetimi altında, Gürcistan bir ABD “müşteri devleti” hatta protektorası oldu. ABD ve NATO, hatta İsrail kaynaklı askeri uzmanlar Gürcistan ordusunu eğitmeye, Saakaşvili de büyük çaplı satın almalarla ülkesini silahlandırmaya başladı. Böylece ABD ve NATO Rusya’yı çevreleme operasyonu bağlamında Kafkaslara giriyordu. Dahası Saakaşvili AB üyesi olmak için lobi yapmaya başlıyor, ABD’de Gürcistan’ın NATO üyeliğini gündeme getiriyordu.

Ancak geçen yıl Anatol Lieven’in, Der Spiegel hatta Weekly Standard yazarlarının da dikkat çektiği gibi, Gürcistan’ın “demokrasi gülü soluyordu”; Saakaşvili rejimi giderek baskıcı özellikler kazanmaya başlamıştı: Önemli muhalefet liderleri, ölüyor, hapse atılıyor dövülüyordu. Ama bunların ne önemli vardı? Nasıl olsa, Başkan Bush’un adı başkentin en önemli caddelerinden birine verilmemiş miydi? ABD büyükleri her fırsatta Gürcistan’ı ziyaret ederek demokratikleşme sürecini övmüyorlar mıydı?

Lieven’e göreyse Saakaşvili’nin, iktidarı zayıfladıkça, ülkeyi liderliği altında yeniden birleştirmek için Güney Osetya, ya da Abhazya üzerinden bir maceraya kalkışma riski gittikçe artıyordu. Lieven geçen Kasım’da National Interest’teki yorumunda, “bu onun kalkışacağı son macera olacaktır” diyordu.

Yoksa bir ABD-NATO operasyonu mu?
Diğer taraftan, dışarıda, ABD ve Avrupa tarafından durmadan, “demokrasi kahramanı” olarak şişirilen, içeride, gittikçe ağırlaşan siyasi ekonomik sorunlarla zayıflayan Saakaşvili’nin kolaylıkla maniple edilerek, bir “başka hesap” için kullanılabilecek bir kıvama geldiği de söylenebilir.

Rusya’nın tepkisinin hızı ve çapı, saldırıyı beklediğini gösteriyordu. Gürcistan ordusunu eğiten ABD, NATO, İsrail uzmanlarının böyle bir saldırının bilgisini önceden almamış olması düşünülemez. Rusya’nın NATO’nun genişlemesi, Kosova’daki yenilgisi, Füze kalkanı gerginliğinden sonra, Gürcistan’ın bir oldubittisini kabul etmeyeceği hatta şiddetle cezalandırmaya kalkacağı, ABD ve NATO plancılarının beklentileri içinde olduğu bence rahatlıkla var sayılabilir. Burada, Rusya Dışişleri bakanı Lavrov “Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyesi olmasını engellemek her şeyi yapacağız” sözlerini de anımsayabiliriz.

Nihayet Gürcistan’ın başlattığı Güney Osetya operasyonunun yürütülüş tarzına bakınca da, bunun amacının düzen getirmek değil, Prof Cussodowsky’nin dikkat çektiği gibi, büyük bir insani kriz yaratarak dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmek olduğu da ileri sürülebilir.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, ABD ve NATO’nun bir Saakaşvili taşıyla iki kuş vurmayı planladığını düşünebiliriz. Birincisi, Rusya’nın vurucu gücünü ve kararlılığını ölçmek, bu zeminde Avrupa liderlerini bir kez daha uyararak/korkutarak, Rusya’ya karşı ABD ile ilişkilerini güçlendirmeye zorlamak, İkincisi, Kafkasya bölgesini Rusya’yı, giderek daha fazla ekonomik, siyasi enerjisini tüketecek, Putin –Medvedev klanına hem ülke içinde hem de dünya kamuoyu önünde saygınlık kaybettirecek biçimde içine çekecek bir istikrarsızlığa itmek.

Bu hesap tutar mı bilemem. Ama benzerlikler bende tedirginlik yaratıyor. Türkiye bölgenin enerji dengelerinin çok önemli bir oyuncusu. Dışişlerinde ABD’ye yaslanarak bölgede güç yansıtma anlayışı egemen. Ülkeyi yöneten ekip, siyasi yaşamını ABD ve Avrupa desteğine borçlu.

