Sunday, April 26, 2009

Aşağıdaki yazılarla ilgili yapılan katkılara teşekkür ediyorum ve şöyle bir not düşmek istiyorum:


1)    1)   Burjuva devrimlerinin demokratik olması gerekir diye bir yasa yok. Hatta aksi savunulabilir. Daha doğrusu demokrasi,  burjuvazi (ne kadarsa ve hangi özelliklere sahipse o kadar) için (burjuvazi tarafından burjuvazinin çeşitli kanatlarıyla birlikte yine burjuvazi için) demokrasi  anlamına gelebilir. Ama burjuvazi dışındaki sınıf ve tabakalar için demokratik haklar zorla, demir, ateş ve kanla elde edilebilecek şeylerdir.  Notlara konan 1923 yorumlarının hemen hepsi, devlete ve demokrasiye iliskin burjuva liberal varsayımlardan hareket ediyorlar. 1923’e tarihsel özelliğini veren, bir imparatorluğun yıkıntısından bir “ulusal proje” ve modern devlet kurmaya başlamış olmasıdır. Bu gün bu modern devleti ve “ulusal projesi” imha etmek isteyenler öncelikle 1923’ün hala yaşamaya devam eden “sadakatlerini” yok etmek zorunda olduklarını biliyorlar. Bunu açıkça söylemek çok büyük bir tepki çekeceğinden,  burjuva liberalizminin etkilerinin sosyalist söylemde açtığı alandaki yanılgılara sığınarak “ama demokratik değildi…” diye başlıyorlar.

2)    2) Hiçbir devlet (bir sınıf iktidarının baskı aracı) baskı ve şiddet içermeyen bir süreçten, “büyük felaketlerden” geçmeden oluşmaz.

3)    3) Bu “büyük felaketler”, demokrasi eksikliği, Bonapartist yapı vb… bu devletin tarihsel (Benzer bir saçmalığı, hatta ilkelliği, “Mustafa” filmiyle ilgili olarak da yaşamıştık) anlamını ortadan kaldırmaz.  Yukarıdaki katkılarda dile getirilen yakınmalar doğru bile olsalar (?)  Asyatik/ feodal ama kapitalizmin ve emperyalizmin etkileri altında çürümeye başlamış, paylaşılmak üzere büyük devletlerin “Haute Finance’ın” masasına yatırılmış bir “eski rejimin” yıkıntılarından yeni bir üretim tarzını ifade eden bir devlet ve rejim doğmuş olduğu gerçeğini değiştirmez.

4)    Bu tartışmaya sağlıklı bir biçimde devam edebilmek için önce hangi devlet teorileri alanında hareket ettiğimize karar vermememiz gerekiyor.  İkincisi şu soruya da cevap vermeye hazırlıklı olmamız gerekiyor. 1923 olayı yanlış ise, darbe ise, “kurtuluş savaşı denen şey bir yalan ise” ise, o zaman, Sevr sınırlarını, Sultanlığı, hilafeti koruyarak devam etmek mi gerekiyordu? Bunu savunanlar var hatta kimileri bunu “hiç olmazsa dinimizi yaşardık” teziyle de destekleyerek savunuluyor. Ki ben bu yaklaşımın “dini hakikat rejimi” içinde son derecede tutarlı olduğunu düşünüyor ve saygıyla karşılıyorum. Ama katılmıyorum ve karşı çıkıyorum.

5)    Wittgenstein’in dediği gibi, "söylenebilecek her şey açıkça söylenebilir” .Bu tartışmaya devam etmek için açıkça konuşmak gerekiyor, “ama öyle değildi ama böyle değildi” diye sızlanarak değil ve de, ileri sürülen savları mantıki sonuçlarına kadar götürmeye hazır olarak!

71 comments:

kaan said...

Peş peşe gündeme gelen yenilikler, işte Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, vb. devletin niteliğinde, devlet anlayışında, devlet/toplum ilişkisinde bir yenilik anlamına gelmiyordu. Eğer ortada bir yenileşme vardıysa, bu devlet aygıtını angaje ediyordu. Başka türlü ifade etmek gerekirse, amaç devleti takviye etmekti. Dolayısıyla, kavramın gerçek anlamında bir modernite söz konusu değildi. Üstelik yeniliklerin mimarı olan padişah ve adamları, önemli bir entellektüel devrim olan moderniteden ve aydınlanmadan dahabersizdiler. Öyle bir kaygıları ve amaçları yoktu, olması da mümkün değildi. Aynı şekilde klasik liberalizmle de ilgili değillerdi. Bir politik felsefe ve ekonomik doktrin olan liberalizmden de haberdar değillerdi. Mâlum, modernite devrimi ve klasik liberalizm bireyi önemli sayarken, Osmanlı yenilikçi elit devleti kutsamaya devam etti... Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, modernite Eski Rejimi yıkmayı, ondan kurtulmayı amaçlarken, Osmanlı ‘yenilikçilerinin’ yegane amacı devleti, imparatorluğu, velhasıl Eski Rejimi kurtarmak,yaşatmaktı...

Durum böyleyken, Osmanlı İmparatorluğunda Eski Rejimi dönüştürmekte çıkarı olan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkamadı. Bunun başlıca iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi Osmanlı imparatorluğunda sosyal artığın merkezileştirilmesi esastır ki, bu devlet dışında bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasını zorlaştırıyordu, ikincisi de Batı’da ortaya çıkan kapitalizm ve onun emperyalizmi ve sömürgecilik [elbette Osmanlı İmparatorluğu hiç bir zaman sömürge statüsüne indirgenemedi, aksi halde ortada imparatorluk diye bir şey kalmazdı ama bu onun kapitalist sömürüye maruz olmadığı anlamına gelmez, velhasıl tipik bir yarı-sömürge statüsü söz konusuydu...] Bütün çevre ülkelerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerine ‘özel bir nitelik‘ kazandırdı. Osmanlı imparatorluğunda kapitalist üretim tarzındakinden farklı olarak, devlet yönetici sınıftır. Orada egemen sınıftan ayrı bir bürokrasi yoktur. Bürokrasinin varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. İşte devletin kutsallığı oradan gelir.

Netice itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda ortaya çıkan muhalefet, bir iç muhalefetti. Bu bakımdan Padişahın da, ona muhalefet edenlerin de [Genç Osmanlılar, daha sonra İttihatçılar, vb.] yegâne kaygısı ve amacı devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Muhalefet de bizzat kendi varlık nedeni olan devleti kurtarmaktan başka bir perspektife sahip değildi. Dolayısıyla yapılan yenilikler gerçek anlamda yeninin hizmetinde değil, eski yapıya birer yama niteliği taşıyan şeylerdi... 1876 da Mithat Paşa’nın girişimiyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet olsun, 1908’deki İkinci Meşrutiyet olsun, devleti dönüştürme amacı taşıyan politik müdahaleler değildi. 1908’de Jön Türklerin [İttihatçılar] yaptığı da bir darbeydi. Anayasal monarşiyi dayatıp, padişahın yetkilerini sınırlasalar da, devlet anlayışı ve zihniyetinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Zaten 1913’den itibaren anayasal monarşinin de içi boşalacaktı. Ondan sonrası tam bir diktatörlüktü...

http://ozguruniversite.org/baskaya_cumhuriyet_neden.php

kaan said...

Düşman SEVR Antlaşmasıyla yurdu esaret zincirine vururken Kurtuluş Savaşı vermeyip ne yapacaktık?

Atatürk'e göre Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919'da başladı (gerçekte daha o yılın Şubat-Mart'ında başladı, ama burada farketmez). Millici rejim Sivas Kongresi'nin (Ekim 1919) hemen ardından Anadolu'ya hakim oldu, tüm vilayetlere kendi valilerini atadı, bürokrasiyi denetimi altına aldı. Ankara meclisi 23 Nisan 1920'de toplandı.

Sevr Antlaşması 18-24 Nisan 1920'de San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs'ta kamuoyuna açıklandı, 10 Ağustos 1920'de imzalandı.

Demek ki mantıken Kurtuluş Savaşı Sevr'e tepki olamaz. Buna karşılık Sevr belki Kurtuluş Savaşı'na tepki olabilir.


http://www.derinsular.com/medya/2009/04/ortmenim-bu-konular-kitapta-yazmiyor-sevan-nisanya.php

kaan said...

"istiklal mucadelesinin basarisi da esasinda ingilizlerin buna karar vermesi ve diger muttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mumkun olmustur."
ismet inonu, 29 ekim 1973 milliyet gazetesi


Paradigmanın İflası'ndan alıntıdır.

Ergin Yildizoglu said...

Kaan, belli ki bir yere gidemiyoruz. Ama, bu tartışmayı terk etmeden önce, emeğine saygı olarak, son bir çabayla şunu sormak istiyorum: Sen tüm bunları diyorsun, ama aslında ne diyorsun? Ne amaçla diyorsun? Ve bu gün ne olmasını istiyorsun?

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Ergin Yildizoglu said...

