Sunday, April 26, 2009

Aşağıdaki yazılarla ilgili yapılan katkılara teşekkür ediyorum ve şöyle bir not düşmek istiyorum:


1)    1)   Burjuva devrimlerinin demokratik olması gerekir diye bir yasa yok. Hatta aksi savunulabilir. Daha doğrusu demokrasi,  burjuvazi (ne kadarsa ve hangi özelliklere sahipse o kadar) için (burjuvazi tarafından burjuvazinin çeşitli kanatlarıyla birlikte yine burjuvazi için) demokrasi  anlamına gelebilir. Ama burjuvazi dışındaki sınıf ve tabakalar için demokratik haklar zorla, demir, ateş ve kanla elde edilebilecek şeylerdir.  Notlara konan 1923 yorumlarının hemen hepsi, devlete ve demokrasiye iliskin burjuva liberal varsayımlardan hareket ediyorlar. 1923’e tarihsel özelliğini veren, bir imparatorluğun yıkıntısından bir “ulusal proje” ve modern devlet kurmaya başlamış olmasıdır. Bu gün bu modern devleti ve “ulusal projesi” imha etmek isteyenler öncelikle 1923’ün hala yaşamaya devam eden “sadakatlerini” yok etmek zorunda olduklarını biliyorlar. Bunu açıkça söylemek çok büyük bir tepki çekeceğinden,  burjuva liberalizminin etkilerinin sosyalist söylemde açtığı alandaki yanılgılara sığınarak “ama demokratik değildi…” diye başlıyorlar.

2)    2) Hiçbir devlet (bir sınıf iktidarının baskı aracı) baskı ve şiddet içermeyen bir süreçten, “büyük felaketlerden” geçmeden oluşmaz.

3)    3) Bu “büyük felaketler”, demokrasi eksikliği, Bonapartist yapı vb… bu devletin tarihsel (Benzer bir saçmalığı, hatta ilkelliği, “Mustafa” filmiyle ilgili olarak da yaşamıştık) anlamını ortadan kaldırmaz.  Yukarıdaki katkılarda dile getirilen yakınmalar doğru bile olsalar (?)  Asyatik/ feodal ama kapitalizmin ve emperyalizmin etkileri altında çürümeye başlamış, paylaşılmak üzere büyük devletlerin “Haute Finance’ın” masasına yatırılmış bir “eski rejimin” yıkıntılarından yeni bir üretim tarzını ifade eden bir devlet ve rejim doğmuş olduğu gerçeğini değiştirmez.

4)    Bu tartışmaya sağlıklı bir biçimde devam edebilmek için önce hangi devlet teorileri alanında hareket ettiğimize karar vermememiz gerekiyor.  İkincisi şu soruya da cevap vermeye hazırlıklı olmamız gerekiyor. 1923 olayı yanlış ise, darbe ise, “kurtuluş savaşı denen şey bir yalan ise” ise, o zaman, Sevr sınırlarını, Sultanlığı, hilafeti koruyarak devam etmek mi gerekiyordu? Bunu savunanlar var hatta kimileri bunu “hiç olmazsa dinimizi yaşardık” teziyle de destekleyerek savunuluyor. Ki ben bu yaklaşımın “dini hakikat rejimi” içinde son derecede tutarlı olduğunu düşünüyor ve saygıyla karşılıyorum. Ama katılmıyorum ve karşı çıkıyorum.

5)    Wittgenstein’in dediği gibi, "söylenebilecek her şey açıkça söylenebilir” .Bu tartışmaya devam etmek için açıkça konuşmak gerekiyor, “ama öyle değildi ama böyle değildi” diye sızlanarak değil ve de, ileri sürülen savları mantıki sonuçlarına kadar götürmeye hazır olarak!

Thursday, April 23, 2009

Kafalar Yine Karıştı

(Yazının köşenin boyutlarına uydurmak için -benim tarafımdan- kesilmeden önceki versiyonu)

“Obama bizden ne istiyor?”, “Ergenekon’un 12. dalgasının anlamı ne; DTP’ye yönelik operasyonla bir ilgisi var mı?” derken Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasındaki “cemaat” vurgusu. Cemaatin sözcülerinin, modern toplum ve cemaatler üzerine çokbilmiş açıklamaları… Nihayet, “Marksist”Serdar Turgut’un ülkenin sorunlarını ‘Ordu’yla ‘Cemaat’in diyaloguna havale etmesi…

Obama ne istiyor?

Obama’nın konuşmasını herkes (özellikle “sorunların” çözümlerini “imparatorun” iradesinden bekleyen kesimler) kendi umutlarına, beklentilerine, çıkarlarına göre algılamayı tercih etti. Konuşma da zaten bunu amaçlayan, bir “kamu diplomasisi”, “imaj parlatma” olayı olarak planlanmıştı.

ABD dış politikası, Bush dönemin derslerini de yedeğine alarak, Büyük güçlerle (Avrupa, Rusya, Çin) diyalog (çok yönlü dış politika), Ortadoğu’da demokratikleştirme söylemi bağlamında rejim değişikliği ve liberal entelijansiyaya dayanmak yerine,  “molla”, “media” ve “military” ile iyi geçinmeyi, “etnik sorunları” kabul ederek desteklemeyi içeren daha “realist” bir yönde şekilleniyor. Başkanlık seçimlerini, Hillary’nin değil de Obama’nın kazanması, yeni başkanın kullandığı, adeta herkese “mavi boncuk dağıtan” dil de bu yönelimin kamı diplomasisi üzerindeki yansımaları.

Diğer taraftan,  ülkelerin dış politikaları, uluslararası ilişkilerdeki talepleri, bu taleplerin taşıyıcılarına göre değişmez. Bu nedenle “Obama ne istiyor?” yerine, “İmparatorluk projesi duvara çarpan ABD’nin, mali kriz, enerji ve kaynak krizleri, yükselen güçler ortamında çıkarları nelerdir? ABD bunları nasıl tanımlayacak ve savunacaktır?” gibi sorularla başlamak daha gerçekçi olur. Bu sorulara cevap ararken, pazartesi günü yayımlanan iki yorum (Financial Times, Wall Street Journal) yararlı olabilir: Obama’nın, Avrupa gezisi, “yumuşak güç” yansıtma taktikleri henüz bir sonuç vermemiş. Dolayısıyla ABD dış politikası, yeniden, zorunlu olarak,  diğer bir değişle yumuşak güç kapasitesinin kalmadığının ayırtına vararak,“sert güç” kavramına doğru eğilmeye başlayabilir.

“Aşırı biçim” ve sürecin hakikati

Ergenekon’un 12. dalgasında, davanın “sonuna kadar arkasında” olduklarını açıklayan liberal entelijansiyaya göre, ÇYDD’nin genel başkanı Türkan Saylan’ın evinin aranması, Tijen Mergen’in iki gün nezarette tutulması, davaya gölge düşüren aşırılıklarmış. Bu “aşırılığın ayırtına varanların hiç değinmediğine bakarak, Manisalı hocamızın ve diğer aydınların daha baştan suçlu addedildiğini, liberal entelijansiyanın da, artık “düşünce polisine” dönüştüğünü görüyoruz.

12. dalga, Ergenekon sürecine gölge düşürmedi, aksine Mehmet Altan’ın “AKP’yi aşan bir irade Ergenekon’un peşinde” saptamasının işareti ettiği gibi,“hakikatine” ışık tuttu. Daha önce de birçok kez vurguladığımız gibi, AKP’yi kapsayan, aynı zamanda da aşan bir irade var. Bu siyasal İslamın “pasif (karşı)devrim” sürecini yöneten cemaatlerin iradesidir. Bu yüzden 12. dalga bir “sapma” değil; Beckett’ın “Oyunun Sonu” piyesinde, Hamm’ın “Ne oluyor” sorusuna, uşağı Clov’un, “Ne olacak, süreç kendi seyrinde ilerliyor” cevabındaki gibi bir şey aslında… Halen internette sürmekte olan “O bir misyonerdir” kampanyası da zaten bunu göstermiyor mu?