Thursday, August 07, 2008

ikinci dalga

Cumhuriyet, 06/08/08)

Yeni bir “trasformismo” dalgası gelişiyor. Birinci dalgada liberal entelijansiya, siyasal İslam’ı desteklemeye ikna edildi. Liberal entelijansiyaya güçlü ekonomik ve ideolojik bağlarla bağlı sol liberal entelijansiya da bu ilk dalganın bir parçası, adeta ikramiyesi oldu.

Şimdi de sosyalist entelijansiya siyasal İslam’ı desteklemeye çağrılıyor. Siyasal İslam’la sosyalist entelijansiya arasındaki kültürel, ideolojik uçurum çok derin olduğundan, bu uçurumu aşacak bir köprü gerekli. Bu işlevi de birinci dalganın “ikramiyesi” olanlar üstleniyor. Ama bir de, sosyalistlerle bu konuyu konuşmaya izin verecek, sosyalistlerin eleştirilerini sterilize edecek bir söylem gerekir. Diğer bir değişle liberal entelijansiya ile sosyalistler arasında kurulacak diyalogun önce açılması, sonra da uygun bir biçimde parantez içine alınması gerekir. Bu diyalogun “sosyalistlerin krizi” tartışmasıyla açılmaya, “AKP davası - Ergenekon soruşturması” ikilemi ile simgeselleştirilen “Demokrasi (seçilmiş bir hükümet) ve Darbecilik” denklemi ile de paranteze alınmaya çalışıldığını görüyoruz.

Demokrasi ve Darbe arasında…
Ancak, bu parantezin çok ciddi teknik zaafları var. Bu parantezdeki, “demokrasi” hiçbir biçimde sorunsallaştırılmadan, “düşünülmeden”, salt seçilmiş olmayla sınırlı kalan, içerikten yoksun bir kavram.

Darbecilere, gelince, karşımızda, oda iddialara göre, 4-5 yıl önce darbe planlamış, ama ordunun komuta kademelerinden destek görmemiş, hatta dışlanmış bir grup var. Diğer bir değişle karşımızdaki gelecekte olabilecek bir darbe tehlikesi değil geçmişte iflas etmiş bir darbe girişimi. Bu yüzden söylem giderek darbecilerden, kaos yaratma planlarına, diğer bir değişle “terörist” suçlamasına dönüşüyor. Kısacası, bu parantezi teknik olarak, hele “halka güvenmemek” suçlamasına sarılarak kapatmak olanaklı değil. Çünkü “modern zamanlarda”, “halkın tercihi” üzerinde konuşabilmek için, önce bu tercihin arkasındaki dinamikleri, şekillendirilmesinin süreçlerini (kültür endüstrisi, “gösteri toplumu” gibi,) düşünmek gerekiyor. Yoksa, “sen halka güvenmiyor musun?” sorusunu soranlar, aniden kendilerini, “sen popülist bir demagog musun?” sorusuyla yüz yüze bulabilirler.

Parantezin dışındakiler
Teknik sorunları bir yana, bu parantezin esas amacı, sosyalistlerin kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarına olanak sağlayan kavramlarını dışarıda bırakarak onları sessizleştirmek ve yönlendirmektir

“Sosyalist” kavramı, baskı ve sömürünün olmadığı, eşitlikçi toplumlara ilişkin tasarıları içeren, tarihsel kökleri Spartaküs ayaklanmasına, Bedrettin olayına kadar giden, “komünist hipotez” kümesine aittir.

Kapitalist toplumdaysa bu kavramın içeriği, emek/sermaye çelişkisi ve kapitalist dünya sistemi üzerinden, kapitalizme ve emperyalizme (gelişmiş ülkelerin kapitalistlerinin, kendi ekonomik siyasi çıkarları doğrultusunda diğer ülkelerin ekonomik, siyasi ve kültürel yaşamların zorla ya da dolaylı yollarla müdahale etmesine) karşı olmak ilkeleriyle doldurulur. Bu içerik, demokrasinin her zaman, eşitlik, özgürlük, kavramlarıyla, “kimin için?” sorusuyla birlikte ve bir devlet biçimi olarak düşünülmesini gerektirir. Bu bağlamda başlangıç noktası her zaman toplumdaki en ayrıcalıksız kesimlerin, dışlananların gereksinimleridir. Bu yüzden sosyalizmi, konuşabilmek için, mutlaka Aydınlanma geleneğinin “hakikat rejimini” ve materyalist bir felsefi yönelimi benimsemiş olmak gerekir.

