Thursday, April 23, 2009

Kafalar Yine Karıştı

(Yazının köşenin boyutlarına uydurmak için -benim tarafımdan- kesilmeden önceki versiyonu)

“Obama bizden ne istiyor?”, “Ergenekon’un 12. dalgasının anlamı ne; DTP’ye yönelik operasyonla bir ilgisi var mı?” derken Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasındaki “cemaat” vurgusu. Cemaatin sözcülerinin, modern toplum ve cemaatler üzerine çokbilmiş açıklamaları… Nihayet, “Marksist”Serdar Turgut’un ülkenin sorunlarını ‘Ordu’yla ‘Cemaat’in diyaloguna havale etmesi…

Obama ne istiyor?

Obama’nın konuşmasını herkes (özellikle “sorunların” çözümlerini “imparatorun” iradesinden bekleyen kesimler) kendi umutlarına, beklentilerine, çıkarlarına göre algılamayı tercih etti. Konuşma da zaten bunu amaçlayan, bir “kamu diplomasisi”, “imaj parlatma” olayı olarak planlanmıştı.

ABD dış politikası, Bush dönemin derslerini de yedeğine alarak, Büyük güçlerle (Avrupa, Rusya, Çin) diyalog (çok yönlü dış politika), Ortadoğu’da demokratikleştirme söylemi bağlamında rejim değişikliği ve liberal entelijansiyaya dayanmak yerine,  “molla”, “media” ve “military” ile iyi geçinmeyi, “etnik sorunları” kabul ederek desteklemeyi içeren daha “realist” bir yönde şekilleniyor. Başkanlık seçimlerini, Hillary’nin değil de Obama’nın kazanması, yeni başkanın kullandığı, adeta herkese “mavi boncuk dağıtan” dil de bu yönelimin kamı diplomasisi üzerindeki yansımaları.

Diğer taraftan,  ülkelerin dış politikaları, uluslararası ilişkilerdeki talepleri, bu taleplerin taşıyıcılarına göre değişmez. Bu nedenle “Obama ne istiyor?” yerine, “İmparatorluk projesi duvara çarpan ABD’nin, mali kriz, enerji ve kaynak krizleri, yükselen güçler ortamında çıkarları nelerdir? ABD bunları nasıl tanımlayacak ve savunacaktır?” gibi sorularla başlamak daha gerçekçi olur. Bu sorulara cevap ararken, pazartesi günü yayımlanan iki yorum (Financial Times, Wall Street Journal) yararlı olabilir: Obama’nın, Avrupa gezisi, “yumuşak güç” yansıtma taktikleri henüz bir sonuç vermemiş. Dolayısıyla ABD dış politikası, yeniden, zorunlu olarak,  diğer bir değişle yumuşak güç kapasitesinin kalmadığının ayırtına vararak,“sert güç” kavramına doğru eğilmeye başlayabilir.

“Aşırı biçim” ve sürecin hakikati

Ergenekon’un 12. dalgasında, davanın “sonuna kadar arkasında” olduklarını açıklayan liberal entelijansiyaya göre, ÇYDD’nin genel başkanı Türkan Saylan’ın evinin aranması, Tijen Mergen’in iki gün nezarette tutulması, davaya gölge düşüren aşırılıklarmış. Bu “aşırılığın ayırtına varanların hiç değinmediğine bakarak, Manisalı hocamızın ve diğer aydınların daha baştan suçlu addedildiğini, liberal entelijansiyanın da, artık “düşünce polisine” dönüştüğünü görüyoruz.

12. dalga, Ergenekon sürecine gölge düşürmedi, aksine Mehmet Altan’ın “AKP’yi aşan bir irade Ergenekon’un peşinde” saptamasının işareti ettiği gibi,“hakikatine” ışık tuttu. Daha önce de birçok kez vurguladığımız gibi, AKP’yi kapsayan, aynı zamanda da aşan bir irade var. Bu siyasal İslamın “pasif (karşı)devrim” sürecini yöneten cemaatlerin iradesidir. Bu yüzden 12. dalga bir “sapma” değil; Beckett’ın “Oyunun Sonu” piyesinde, Hamm’ın “Ne oluyor” sorusuna, uşağı Clov’un, “Ne olacak, süreç kendi seyrinde ilerliyor” cevabındaki gibi bir şey aslında… Halen internette sürmekte olan “O bir misyonerdir” kampanyası da zaten bunu göstermiyor mu?