“Pasif (karşı)devrim” süreci, siyasal egemenlikten önce, kültürel egemenlik kurmayı amaçlar. Bu egemenliğin kurulması, korunabilmesi için de karşı hamle yapabilecek kültürel akımların, yapıların, kurumların ve düşünürlerin zaman içinde tasfiye edilmesi gerekir. İşin ilginci, (Yoksa bir ironi mi?) yerel seçimlerden bu yana DTP’ye yönelik saldırılar da aynı mantıktan kaynaklanıyor: Kürt kimliğinin, kültürel siyasi birikiminin temsilcisi olarak DTP, Aydınlanma geleneğinden kaynaklanan kimi özellikleriyle, salt AKP’nin değil, siyasal İslamın “pasif (karşı)devriminin” önünde önemli bir engel oluşturuyor. Diğer taraftan, siyasal İslamın “cemaat” anlayışı, Kürtlüğü, Müslümanlık (cemaat) içinde eritmeyi hedeflediğinden, ve bunu, var olan feodal kalıntıların (Ağa Şayh ikilisinin) sağladığı zeminde çok kısa sürede yapabileceğinden, Kürt kimliğine yönelik çok radikal bir tehlikedir.

Modernite ve ‘cemaat’

Fehmi Koru’nun “cemaat gerçeği modern hayatla yakından ilişkilidir” saptaması, araya sıkıştırılan “yalnızlık”, “teknoloji” gibi bir iki “anlam yüklü” sözcükle, rakibinin cahilliğine yatırım yapmaya çalışan sinsi uyanıklıklara iyi bir örnek oluşturuyor.

Modern toplumun en önemli özelliği, ‘cemaat’ aidiyetlerini daha kapsayıcı aidiyetler, ulusal, sınıfsal kimlikler, içinde erimeye zorlamak oldu. Bu süreç, dinin eleştirisine, birey, bireysel özgürlükler kavramının gelişmesine paralel ve onunla yakından bağlantılı bir biçimde ilerledi. Diğer bir değişle özgürlük kavramı, “birey öznelliği”,  dinin eleştirisine, cemaat kimliğinin kırılmasına ve aşılmasına bağlı olarak doğdu ve gelişti.

Cemaatlerin yeniden canlanmasıysa, “modern” yaşama değil, “geç kapitalizmin” Fordist sermaye birikim rejiminin kriziyle ilgili bir olgu. Fordist rejimin krizi bu rejimi destekleyen merkezi toplumsal örgütlenmeleri, denetleme, bastırma araçlarını (Refah Devleti, sendikalar vb…) çözmeye başlayınca “cemaat” gibi cesetler canlanmaya başladılar. Cemaat”, Fordizmin krizinin kültürü olan “post-modernizmin” ürettiği öznelliklerle ilişkili bir olgu.

Post-modernizmin bireylerinin (“Anti-Oedipus”un mutlu göçebelerinin) bu parçalanmış, merkezini kaybetmiş, giderek daha fazla sanallaşan dünyada, “risk” toplumunda, özgürleşmek, mutlu olmak yerine, neo-liberalizmin darbesini de yiyince, derin bir tatminsizlik, yeis içine düştüklerini görüyoruz.  Türkiye, Post-modernizmin benzer bir sürecini 12 Eylül darbesinden sonra yaşamaya başladı ve çöküşünün sonuçlarına da 1990’larda şahit oldu.

Entelijansiyanın Türkiye’deki serüveni de bu kapitalizmi terk etme seçeneğini “düşünemeyen”  nostaljik “kurtulma” eğilimini iki biçimde yansıtır. Bir kesim, kimlik siyaseti,  demokratikleşme fantezisi bağlamında kendine yeni efendiler aramaya başlar. vatandaşlık kurumunun içini boşatan somut aidiyetleri ve cemaatleri desteklemeye başlar.

 “Cemaat” işte bu bireylerin, “durumlarından” kapitalizmi aşarak kurtulmak yerine, nostaljik bir refleksle merkezi, otoritesi, efendisi belli (uyumlu, ahenkli, güvenli bir geçmiş fantezileriyle de desteklenen) bir dünya arayışlarının sonucu. “Cemaat” post-modernizmin, Aydınlanma geleneğini iyice hırpaladıktan sonra gelen iflasının gerici aşiretçi projelere yol açmasıyla yakından ilgili bir gelişme. Bu yüzden Koru boşuna nefes tüketiyor, “cemaat” modernliğin, demokrasi, vatandaşlık gibi ürünleriyle bağdaşmaz, liberalizmin duyarlılıklarıyla da… Serdar Turgut’a gelince, Oray Eğin’in dünkü yazısı yardımcı olabilir…

İkincisi kesim ise, bir başka nostaljinin etkisindedir. Kapitalizmin Aydınlanma geleneğini terk ederek, “nihilist” (artık bir gelecek vaat edemeyen ve “başka dünyalara” tahammül edemeyen) bir aşamaya girdiğini, emperyalizmle kapitalizm arasındaki organik bağı, göz ardı eder. Böylece daraltılmış bir “Aydınlanmacı” ve anti-emperyalizm refleksle, Cumhuriyetin kuruluş anına olan “sadakati”, onun ilkelerini savunma ve evrenselleştirme çabasının “ahlakını”, onu tekrarlama çabasına indirgeyerek aslında etkisizleştirir.  Bu ikinci kesim,”durumdan” çıkış olasılığının, Cumhuriyetin “kazanımlarının” evrensel boyutlarının (Aydınlanma, modernist refleks, halkçılık, Laiklik, otonomi, bağımsızlık ) üzerinden, bu evrenselliği kapitalizmin ufkunu da aşarak daha da genişletecek siyasi refleksleri “düşünmekte” yattığını göremez.

Türkiye’de yaşanan bu ikilem aslında, küresel düzeyde kendini gösteren, adeta evrenselleşmiş bir “durumun” yansımasıdır. Bir “dönem” biterken, henüz başlamamış bir başkasına “geçiş” sürecinde olduğumuzun da kanıtı… Marx ve Engels’ın “Alman İdeolojisi” yapıtını anımsarsak, yine Barbarlıkla, Sosyalizmin (“Komünist hipotezi” – Badiou- bir kez daha deneme olasılığının)  yol ayrımındayız…



Saturday, April 18, 2009

Ergenekon üzerine bir not.

Aşağıdaki yazıya (Yeni Türkiye) konan bir “comment”le ilgili notumu devlet teorisi bağlamında yazmıştım: [Hiç bir devlette, ‘derin devlet’ tasfiye olmaz, edilmez, edilemez. Kapitalist sistem salt seçilmiş hükümetlere, “gösteri toplumunun” dolaylı denetimine, yasalarla denetlenen asker veya polise dayanarak ayakta kalamaz.
Derin devlet (ekonomik iktidarın, mülkiyet rejiminin yasalara karşı sorumlu olmayan bekçisi) yalnızca el değiştirir, yeniden örgütlenir, ya da kültürel değişim geçirir. Ama tasfiyesi söz konusu olamaz!!!]

Ama, şu sıralarda moda olduğu gibi, Ergenekon sürecinde yaşananlara, teorik, pratik, ahlaki, hatta hukuki açılardan uyarı ve eleştirilerde bulunanlara, kaygılarını belirtenlere Ergenekoncu, kimi zaman faşist muamelesi çeken dalgaya uygun bir tepki aldım. Bu yapıcı bir tutum değil. Aksine insanın aklına “neden böyle bir tepki var?” sorusunu getiriyor.

İkincisi, İtalya’da derin devlet temizlenmedi. Yolsuzluğa, rüşvete bulaştıkları ortaya çıkanlar, MAFIA ilişkileri içinde  “birileri” temizlendi (yoksa ne MAFIA, ne Cosa Nostra ne de Comorra’ya bir darbe vurmak yönetici sınıfın işine gelmedi). Şu anda İtalya’da kim hükümette, nasıl gelebildi? Gibi sorulara bakmak bile açıklayıcı ipuçları verebilir.

Tabii ki, “halt” edip sonra,  Mustafa Kemal’in adının arkasına saklananlar var (bu günlerde birilerinin demokratik biçimlerin, veya Müslümanlığın arkasına saklanmaları gibi). Tarihe dikkatle bakarsak bu “sığınma” işini, egemen sınıfın tüm yöneticilerinin (asker sivil) yaptığını görüyoruz.  12 mart ve 12 Eylü Darbeleri hep "Atatürkçülük" kavramına sığınılarak yapıldı…

Bu, bu daha sonra Kemalizm olarak tanımlanan “ulusal proje”nin geleneğine sadık kalmaya çalışan kimi laik-demokrat,  entelijansiyanın da bu haltlara ortak olduğu anlamına gelmez.