Bir Yugoslav atasözü der ki “tarih (geleceğe göre –E.Y) en bilinmez dönemdir. Her gün yeniden yazılır”. Tarihçi E.H Carr “Tarih nedir?” sorusun cevap verirken, kabaca şöyle der: Belli bir zaman aralığında yaşanmış sonsuz sayıda olayın içinden, belli bir bakış açısıyla bazıları seçilir, bir araya konur, yorumlanır ve böylece tarih olurlar.
Bu yüzden ben “sadece resmi tarihe ilişkin yanlışların bilinmesini istiyorum” açıklaması, bizi yine “neden?” sorusuna getirir. Bir tarih yorumunu değiştirmeye karar vermeden önce bir seri başka konuda karar veririz ve ondan sonra bu işe girişiriz. “Resmi tarih”, kavramı da “objektif tarihçi” kavramı gibi içi boş bir tanımlamadır. Her ülkede bir “resmi tarih” vardır ve bu “resmi tarih” ve belli bir bakış acısıyla ve siyasi niyetle eleştirilir…
Bu noktada sorularımı bir kez daha anımsatmak isterim…

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Çetin said...

Mustafa Kemal,daha çok genç yaşta Harbiye de okurken sosyalizzmi incelemiş ve okuduğu kitabın kenarına "önce sosyalist olacaksın,maddeyi tanıyacaksın " demiş ve ülkede milli demokratik devrimi gerçekleştirdikten sonra da Lenin'in S.S.C.B deki gerçekleştirdiği pratiği ve de sosyalizm teorisini inceledikten sonra da ülkemizde sınıfların tam oluşmadığını , işçi ve ulusal kapitalist sınıfının oluşmadığını gözlemleyerek İktisat kongresi ile özel teşebbüs ağırlıklı başladığı demokratik devrime 1929 buhranından sonra da planlı karma ekonomik sürecini ,S.S.C.B ile işbirliği yaparak devam etmiştir.İyi de yapmıştır.Günümüz Türkiyesinde yapılması gereken de ,önce ayaklarımızı yurdumuz toprağına basarak,onun bunun kavalını çalmadan, ulusal çıkarlarımızı ön plana alaraak Çin ve L.Amerika örneklerini de inceleyerek M.K.Atatürk'ün halkçılık-devrimcilik-devletçilik ilkelerini günümüz şartlarındaki uygulamalarını yaşama geçirmemiz gerekir.1940 lardan bu yana kaybettiğimiz zamanı çalışarak-üreterek-hakça dağıtarak gidermemiz mümkündür.BAŞI DİK,TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE'yi ve M.K.Atatürk'ün devrimlerini yeniden yaşama geçirmek dileğiyle...

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Tolga said...

ABD'de "monday morning quarterback" diye bir terim vardir. Hunerini pazar gunu sahada gostermesi gereken bir "quarterback", bunu is isten gecip, maci kaybettikten sonra pazaartesi sabahi TV'de yaparsa ona "monday morning quarterback" deniyor. "Monday morning quarterback"ler genelde takim arkadaslarinin hatasindan dem vurup "bunu yapmaliydik, sunu soyle yapmamaliydik.." gibi yorumlarda bulunurlar.

Turkiye'de Amerikan futbolu olmadigi icin "monday morning quarterback" yok ama cok sayida "Kurtulus Savasi Sonrasi kurtarici kahramanlari" var. Hicbir cozum onerisi getirmeden, tarihte yasanmis olaylardan cimbizla sectikleri orneklerden yola cikarak elestiri getiren bu kesim "monday morning quarterback"lere cok benziyorlar.

Tolga said...

Kaan,

Devletcilik, Cumhuriyet Halk Firkasi’nin 1931 yilinda kabul ettigi alti temel ve degişmez ilkeden biri oldu ve 1937’de Anayasa’ya da girdi. ABD'de ise devletcilige gecis olan "New Deal" 1933-1937 yillari arasinda gerceklesti. Devletcilik Turkiye'de 1931 yilinda kabul edildiginde, ABD'de esamesi okunmuyordu.

ozan said...

soru basit ve anlaşılır(dı), sanırım:
zaman 1918 sonu, "osmanlı"ların durumu ortada; anadolu'nun ekonomik, sosyal durumu ortada; istanbul, adana, sonrasında izmir ve diğer yerlerde emperyalizmin (osmanlı'nın ne olduğu farklı tartışmadır) işgali apaçık. adı geçen ülkenin sanayi devrimi ile ilişkisi ve hatta tarım üretimi yine ortada.
yani, işler felaket durumda!
teori iyi güzel de, bu pratikten bize ne önerirler? bu verilere dayanarak, o dönem nasıl bir çıkış yolu düşülüyor?
bunlar hiçbir zaman konuşulmuyor, bugünden, anason kokusu, boğaz manzarası içinden, mustafa kemal şöyle despottu, kurtuluş savaşı yunanlılara karşı kazanılmış basit bir muharebe idi (fikret başkaya), sonrasında herşey beter oldu falan. tüm bunların üstüne de 1940 sonrasının, o beğenilen eski geleneği, devlete, halka, dış ilişkilere süregelen karşı-devrim ile tekrar hakim olmaya başlasada, bunu görmezden gelip, sanki anın tüm kötülükleri '23 sonrası kadronun eseriymiş ve hatta '80 darbesini de onlar yapmış (aynısı ergenekon için de geçerli) gibi dezenformasyon üretmeye devam ediliyor...
sorunu herkes kabul ediyor ve görüyor; diğer taraftan temeli ile ilgili kafa karışıklığı acı bir biçimde devam ediyor, enerji, birikim, sayın yıldızoğlu'nun hep belirttiği gibi 'küçük öteki'ne karşı harcanıyor. ne gam!..

kaan said...

Solun Ergenekonla imtihanı...
Aldığı eğitim ve rejimin niteliği gereği, kalben veya fiilen, reel veya potansiyel Ulusalcı-Ergenekoncu olanların bu durumuna diyecek bir şey yok. Lâkin solun bu konudaki tavrı problemli. Elbette operasyonun devlet içi bir operasyon olduğunda da kuşku yok ve dosya pisliğin temizlenmesi için mobilize olmuş emekçi halk kitlesinin talebi ve dayatması sonucu açılmış da değil. Solproblemli bir kavram. Genel olarak sol kavramından, ezilen, sömürülen sınıfların safında olmak ve ezilme ve sömürülmenin olmadığı, eşitlik ve özgürlüğe dayalı sosyalist bir toplum ve dünya için mücadele etmenin anlaşılması gerekir. Türkiye’de sol ile sol olmayan arasındaki sınır silik. Bunun nedeni solun her şeyden önce Kemalizm’den kopamamış, rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le hesaplaşamamış, dahası öyle bir kaygı taşımıyor olmasıyla ilgili. [Elbette istisnalar vardır...] Resmi tarihle, resmi ideolojiyle hesaplaşmayan, resmi tarihin ürettiği yalanlara, efsanelere itibar eden bir sol hareket olabilir mi? Böyle bir hareket inandırıcı olabilir, kitlelerin güvenini kazanabilir, etkin bir politik faaliyet yürütülebilir mi? Türkiye’de solun ‘radikal unsurları’ arasında bile Türkiye Cumhuriyeti denilenin ‘gerçek’ bir cumhuriyet olduğuna, üstelik anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna inanların sayısı az değildir. Türkiye’de 1923 de adı Cumhuriyet olarak değiştirilen rejim, padişahın sahneden çekilmesi dışında bir farklılık ve orijinallik içermiyordu. Kaldı ki, zaten rejim o tarihte şeklen anayasal bir monarşiydi ve padişahın sadece sembolik bir varlığı söz konusuydu. Kemalizm’le aradaki sınırın kalın çizgiyle ayrılmadığı koşullarda ve köklü bir anti-militarist bilinç yokluğunda solun darbeler karşısında tutarlı bir tavır ortaya koyması elbette mümkün olamazdı ve olmadı. Mesela 27 Mayıs darbesini ‘ilerici’ sayıyor... Bu dünyada ilerici bir darbe olabilir mi? Böyle bir şeyi düşünmek bile Elif-Ba da kırk hata değil midir? Nitekim son dönemde solun bir kesiminin ‘ulusalcılığa’ meyletmesi ve darbecilerin safına savrulması söylediğimizi doğruluyor.

yazının tamamı için;
http://ozguruniversite.org/baskaya_siyasi_kultur.php

Çetin said...

Türk milletinin Ergenekon tertibine karşı direnişi ancak ve ancak hukukun üstünlüğü,yargının bağımsızlığı ve de ülkesinde-coğrafyasında yapılmak istenenleri ulusal çıkarları - mazlum ülkeler yanında durma kararlılığını göstererek başarıya ulaşır.
Bush ile başbaşa karar verilerek yaşama geçirilen Ergenekon tertibi , Silivri'de 7 aydır yapılan savunmalar sonucunda çökmüştür.Artık yapılanlar İnsanlık suçunun işlenmesinden başka bir şey değildir.Dreyfus'lar zindanlardan çıkacak ;Türk milleti bu ereğe varılması için 17 Mayıs'ta Cumhuriyet mitinglerini yeniden başlatarak ,DEMOKRATİK yollarla , gereken desteğini verecektir.Bizler karar vermek zorundayız:YA KARANLIK CEPHEDEYİZ YA DA AYDINLIK!

