Wednesday, June 27, 2007

Tuesday, June 26, 2007

“Eğreti burjuvalar”ın- Eğreti entelleri

Canan Barlas, Türk Burjuvazisi'nin hallerini, kendi yaşamından çok ilginç örneklerle yazmış Söyle diyormuş:

"Amerika'da burjuvazi yok kapitalizm ile üretilen teknolojilerle gelişen, modernizm
önde. Avrupa’da gelişmiş bir burjuva sınıfı oluşmuştu. Türkiye'de bütün Batı'cılık politikalarına rağmen burjuvazi oluşmadı.Taklitçilikten öteye gidemeyen paralı sınıf ,birikince de örnek yaşam tarzları üretemedi.Şimdi AKP nin geliştirdiği bir orta sınıf var.Karmaşık düşüncelerle İslami kimlik dışında örnek arıyorlar.AKP İslami kimliğin dışında AB için çalıştıysa da bunu anlatamadı.Kendi ürettiği orta sınıf ona sahip çıkmıyor.Türkiye'de ise artık örnek burjuvaların oluşması mümkün değil.Global kültür yeni değerleri ile toplumlara yön verebilir.
AKP nin oluşturduğu yeni orta sınıf bayraklı mitinglerde kafası karışık bir biçimde kendini
ifade edemedi...Yükselen orta sınıf Türkiye'de gelişmiş bir burjuva sınıfı oluşmadığından örnek alacak önderleri olmadı.

AKP nin AB çalışmalarını gözden kaçıran bu yeni orta sınıf islami kimliğin dışında arayışlara
giriyor. AKP tepede çeşitlilik gösteremediği için bu orta sınıfı yanına alamıyor.
87 yılından beri üzerinde çalıştığım İğreti Burjuvalar kitabında, Atatürk'ün bürokratlara ve
aydınlara verdiği burjuvalaşma görevini taklitçilikten öteye götüremediklerini, üçüncü
kuşaklara varan sermaye sahiplerinin de ,bunu başaramadığını ortaya koydum.
Bundan sonra global kültürün toplumlara istikamet verebileceği düşüncesine vardım.Burjuva
kültürü taklitle üremiyor.Batıcılık karşısında halk anlayamadığı kültüre pek yanaşmadı, yanaşsa da bunu kendi değerleri içinde eritti.Belki de aydın ve bürokrat ve zengin takımından daha içten oldular. Şimdi orta sınıf örnek arıyor.AKP toplumsal çeşitliliği ön plana çıkarırsa belki iletişim kurabilir.Örnek ise global kültür olabilir."

("EĞRETİ BURJUVALAR" Haber Türk, 23.06.2007 14:48)


Türkiye’de burjuva sınıfının en büyük trajedisi “eğreti” olması değil. Tarih sahnesine geç çıkmış olması. Bu nedenle bir türlü çıkarlarını doğru dürüst dile getirebilecek, toplumu onun önderliğine ikna edecek organik entelektüellere sahip olamadı. Kültürel hegemonyasını kuramadı.

Doğru, 1980’lerden sonra oluşan bir neo-liberal -küreselleşmeci entel kuşağı var, görünüşte burjuva sınıfının çıkarlarını savunuyorlar, projesini halka kabul ettirebiliyorlar. Ama dikkatle bakılırsa iki önemli sorunla karşı karşıya Türkiye burjuvazisi:

Birincisi, bu entel kuşağı gerçekten çok çapsız, ne felsefe, ne sanat ne de ekonomi alanında ülkesine özgün hiç bir düşünce üretemedi bu güne kadar. Çünkü, aslında bir başka organik entelektüel sınıfın türevi (derivative). İkinci sorunda bu “türev” olmakla ilgili: bu entelijensiya, bu ülkedeki burjuvazinin organik aydını olmaktan çok uluslararası sermayenin/ finans kapitalinin, daha doğrusu onun çıkarlarını temsil eden organik entelektüellerin (epistemik toplulukların) türevi. Bu nedenle kendi ülkesindekini üreterek değil bu, sermayenin kültürel siyasi formlarını kopyalayarak taşıyor ve bu yolla yaşıyor.