Dahası, böyle bir Kemalizm eleştirisinden hareketle Cumhruiyetin “kuruluş” anının simgesi olarak Mustafa Kemal’e kadar gitmek herhangi bir teorik felsefi dayanakla savunulamaz… Bu kurucu dönemin eleştirilmeyeceği anlamına tabii ki gelmiyor. Ama bunun kalkış noktası bu gün artık ne anlama geldiği kullanana göre değişen bir “Kemalizm” olamaz… Kemalizm kavramını kullanmak isteyen önce bunu kendine göre tanımlamalı, sınırlarını çizmeli sonra kullanmaya başlamalıdır.

İmparatorluk enkazından bir Cumhuriyet inşa eden “olay”a (ulusal proje” hakikatine ve ahlakına) sadakat olarak “Kemalizm” ile, ABD yardımıyla darbe yaparak sosyalistleri temizleyen siyasal İslam’ın önünü açan  "Atatürkçülük"  aynı içeriğe sahip kavramlar değildir…Ve hatta, kimi gözlemcilere göre, 12 Eylülün "Atatürkçüleri", Harp Okulları kütüphanelerinden Mustafa Kemal'in NUTUK adlı eserlerini bile toplatmışlardır.

Eleştirileri,  “ulusalcı” gibi genellemelerin optiğinden geçirerek keskinleştirmeye çalışmak da doğru değildir.  Empeyalizme bağımlı bir ülkede, ulusalcılık çoğu zaman birden fazla anlama gelir. 1970’lerde Türkiye solunda ulusal demokratik devrimciler, antiemperyalist, demokratik devrimciler, antiemperyalist sosyalistler vardı. Bunların hepsi bir biçimde “ulusalcı” kategorisine girer. O zaman MHP’de ulusalcı olduğunu iddia ediyordu ama anti-emperyalist değildi…

Şimdi başka sorular: Neden ulusalcı olmak, “bu gün” alerji yaratıyor da cemaatçilik, demokratik bir kategori olarak kabul görebiliyor, aşiretçi (anti –feodal talepler içermeyen, sorunlarının çözümünü emperyalist bir devletten bekleyen, hatta işbirliği yapan Kürt seçkinlerinin ulusalcılığının karakterini kimse sorgulamıyor?

Son olarak Ergenekon “olayına” iki açıdan bakılabilir diye düşünüyorum:

Birincisi: Ergenekon sürecini, AKP’nin hükümete gelmesiyle birlikte düşünmek gerekiyor.  AKP (ki nasıl hükümete geldiğini anımsayalım) ile başlayan süreç, soğuk savaş geleneğine, alışkanlıklarına ve reflekslerine sahip bir kadronun ve güvenlik aparatlarının tasfiye sürecini başlattı. Çünkü şimdi, yeni dönemin, ABD’nin emperiyal politikalarının, BOP ve Kafkaslar (enerji) projelerinin gereksinimlerine uygun, yeni bir yönetici elit ve tabii “derin devlet” oluşturulması gerekiyordu. Bu yeni eltin ve derin devletin oluşturulması sürecinde, bölgede, sosyalizmin, ulusalcılığın, Baasçılığın, hatta sosyal demokrasinin yenilgilerinden, 1968 savaşından sonra önü açılan, yükselmeye başlayan siyasal İslam’ın sunduğu olanaklar kullanılıyor.

İkincisi, Ergenekon,  “Deleuze-Guttari”nin kavramlaştırdığı “makineye” dönüştü: Sürekli yeni bağlantılar kurarak, kodlar yaratarak “zanlı” üretiyor… AKP’nin ve siyasal İslam’ın muhalefetini tüketiyor…

Thursday, April 16, 2009

“Yeni Türkiye”!

“Tehlikenin farkında mısınız?” dedik. Genel seçimlerden önce dilimiz döndüğünce uyarmaya, Müslüman Kardeşler örgütünün Mısır’da toplumu ele geçirme serüvenini, siyasal İslamın “pasif karşıdevrim” stratejisini anlatmaya çalıştık.

2007 seçimlerinden önce yükselen muhalefetin siyasal İslamda, onu bu ülke için uygun yönetim biçimi olarak gören uluslararası çevrelerde yarattığı korkunun seçimlerden sonra bizi başka bir Türkiye’ye taşıyacağını savunduk. Bir süredir bu “yeni Türkiye’de” yaşıyoruz. Yerel seçimlerin, yaratığı korkunun bu “yeni Türkiye’nin” havasını daha da ağırlaştırması kaçınılmazdı. Bunun böyle olduğunu, bu hafta, kamusal aydın konumundaki bilim insanlarına yönelik operasyondan da görüyoruz...

Ortam niye bu kadar sertleşiyor?..

Ortam niye bu kadar sertleşiyor? Ergenekon diye başlayan bir şey neden dalga dalga muhalefeti, özellikle “Cumhuriyetin ulusal projesine” sadakatlarını terk etmeyen aydınları susturma makinesine dönüştü?

İzninizle, 9 Mayıs 2007 tarihli yazımdan uzunca bir alıntı yapacağım: “AKP, seçmenin yaklaşık yüzde 25’inin katılmadığı, yüzde 10 barajından, hatalı kullanımdan dolayı ‘oyların yüzde 40’ının çöpe atıldığı’ bir seçimde, oyların yüzde 34’ünü alarak Meclis’e girdi. Böylece toplam seçmenin yaklaşık yüzde 24’ünün oyunu alan bir parti, Meclis’te sandalyelerin yüzde 60’ını ele geçirmiş oluyordu. AKP’nin, parlamenter sistem bağlamında, meşruiyetinin toplumsal zemini işte bu kadar dar!

Bu nedenle AKP, Cumhurbaşkanlığı’nı da ele geçirmeye karar verince, iktidar blokunun çeşitli bileşenlerinin sözcüleri, (TÜSİAD Başkanı.. ülkenin en büyük meşru şiddet kullanma hakkına sahip kurumu olmanın yanı sıra en büyük ekonomik ve kültürel ağırlık merkezlerinden biri olan Ordu’nun üst yönetimi) olmaz dediler. Bu itiraz, sokaklara dökülen büyük kitlelerin kaygılarında da yankılandı. Tüm bunlar AKP’nin Cumhurbaşkanlığı projesinin, hem hükümetin meşruiyet zeminine hem de ülke koşullarına (sınıflar matrisine) uygun düşmediğini gösteriyordu.

Ama AKP.. arzusunda, ısrarla ısrar etti. Tayyip Bey’in Çankaya’ya çıkamayacağı anlaşıldı, ama ısrar devam etti, sahneye Gül Bey çıkarıldı. Anayasa Mahkemesi kararına rağmen yine ısrar yinelendi. Yine olmayınca, bu kez bu amaca, anayasa değişikliği yoluyla ulaşılmaya kalkışıldı. En büyük sermaye bloku yine ‘Olmaz, karşıyız’ dedi...

Bu inanılmaz ısrar, ister istemez aklımıza şu soruyu getiriyor: ‘Bu kadar büyük bir tutkunun gerçek arzu nesnesi ne?’ Söz konusu olan bir kişi olsaydı, karşımızda ısrarla istemeye devam eden histerili bir hasta olduğunu düşünürdük. Karşımızdaki bir siyasi akım ve parti. Öyleyse bu partinin esas amacı ne? Başbakan, ‘demokrasiye sıkılan kurşun’ derken, demokrasiyi kendi arzu nesnesine indirgemiş olmanın ötesinde, aslında hangi projenin engellenmiş olmasına tepki gösteriyor?”

AKP momentumun kırılmasına izin veremez

Aslında bu soruların cevaplarını biliyoruz. Siyasal İslam, AKP gözetiminde ilerleyen toplumsal mühendislik projesinin momentumunun kırılmasından çok korkuluyor.

AKP’yi sıradan bir parti sananların, siyasal İslamın bir toplumsal kültürel hareket olma özelliklerini göremeyenlerin, bu korkunun çapını, Siyasal İslamın, siyasi iktidara bu kadar yakınlaşmışken bu mevziyi kaybetmeyi asla kabul etmeyeceğini kavramaları korkarım çok zor. Kavradıkları zaman da artık iş işten geçmiş, toplumsal siyasi dönüşümler (bu arada liberal entelijansiyanın intiharı da) tamamlanmış olacak.