Tolga said...

Ergenekon davasinin butun darbelere ve darbecilere karsi yapildigini sanmak buyuk yanilgidir. Darbe girisimini yargilayan bir ulke neden gerceklesmis ve canlar almis darbeleri yargilamaz? (27 Mayis, 12 Mart, 12 Eylul, 28 Subat)? Neden Gladyodan bahsederken ve bunu Ergenekonla iliskilendirirken Erzurum Komunizmle Mucadele Dernegi baskani Fethullah Gulen'e bir din adaminin orada isi ne diye sorulmuyor? Haluk Kirci Fethullah Gulen yakinligi sorgulanmiyor?

Bugun sorgulanan Amerikan taraftari olmayan darbe girisimleridir. Gozaltina alinip birakildiktan sonra Kemal Guruz'un "Ben Amerikanciyim" aciklamasi bunu cok acikca gosteriyor. Gercek darbelerin ve darbecilerin yargilanacagi gunu bekleyenlere sabirlar dilerim.

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Ergin Yildizoglu said...

Evet, Solun Ergenekon’la imtihanı ama sanıldığı gibi değil. Ergenekon, derin devlet, terörizm diye başladı, sonra, gerçek darbecileri, yani gerçekten yapmış olanları atlayıp, “darbe niyetinde” (üstelikte ordu tarafından geri çevrildikleri için darbe yapmaya hiçbir şansları olmayan, zaten Altan’ın deyimiyle bu ülkede darbeler hep ABD izniyle olduğundan - Emperyalizm!!!!!!) olanlara kadar genişledi orada da durmadı AKP muhaliflerine, gazetecilere, üniversite profesörlerine konmaya başladı (düşüne suçluları yaratmaya başladı – hem de telefon vb dinlenerek dijital (!!!) ortamda elde edilen bulgulara dayanarak), siyasal İslam’ın pasif devrim sürecinin, bir “trasformizmo” (Gramcsi) olarak, solu ve liberalleri yedeklemek üzere çalışan bir “makinesine” dönüştü. Kimbilir belki de baştan beri böyleydi…
Gerçekten terörist, katil derin devlet unsurlarının varlığına dayanan bir fantezi (her fantezi mutlaka gerçeklikten parçalar içermek zorundadır) hızla, darbe eğilimli olmayı, ulusalcılığı, sol popülizmi, devletin, denetim dışında çalışan ve bir takım nedenlerle tasfiye edilmeye başlanan şiddet araçlarının unsurlarıyla aynı kaba koyarak öğütmeye başladı.
Ancak, sol işin içine anti-ulusalcı bir söylem girince, neden “Bu da nereden çıktı?” “Burjuva devlet ulusalcı tutukluyor haydi hayırlısı” demedi, kuşkulanmadı. Ulusalcı eğilimlerin, solun içinde yeri olup olmadığına ilişkin, sol içi bir tartışmaya, girerse başının Lenin’le, “eşitsiz ve bileşik gelişme yasasıyla” derde gireceğini bildiği için girmedi, küfür düzeyinde soyutlamalara sığındı.
Bu arada AB liberal entelijansiyasının, New York Times, Washington Post, The Economist, Financial Times, Pospect, The Guardian ve “CIA Entelijans Konseyi” tiplerinin, “liberal emperyalizmi” açıkça savunan, bu arada sürekli Kemalizm diye bir şeyden yakınan kesiminin kullandığı dili ve kavramları, nasıl olup da bu kadar kolaylıkla kullanabildiğini düşünmedi. Üstelik böyle olağan üstü bir söylem örtüşmesinden kuşkulanmadı! Belki de kimse fark etmez sandı… Önüne gelene, ince eleyip sık dokumadan, eleştirel bir mesafe koymadan, ulusalcı diye saldırmaya başladı.
Ben kendi hesabıma kendimi ne ulusalcı, ne de Kemalist olarak tanımlamam. 1970’lerden bu yana da hiç tanımlamadım. Ben kendimi her zaman sosyalist olarak tanımladım. Ama bu benim ulusalcılığı, Kemalizmi, çeşitli türlerini, nedenlerini, dinamiklerini ve potansiyellerini irdeleyecek bir biçimde düşünmeye çalışmamı engellemedi.
Dahası, liberal entelijansıya ulusalcılığa, Kemalizme bu şiddette saldırdıkça hep şunu düşündüm. Neden, dünyanın hiçbir yerinde, kendi ülkesinin kurucu olayına ve ulusal bilincine karşı böyle bir refleks göstermeyen liberal burjuvazi, Türkiye’deki benzerleri, şu gunlerde de son derecede ulusalcı bir dil kullan Obama’yı koyacak yer bulamayanlar, söz konusu Türkiye olunca, böyle bir refleks gösteriyorlar?
Şimdi ben, birisi “ulusalcılar” diye, “Ergenekon” diye söze başlayıp bu kavramları, irdelemeden, adeta birer “Master Signifier” olarak kullanıp, “ulusalcılara” özellikle de siyasal İslam’ın muhalefetine saldırıyorsa şu soruyu soruyorum: Bu vatandaş “ulusalcılar diye bir şeye saldırıyor, iyi ama aslında kime saldırıyor? Aslında ne demek istiyor?” . Ve ince ince düşünme gereksinimi duyuyorum. Bu kavramlar benim için de birer turnesol kağıdı oldular! Anti-emperyalist söylemleri etksizileştirmek, kapitalizme mücadele etmemek için türlü bahaneler bulmak için söze “küresel kapitalizme karşı savaşmadan…” filan diye başlayarak türlü taklalar atan solcuları, hemen cahil mi, yoksa şarlatan mı diye sorgulayıp, ona göre sınıflandırmaya dikkat ediyorum. Cahillerle konuşmaya devam ediyorum. Şarlatanlarla, elimden geldiğince, ilgilenmemeye çalışıyorum

kaan said...
This comment has been removed by the author.
kaan said...

Bu ülkede anaokulundan başlayarak tüm okul sisteminde ve askerlikte puta tapmayı esas alan, özgür düşünceye düşman bir eğitim sürecinden geçmiş, düşünme yeteneği körelmiş, yurttaş değil kul bilinci taşıyan, bürokraside, akademide, orduda, medyada, vb. ayrıcalıklı bir pozisyon edinmiş kesimin darbeci, ‘ulusalcı’, Ergenekoncu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim bir üniversite rektörünün Ergenekon davasından tutuklanması sonrasında bu durumu Atalarına şikâyet için Anıt Kebire giden cüppeli hocaların “biz Atatürk’ün askerleriyiz” sloganı atmaları, rejimin verdiği eğitimin etkinliğinin kanıtı oyduğu gibi, yarattığı insan tipi hakkında da bir fikir verecek durumdadır... Bu dünya’da ve sadece burada, Kemalist Cumhuriyette üniversite üyeleri, şikayet için ölmüş bir şahsiyetin mezarına gidebilir ve kendini militarist bir sloganla ifade edebilir... İşte size ‘memleketimin üniversitesinden manzaralar...’ İşte size ‘modern Türkiye’den manzaralar... Bu durum sadece üniversite denilen ama adından başka üniversiteyle ortak yanı olmayan kurumun sefaletini göstermiyor, aynı zamanda Türkiye’deki bilimsel/entelektüel seviyeyi de gösteriyor ve siyasi kültürün sefaleti hakkında da fikir veriyor.

http://ozguruniversite.org/baskaya_siyasi_kultur.php

Tolga said...

Kaan,

Darbecilere nasil arka cikiyoruz anlatabilir misin? Darbecilerin, darbelerin yargilanmasini elestirdigimiz bir ornek gosterebilir misin? Ayrica "suclulugu ispatlanana kadar herkesin sucsuz oldugu" gerceginden haberdar misin?

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Tolga said...

Kaan,

Ergenekon davasinin fillerin tepismesi oldugunu dusunuyorum. Ben Kemalist, Ataturkcu, ulusalci, solcu veya liberal degilim. Kendi fikirlerimi bir kaliba sigdirmak gibi bir dusuncede degilim. Turkiye'de kose baslarinin kapildigi ve bu kose basini tutanlarin burayi birakmaya niyetli olmadigi gorusunde katiliyorum. Ama senden farkli olarak, Ergenekon davasinin kose basini tutanlarin tasfiyesi degil baska bir zumrenin kose basini tutma gayreti oldugunu dusunuyorum.

Hilmi Ozkok konusuna gelince.. Hatirlarsan Danistay saldirisi sonrasi, cenaze toreninde, halki bu tip irticai olaylara karsi daha sert tepki vermeye cagirmisti ve Erdogan ile polemige girmisti. Aceba bu sozler de halki darbeye kiskirtma kapsamina girer mi?

kaan said...

tolga, ben de hilmi özkök demokrasi sevdalısıdır demedim ki.fikret hoca şöyle demiş:
Ordu içindeki darbecilerle darbe karşıtları arasındaki görüş ayrılığı ve çatışma, sivil yargının işe müdahale etmesi ve durumdan halkın haberdar olmasıyla sonuçlandı. Velhasıl halk duymaması gerekeni duydu... Bir kısmı emekli olan, darbede ısrarcı komutan başarılı olursa [ ki bu onun ‘sivil toplum’ dediklerini etkili bir şekilde harekete geçirebilmesine bağlıydı], darbeyi ordu içinde de yapacakları bilindiğinden, darbe karşıtları [aslında darbe karşıtlarıyla darbeciler arasındaki anlaşmazlık bir ilkeden değil, konjonktürün darbeye uygun olmaması tespitinden kaynaklandığı anlaşılıyor...] bu kesimi etkisizleştirmek üzere - operasyonun kapsamını da kendileri belirlemek kaydıyla - sorunu sivil yargıya havale etmek zorunda kaldılar. [Her ne kadar operasyonunun kapsamı hakkında etkin olsalar da, bazı durumlarda ruhları çağıranların onu geri gönderemedikleri de bilinen bir gerçektir.]