“Pasif (karşı)devrim” süreci, siyasal egemenlikten önce, kültürel egemenlik kurmayı amaçlar. Bu egemenliğin kurulması, korunabilmesi için de karşı hamle yapabilecek kültürel akımların, yapıların, kurumların ve düşünürlerin zaman içinde tasfiye edilmesi gerekir. İşin ilginci, (Yoksa bir ironi mi?) yerel seçimlerden bu yana DTP’ye yönelik saldırılar da aynı mantıktan kaynaklanıyor: Kürt kimliğinin, kültürel siyasi birikiminin temsilcisi olarak DTP, Aydınlanma geleneğinden kaynaklanan kimi özellikleriyle, salt AKP’nin değil, siyasal İslamın “pasif (karşı)devriminin” önünde önemli bir engel oluşturuyor. Diğer taraftan, siyasal İslamın “cemaat” anlayışı, Kürtlüğü, Müslümanlık (cemaat) içinde eritmeyi hedeflediğinden, ve bunu, var olan feodal kalıntıların (Ağa Şayh ikilisinin) sağladığı zeminde çok kısa sürede yapabileceğinden, Kürt kimliğine yönelik çok radikal bir tehlikedir.

Modernite ve ‘cemaat’

Fehmi Koru’nun “cemaat gerçeği modern hayatla yakından ilişkilidir” saptaması, araya sıkıştırılan “yalnızlık”, “teknoloji” gibi bir iki “anlam yüklü” sözcükle, rakibinin cahilliğine yatırım yapmaya çalışan sinsi uyanıklıklara iyi bir örnek oluşturuyor.

Modern toplumun en önemli özelliği, ‘cemaat’ aidiyetlerini daha kapsayıcı aidiyetler, ulusal, sınıfsal kimlikler, içinde erimeye zorlamak oldu. Bu süreç, dinin eleştirisine, birey, bireysel özgürlükler kavramının gelişmesine paralel ve onunla yakından bağlantılı bir biçimde ilerledi. Diğer bir değişle özgürlük kavramı, “birey öznelliği”,  dinin eleştirisine, cemaat kimliğinin kırılmasına ve aşılmasına bağlı olarak doğdu ve gelişti.

Cemaatlerin yeniden canlanmasıysa, “modern” yaşama değil, “geç kapitalizmin” Fordist sermaye birikim rejiminin kriziyle ilgili bir olgu. Fordist rejimin krizi bu rejimi destekleyen merkezi toplumsal örgütlenmeleri, denetleme, bastırma araçlarını (Refah Devleti, sendikalar vb…) çözmeye başlayınca “cemaat” gibi cesetler canlanmaya başladılar. Cemaat”, Fordizmin krizinin kültürü olan “post-modernizmin” ürettiği öznelliklerle ilişkili bir olgu.

Post-modernizmin bireylerinin (“Anti-Oedipus”un mutlu göçebelerinin) bu parçalanmış, merkezini kaybetmiş, giderek daha fazla sanallaşan dünyada, “risk” toplumunda, özgürleşmek, mutlu olmak yerine, neo-liberalizmin darbesini de yiyince, derin bir tatminsizlik, yeis içine düştüklerini görüyoruz.  Türkiye, Post-modernizmin benzer bir sürecini 12 Eylül darbesinden sonra yaşamaya başladı ve çöküşünün sonuçlarına da 1990’larda şahit oldu.

Entelijansiyanın Türkiye’deki serüveni de bu kapitalizmi terk etme seçeneğini “düşünemeyen”  nostaljik “kurtulma” eğilimini iki biçimde yansıtır. Bir kesim, kimlik siyaseti,  demokratikleşme fantezisi bağlamında kendine yeni efendiler aramaya başlar. vatandaşlık kurumunun içini boşatan somut aidiyetleri ve cemaatleri desteklemeye başlar.

 “Cemaat” işte bu bireylerin, “durumlarından” kapitalizmi aşarak kurtulmak yerine, nostaljik bir refleksle merkezi, otoritesi, efendisi belli (uyumlu, ahenkli, güvenli bir geçmiş fantezileriyle de desteklenen) bir dünya arayışlarının sonucu. “Cemaat” post-modernizmin, Aydınlanma geleneğini iyice hırpaladıktan sonra gelen iflasının gerici aşiretçi projelere yol açmasıyla yakından ilgili bir gelişme. Bu yüzden Koru boşuna nefes tüketiyor, “cemaat” modernliğin, demokrasi, vatandaşlık gibi ürünleriyle bağdaşmaz, liberalizmin duyarlılıklarıyla da… Serdar Turgut’a gelince, Oray Eğin’in dünkü yazısı yardımcı olabilir…