AKP döneminde siyasal İslamın “pasif karşıdevrim” süreci toplumda çok önemli dönüşümler gerçekleştirdi. Ancak ülkenin mali-sinai zenginliğinin, egemen ideolojinin imajlarının üretildiği, dünya ekonomisiyle bağlarının kurulduğu, siyasi iktidarın kurumlarının bulunduğu bölgelerde, bu dönüşümler, yerel seçimlerin sonuçlarının da gösterdiği gibi, henüz geri çevrilemez bir düzeye ulaşmış değil.

Önümüzdeki genel seçimlerde, AKP’yi zayıflatacak, koalisyon kurmaya, belki de hükümeti terk etmeye zorlayacak sonuçlar çıkarsa, bu bölgelerden başlayacak bir karşı dalga, uluslararası desteklerin çekilmesine (eğer, henüz çekilmediyse) de yol açarak siyasal İslamın “pasif karşıdevrimini” bir gerileme sürecine sokabilir. Ekonomik kaynakları, devlet desteği kurumaya başlayan siyasal İslam, yıllardır adım adım kazandığı “yol arkadaşlarını” da kaybetmeye başlar. Bu yüzden, bu risklerin oluşmaması için, gelecek seçimlere kadar ülkenin siyasi, kültürel coğrafyasında gereken “temizliklerin” yapılması gerekiyor. “Yeni Türkiye” işte böyle bir ülkedir...

 

Saturday, April 11, 2009

30. Yılında İran “devrimi” dersleri

Birinci Bolüm

Önümüzdeki belediye seçimleri Türkiye’de siyasal İslam’ın, yükselme ve toplumu dönüştürme süreci açısından, çok kritik hatta yaşamsal bir işleve sahip olacak gibi görünüyor. ABD, AB ve İsrailli kimi yorumcuların bile algıları bu yönde...

Ne yazık, Türkiye’de, liberal çevrelerden, siyasal yelpazenin soluna kadar geniş bir çevrede büyük çoğunluk bu gerçeğin ayırtında değil.  Yaşam tarzları, özgürlük anlayışları dini bir rejim altında yaşamaların kesinlikle uygun olmayan kesimlerin hala karşı karşıya oldukları tehlikeyi yadsımaya devam ediyor olmaları gerçekten trajik.

Bu yadsımayı kolaylaştıran en önemli düşünsel / ideolojik etkenlerden biri (ekonomik, siyasi getirileri bir kenara bırakırsak), buna “destekleyici fantezi” de diyebiliriz, “Türkiye İran olmaz” savı. Her fantezi gibi, bunun da içinde önemli ölçüde gerçeklik payı var. Ancak bu fantezi, var olan gelişmelere gözlerini kaparken, gerçeği bastırma ediminin getirdiği gerginliğe karşı iki açıdan rahatlatıcı etki yapıyor. Birincisi, ayrıntıları pek fazla bilinmeyen, Iran devriminin, sol ve sosyalistler açısından taşıdığı siyasi, kültürel dersler tartışma dışı kalıyor, eski hataların tekrarlandığı görülüyor. Diğer taraftan, büyük ölçüde yanlış, bir yorumuna dayanarak “Türkiye İran olmaz” savını savunmak oldukça kolay. İkincisi, tartışmayı İran üzerinde odaklaştırmak, savuşturulması o kadar kolay olmayan başka savları, siyasal İslam’ın başka ülkelerdeki, bir devrimden yararlanarak değil evrimci bir biçimde, sivil toplumu ege geçirerek yükselme örneklerinin, örneğin “Türkiye Mısır olur mu?” sorusunun, gündeme gelmesini, Türkiye açısından çok daha geçerli olan, toplumsal deneylerin tartışılmasını büyük ölçüde engelliyor.

İran devriminin solcu/sosyalist ve liberal bileşenleri dinci hareketlerin “hakikat rejimleri”nin siyasetleri ve siyaset yapma tarzları üzerindeki belirleyici özelliğini göremediler. Geçmişin, özellikle şablonlarının etkisinden kendilerini kurtaramayan, İran solu, soyut bir “anti-emperyalizm” zemininde, liberal demokratlar da soyut bir halkçılık ve içeriksiz bir demokrasi söylemi zemininde Humeyni hareketini, Humeyni’nin vaatlerini ciddiye alıp destekleyerek, kendi sonlarını hazırdılar. Bu gün tüm Ortadoğu’da hatta Avrupa’da sol ve liberal aydınlar, yine soyut bir demokratizm paradigmasına takılarak siyasal İslam’ın adım adım iktidara yürümesine, toplumu dönüştürme sürecine destek olmakta en azından hayırhah bir tavır almakta, böylece kendi sonunu hazırlamaktadır.

I-                   İran devrimi ama hangisi?

İran devriminin üzerinden tam 30 yıl geçti. Ama popüler söylemde, siyasal İslam’ın İran’da iktidara gelişinin Müslüman kitlelerin dinci bir ayaklanmasının ve devriminin sonucu olduğuna ilişkin bir yanılsama hala egemenliğini koruyor. İran “Şii devriminin”, başlayan demokratik bir devrime sonradan katılan bir teokratik bir örgütlenmenin (Molla hareketinin), tüm devrime katılan sınıf ve tabakaları ve hareketleri hedef alan bir ihanetinin sonucu olarak gerçekleşmiş, ayrıcalıklı bir ruhban sınıfının (vergi toplayan, vakıf yöneten) modernleşme sürecinde kaybettiklerini geri almayı amaçlayan bir restorasyon girişimi olduğu, henüz bilinçlere çıkmış değil.

Bir taraftan Oryantalizm (Doğu farklıdır devrimleri bile…), diğer taraftan post-post modernizmin, “evrensellik” düşmanlığı ve sınıf çelişkilerini düşünmekte çektiği zorluk, kitle hareketine ilişkin yüzeysel, halkçı yaklaşımları, hem bu gerçeği gizledi. Hem de, Humeyni ve diğer Şii ruhban sınıfının, devrime, hemen tüm sınıf ve tabakalara, demokrasi, kadın hakları, sosyal ekonomik adalet konularında, daha sonra asla tutmaya niyetli olmadıkları vaatlerde bulunarak, düpedüz yalan söyleyerek katılmış olduğunu gizledi.  Siyasal İslam, İran’da, başlangıçta birlikte hareket ettiği müttefiklerine şiddet uygulayarak liderliği ele geçirdi ve demokratik devrim yönelimini ve devrimcileri acımasızca tasfiye etti, hatta katletti.  İran’da siyasal İslam’ın devrimi, aslında bir karşı devrim oldu.

Bu ilk anda aykırı gelebilecek İran devrimi yorumunu aşağıda açacağım, ama daha fazla bilgi, ayrıntılı çözümlemeler için,  Ervand Abrahamian , Val Moghadam, Asef Bayat, Maziar Behrooz, gibi yazarların çalışmalarına da bakabilirsiniz [[1]]

II-                Devrimi orta sınıf başlattı

İran devriminin başlangıç noktasını, Şah rejiminin 300 civarında siyasi tutukluyu serbest bırakmasıyla (nedenlerine bir sonraki bölümde değineceğim), havada bir değişiklik sezen aydınların, hukukçuların ve orta sınıf (burjuva) yapılanmaların kendini ifade etmeye başlayan muhalefet reflekslerinin su yüzüne çıkmaya başladığı günlere koyabiliriz.

Haziran 1977’de başlayan bu dönem boyunca, önce 55 Avukat rejimi eleştiren bir açık mektup yayımladılar, bunu üç Ulusal Cephe (liberal demokratik) liderinin açık mektubu onu da, önde gelen 40 şair, romancı, aydının başbakana gönderdikleri mektup ve 1964’den beri kapalı olan Yazarlar Birliği’nin yeniden canlandırılması izledi.