Erkan said...

Anlamadığım şu; bugün kapitalizmin belki de en önemli krizine tanıklık ederken, neler yapılabileceğini konuşmak, neden "sistem"in bir kez daha duvara tosladığını anlamaya çalışmak yerine, indir bindir Cumhuriyet projesine saldırılıyor? Üstelik bunu yaparken kullanılan ucube bir sol ağızla, aslında bal gibi de kapitalizmin bu projeye bakışını dillendirerek!

Ayrıca şunu da merak ediyorum, burada kendi fikirlerimizi mi anlatacağız, yoksa henüz okuyup da pek etkilendiğimiz anlaşılan bir yazar ve kitabından alıntı yapıştırıp durarak fikir ileri sürdüğümüzü mü sanacağız? Sayın Yıldızoğlu'nun bir kaç not boyunca değindiği noktalardan hiçbirine temas edilebildiğini göremiyoruz; gördüğümüz şey, olgunlaşmış bir fikre ulaşamamanın derin iç sıkıntısıyla sığınılan alıntı limanı.

kaan said...

Ulusalcılık ve Ergenekon, İttihatçılıktır

-Hakikaten devlet tehlikede o devirde, bu vehim değil.

Osmanlı adım adım çöküyor. Özetle, direksiyona biz geçersek işler yoluna girer, imparatorluğu da kurtarırız, Türkistan’ı da kurarız, diyorlar. Aslında bu kendilerini kurtarmaktır. Esas niyet, bürokrasi, hâkim sınıf, devlet yıkılınca bunların varlığı da ortadan kalkıyor. Neticede bunlar II. Meşrutiyet’i ilan ettirmeyi başarıyor. Bir anayasal monarşi düzeni kuruluyor. Fakat, 1912-1913’ten itibaren duruma tamamen hâkim oluyorlar. Zaten 31 Mart vakasından sonra da padişahı bir imza makamına dönüştürüyor/dönüştürmek istiyorlar. Bunun kırılma noktası 1913’te Mahmut Şevket Paşa suikastıdır. Ki şimdiki suikastlara benzeyen bir suikasttır o. Suikastlar geleneğinin başlangıç noktalarından biridir. Çünkü onu muhtemelen kendileri yapıyor, ama faili meçhul olarak kalıyor.

-Bundan sonra faili meçhul cinayetler devletin geleneğinde mündemiç hâle mi geliyor?

Evet, aynen öyle. Kritik noktalardan biri ise 1913’ten itibaren anayasal monarşiden eser kalmıyor. Tam bir diktatörlük kuruluyor. Fakat İttihat ve Terakki, amaç hasıl olmasına rağmen, yani iktidara geldikleri halde gizli örgüt olarak kalıyor. En azından örgütün merkez-i umumisi bu gizliliğini koruyor. İktidarda olan bir gizli örgüt. Dolayısıyla bir iktidar ikiliği oluşuyor. Ortalıkta görünen bakanlar, nazırlar, politikacılar var. Bir de geride gizli örgüt var, bütün bunları yönetmeye çalışan.

-Perde arkasından yönetiyorlar?

Perdenin arkasında duranlar veya kuliste duranlar vaziyete hâkim. Bu yapı 1918 yani Mondros Mütarekesi’nden Cumhuriyet’in ilanına kadar bir bocalama dönemi geçiriyor. Önemli adamları burada tasfiye oluyor. 1923’ten sonra o yapı tekrar toparlanıyor. Dolayısıyla İzmir suikastında İttihatçıların tasfiye edilmesi vs. resmî ideolojinin bir tezi, uydurmasıdır. Fakat şöyle bir sorun var. 1923’ten 1946-50’ye kadar bir tek parti diktatörlüğü olduğu için orada bu Asıl Devlet Partisi’ne (İttihatçıları kastediyor) pek bir iş düşmüyor. Zaten her şey orada parti, hükûmet, devlet iç içe giriyor. Fakat, 1946-50’den sonra çok partili sisteme, tırnak içinde çünkü, muvazaa partisi ve partileri söz konusu olan... İktidar partisi olan CHP’den ayrılanlar Demokrat Parti’yi kuruyor. Kaldı ki çok partili sisteme geçecek bir zemin de yok. Tuhaf bir çok partili sisteme geçiş yaşanıyor. Aslında söz konusu olan, birden çok devlet partisine izin vermek gibi bir şey.


http://www.minidev.com/public/page.aspx?id=444

Deniz said...

Herkese merhaba,

Bu ve "kuresellesmeden sonra" bloglarını (ğkütüklerini?) bir kaç ay önce keşfettiğimden beri keyifle veya hafif delirerek okuyorum. 70lerin sonuna yetişememiş biri olarak özellikle "30. Yılında...." başlıklı yazıyı (Türkiye'de) nelerin nasıl olabileceği, tırmanabileceği konusunda çok göz açıcı buldum.

Ben on küsür yıldır ABD'deyim, şu anda doktora yapıyorum - matematikten ötesine aklımın ermediğine, içine insan ya da etik giren herhangi bir konuda mantık yürütmek için pek de sağlam bir temel bulamadığıma, böylelikle hangi üretim / tüketim / dağıtım / yönetim sistemini "tutmam" gerektiği konusunda sağlam bir sonuca varamayacağımda epeydir karar kıldım. Yine de dünyada ve özellikle Türkiye'de ne olup ne bittiği konusunda (ve Batı'nın -- ya da belki ayrı ayrı ABD'nin ve AB'nin -- Türkiye'den tam olarak ne istediği konusunda) bilgilenmeye çalışıyorum, özellikle /geneological/ (akademik Türkçem biraz zayıf, affola) analizlere rağbet ediyorum. "Böyle şeylerle ne diye ilgilenirsin, senin zorun ne?" diye sorulabilir tabi, kendime de soruyorum sık sık, net bir cevap almaksızın!

Ergin Yıldızoğlu'nun Kaan'a doğrulttuğu "Aslında bu soruları neden soruyorsun?" sorusunu bu ortam kapsamında pek yapıcı bulmadım açıkçası. Ben herhangi bir konuya yakından bakmayı ya da evirip çevirmeyi bir akademisyende bolca olması gereken, diğer eğitimli insanlarda da olsa iyi olur bir vasıf olarak gorüyorum. Tabi bazı soruları sormakta Kaan'ın ayrı motivasyonu olabilir, ama olmaya da bilir. "Görmek istediğin, içinde yaşamak istediğin dünya nedir?" sorusu bence herkesin cevap vermesi için çok zor. Hem de internette yazılan bir yorumda bile neden-sonuç ilişkisi arayarak davranışlarımızın rasyonel olduğunu varsayan bir soru! Ben belki açıklayabilirim bu notu niye yazdığımı: Biraz dinlenmek, eğlenmek, Türkçemi bilemek icin, bir de mevcut bir tartışmada benim de tuzum bulunsun istedim! Yüzde yüz rasyonel olsam herhalde böyle bir işe girişmezdim, gerçekleştirmek istediklerim dogrultusunda.

Bunları demişken, benim de aklıma gelir şöyle sorular: "Neden şimdi? Neden dünyanın başka hiç bir ülkesinde bu tür bir 'kendisiyle hesaplaşma', 'tarihle yüzleşme' tarzı aktiviteler revaçta değilken bizde bu kadar moda oldu?" Bunun az da olsa (?) Batı'dan geldiği kesin, özellikle AB ile entegrasyon (?) sürecimizde duyduğumuz "Türkiye daha demokratik olmalı" şifresiyle. Bir çok ABDli arkadaşım bile kendiliklerinden "Bizim politikacılarımız niye Ermeni meselesini şu anda tartışıyor hakkatten? Ne olmuşsa da yüz yıl geçmiş üstünden, şimdi bizim bu konuya ilgi duymamızı gerektirecek ne oldu ki? Hele hele biz daha Irak'tan çıkamamışken!" diyor. Türkiye'de özgürlükçü / demokrat / yenilikçi olarak bilinen / algılanan birçok insanın bu tarz perspektife sahip olmadığı görünüyor.