Sosyalistler için devlet, demokrasi gibi kavramlar hep sınıflar arası ekonomik siyasi iktidar ilişkileriyle, halk kavramıysa, toplumsal hegemonya kurma süreçleriyle birlikte düşünüldüğünde anlamlıdır.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, sosyalistlerin, darbecilere, “Ergenekon” türünden maceralara, siyasal İslam’ın partisine destek vermeyecekleri hemen anlaşılır. Çünkü bunların hiç biri sosyalistlerin, “komünist hipotezi” yaşadıkları tarihsel koşullar içinde uygulamaya koyma çabalarına uygun araçlar değildirler. Dahası, darbeciler ve siyasal İslam’ın temsilcileri başarılı oldukları her yerde sosyalistlere karşı şiddet uygulamaktan asla çekinmemişlerdir.

Bu gün gündemde bir darbe tehlikesi yoktur. Bu nedenle sosyalistler açısından esas tehlike siyasal İslam’ın hem kapitalizmle hem de emperyalizmle işbirliği içinde olan projesidir. Sosyalistlerin de, yukarıdaki parantezin dışında kalan ilkelerine sarılarak, öncelikle bu tehlikenin üzerinde odaklaşmaları gerekir.

Kürt kimliği sorunu da bu parantezin dışındadır. Çünkü bu gün Kürt kimliğine karşı en büyük tehlike, devlet baskısı değildir. Aksine devlet baskısı, bu güne kadar hep Kürt kimliğinin güçlenmesine yol açan bir etken olmuştur. AKP’nin ait olduğu siyasal İslam ise, Kürt kimliğini bir “pasif devrim”, “moleküler dönüşüm” süreci içinde önce sulandırarak sonra, Müslüman kimliği içinde eriterek zamanla yok edebilecek özelliklere sahiptir. Kürt kimliği de bir kavram olarak Aydınlanma geleneğinin “hakikat rejimine” aittir. Ne ironi değil mi?

Monday, August 04, 2008

Mark Parris ne diyordu?

(Cumhuriyet 23/07/08)

ABD’nin Ankara eski büyük elçisi Mark Parris’in, Türkiye’deki siyasi krizle ilgili yorumları geçen hafta medyaya yansıdı. İlgiler daha çok, Parris’in Anayasa Mahkemesinin kararına ilişkin adeta bir tarih veren öngörüsü üzerinde odaklandı. Ama Türkiye’den döndükten sonra Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezinde (CSIS) yaptığı ilginç konuşmanın içeriği, sanırım, yeterince irdelenmedi. Haberin üzerinden yaklaşık bir hafta geçmiş olmasına karşın, konuşmada ilgimi çeken noktaları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Mark Parris Türkiye’ye, bir ABD, AB ortak kuruluşu olan Atlantik Konseyi’nden bir heyetin parçası olarak gelmiş. Türkiye’de olup bitenleri anlamak, büyük olasılıkla etkilemek amacıyla gelen bu heyetin diğer üyeleriyle birlikte Türkiye’de yaygın temaslarda bulunmuş. Parris, dönüşünde CSIS’de yaptığı ve basında aktarılan toplantıdaki (kuruluşun web sitesinden dinlemek olanaklı) yaklaşık 20 dakikalık sunuşunda ve izleyen “Soru-Cevap” bölümünde, özellikle üç noktaya yaptığı vurgunun çok önemli olduğunu düşünüyorum: AKP’ye yönelik eleştiriler, “3. Güç” dediği bir yapılanmaya ilişkin saptamalar, Türkiye’de siyasetin içinde askerin rolünün artacağına ilişkin beklenti.

AKP başarılı olamadı
Parris’in AKP’ye, ikinci dönemi bağlamında yönelttiği eleştiriler oldukça kapsamlı. Bunlardan en önemlileri şöyle: AB sürecini canlandıramadı, Anayasayı değiştiremedi, varlığından kaygı duyulan İslamcı gündemin/projenin (“agenda” sözcüğünü kullanıyor) keskin yanlarını törpüleyemedi, tüm ülkenin başbakanı olamadı. Nihayet yolsuzluk sorunu AKP grubunu de etkisi altına aldı.