1997’nin ikinci yarısında muhalefetin sesi giderek yükseldi. İlk kez 64 önde gelen avukat Tahran’da bir otelde bir açık toplantı düzenleyerek, rejimden askeri mahkemelerin kapatılmasını yargı bağımsızlığının garanti altına alınmasını talep ettiler. Artık açık toplantılar şiir okuma geceleri yapılmaya, çeşitli meslek örgütleri, öğrenci örgütleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Tahran’da çarşı esnafı, Tüccarlar ve Zanaatkârlar Birliğini kurdu. İki büyük orta sınıf örgütü giderek etkilerini arttırmaya başladılar. Ulusal Cephe maaşlı orta sınıfları, liberal aydınları temsil ediyordu. Kurtuluş Hareketi, Ulusal Cephe’yle birlikte çalışmakla birlikte, doğrudan ekonomik etkinlik içinde olan orta sınıflarla bağlantılı bir yapılanmaydı. çarşı esnafıyla da yakın bağları vardı.  Kum kentinde de ilk kez teoloji öğrencilerinin bir Eğitim Derneği kurduğu ve Humeyni’nin ülkeye dönmesine izin verilmesini talep ettikleri görüldü.

Artık bir toplumsal enerji hareket halindedir.  Sosyalistler Birliği’nin temsilcileri ulus çapında güçlerin birliği için çağrı yapıyor, Habername gibi yeni muhalefet gazeteleri yayımlanıyor, Radikal Hareket adlı yeni bir parti kuruluyor, İran Komünist Partisi Tudeh açık çalışmaya geçiyor, Tahran, Abadan kentlerdeki hücrelerini canlandırıyor, Fedain grubunun yardımıyla Nuyid (haberci) adlı yeni bir gazete çıkarıyordu. Bu süreç boyunca muhalefet etkinliklerinin kapalı salon toplantıları, açık mektuplarla,  manifestolarla, yayınlarla sınırlı kaldığını görüyoruz.

Dönüm noktası 19 Kasım 1997’de polisin İran-Alman kültür derneklerinin birlikte düzenledikleri bir şiir okuma toplantıları dizisini dokuzuncu akşamında, toplantıyı zorla dağıtmaya kalkınca gerçekleşti. Polisle öğrenciler çatıştılar, bir öğrenci öldü çok sayıda yaralı vardı. Böylece muhalefet salonlardan sokaklara taşmaya başladı.

Sokak gösterileri 1978 başında giderek hızlandı.  Fedain, Mücahidin, Tudeh gibi ve daha bir sürü irili ufaklı sol örgütün giderek güçlendiği yeni taraftarlar kazandığı, etkilerini arttırdığı, sol yayınların gazetelerin toplantıların mantar gibi çoğaldığı görülüyordu.

Rejim yanlısı İttila gazetesinin 7 Ocak günü yayımladığı, bir yazıyla birlikte gelişmeler yine yön değiştirmeye başladı. İttila, Humeyni’nin İngiliz ajanı olduğunu, erotik Sufi şiirleri yazdığını ileri sürdü. Yazı Kum kenti Şii medreselerinde bir öfke patlamasına yol açtı. Medrese öğrencileri sokaklara döküldüler, polisle sayıları 4000 civarındaki göstericiler arasında çıkan çatışmalarda, rejime göre iki göstericilere göre 70 öğrenci öldü, 500 öğrenci yaralandı.

Bu çatışmalardan sonra, 40’ar gün arayla düzenlenen anma toplantılarının, üç protesto dalgasının oluşturduğu, yeni bir aşama başladı. Katılımcıların sayısı giderek arttı, çatışmalar giderek daha çok kente yayıldı, sertleşti, Siyasal İslam artık devrimci dalgaya katılıyordu. Ancak kitlesel etkisi sınırlı, siyasi etkisi yok denecek kadar azdı.

1978 yazında sokaklar rejimin vermeye başladığı kimi tavizlerle sakinleşmeye başladı. 10-12 Mayıs çatışmalarının 40. gününde göstericiler, Humeyni’nin eylemlere devam çağrısına karşın, Şeriatmadari’nin çağrısına uyarak salon toplantılarında ve camilerde kalmayı seçtiler, sokaklara çıkmadılar. Humeyni henüz kamusal otorite, siyasi lider konumuna yükselmemişti…

 

İkinci bölüm

İşçiler devrime katılıyor

Bu aşamaya kadar protestolarda esas olarak, üniversite ve medrese öğrencileri, kentli maşlı orta sınıflar, aydınlar ve çarsı esnafının yer aldığını, devrimde orta sınıf refleksin in hâkim olduğunu görüyoruz. Haziran 1978’den başlamak üzere bu ortamın değiştiğini, işçi sınıfının giderek artan sıklıktaki grevleriyle,  gösterilere katılmaya başlamasıyla devrimin yeni bir özelik kazandığını görüyoruz. Ancak işçilerinin devrime katılmasıyla birlikte Şah rejiminin tepkisi de sertleşti.

Kent yoksullarının, fabrika, inşaat, sektörü, giderek rafineri işçilerinin orta sınıfların hareketine katılmasıyla birlikte,  eylemlerdeki protestocuların sayıları da on binlerden, yüz binlere, hatta milyona ulaşmaya başladı. Böylece devrim ilk kez rejimi tehdit edecek bir güce ulaşıyordu. İran devrimi üzerine çalışan araştırmacıların, büyük çoğunluğu, Şah rejimini esas olarak, işçi sınıfının bu kitlesel katılımının devirdiğinde anlaşıyorlar.

19 Ağustos 1978’de Abadan kendinde,  bir işçi mahallesindeki sinemada çıkan yangın çoluk çocuk dört yüzden fazla insanın ölümü yol açınca,  hükümet doğrudan, daha önceki eylemlerde Batılı filmler gösteren sinemalara saldıran göstericileri suçladı. Ancak sokaklara dökülenlerin hedefi rejim oldu. Ölenlerin yakınlarıyla birlikte Abadan’da sokağa çıkanların tek bir sloganı vardı. “Şah defol!”

Artık ne rejim ne SAVAK (gizli servis) değil, doğrudan Şah devrimin hedefi haline gelmişti.  Şah rejimi yeniden bir seri uzlaşma refleksiyle havayı yumuşatmaya çalıştı. Mola bir aileden gelen Şerif Emami’yi Başbakan atadı. Emami Kadın İşleri Bakanlığı’nı kapadı, yerine Diyanet İşleri bakanlığı açtı. Şeker bayramında Emami, muhalefet liderleriyle anlaşarak, gösterilere izin verdi; gösteriler sırasında düzeni sağlamakla görevli askerleri bu kez yan sokaklara çekmeyi kabul etti. Gösteriler 4 Eylül’de, “Ordu ulusun parçası”, “siyasi tutuklulara özgürlük”, “Humeyni’yi istiyoruz sloganlarıyla başladı. Tahran’da 7 Eylül 1978’de gösterilere yarım milyona yakın insan katıldı ve ilk kez “İslam Cumhuriyeti İstiyoruz” sloganı duyuldu.

Sekiz Eylül günü ordu ve göstericiler arasında çatışmalar patlak verdi. En sert çatışmalar Tahran’da işçi sınıfı mahallelerinde yaşandı barikatlar kuruldu ve ordunun göstericilere helikopterlerle, tanklarla saldırdığı görüldü. Kara Cuma olarak tarihe geçen o gün 4000 civarı göstericinin yaşamını yitirdiği ileri sürüldü.

 Grevler yoğunlaşarak ve yayılarak devam etti ve 16 Ekim de, Şah’ın devrilmesini talep eden ekonomik ve siyasi boyutlu, görkemli bir genel grev gerçekleşti. Gösteriler yoğunlaşıyor çeşitli muhalefet güçleri arasında ittifak güçleniyor,  bu arada Ulusal Cephe ve Kurtuluş Hareketi, Humeyni’yi desteklemeye karar veriyorlar, liderliğini kabul ediyorlardı. İran Komünist Partisi Tudeh ise, başından beri Humeyni’yi destekliyor, “kapitalist olmayan yol” fantezisinin peşinde adeta onun partisi gibi çalışıyordu. Humeyni de, geleneksel olarak ruhban sınıfına büyük kuşkuyla yaklaşan seküler modernist muhalefetin, düşmanlığını üzerine çekmemek için İslam Hükümeti (Hükümet-i İslami) kavramı yerine İslam Cumhuriyeti kavramını kullanmaya dikkat ediyor, söylemini solun, liberallerin duyarlılıklarına uygun bir biçimde düzenliyordu.