Ben bir ülkedeki akademisyenlerin "Biz [kurucunun / bu vatanın] askeriyiz" sözünde bir eksiklik ya da tutarsızlık göremiyorum. Her akademisyen zaten asgariden kendi alanının askeri / rahibi / tüccarı olarak görür kendisini. İçerisinden daha berrak bir şekilde görebildiğim üzere, hiçbir ülkede akademi denen şey aslında özerk ya da bağımsız değil, hatta konumu gereğince öyle olamayacağı biraz düşününce anlaşılıyor. Bond filmlerinde yığınla saçmalık varken belki de en saçma yanıdır, "kötü adam"ların yanında yüzlerce bilim adamı calışması - böyle bir şey olmaz ve olamaz, özellikle Batı toplumlarında son derece sadıktır bilim adamları mevcut düzene (her ne kadar böyle bir sözcük kullanmasalar da; bu o kadar barizdir ki kendileri bile bunun farkında olmayabilirler) - çünkü rejim de onlar ve diğer profesyonel sınıfların çıkarını kollar. Bu akademisyenlerin ülkelerarası / ülkelerötesi projelere yönelemeyecekleri anlamına, dünyada barış için veya denge için çabalayamayacakları anlamına gelmiyor, ama sonuçta herkes en azından kişisel ve ait oldukları sosyoekonomik sınıfın çıkarlarını gözetmek durumunda. İlle de dünya barışı vs deseler de, ilkeli hareket etmek isteseler de, bunu yaparken yine mevcut güçler dinamiğini göz ardı edemeyeceklerinin farkındadırlar, ederlerse de çok fazla başarı sağlayamazlar. Bir çok akademisyen sonuçta günü geçirmeyi amaçlıyor, örneğin Obama'nın ABD başkanı seçilmesinden beri birçoğunun "yeni enerji" dallarına öbeklenmeye başladıklarını göruyorum, bir çok hippie görünümlünün de halen kendi ülkelerinin savunma bütçelerinden geçindikleri de ayrı bir gerçek. "Atatürk'ün askeriyim" sözünü de kendisi veya bir meslekdaşı sorguya çekilmiş, sadece mevkisi ve kendi hayatı değil şimdiye kadar bildiği hayatın tamamen değişimi uğrayabilme, hatta yok olması endişesini taşıyan, Türkiye'de kürsüsü olan bir akademisyene çok görmemek gerek! Tabi bu bende de "Vay be, demek iş o noktaya gelmiş, araştırmayı her bi şeyi bırakıp böyle bir gösteri yapmak zorunluluğunu hissetmişler! Bu nalet doktorayı alınca biz noolcaz acaba!" şeklinde bir endişe yaratmıyor değil. Diğer yandan "Yoksa durum aslında o kadar vahim degil de, politikayı bahane edip işlerinden mi kaytarıyorlar?" diye de geçirmiyor degilim.

"Kapitalist" sistemin bir yere "tosladığı" sonucuna ben pek inanmıyorum, her ne kadar ilk reaksiyonum o doğrultuda olduysa da. 20. yüzyılda dünya toslamadan ibaret, GMH gibi ekonomik göstergeler neyin belirtisi, yarın güneş doğacak mının endişesini taşıyan iki kutup için? 18., 19. yüzyıllara dönersek zaten ulus devletlerin yeni yeni oluştuğu bir dönem. Bir şeylerin şu anda da işlemediği, krizde olduğu görünüyor, ama bu işlemeyen şey esasında nedir, benim için orası net değil. Bilginin daha önce olmadığı kadar bir metaya dönüşmeye başladığı, başka hammaddeler gibi işlenmesinin yollarının açıldığı bir çağın doğum sancıları mı bu?

Benim esas kestirmeye çalıştığım: Devletler arası oynanması beklenecek oyunları bir yana bırakırsak, "insan medeniyeti"nin evriminde bi sonraki noktalar neler olacaktır / olabilir?

Erkan'ın "7:53 PM"de yazdığı ikinci paragrafa tamamen katılıyorum: başkalarının demeçlerinin arkasına saklanacağımıza kendi eksik anlayışlarımızı, bol kör noktalı görüşlerimizi aktarırsak daha otantik davranmış olmanın verecegi zevkin yanısıra fikir alışverişinden daha fazla faydalanma imkanımız olur.

Herkese iyi günler / geceler.

Engin Kurtay said...

27 etti, ne güzel :)

Kaan Bey'in kemalist ve ulusalcı olmadığı belli. Sayın Yıldızoğlu ve Tolga Bey de -sanırım özellikle konuya nesnel yaklaştıklarını vurgulamak için- kemalist ve ulusalcı olmadıklarını söylüyorlar.

Bence hem Sayın Yıldızoğlu'nun hem Tolga'nın tespitleri, hem kemalist hem ulusçu olmak için yeterlidir. Argümanlarınız koskoca ikiyüz yıldan bu yana geçerli, bizlerin yaşam süremizden daha uzun tarihsel dönemleri kapsayan tespitler ve argümanlar değil mi? Hani bugünden yarına şartlar değişiyordur da şu an için dersiniz; "kemalist değilim, ama şu şu nedenlerle kemalizme şu anda sahip çıkıyorum..." Durum öyle değil ama.

Ben sapıma kadar kemalistim. Tek dil, tek bayrak ve bölünmez dikdörtgen misak-ı millici, kuvayi milliyeci ve ulusçuyum. Beynimin her hücresiyle Marksistim. Ayrıca Leninist, Troçkist, Maoist, Kastrocu ve Doktorcu olduğumu da afiyetle söyleyebilirim. Althusserciyim, Lacancıyım, Zizekçiyim. Hepsini birden olmak çok zevkli, tavsiye ederim, zira sosyalistler bunların hepsini bir araya getirip sentezlemeye çalışsalardı Türkiye bugün çok farklı bir yerde olurdu.

Mardin'de katliam oluyor, ardından acaba karma eğitimden vazgeçsek mi tartışması başlıyor. Bu sefilliğin sorumlusu solculardır. Türkiye'deki solcuların bugün hala Stalin'den bile öğrenecekleri çok şey var.

Kaan Bey darbelerden ve darbecilikten çok şikayetçi. Hepimiz öyleyiz, ben de genç sivillerin darbeye karşı Tünel'de yaptıkları yürüyüşe elime bayrak alıp katılmıştım ve 12 Mart ve 12 Eylül'ün ABD tezgahı olduğunu söyleyerek, emperyalizme de karşı olup olmadıklarını sormuştum orada yürüyenlere... Yaka paça kortejden dışarı atmışlardı beni. İlginç bir deneydi. Binlerce insan var, aralarına giriyorsunuz tek başınıza, herkesin bildiği birşeyi söylüyorsunuz, bir kişi çıkıp da "yahu doğru söylüyor adam" demiyor. Ama doğru ya, elimde kırmızı bayrak vardı, o kızdırdı onları, "provoke" oldular...

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

Pes yahu.... Vuran katiller solcudur demedim. Hukukun olmadığı, töre ve aşiret kültürünün, derebeyliğin, silahı kapanın adaletinin yürüdüğü o dünyayı değiştirmek, uygarlaştırmak, Aydınlanma devrimini tamamlamak, toprak reformunu yapmak, derebeyliği yıkmak, kadın erkek eşitliği vb solcuların misyonu değil miydi? Kimin misyonuydu?... Ama solcular birbirlerini yediler, hem sentezci hem devrimci olamadılar, karşı-devrime yenildiler.

Şimdi de "sosyal ve laik devlet taraftarı olmayan" siz, "neo-liberal saldırıların artarak devam etmesi için" dua ediyorsunuz. Formülünüz neydi? "neo-liberal saldırılar artarsa sosyalist tepki yükselir, böylece devlet yıkılır ve insanlık kurtulur... Çizgi film gibi. Ama gönülden destekliyorum, belki işe yarar diye ben de dua ediyorum sizinle birlikte.

kaan said...

karşı devrim dediğiniz şey nedir?80 darbesi olmasa devrim mi olurdu diyorsunuz?

Engin Kurtay said...

"Karşı-Devrim" terimini kullanırken, Cumhuriyet'in kuruluşunda hedeflenen siyasal/kültürel projelerin durdurulmasını ve geri döndürülmesini kastediyorum.

Tabii ki sadece 80 darbesi değil, ama 80 darbesi de Karşı-Devrim sürecine ait bir olay.

Devrim olgusunu sadece siyasal bir alt-üst oluş anı olarak değil de, hem siyasal, hem kültürel (ideolojik), hem de ekonomik alanlarda süreklilik arzeden bir dönem olarak düşünelim. O zaman Devrim ve Karşı-Devrim, 10 yılları kapsayan, hatta bugüne kadar uzanan gidiş-gelişler olarak görünecektir.

Böyle bakınca,

A/ Devrim'e ait olaylar olarak örneğin:

Köy Enstitüleri, toprak reformu girişimleri, 27 Mayıs ve ardından gelen 1961 Anayasası'nda emekçilere örgütlenme, grev ve sendikal hakların tanınması gibi olayları anlayacağız.

B/ Karşı-Devrim'e ait olaylar olarak örneğin:

Türkiye'nin NATO'ya girişini, ezanın arapça yapılmasını, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle emekçi örgütlenme haklarının kısıtlanmasını, eğitimin özelleştirilmesini, dinin siyasallaşmasını, kırsal bölgelerde Cumhuriyet'in kuruluşundan beri ağalığın Devrim'e karşı gösterdiği direnci anlayacağız.

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

Peki.

Olabilir.