Bu nedenle, bu eğreti organik entelektüeller kendi ülkelerinde sıkışıp kalmış olmaktan fena halde şikayetçiler ve aşağılık duygusu altında eziliyorlar- çünkü “bon pour l’Orient” olduklarının farkındalar. Bu aşağılık duygusunu örtmek için sürekli kendi ülkesindeki burjuva sınıfını ve kendi ülkelerindeki orta sınıfları giderek tüm halkı aşağılıyor ona bir bağlılık hissetmiyorlar. Ha bire neden Avrupalı gibi değilsin? Avrupalı gibi değilsen sen burjuva bile değilsin diyerek aşağılıyorlar.

Yukarıdaki alıntının sahibi, Canan Barlas da belli ki bu “organik” entellerden biri. Yukarıda aktardığım yaklaşımın pratikteki yansıması söyle: Aralarından kimileri kürese çapta klasmana giren, Koç, Sabancı, Eczacıbaşı grupları çapında üyeleri olan bir kapitalist sınıfın ne kadar oligarşik özellik gösterirse göstersin, salt kültürel nedenlerle “burjuva” olmadığına karar veriliyor.

Canan Barlas’da Türkiye’deki burjuvaziyi “eğreti”, taklitçi buluyor. Batıyı taklit etmekle olmuyormuş, küresek kültürü örnek almak gerekirmiş. Bu arada, küresel kültür, küresel olarak egemen olanın kültürü olduğundan, Barlas aslında ABD-AB kültürünü örnek alalım, taklit edelim demiş oluyor ya neyse… Dedik ya Tükriye’de burjuva sınıfı bir türlü organik entellektüellerine sahip olamadı. Sorun, bu ülkede bir burjuva sınıfının olamaması değil; o var. Sorun organik entellektüel adaylarının, daha baştan, uluslararası “egemen sermaye” tarafından bir “transformismo” süreci içinde asimle ediliyor olmaları.

Süreç şöyle işledi:
Amerika’da çıkan Life (Time, Life, Fortune dergileri medya kompleksinin parçası) dergisinin editörlerinden Henry Luce, 1941’de, ABD hegemonya atağına başlarken, yayımlanan The American Century başlıklı büyük formatif etki yapmış olan kitabında söyle yazıyordu: “dünyadaki en güçlü ve canlı ülke olarak, tüm etkimizi dünyanın geri kalanına uygun gördüğümüz amaçlar ve araçlarla dayatma görevimizi ve fırsatımızı bütün kalbimizle benimsememiz gerekiyor… Dünyada yayılan düşüncelerin kaynağı olma sırası şimdi bizde”

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD tam bu momenti yakalarken karşısına SSCB ve az gelişmiş ülkelerde, anti-sömürgecik, kalkınmacılık, “ulusal proje” vb etkenleri çıktı. Soğuk savaş başladıktan az sonra taraflar adeta “pata” kaldılar. ABD yönetimi bu “pata” durumu bozmanın, egemenliğini sürdürmenin ve soğuk savaşı kazanmanın yollarını tartışmaya başladı.

1967’de Kongrede bir dış işleri komitesi “Soğuk savaş nasıl kazanılır. ABD’nin İdeolojik taarruzu” başlıklı bir rapor hazırladı. Bu rapor, “Amerika’nın yaptıkları büyük ölçüde yükselmekte olan uluslararası iletişim sistemini şekillendirecektir…. Diğer ülkeler büyük ölçüde bizim deneyimimizi taklit edecekler, kendilerini bizi oluşturduğumuz kurumlara ve sistemlere bağlayacaklardır…”

Bu aslında tam anlamıyla bir dış politika ve egemenlik projesidir. Bu nedenle rapor şöyle devam eder:

“Bazı dış politika hedefleri, yabancı ülkelerin, hükümetlerinden ziyada halklarıyla doğrudan ilişki kurarak gerçekleştirilmeye çalışılabilir. İletişim teknolojinin modern araçları kullanılarak ulusal nüfusun geniş ve etkili bir kesimine ulaşılabilir- bilgilendirilebilir ve davranışları etkilenebilir, eylemleri belli bir yönde motive edilebilir. Bu kesimler, de kendi hükümetleri üzerinde belirgin hatta belirleyici etkiler yapabilirler…”