Kasım 1978’de gösteriler yoğunlaşırken, artık rejimin tüm denetimi elinde kaçırdığı görülüyordu. 12 Kasım günü çarşı esnafı, üniversitelerde medreselerde çalışanlar, işyerlerinin devrim zafere ulaşan kadar kapalı kalacağını açıkladılar. Bu kez orta sınıf genel grev ilan ediyordu. Aralık ayında Humeyni’nin, kırın desteğini almak için, mollaları toprak reformu vaadiyle, köylere göndermeye başladığını,  Aralık ayı ve Ocak 1979 boyunca grevlerin gösterilerin yoğunlaştığını giderek daha dini bir ton kazandığını, Humeynici, Şii hareketinin, kent yoksullarının desteğini aldığını egemenliğinin belirginleştiğini görüyoruz.

Şah 16 Ocak günü Kahire’ye uzun, süresiz bir “tatile” giderek tahtını terk edince, İran’da adeta ikili iktidar durumu oluştu. Bir tarafta Şah rejimini temsil eden Ordu Genelkurmayı öbür tarafta sokakta çeşitli halk sınıflarından, çeşitli ve sosyalist akımlardan, sivil toplum örgütlerinden oluşan ama artık siyasal İslam’ın hegemonyası altına girmeye başlamış olan devrimci dalga. Bu sırada Humeyni’nin gizli bir komite kurarak ve Şah rejiminin kalıntılarıyla pazarlıklara oturduğuna ilişkin söylentiler yayılıyordu.

Bu ikili iktidar, içinde, Humeyni’nin halktan hatta müttefiklerinden gizlediği Devrimi Konseyi generallerle görüşürken askeri okul öğrencileri arasında patlak veren silahlı bir isyan Fedain ve Mücahidin gibi silahlı gerilla gruplarının verdiği destek sayesinde ordunun denetiminden çıktı. Şah’ın muhafız alayını püskürten isyancılar cephaneliği boşaltıp halka silah dağıtmaya başladı. Artık sosyalistlerin bir tehdit oluşturmadığını, devrimin Şii ruhban sınıfının eline geçtiğinin ayırtında varmaya başlayan ordu Genel Kurmay’ı da çatışmaların solun inisiyatifiyle büyümesini,  de engellemek amacıyla tarafsız kalacağını açıklayarak kışlasına döndü, iktidarı “devrimci koalisyona”, ama pratikte Şii Ruhban sınıfına teslim etti. Böylece ikili iktidar sona eriyor rejim düşüyor yeni bir devlet ve rejim oluşmaya başlıyordu.

Bundan sonraki aşamada çatışmalar liberaller, sosyalistler gibi, koalisyonun demokratik, sol ve seküler kesimiyle, Şii ruhban sınıfının inşa etmeye başladığı kitlesel siyasal İslam hareketi arasında sürecekti. Şii hareketi, hızla dikkatini komünist ve sosyalistler üzerinde yoğunlaştırdı. Dün Şii ruhban hareketine, Humeyni’ye, “bunlar anti-emperyalist”, “halkçı” gibi gerekçelerle destek verenler başta, Tudeh olmak üzere cezaevlerine doldurulup, “devrim mahkemelerinde” infaz edildiler. Fedain hareketi silahlı bir direnişle süreci bir savaşa çevirmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve imha edildi. Bu sırada Irak’ın İran’ı işgal etmeye kalkmasıyla başlayan savaş, Şii ruhban sınıfına ulusu kendi etrafında toplama, solun tüm kalıntılarını imha ederek iktidarını pekiştirme, dini kurallara ama esas olarak Humeyni ve Şii ruhban sınıfının iktidarına dayalı teokratik-totaliter bir rejimi yerleştirme olanağı sağladı.

Özetle bir demokratik devrim olarak başlayan, işçi sınıfının geniş katılımıyla sosyalist devrime dönüşme dinamikleri kazanan Iran Devrimi, süreç ilerledikçe devrime daha sonra katılan Şii Ruhban sınıfı örgütlenmelerinin eline geçti. Bundan sonra da devrim demokratik, sosyalist içeriğini kaybedip, bir din devletine açılan karşı devrime yenildi. Devrimci dinamik, Humeyni’nin vaatlerine kanarak, Ruhban sınıfına karşı hayırhah tavır alan, ya da onu destekleyenler kan ve şiddetle tavsiye edildiler.

İran devrimin tarihsel ve sınıfsal zemini ve katılan sınıflar

Şah rejimi, 1970’lerin basında, gelişmekte olan bir kapitalist ekonomisi, büyük petrol gelirleri, en son model silahlarla donatılmış görkemli ordusu, yaygın ve oldukça verimli çalışan bir devlet bürokrasisi, halk sınıflarının kalbine korku salan, her türlü muhalefeti anında susturan, etkin ve acımasız bir iç güvenlik örgütü (SAVAK), Soğuk Savaş ortamında güçlü ABD ve Avrupa desteği göz önüne alınınca daha on yıllarca sürmesi garanti bir iktidar gibi görünüyordu. Öyle ki 1970’yılında Humeyni, “Şah rejimini devirmek için iki asır geçmesi gerektiğine” inanıyordu.

Ancak bir kez muhalefet sesini cesaretle yükseltmeye, halk sokaklara çıkmaya başlayınca, Şah rejimi inanılmaz bir çabuklukla, adeta iskambil kâğıdından bir kale gibi 18 ayda yıkıldı gitti. Boşuna dememişler, bir kez “ezilenler dizlerinin üzerinden doğrularak ayağa kalktıklarında, yönetenler çok küçük görünür” diye…

Gerçekten de, bu görkemli devlet görüntüsü, aslında, üç dinamiğin ortak etkisiyle çürümüş için boşalmış bir siyasi iktidarı gizliyordu.

Birincisi İran’da kapitalizmin gelişmesine paralel oluşan yeni orta sınıflarla ilgiliydi. Bu sınıflar Şah rejimin ekonomide ve kültürde, kadın haklarında getirdiği yenilikleri, batılı modern yaşam tarzını benimsiyor, ancak, Şah tarafında siyaset dışında bırakılmış olmaktan dolayı gittikçe artan oranda rejime dış biliyorlardı. Bu kesimler bu hoşnutsuzluklarını, ulusal bağımsızlık, siyasi demokrasi, insan hakları gibi modern taleplerle, aydınlar söz konusu olduğunda da çoğu zaman sosyalist, halkçı modeller içinde ifade ediyor, bu yüzden de sık sık SAVAK’ın hışmına uğruyorlardı. 1970’lerin başında yeni orta sınıflar ve hatta modern kapitalist kesimler, Şah rejiminde nemalanmakla birlikte siyasi yapıya, Monarşik devlete iyice yabancılaşmışlardı.

İkincisi, Şah rejiminin modernleştirme süreci, toplumsal bölüşüm ve biyo-politik ilişkilerini, ekonomik ve kültürel alanda, geleneksek toprak sahipliği, çarşı esnafı, büyük toprakları ve vakıfları yöneten, vergi toplayan Şii Ruhban sınıfı aleyhine bozuyor ve değiştiriyordu. Bu kesimlerde hem gelir kaybı yüzünden ekonomik nedenlerle, hem yerel düzeyde iktidarları zayıfladığı için hem de Batılı burjuva kültürünün özellikle kadın hakları, giyim kuşamı alanlarında getirdiklerine karşı gittikçe artan bir tepki oluşuyordu.

Üçüncüsü, Şah rejimi özellikle 1963, ayaklanmasından sonra, sol, sosyalist ve ulusalcı-demokratik hareketi şiddetle bastırılmış hatta imha etmişti. Şah seküler muhalefetle diyalog kurmayı ısrarla reddetmesine karşılık, çok daha geniş bir toplumsal tabana ve örgütlenmeye sahip Şii ruhban sınıfına karşı, uzlaşma yanlısı (ılımlı) görünenleri destekleme, radikal olarak kabul ettiklerini bastırma, ülke dışına sürme politikası izlemiş, ılımlıları kazanmak ve güçlendirmek için onlara ekonomi, kültürel olanaklar sağlamıştı. Zaten bu tür bir yaklaşım, ABD’nin bölgedeki, komünizme karşı “yeşil kuşak” taktiğiyle de uyum halindeydi.