Haklı olabilirsin, bizler Tarihi yanlış biliyor olabiliriz. Cumhuriyet de dediğin gibi belki eski rejimin devamı bir despotluktu ve aslında Devrim yapmak amaçlanmamıştı (zaten bu yüzden de hala "Karşı-Devrim" dünyasında yaşıyoruz).

Empirik alanda biz eğer yanılıyorsak (aldatılmışsak), öyleyse yine de Rasyonel alanda anlaşabiliriz:

Her türlü tarih bilgisini bir yana bırakalım. Sen kendi siyasal duruşunda:

Yukarıda (A) seçeneğinde örneklediğim pratikleri devrimci olarak niteler misin ve bunlara (ve benzerlerine) sahip çıkar mısın?

(B) seçeneğinde örneklediğim pratikleri de gerici olarak niteleyip bunlara karşı durur musun?

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

(A) seçeneğinden 27 Mayıs'ı ayıklayalım öyleyse. Onun yerine tevhid-i tedrisat (eğitim birliği), ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık gibi şeyleri ekleyelim, nasıl olur? Tarihsel verilere takılma, biliyorsun biz Tarih konusunda aldatılmışız, cahiliz... sen yemeğe başka neler koyardın, onu söyle.

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

Afedersin, geri aldım.

Kızma.

Sen ne diyorsun? Yemeği sen nasıl yapardın?

kaan said...

ben şöyle yapardım, böyle yapardım demiyorum.sadece tarihin çarpıtılmasına karşıyım.eğer siyah, siyah ise buna siyah demek zorundasın.binbir takla atarak siyahı beyaz olarak göstermeye çalışmayın.ayrıca biraz da resmi tarih dışında kaynaklar okuyun lütfen.

ozan said...

bunu daha önce de ben sormuştum, 1918'e gidildiğinde, yapılanlardan farklı olarak ne önerirdiniz diyerek!..
yani yemeğe ne koyardınız, evet!..
sürekli şu yanlış, bu yanlış, dışında.
ipucu: tarihsel persfektif, dönemin ekonomik-sosyal verileri, eğer isterlerse diyalektik bakıştan da yardım gerekebilir.

Engin Kurtay said...

Siyahı beyaz olarak göstermeye çalışmıyorum. Dediğin gibi aldatılmış ya da cahil olabiliriz, o yüzden senin gördüğün renkleri göremiyor olabiliriz.

Rasyonel alanda lezzetli bir siyasal reçeten yoksa kafanda, yeniden empirik alana dönelim.

Ben tarih alanında cahil olabileceğimi kabul ediyorum. Öyleyse sen, bir solcu olarak, bana tarihten örnekler verebilir misin lütfen: sahip çıkacağın, arkasında durduğunu söyleyeceğin hangi siyasetçileri ya da siyasi uygulamaları örnek gösteriyorsun?

Mustafa Suphi? Sultan Galiev? Troçki? Lenin? Castro? Gandhi? Chavez? Deniz Gezmiş? Schwarzenegger? Mao? Drrr? Yulia Timoshenko? Paris Komünü? İsrail'deki Kibbutz'lar? Köy Enstitüleri? Spartaküs?

Atıyorum yani, sen kendine göre söyle, "işte bu benim adamım" diyeceğin, doğru işlerin, sol ya da sosyalist bir siyasetin yapıldığı, Tarihten bir örnek var mı kafanda?

kaan said...

ben doğruların söylenmesinden yanayım.ideal düzen şudur budur tartışmasına girmiyorum.siz eğer cumhuriyete devrim diyorsanız bu koskoca bir yalandır.böyle saçmalık olur mu ya?modernizm, çağdaşlık söylemlerine rağmen her türlü baskı ve katliamın yaşandığı bir dönemden bahsediyoruz.bunu "ideal olanı göster o zaman" diyerek nasıl aklayabilirsiniz?

Engin Kurtay said...

Bak yukarıda ne yazdım: anlaşıldı, dediğin gibi, tamam, kabul, Cumhuriyet despotluk ve gericiliktir, anlaşıldııııııı...

İdeal olanı da sormuyorum yahu, takdir ettiğin, bravo, iyi yapmışlar dediğin bir siyasetçi, devrimci, ya da tarihsel deneyim var mı? varsa onu söyle.

kaan said...
This comment has been removed by the author.
kaan said...
This comment has been removed by the author.
kaan said...

evet bolşevik devrimi güzel bir deneyimdi(ama sscb'nin de demokrasi ile ilgili ciddi sorunları vardı).kızıl ordunun beyaz orduyu devirmesiyle, avrupa tırsmaya başlamıştı.zaten ingilizlerinde tc'den güvence alarak çekilmesinin sebebi sscb'den tırsmasıydı.fikir olarak yazdığın şahıslardan troçki'ye yakınım.

Engin Kurtay said...

Tamam o zaman, anlaştık: emperyalistleri "tırstırmak" bence de faydalı bir iş. Bolşeviklerin başlangıç hedeflerini de takdir ediyoruz. Gerisi önemli değil :)

46 etti, var mı arttıran?

kaan said...

gerisi de önemli tabi fakat sscb etrafındaki emperyalist ablukayı da hesaba katmalıyız.sscb iyi başlayan başarız bir deneyimdir diyebiliriz.

Engin Kurtay said...

Haklısın, öyleyse Sultan Galiev'e de hakkını teslim etmeliyiz değil mi? SSCB'nin emperyalistleşmesine karşı başlangıç hedeflerine sahip çıkan ve Rus merkeziyetçiliğine isyan eden bir sosyalistti kendisi...

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

Öyleyse sanırım sen Drrr'ı da seviyorsundur. Cumhuriyet tarihinde, sosyalistler arasında en uzun hapis yatma rekoru ona ait. Üstelik Kemalist bilinen bütün dava arkadaşlarından da kazık yemiş.

Kendisi, Batı'dan ithal fikir ve yöntemlerle Anadolu'da devrim yapılamayacağını, Batı emekçilerinin "çevre ülke" sömürüsünden sus payı aldığı için sisteme entegre olduklarını, yerel sosyolojik ve kültürel değerler içinde devrimci bir moment aranması gerektiğini, Türk burjuvazisinin tefeci-bezirgan bir sınıf olduğunu, bu yüzden de daha ileri üretim ilişkileri kurmak yerine feodal yapıya uyum sağlayacak şekilde evrildiğini, Türkiye'de sosyalist hareketin bu öznellikleri dikkate alarak strateji geliştirmesi gerektiğini, lineer ve determinist bir tarih ve devrim anlayışının yanlış olduğunu, proleterya gelişmemiş olsa da, Anadolu halkında devrimci bir barbar-ilkel-komünal ruh olduğunu, bunun harekete geçirilebileceğini falan söylüyor.

Ne dersin?

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

Evet, "Dr" tıp doktoru olduğu için, Çapa'da okumuş, "rr" de (yani r kare) devrimci yani "revolutionary" olduğu için.

Aynen katılıyorum, Kıvılcımlı'nın sosyolojik/sınıfsal çözümlemeleri isabetli, ama ilkel komünal barbar ruha umut bağlaması biraz "wishful thinking", değil mi? Bu söylediği Anadolu'dan çok Latin Amerika halkları için geçerli olabilirdi: Örneğin Chavez'i devirmeye kalktıklarında Caracas'ın iki yanındaki dağdaki gecekondulardan binlerce kadın çıkıp oklava, tepsi, kepçe gibi ellerine ne geçirdilerse şehrin merkezini basıyorlarmış...

Bu çağda otantik halk hareketine tek örnek de budur herhalde (Renkli devrimleri saymıyoruz tabii) değil mi?

kaan said...

o zaman "tarihin sonu kapitalizmdir" mi diyorsunuz?bugüne kadar anadolu halkının isyan etmemesi, bundan sonra da ilelebet sessiz kalacağı anlamına mı gelmektedir?

Engin Kurtay said...

Ben de sana bunu soracaktım.

Yukarıda:

"anadolu halkının ise bugüne kadar isyan ettiği görülmüş bir şey değildir.yani o "devrimci ruh"tan biraz şüpheliyim"

diyorsun ya... işin kötüsü haklısın da.

Öyleyse senin demokrasi hassasiyetini sosyalist hedeflerle birlikte nasıl bir araya getireceğiz? Elde bu kadar kötü bir malzeme varken, demokrasi ile iktidara gelenlerin icraatı ortadayken? Sosyalist hedeflerle harekete geçenler bazen çıksa bile bunlar ister istemez topluma yabancılaşmıyorlar mı, senin şikayet ettiğin gibi despotlaşmıyorlar mı?

Daha önce dua edeceğiz demiştin galiba, ben de varım duaya, ama başka formüller de üretebilir miyiz diye düşünüyorum.

Tarihin sonu kapitalizmdir ise demiyorum kesinlikle. Bu coğrafyada umut yok, ama başka yerlerde umut verici şeyler oluyor.

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Engin Kurtay said...

Kaan'la Sultan Galiev, Drrr ve Chavez konusunda anlaştık. Benden paydos. 56 etti, yok mu arttıran?

Tolga said...