İkincisi kesim ise, bir başka nostaljinin etkisindedir. Kapitalizmin Aydınlanma geleneğini terk ederek, “nihilist” (artık bir gelecek vaat edemeyen ve “başka dünyalara” tahammül edemeyen) bir aşamaya girdiğini, emperyalizmle kapitalizm arasındaki organik bağı, göz ardı eder. Böylece daraltılmış bir “Aydınlanmacı” ve anti-emperyalizm refleksle, Cumhuriyetin kuruluş anına olan “sadakati”, onun ilkelerini savunma ve evrenselleştirme çabasının “ahlakını”, onu tekrarlama çabasına indirgeyerek aslında etkisizleştirir.  Bu ikinci kesim,”durumdan” çıkış olasılığının, Cumhuriyetin “kazanımlarının” evrensel boyutlarının (Aydınlanma, modernist refleks, halkçılık, Laiklik, otonomi, bağımsızlık ) üzerinden, bu evrenselliği kapitalizmin ufkunu da aşarak daha da genişletecek siyasi refleksleri “düşünmekte” yattığını göremez.

Türkiye’de yaşanan bu ikilem aslında, küresel düzeyde kendini gösteren, adeta evrenselleşmiş bir “durumun” yansımasıdır. Bir “dönem” biterken, henüz başlamamış bir başkasına “geçiş” sürecinde olduğumuzun da kanıtı… Marx ve Engels’ın “Alman İdeolojisi” yapıtını anımsarsak, yine Barbarlıkla, Sosyalizmin (“Komünist hipotezi” – Badiou- bir kez daha deneme olasılığının)  yol ayrımındayız…



7 comments:

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Çetin said...

Sanırım, yakın zamanda ABD nin ne YUMUŞAK ne de SERT güç olmadığı anlaşılacak.Türkan hanımın ve Tijen hanımın gözünün korkutulması , cemaatin Ergenekon tertibinde kendi hakkının kullanmasıdır.(etki alanlarına tehdit etmesinden dolayı).
Kişisel düşüncem , bu tertibde AB-ABD-Cemaat-AKP nin rakiplerine karşı haklarını kullanma ve rakiplerini korkutma-etkisizleştirme kontenjanlarının olduğuna inanıyorum.Örneğin Erol hoca AB-ABD kontenjanından ;Yazar Ergün Poyraz ve Kemal Kerinçsiz AKP kontenjanındandır.İ.P elemanları ise tüm listenine kontenjanlarından olduğundandır ve bundan dolayı kendilerine atılan tüm suçlamaları savunmaları ile yok etmelerine rağmen SİLİVRİ ZİNDANLARINDA yatmaya devam etmektedirler.

kaan said...

#

# "1923’de cumhuriyetin ilanı da bir darbenin sonucudur. ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘orijinal bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi... oysa, ilişkinin yönünün cumhurdan, [halktan] devlete doğru olması gerekirdi...

gerçi müthiş bir modernist, modernleşmeci söylem geçerliydi ama söz konusu söylem tam bir retorikti ve başta yönetici bürokratik elitin adamları olmak üzere, kitleleri aldatmayı amaçlayan bir ideolojik manipülasyondu. bırakın cumhurun iradesinin tecelli etmesini, süreci belirler duruma gelmesini, cumhur [halk] devlet tarafından bir tür rehin alınmıştı. hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi? padişahın yokluğu, artık iktidarın veraset yoluyla sürdürülmemesi demekse, mustafa kemal’in ebedi şef ilan edilmesi bir tür padişahsız padişahlık rejimi değil midir? bir cumhuriyette ebedi şef olur mu? ..."

fikret başkaya

ozan said...

1) "Cumhuriyet halkın doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi olarak tanımlanıyor. Cumhuriyet kavramının bu tanımına rağmen egemenlik 1923'te Osmanlı hanedanının elinden alınmış ama halka verilmemiş.
Cumhuriyetimiz demokrasiyle beslenerek demokratik bir hale gelmemiş. Tek parti diktatörlüğü denetiminde totaliter bir yönetime dönüşmüş.
1923'te kurulan Cumhuriyet Osmanlı'ya karşı siyasal bir slogandan öte demokratik bir içeriğe kavuşsaydı, bugünkü toplumsal rahatsızlıkları yaşamazdık. Yaşamazdık, çünkü 1923 Cumhuriyeti yurttaşların ifade ve dinsel inanç özgürlüğünün yanı sıra bireysel ve sınıfsal haklarını da güvence altına alırdı. Halbuki, 1923'te dincilik, komünistlik, Kürtçülük, liberallik yasaktı. Tek parti vardı. Kuvvetler ayrılığı yoktu. Çoğulculuk anlayışının yerini tek parti iktidarı almıştı."
mehmet altan