Bu yüzden kentli orta sınıf, aydınlar ve üniversite öğrencilerinin muhalefeti devrimi tetikledi, ama eylemler kitleselleşmeye başlayınca, büyük başarılar, özveri ve kahramanlık göstermelerine karşın, kültürel ve örgütsel nihayet askeri açılardan, bırakınız devrime liderlik etmeyi arkasından bile yetişemedi. Böylece devrim Engels’in de vurgulamış olduğu gibi, sonunda örgütlenme düzeyi ve ekonomik siyasi olanakları en güçlü olan kesimin elinde kaldı…

Üçüncü kısım

“Carter Baharı”

İran’da devlet eliyle gelişen kapitalizmin dönüştürücü etkileriyle, Şah’ın baskıcı rejiminin yabancılaştırıcı etkilerinden oluşan patlayıcı karşıma dönersek, ironik olan şu ki, bu karışıma, fünyeyi, zamanın ABD devlet başkanı Carter’in dış politika yöneliminin taktığını görüyoruz. Sonra da bu fünyeyi, toplumsal tabanı son derecede zayıf, dolayısıyla eylemlerinin verili sınıflar matrisi üzerindeki olası etkilerini düşünme kapasitesinden yoksun Şah rejiminin, bizzat Şah’ın kendisinin, ekonomik kriz karşısındaki aptalca, sık sık da mülk sahiplerini ve giderek işçileri çileden çıkaran küstahlıktaki tepkileri patlattı.

Dünyada soğuk savaşa ortamında, ABD’nin gerileyen imajını yeniden inşa etmek için, bir insan hakları, demokrasi propagandası kampanyası başlatan, Carter yönetimi “tek mermilik”  devlet olarak gördüğü Şah rejiminin meşruiyet zeninin çok dar olmasından da endişe ediyordu. Carter yönetimi, Şah rejiminin meşruiyet zemini demokratikleştirmeler yoluyla güçlendirmeye, hatta mümkünse bir alternatifini oluşturmak amacıyla, insan hakları alanında demokratik açılımlar için baskı yapmaya, Carter yönetiminin,  insan hakları yöneliminin havasından etkilenen Uluslararası Af örgütü gibi kuruluşların baskıları artmaya başladı.

Şah, rejimin doğasında bir değişiklik yapmaya yönelmeden, bu baskıya cevap vererek siyasi tutukluları serbest bırakmaya, aydınlara kentli orta sınıfın muhalefetine göz yummaya başlayınca, iç tutarlılığını kaybetmeye başladı. Bu gevşeme ortamında oraya çıkan muhalefet, rejimin zeminin ne kadar zayıf, Şah’ın halkın durumuna ilişkin algılarının ne kadar yanlış olduğu ortaya koydu. Özellikle muhalefet sokak eylemlerine başladıktan sonra, Şah rejimi hızla denetimi elinden kaçırdı: Her uzlaşma çabası, her acımasız bastırma girişimi muhalefeti biraz daha güçlendirmekten başka bir işe yaramadı.

1970’lerin ortasında İran’da ekonomik kriz, dönemin dünya ekonomisinin koşullarına paralel olarak önce enflasyon, sonra ekonomik yavaşlama ve hızla artan işsizlik olarak kendini gösterdi. Şah rejimi enflasyonu önce büyük sermayeyi, yolsuzluk iddialarıyla sıkıştırıp baskı altın alarak sınırlamaya çalıştı. Bu müdahalenin bir işe yaramadığını görünce bu kez umutsuzca, fiyatları siyasi, hatta polisiye yollarla düşürmeye kalktı ve orta sınıfları, çarşı esnafını, stokçular, fırsatçılar vb suçlamalarıyla taciz etmeye başladı.

Rejime güvenini kaybeden büyük sermaye ülke dışına sermaye kaçırmaya başlayarak kendini korumaya çalışır, dolayısıyla ekonomik krizi daha da derinleştirirken, çarşı esnafı kendini koruma içgüdüsüyle, geleneksel olarak yakın ilişkide olduğu Şii yapılanmasına sığınmaya başladı.

Hükümetin uyguladığı anti-enflasyonist ekonomi politikaları, ekonomiyi daraltmaya, sanayi üretimini vurmaya, işsizliği arttırmaya, reel ücretler düşürmeye, toplumda tepki yaratmaya başlayınca bu kez Şah, basına verdiği demeçlerle işçileri tembellikle suçlamaya, tembel işçilerden kurtulmaya kararlı olduklarını vurgulamaya başladı.

Böylece, Şah kısa sürede, hem beyaz yakalılar, maaşlı orta sınıflar, çarşı esnafı ve ücretli işçileri, büyük bir başarıyla kendi karşısına almayı, cepheleşmeye itmeyi, hem de çarşı ve kır yoksullarıyla Şii yapılanmasının bağlarını güçlendirmeyi başardı.

Devrimci kriz, (diğer bir değişle yönetenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediğinin belirtileri) önce orta sınıfın kültürel siyasi tepkileriyle (demokrasi talebiyle) su yüzüne çıkmaya başladı. Ekonomik krizle birlikte devrimci süreç hızla yeni bir boyut kazandı. Bu yeni boyut, önce çarşı esnafının (orta sınıfın ekonomik etkinliğe bağlı kesiminin) tepkileriyle belirginleşti, işçilerin kitlesel katılımıyla da devrimci süreç yıkıcı enerjisine ulaştı.

Siyasal İslam’ın ihaneti, Solun zaafları,

Buraya kadar özetlediklerimiz, umarım İran devriminin iki özelliğini gözler önüne sermiştir. Birincisi Iran devrimi, her devrim gibi kendiliğinden başladı. Herhangi bir sınıfsal örgütsel liderlik ve programdan yoksun olmasına karşın, ilk aşamada demokratik bir orta sınıf refleksinin ürünü olarak gelişti, sonra giderek kitleselleşti, işçi sınıfının katılımıyla da sosyalist özellikler kazanmaya başladı.

Bu sürecin liderlik sorunu ancak devrimin son aşamasında 1979 Şubat’ından çözümlendi. Bu çözümlenme süreciyse, demokrat, liberal sol sosyalist özellikli ilerici güçlerin tasfiyesi, siyasi iktidarın Şii teokrasisin eline geçmesi dolayısıyla bir karşı devrim olarak yaşandı.

Bu trajik durumun ortaya çıkmasında, üç etken rol oynadı. Birinci etken Siyasal İslam’ın, özellikle Humeyni’nin yalanları, manevralarıydı. İkincisi, Şah döneminde iyice zayıflatılmış olan Demokratik ve sol muhalefetin, bu yalanlara kanarak, belki de kendi zaaflarının bilincinde olarak, Humeyni liderliğini kabuk etmekte çok acele etmeleriydi. Üçüncüsü, sol’un çok parçalı yapısı ve siyasal İslam’ın karakterini, devrimi ele geçirmesinin anlamını, kavramakta, birbirlerin ihanet edecek kadar başarısız olmaları.

Humeyni sürgünde kaldığı 15 yıl boyunca, Şah karşıtı güçler arasında kendisine yönelik tepkiler engellemek için, hiç doğrudan, kamuya açık alanlarda konuşmadığını, bağlayıcı yazılı demeçler vermediğini, hemen hiçbir sosyal program açıklamadan yalnızca Şah'ın emperyalizmle ilişkilerini ve otokratik özelliklerini vurguladığını görüyoruz. Humeyni’nin, az sayıda ve içerik olarak bulanık ve aracılar yoluyla verilen demeçlerinde, kısa konuşmalarında, özellikle 1978’den itibaren, ulusal bağımsızlık, demokrasi, kadın hakları, sosyal adalet vaat ettiğini görüyoruz. Humeyni, Şah’ın otokratik rejiminin yerine bir teokratik rejim kurulmayacağını, tüm sivil toplum örgütlerinin, örgütlenme haklarının korunacağını, yeni rejimin hem demokratik hem İslami hem de cumhuriyet olacağını söylüyordu.