AB sürecinin aksamasının tek sorumlusunun AKP olmadığını, AB’nin değişen tutumunun süreci fiilen öldürdüğünü göz önüne alırsak, Parris’in, aslında, AKP’nin kendisinden istenenleri veremediğinden yakındığını düşünebiliriz. Bence daha önemli eleştiriler AKP’nin toplumda birleştirici olamadığına, dolayısıyla bölücü olduğuna, yolsuzluklara bulaştığına ilişkin saptamalarda yatıyor. Böylece Parris, diplomatik bir dille, AKP’nin meşruiyeti üzerine bir soru işareti koyuyor. Dahası, sermaye sınıfı ve Batı yanlısı liberal seçkinlerle AKP arasındaki ilişkinin bozulmasına yaptığı gönderme, AKP’nin Batı yanlısı tutumunun, liberal demokrat olma iddialarının hakikiliğine ilişkin kaygıların bir yansıması olarak görülebilir. Bu saptamalara karşılık konuşmasında sık sık Tayyip beyi övmesi “yeri doldurulamaz” demesini, “hatalarından öğrenmiyor” saptamasıyla birlikte okuyunca, aklıma efsanevi Kızılderili şefi Jeronimo’nun “beyaz adam çatal dillidir” sözleri geldi, ister istemez…

3. Güce dikkat
Bence, konuşmada çok az yer verilmekle birlikte, Parris’in karşı karşıya olan güçleri sıralarken, bir “3. Güçten” söz etmesi çok önemli. Perris, bu günkü kriz içinde, Tayyip beyden yana tutum alan bu “3. Gücün” sivil güvenlik güçleri, istihbarat örgütleri içinde çok etkin olduğunu ve kendi savcılarına sahip olduğunu söylüyor. Diğer bir değişle Parris, devlet içinde, şiddet organlarında ve yasama içinde, kaynağı belirsiz ( “biz bile bilmiyoruz,” demeye getiriyor) karanlık bir güç var diyor. Bu gücün “Cemaat” olduğu artık herkesin malumudur. Öyleyse Parris, bu güce işaret ederken, Cemaat’in etkisiyle, devletin elindeki şiddet tekelinin parçalanmaya başladığını da söylemiş oluyor. Böylece, Parris, devlet içinde bir “tırmanan darbe” (devleti ele geçirme) olgusuna dikkat çekmiş olmuyor mu?

Askerin siyasi rolü artacak
Bence, Parris’in, askerin siyasi etkisi artacak öngörüsü, AKP’yi destekleyerek, akıllarınca “militarizme karşı” mücadele ettiklerini hayal eden şaşkın liberallerin üzerinde şok etkisi yapmalıdır. Tabii duyduklarını anlayacak kadar akılları kaldıysa. Parris son dönemde en “aklı selim” yorumların ordu üst kademesinden geldiğine inanıyor. Parris’e göre, önümüzdeki dönemde, “Asker-siyasetçi” olarak nitelediği bir kategorinin sivil siyaset içindeki rolü özellikle, Özkök gibi emekli komutanların aracılığıyla artacak. Yine Parris’e göre ordu üst kademesinin, asker siyasetçilerin, sivil siyaset içindeki etkisinin artmasıysa, AKP’yi geriletmeye çalışanlara karşı mücadele eden güçleri daha da güçlendirecek, onlar için bir nevi koruyucu etken olacak. Bu da “başkalarını” düş kırıklığına uğratacak gibi görünüyor.

Tam bu noktada Parris’in “taraflar bir çıkış yolu bulamazlarsa uçuruma birlikte yuvarlanacaklar”. “Ancak görünürde bir taviz verme, ya da anlaşma eğilimi yok”… “Birileri bu sorunu çözmeli” yorumu üzerinde düşünmeye başlayabiliriz. Düşünürken benim aklıma, İngiltere dış politikasının önemli düşünce kuruluşu Chatam House’dan Fadi Hakura’nın, bir saptaması geldi “Erdoğan ve AKP’ye ne olursa olsun, Türkiye, ideologların geçmiş dönemdeki kavgalarının biriken küllerinden doğacak yeni bir tarz siyasetin eşiğinde” (17/07/08). Hımm…