Kendimi Ataturkcu, Kemalist, Marksist olarak tanimlamam derken amacim objektif gorunmek degil, kendi dusunce sistematigimi aciklamakti. Kendimi ....ist diye tanimlayip dusuncelerimi sinirlandirmak bana mantikli gelmiyor. Kemalizm diye bir dusunce sistematiginin oldugunu da dusunmuyorum. Her ne kadar kurucusu oldugu ulke icin bir vizyon cizmis de olsa, Ataturk teorikten daha cok pratik bir insandi.

Bence Kemalist olmamak, Ataturk'un yaptiklarini gormezden gelmek de degil. Son yuzyallarin en buyuk siyasi dehalarindan birisi oldugu tartisilmazdir. Zten eseri ortada.

kaan said...

1923 sonrasında alınan önlemler, oluşturulan yeni kurumlar, benimsenen “ilkeler” ve “inkılâplar”, aslında ileri sürüldüğü gibi yeni ve orijinal şeyler değildi. Sultan Üçüncü Selim zamanından beri yapılanların yeni koşullarda tekrarı niteliğindeydi. Üstelik işlevsel bir süreklilik de söz konusuydu. Baştan itibaren gerçekleştirilen ‘yeniliklerin’, reformların, oluşturulan mekanizmaların ve benimsenen söylemin yegane işlevi devleti güçlendirmekti. Yaklaşık yüzyılı aşkın bir dönemde devleti güçlendirmek ve yaşatmak için yapılanlar, 1930’lu yıllarda en yüksek aşamasına ulaşmıştı ama işlevde süreklilik vardı. 1923 sonrasında yapılan düzenlemelerin gerçekten farklı ve orijinal sayılabilmesi için, bunların halk kitlelerinin yaşamını doğrudan angaje eden şeyler olması gerekirdi. Oysa 1923, toplumla devlet arasındaki ilişkide ve rejimin niteliğinde kayda değer bir değişikliği temsil etmiyordu. Osmanlı egemenlik sisteminde geçerli devlet/halk yabancılaşması Cumhuriyetle değişmiş değildi. Cumhuriyet rejimi elitist, merkeziyetçi, pozitivist bir ideolojinin taşıyıcısıydı. Yönetici elit kendini dünyanın merkezi olarak görme aymazlığından kurtulmuş değildi, zaten kurutulması mümkün de değildi... Aslında 1923 sonrasında reaya ileri sürüldüğü gibi yurttaş olamadı. Geçerli devlet anlayışı insanları ‘devletin kulu’ olarak görmeye devam etti. Aşırı modernist bir retoriğe sahip olan Kemalist dikta rejiminin varlık nedeni , ‘sivil toplumu’ bastırmaya, boğmaya, bu amaçla da her türlü muhalefet odağını ezmeye bağlıydı... Öyle modern bir rejim ki, orada farklı düşünen hain, muhalif düşman sayılıyor...

http://ozguruniversite.org/baskaya_reelonsoz.php

ozan said...

“Anti-emperyalizm ve kapitalizmin bir olmayacağını; bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı olmadığı gibi, -kavramlar üzerine- bilimsel bir girişle açılan bir kitap, Reel Atatürkçülük. İddiası ise Atatürkçülük'ün "aslında ne olduğu"nu söylemek. Fakat daha baştan Kurtuluş Savaşı'nın Yunanlılara karşı kazanılmış basit bir muharebe olduğu, 1923 tarihinin önemsiz olduğu vb. bir çok tarih dışı iddialarla, sözde gerçeklik diyerek kafaları bulandırmaya çalışan; Mustafa Kemal'i hiç bilmeden, bu ülkede Mustafa Kemal'in mirasının ölümünün hemen ardından ve hatta öncesinden yıkılmaya başlandığından habersizmiş gibi, ülkedeki kötülükleri "Kemalizm" adı verilen bir hayalete yükleyen; bu gizli amacını bilimsellik kılıfının ardına gizleyen bir kitap diye, düşünüyorum. Tarihsel gerçeklerin tümü ya "resmi tarihtir" denilerek "yalanlanabilir" teorisinden hareket ediliyor ya da Mustafa Kemal'in söylemleri, karakteri, yaptıkları dezenformasyona uğratılarak, görmezden gelinerek hafifleniyor. Sonuçta Mustafa Kemal'e ve onun tam bağımsızlık anlayışla gerçekleştirilmiş devrimlerine saldırmanın, karşı-devrimin, travmatik bir örneği daha! Üstelik bunlar yapılırken de, bu devrimlere yıllardır saldıran ABD ve benzeri emperyalist odaklarla aynı konumu paylaşmaları da, işin ironik mi yoksa sinsi yanı mı, diye de düşünmeden edemiyor insan.”

Yukarıda ki giriş Fikret Başkaya’ya ait “Reel Atatürkçülük” isimli kitap için yazdığım bir eleştiri/tanıtım yazısından alınmıştır. Diğer taraftan özelde kitaba yönelik yapılacak değerlendirmeler, genelde bu düşünceyi de rahatça “reel” konumuna oturtmaya da yarayacaktır, diye düşünüyorum. Kitaptan birçok “devrimci” alıntı yapılabilir, referansları ile eleştirilebilir. Fakat her şeyden önce, bu tarz bulanık çıkışların, ülkemiz okur/yazar kişilerinin aklına nasıl girdiğini de sormak, tartışmak, asıl tartışmaya başlamadan önce ortamı bulanıklıktan kurtarmak için gereklidir! Kitaptan bahsederken “travmatik” terimini kullanmışım. Çok da yerinde olmuş. Şöyle ki, bir kişi nasıl hem sosyalist, hem anti-emperyalist olurda, emperyalizmin işgaline, halkı felaketlere sürükleyen imparatorluk geleneğine karşı çıkmış, eylemleri ile onun üzerinden bir sıçrama gerçekleştirmiş bir devrimci (Mustafa Kemal'in söylem ve eylemlerinden bahsediyorum, etrafındaki Osmanlı devamı ya da artığı alafranga paşa takımından değil!) geleneğe karşı çıkar?! Üstelik de olayı devrim değil de darbecilikti vb. birçok safsata ile anacak kadar gözü döner?! Sonra da bu noktada, ABD ile, ülke içi dönek/liberal takımı ile, AB ile, bu kesimlerin Mustafa Kemal ve 1920 sonrası dönem hakkında sahip olduğu tespitleriyle/saldırılarıyla yan yana durduğunun farkında olmaz, ya da farkında olsa da bundan rahatsız olmadan hala sosyalizm, devrim nutukları atar?

Bu kısım önemli! Yani nasıl olurda iki karşıt dünya görüşü olan kapitalizm ve marksizmden yola çıkılıp, bu konuda aynı noktada birleşirler? Düşünceleri tanırken, öğrenirken, o düşüncelere karşıt olan düşünceleri araştırmak, öğrenmek ve o düşünceleri savunanların sosyolojik/ideolojik konumlarına bakmak, adı geçen, karşıt olunan düşünceyi yerli yerine oturtmak için önemli ne de olsa. Bu durumda, ben, batılı/beyaz sistemin Mustafa Kemal’e olan saldırılarını rahatça anlamaktayım, ne de olsa hareket onlara karşı/onlara rağmen yapılan bir çıkıştı. Fakat, “Marksist-Devrimci” geçinen bir kimseden aynı tepki gelince durup düşünmek gerekiyor sanırım-üstüne üstlük o dönemin SSCB-Türkiye ilişkileri, yardımlaşmaları, sisteme karşı konumları okunup, incelenince. Burada da iki temel konumlandırma yapılabilir sanırım:

a) Kişi ciddi anlamda sol düşünceyi benimsememekte, bunu düşünsel/felsefi olarak hayata bakışının methodu olarak yerleştirememiş olabilir. Ya bir tür bilgisizlik içerisindedir ya da o düşünceye bağlı olduğu söylemi palavradan ibarettir.
b) Ya da kişi gerçekten sol düşünceyi benimsiyor fakat yine de adı geçen konuda kafası bulanıyorsa, bunun diğer bir sebebi geçmişinde yaşadığı olayların travmatik etkisi altında suçu kendisinin anladığı anlamdaki “Kemalist İdeoloji”ye atıyor olabilir. Bilinen bir durum: 80 darbesi ABD’nin bilgisi dahilinde buna rağmen Mustafa Kemal’in adı ağızlardan düşünülmeden yapılmıştır. Buna safdilliliklerinden ya da cahilliklerinden veya hapishanelerde yaşadıkları çirkinliklerin sonucunda bir suçlu/düşman arama dürtüsü ile inananların, yani Kemalizm bizi hapse attı, işkence etti diyen, bugünün “liberal-sol”unda önemli bir kesim olduğu da bilinmektedir.

Bunların dışında Cumhuriyet tarihi bir devrimin ve karşı-devrimin tarihidir. Fakat devrimin ilerici gücü, enerjisi bir süre sonra tükenmiştir. Ve hatta kendisi devlet kurucusu olan kesim bir süre sonra ilerici enerjisini yitirmiş, ve yine hatta belli iç ve dış dinamiklerin de içinde olduğu bir diyalektikle, kendilerinin de öncesinde içinde olduğu devrime ihanet edip, onu donuklaştırmış ve hatta halk üzerinde baskı ile halka onu yabancılaştırmıştır. Bu noktada, bunun ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı, üzerinde en çok tartışılması gereken konudur diye düşünüyorum.