Böylece her sınıf ve tabaka, Humeyni’nin pozisyonunu kendilerin göre yorumluyor ve umut bağlıyordu.  Liberaller ve sol Humeyni’yi anti-emperyalist, ulusalcı halkçı bir lider olarak algılıyordu. Humeyni’nin söyleminin iç çelişkileri, “ait olduğu hakikat rejiminin” bu vaatlere getirdiği kısıtlamaları ise, o zaman kimse görmek istemedi. Humeyni’nin özellikle genç entelektüeller arasında bu kadar kolay kabul görmesinin bir nedeni de Şeriatmadari’nin adlı bir Şii liderin ılımlı ve modernizm yağına batmış İslam anlayışının yaygın etkisiydi. Bu ılımlı, Şii İslam’ı yorumu, adeta bir köprü gibi, seküler kesimden dini kesime geçişi kolaylaştırıyordu.

Diğer taraftan Şii hareketinin, tarihsel özelliği, seçkinci, teorik ve hiyerarşik yapısıydı. Bu yüzden hareket 1979’da Şah devrilene kadar gerçekten kitleselleşerek, örneğin Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi bir Siyasal İslam hareketi yaratamadı. Bu süreç Şii hiyerarşisi devleti ele geçirdikten sonra. Toplumsal yaşamın hızla Şii disiplini altına alınarak sivil toplumun imha edilmesine paralel olarak gerçekleşti. Kimi gözlemciler 1978’den itibaren Şii liderliğinin Şah rejimin liderliğiyle yumuşak bir devri teslim gerçekleştirmenin yolarını araştırmakta olduğunu, hatta Amerika’nın da bu süreci yakından izlediğini ileri sürüyorlar…  Şii hareketinin bu seçkinci özelliği, devrime ihanet hazırlığı içinde olması onun en büyük zaafıydı; demokratik ve sol/sosyalist güçler açısından önemli bir şanstı; ama kullanamadılar…

Şii hareketinin devrimin liderliğine ele geçirmesini kolaylaştıran en büyük özelliği hiyerarşik yapısı, ideolojik açıklığı, çarşı orta sınıflarından en azından 1980’li yıllara kadar bütünlüklü, toprak sahiplerinden ise hiç sarsılmayan bir destek alması, bu sayede hızla yaygın ilişkiler ağı kurma kapasitesiydi. Solun verdiği destek ise Şii hareketine bir meşruiyet ve ilericilik “fantezisi” ekleyerek aydınlar, işçi sınıfı ve kent yoksullarıyla Şii hareketi arasındaki bağların oluşmasını kolaylaştırdı.

Demokratik ve sosyalist akımlar içinde, Humeyni’ye destek öncelikle, orta sınıf eğilimlerinin hakım olduğu Ulusal Cephe ve Kurtuluş Hareketinden geldi. Tudeh Sovyet şabloncusu bir eğilim olarak, anti-emperyalizm ve “kapitalist olmayan yol” fantezisine dayanarak başından beri hep Humeyni hareketini destekledi. Hatta Mücahidin ile Humeyni hareketi arasında çıkan mini iç savaşın ardından Mücahidin’in kadrolarının ve liderlerinin yakalanıp imha dilmesinde, Fedain ile birlikte Şii rejimine yardımcı oldu. Mücahidin, sosyalizmle Şii geleneğini birleştirmeye çalıştığı için hiçbir aşamada Şii ruhban sınıfından bağımsızlaşamadı. Fedain ise yine Sovyetçi, Stalinist geleneğe bağlı kalarak Humeyni rejimini devrimin ilk aşaması olarak görüyor, ikinci aşamaya kadar onunla birlikte barış içinde yaşayabileceğine inanıyordu.

Sol’un bu, kararsız ve hatalı tutumu, hatta buna intihar eğilimi de diyebiliriz devrimin yenilgisinin belki de en önemli nedeniydi. Sol 1979’da Şah rejimi devrildikten sonra ortay çıkan kısa süreli, ikili iktidar ve özgürlük ortamında, hızla kadro kazanmasına ve güçlenmesine karşın, güçlerini birleştiremedi, Ruhban sınıfından ayrı bağımsız bir siyasi yol izleyemedi. Sol en azından devrimin reaksiyoner teokrasiye dönüşmesini engelleyecek bir cephe oluşturabilirdi, bunu da yapamadı.

ABD konsolosluğunun işgali, Irak’ın İran’a saldırısı Şii rejimi tarafından solun imha edilmesi, sivil toplumun Dini ilkelerle yeniden örgütlenmesini, entelektüellerin, “kravatlılar”, “bürokratlar”, “taş kafalılar”, “taklitçiler” olarak damgalanarak susturulmasını kolaylaştırdı.

Şii rejimi devrimin denetimi eline aldıktan sonra, ilk işi İran halkını, “Şah’ı mı istersiniz İslam cumhuriyetin mi?” gibi tek bir soruyla, Ruhban sınıfını iktidara getirmeye kurgulanmış bir referanduma götürmek oldu. Sol bu referandumu engelleyemediği gibi, halkın %90’ının Şah’ı istemiyor olmasının Şii devleti istediği anlamına gelmediğini öne çıkaramadı.

Artık Şii Ruhban sınıfı devleti radyo ve Televizyonları tümüyle denetim altına alıyor, muhalefeti susturuyor, solun mahalle komitelerini silahsızlandırıyor, Mücahidin’in ayaklanmasını şiddetle bastırıyordu. Bundan sonra, Mücahidin’i imha ederken, hiç çekinmeden Şii devletine olan Tudeh ve Fedain örgütlerinin imhasın gelecekti.

Şii rejimi kadınları İslami giyim kurallarına uymaya zorladı, fabrikalarda kurulmuş olan şura (işçi komitelerini) tasfiye etti, işçi sendikalarını, iş yerlerinde işçileri İmam’da yana olanlar, diğer bir değişle Humeyni’yi destekleyenler (Müslümanlar) ve ötekiler (dinsizler vb.) diye ikiye ayrılmaya zorladı böylece örgütlenmelerini kolaylıkla imha etti. Şii rejimi kent yoksullarının el koydukları Şah mülklerini ve zenginlerin evlerini, fabrika ve işletmeleri onların ellerinden aldı. Toprak reformunu rafa kaldırdı. Çarşı esnafı 1980’den sonra küçük ve büyük esnafların farklı çıkarları temelinde bölünmeye başlayınca da büyük esnafın yanında yer aldı. ABD’ye karşı anti-emperyalist retorik Alman ve Japon sermayesinin ülkeye davet edilmesini engellemedi.

İran devriminin bir karşı devrimle yok edilmesi bize öncelikle, ne anti-emperyalizmin, ne demokrasi vaatlerinin kendi başlarına bir anlam ifade etmediğini, öncelikle bunların ait oldukları “hakikat rejiminin” özellikleri ve sınıfsal içerikleri bağlamında irdelenmeleri gerektiğini gösteriyor.

Sol hareketlere, gelince siyasal İslam’ı felsefi (hakikat rejimi, aydınlanma geleneği) ve ekonomi politik (mülkiyet biçimleri, kapitalizm ve sınıflar arası ilişkiler) açılardan düşünmeyi başaramadıkları için hem devrimci dinamiğe, devrimin hakikatin sadık kalamıyorlar. Iran deneyi bize, sol hareketin, çok parçalı yapılarını en azından önemli siyasi konjonktürlerde, devrimin hakikatin sadık kalarak aşmayı,  başaramadıkları için, devrimle, karşı devrim arasında yalnızca bir “kaybolan aracı” işlevi üstlendiklerini de gösteriyor.

 



[1] Ervand Abrahamian, Iran Between two revolutions (İki devrim arasında Iran), 1982, Princeton University Press. Val Moghadam “One revolutions or two?  The Iranian Revolution and The Islamic Republic” (Bir mi yoksa iki devrim mi? Iran devrimi ve Islami Cumhuriyet) Socialist Register, 1989, Asef Bayat “Revolution without movement, Movement Withouth Revolution, Compatring Islamic Activism in Iran and Egypt ( [Toplumsal] Hareketsiz devrim, Devrimsiz [Toplumsal] hareket: Iran ve Mısırdaki İslamcı hareketlerin bir karşılaştırılması) Comparative Studies in Society and History  (40:1:136-169) Cambridge University Press, 1998. Solun deneyimleri acısından, Maziar Behrooz, Rebels With Cause, Failure of the left In İran (Amaçlı isyancılar: Solun İran’daki yenilgisi), I.B Tauris, 2000