2)"Seçilmemişlerin seçilmişleri yönetebildiği iki başlı bir yürütmenin devamını isteyen; gerçek anlamda kuvvetler ayrılığına ve laikliğe geçişi ‘tehlike’ sayan; kamusal alanı tekelinde tutmaya çalışan; farklılıklara tahammülsüz; kendisini ‘çağdaş’ sanan, oysa güncel toplumsal ve küresel dinamikleri kavramaktan bile aciz bir sivil/askeri bürokrasinin ve ona eklemlenmiş devletçi bir azınlığın değişime direnme ideolojisi Kemalizm."
yasemin çongar

not: abd, emperyalizm, akp ekseninde kümelenen yukarıda ki 2 görüşe, aynı kümeden birçok "kopya"lama eklenebilir...

kaan said...

Gerçekten Mustafa Kemal ve onun "inkılâplarıyla ilgili olarak yaratılan efsane, yediyüz yıllık Hilâfet ve Saltanat devrinde yaratılmamıştır. İlginç olan bir şey de, hu efsane üreticilerinin, sözde efsaneleri yıkmak, hurafeleri yok etmek amacıyla yola çıkmış olmalarıdır!
Topluma rasyonel düşünceyi egemen kılmak amacıyla yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde hurafe üretmişlerdir. Putları yıkmak için yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde put ürettiler. Cumhuriyet aydını, put üreticiliği ve bekçiliğine koşulmuştu!..


"Sömürü ve baskının bir aracı olan bilim ve teknoloji, hem emperyalist Batı'ya dünyanın zenginliğine el koyma olanağı verdiği için Batılılarca itiraz edilmiyor, hem de azgelişmiş ülkelerdeki işbirlikçi oligarşiler ve onların çevresi sömürüden pay alabiliyorlar. Aldıkları bu pay karşılığında kendi halklarına zulmederek, baskıyı ve devlet terörünü sürekli gündemde tuturak, eski sömürgeciyi yöneticilerin uyguladıkları baskı bile geride bırakıyorlar. Üstelik bunu "ulusallık", "ulusal çıkarlar", "ulusal güvenlik", "birlik bereberlik" gibi kavramların gerisine gizlenerek yapıyorlar. Bu anlamda bir düşünürün dediği gibi: "Hakların kendi kaderlerini tayin hakkı, bu ülkeleri yöneten oligarşilerin kendi haklarını boğazlama hakkına dönüşmüş" bulunuyor."



Paradigmanın İflası, arka kapak yazısı.

Çetin said...

ABD emperyalizminin içinde beslenip büyüyen Yasemin hanım, ABD sözde demokrasisinin çok partili bir liberal demokrasi olduğunu sanıyor ise aldanıyor veyahut liberal takkiye ypıyor derim.Batı türü demokrasileri ekonomileri ile birlikte çöktüler seçenek olarak ayakta kalan Çin ve Latin amerika örneklerinde uç veren Sosyalist demokrasiler tüm mazlum ülkelere ışık olmaya devam ediyorlar.Mustafa Kemal'in Türkiyesi de eninde sonunda bu ışığa yüzünü çevirecektir zira 70 milyonu ilelebet kandırmak mümkün değildir.

Tolga said...

Basindan beri, Obama'nin ziyaretinin ileride yapacaklari icin Turkiye'nin gonlunu pesinen almak oldugunu dusunuyorum. Gerek partisinin politikalari, gerekse Obama'nin ve ekibinin gorusleri ve planlari Turkiye icin oldukca riskli. Zaten Obama'nin baskan secilme projesi de ABD'nin uluslararasi hegemonya projesinin bir parcasi. ABD'nin neye ihtiyaci varsa Obama'da o var (Afrika kokeni, Musluman baba, Avrupa'ya yakin durus, Guney Asya'da gecen cocukluk, Asya kokenli kardes, Hawaii'de gecen genclik, Ivy League okul...). "Main Street" edebiyati yaparak secilen Obama'nin Wall Street'e esi benzeri gorulmemis derecede arka cikmasi, onu sectiren gucler konusunda ipucu veriyor. Secim kampanyasini yakinen takip etmis birisi olarak diyebilirim ki "Obama is selected, not elected" (Turkce cevirisi oldukca zor oldugu icin boyle kullandim). Gerek basin destegi, gerek saibeli mali destek, gerek zayif rakip secimi kazanamamasi gibi bir olasiligi barindirmiyordu.