Çünkü 1) Mustafa Kemal’in devrimciliği, ilericiliği ile halka, devlet geleneğine, bürokrasiye yansıyan “Kemalizm” arasında uçurumlar vardır. (Bakınız: Niyazi Berkes) 2)Daha 1938 öncesinden İnönü ve CHP’nin “uğraşları” ile devrim kendisini yemeye başlamıştır. Ve ben burada sonrasında iktidara gelen, CHP’nin, yani kurucu kadronun içinden çıkan Demokrat Parti’yi de CHP’den sınıfsal, sosyal olarak ve devrim karşıtı eylemler olarak çok da ayrı tutmuyorum! (Bakınız: Şevket Süreyya, Doğan Avcıoğlu) 3) Önceki iki maddenin ışığında, ülkenin yıllardır yaşadığı iç-dış, toplumsal, siyasi, ekonomik aksaklıklar, özgürlüklerin, ilericiliğin gördüğü saldırılar faklı şekilde alınmalıdır. Elbette sorun var, 23 hareketinin yolundan sapıp bürokrasi+burjuvazi=iktidar totaliterliğine saptığı açık, değişim şart, fakat, sebepleri konusunda anlaşamıyoruz! Tüm adı geçen sorunlara “Kemalizm”in ve hatta Mustafa Kemal’in suçu; ve hatta olayı, ‘23 devrimi ,devrim bile değildir, darbedir,”keşke olmasaydı” demeye kadar getirecek kadar gözü dönmek, saçmalamak, üstte de anıldığı gibi cehalet, yoksa psikolojik bir sorundur!

Ve bu noktada en büyük suçlamayı neo liberal’lere, ABD ile yan yana duran “sosyalist”lere değil, geleneği ile CHP’ye, kendilerini “Atatürkçü” olarak alan derneklere, ve yine “Atatürkçülük” kelimesini kılık/kıyafet (laiklik’ten anladıkları budur, çünkü) sığlığına indirgeyen “çağdaş”laşma derneklerine, 2009’un şu günlerinde bile ortaya çıkıp “Kemalizm”in bekçisiyim diyenlere (adama sormazlar mı, Mustafa Kemal’den geriye ne kaldı da bekçiliğini yapıyorsun diye!); sonuç olarak Mustafa Kemal’i devrimci (!) yanını hiç anmadan alan, “sol” takıma yöneltmek gerekiyor. Elbet bir düşünceyi savunan gibi o düşünceye karşı olanlar eleştirenler olacaktır ve bu karşı çıkışlar, donanımlı, dengeli olduktan sonra tartışılacaktır da. Diğer taraftan o düşünceye taraftar gibi olup onu donuklaştırıp, putlaştırarak ona en büyük kötülüğü yapanlar olduklarından, her zaman en büyük suçlamalarla karşı kalmalılar, diye düşünüyorum! En büyük eksiklik, bulanıklık da buradan doğuyor zaten! Yine de son bir ek: devamı olduğu toplumsal yapının devrimci geleneğini reddederek, devrime yaklaşılamaz, dahası devrimden uzaklaşılır (Mehmet Ali Aybar anısına saygıyla!).

kaan said...
This comment has been removed by the author.
kaan said...
This comment has been removed by the author.
Erkan said...
This comment has been removed by the author.
Erkan said...

Engin Kurtay'ı sabrı ve derinlerdeki(?)cehaleti açığa çıkaran nokta atışı soruları için tebrik etmek isterim.

ozan said...

yukarıya dönüyoruz: "kemalizm diye bir düşünce sistematiği olduğunu düşünmüyorum" demiş, tolga. halka yansıyanla arasında fark vardır ile buna katıldığımı da belirtmek istedim. bende aynı şekilde düşünüyorum, yani "kemalizm" denilerek anılan rejim, aslında mustafa kemal'in dışında gelişen bir oluşumdur. bunu nereden mi çıkarıyorum? mustafa kemal'in yıllara yayılan demeçlerinden ki bunlar 1918'den 1938'deki hatay sorununda fransızlara karşı takındığı, "gerekirse reisliği bırakır, her tür rütbeden vazgeçer, fransaya karşı savaşa giderim"den (rıza soyak-yapı kredi yayınları). ya da bursa nutku'ndan, yani, "Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, 'ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.' İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!"
Yani bugün senin, benim, herkesin farklı açılardan yakındığı yapıya karşı önerdiği formül. Devrimci değil de nedir; kendisi, devletin polisine, jandarmasına karşı tarif sunuyor!
ya da, hakimiyet-i milliye'de yazdığı, "en büyük düşman kapitalizm ve onun çocuğu emperyalizmdir" dediği yazılar...
hatırlarsan, tüm bu dönemin başlarında, inönü, halide edip vb.leri amerikan mandası üzerine tartışmaya devam ediyorlardı. diğer paşalarsa, başkaya'nın dediği gibi, osmanlı'nın devamı dediği takıma alınabilirler, o şekilde değerlendirilebilirler, bence.
diğer yandan ismet inönü ise, bir kere(!), "milli şef"tir! '35'te, faşizan batı'dan recep peker aracılığı ile parti tüzüğü oluşturmak ister, mustafa kemal ise "kim bu zorbalar" der, sonrası bilindik hikaye: "görevden alınma".
bunun yanın da aybar dedim, o da o dönemlerin devamında, kemalizm, tam bağımsızlık, sosyalizm derken, inönü cumhuriyeti'ne vururken, yine devrim'in "neferleri"nden sayılan hasan ali yücel'lerin çelmesine takılır.
sonuç: mustafa kemal "tek adam" denilirken, bence, yalnız adamdır. onun söylemleri, eylemleri ortadayken, bunlar görmezden gelinemez.
bu örnekleri çoğaltabilirim. fakat ardından gelen chp, milli şef, demokrasi söylemleri ile ülke, "kemalizm" diye alınsa da, 'kominizm ile mücadeledir', 'nato'dur diye, sistem'e, büyük öteki'ne iliklenmiş, müdafaa-i hukuk, tam bağımsızlık diyen mustafa kemal pratiğinden ülke faşizan bir diktaya sokmulmuştur. işte olay, mustafa kemal ve "diğer"lerini ayırmakla başlamalı.
yoksa kitaplığımda, "kavramlar sözlüğü"de var, "az gelişmişliğin sürekliliği"de! bunların yanında "reel atatürkçülük"te, fakat sayfa aralarında bir çok "post-it" ile!..
devrim derken de, üretim araçlarının önünü açmaktan bahsediyorum, bu bir. rakamlarla sabit (elbette, senin dediğin "resmi tarih"in paralelindeki bir tarih anlayışının pembe anlatımı beni ilk kez gerçekleri görünce hayal kırıklığına uğratmıştı, fakat yine de sıçramanın rakamları ortada)! ikincisi sosyal sıçrama var, siyasal sıçrama var; bu konuları, sanırım, engin kurtay ile zaten tartıştınız...

kaan said...
This comment has been removed by the author.
ozan said...

kaan, dediğim gibi örnekleri uzatabilirim.
fakat yine de kısaca;
nasıl görevden alma demişsin, farkettiysen 1935 tarihi orada dönüm olarak verilmiş! 1937'de görevden alınmıştır.
bursa nutku'nu ise, ahmet taner kışlalı'dan (kemalizm, laiklik ve demokrasi) aldım.
sosyal sıçrama için niyazi berkes (türkiye'de çağdaşlaşma), ekonomik (üretim araçlarının önünü açma) sıçrama içinse korkut boratav, yakup kepenek vb. kaynaklara bakabilirsin.
bu isimlerin ideolojik duruşları nedir(?), bu bir.
"resmi tarih" dediğin nedir, bunu açıklaman gerekir, bu da iki!
darbeler, darbeler diyorsun, peki tamam da, ben zaten demişim ki ülke totaliter bir yapıya kaydırılmış, sınıf üzerine siyaset mümkün değil, ve demokrasi dediğinin bu noktada hiç şansı yok. sorun bunun sorumlusu kim, kemalizm dediğin hayalet mi, diyorum, bu üç.
son olarak'da, yararlandığın tek kaynağın 1923'e bakışının, cengiz çandar, yasemin çongar, ahmet altan bakışından farklı olmadığını, daha önceki bir "comment"te alıntı ile göstermişim, buna ne diyeceksin, bu da etti, dört.

kaan said...
This comment has been removed by the author.
ozan said...

resmi tarih: "senin savunduğun tarih anlayışıdır."
ya da "banane senin yaralandığın kaynaklardan."
bu derece teoriden, donanımdan, referanstan sonra benim diyecek birşeyim kalmıyor kaan.
yolun açık olsun:)

kaan said...
This comment has been removed by the author.
Unknown said...

"resmi tarih" diye kafası bulanmış, kutsal kitabının peygamberi başkaya "hoca" olan, kaynak yoksunu arkadaş, sonunda bana da ilham verdi:
"kaan diye biri,
tatara titiri."

kaan said...
This comment has been removed by the author.