ABD bu politikayı gerçekleştirmek için, hedef ülkelerin eğitimli kuşaklarına, hatta eğitim sistemlerine ulaşmayı amaçladı ve filmler, yayınlar, burslar, davetli eğitimler, konferans davetleri vb… yoluyla ilerledi, Daha sonra TV, uydu ve Internet çağında bu etki alabildiğince hızlandı. Ülkelerin organik entelektüel adayları, eğer sola kayıyorlarsa imha edildiler, kaymıyorlarsa, daha kendi burjuva sınıfların bağlanmadan, ABD kapitalizminin kültürel çoğu zaman da finansal etkisine bağlandılar. Son yıllarda, Franz Fanon’un “siyah ten beyaz maske” terimini sıkça kullanmam bundandır. Bu insanlar kendi ülkelerindeki egemen sınıflara bile, yabancı gözüyle bakarlar… Onları eğreti, yetersiz, sahte, çapsız bulurlar…

Böylece bir çok işlevi birden gerçekleştirirler uluslararası sermayenin yerel düzeyde üretilen organik entelektüelleri”.

1- Egemen projesini kendi ülkelerinde yayarak, yerel burjuva sınıfının buna direncini zayıflatır, hükümetleri bu yönde şekillendirirler. Uluslararası mali askeri ilişkiler de bu süreci destekler
2- Ülkede gelişme potansiyeli gösteren “organik entelektüel adaylarını” (ulusalcıları) anakroniktik, III. Dünyacı vb ilan ederek bastırmaya, susturmaya çalışırlar
3- “uluslararasi sermayenin yerel organik entelektüellerinin yerel kapitalizmi sürekli aşağılaması, Sol içindeki “saptırıcı” bir fantezinin (çarpık kapitalizm tezinin) desteklenmesinde de büyük rol oynar. Bu tez, kapitalizmin temel özellikleri gözden saklar, bir yerlerde saf demokratik ve ulaşılması olanaklı bir kapitalizm fantezisi yaratır. Bu fantezi anti-kapitalist mücadelenin kapitalizme değil onun sözde “çarpıklıklarına” yönelmesini kolaylaştırır, kendi özgün projesini oluşturmasını engelleyen yaklaşımları güçlendirir, sapla saman sürekli birbirine karışır. Bu “fantezi”, sisteme karşı cepheleri sürekli felç eden, küresel sistemi destekleyici bir fantezi olarak çalışır.

-o-

Bu işlevselci eleştirilere ek olarak “eğreti burjuva” fantezisine teorik düzlemde de değinmekte yarar var.

Burjuva salt kültürel, yada mekansal (bourg’da yaşayanlar anlamında) bir kategori değil, hatta öncelikle ekonomik kategori. Ekonomik olarak sermaye ilişkisini taşıyan insan demek.

Daha kapsamlı bir betimlemeyle, burjuva kavramı, genel sermaye devresinin özel aşamalarından biri üzerinde yerleşmiş, bu devrenin genişlemesinde işlevsel olan, devrenin bu kesimi üzerinde üretim, yeniden üretim ve bölüşüm araçları üzerinde mülkiyet ve kontrol hakkına sahip, bu konumundan dolayı ekonomik artıktan (artı-değerden) pay alan sosyal kesimi anlatır.

Bu anlamda burjuva sanayide ve tarımda üretici olabilir, mali devrelerde esas olarak tefecilik (bankacılık, borsacılık vb..) yapıyor olabilir, yada mal devrelerinde ticaretle uğraşıyordur. Yada kültür üretim ataçlarına sahiptir. Toprak sahibidir ve toprağını kapitaliste kiraya veriyordu, salt bu kirayla geçinen bir rantiyedir.

Belirleyici olan şudur:Gelirlerin hepsinin kaynağı artı-değerdir, feodal artık ürünün, köle emeğinin değerlenmesinde elde edilen servet değil.

Bu sermaye devresi tümüyle yerel, bölgesel, ulusal olabilir. Ama yerel, bölgesel, ulusal düzeyde uluslararasi sermaye ile, dış ticaret, finansman, know-how düzeyinde eklemlenmiş, ürettiği, sahiplendiği artı-değerden ona pay veriyor olabilir. Bu anlamda ya tümüyle uluslararasi sermayenin bir uzantısıdır yada, uluslararası sermaye ile ilişkisi, kendi etkenliğinin bir uzantısıdır ve istediği anda son verilebilecek bir biçimde, kenti denetimi altındadır. Bu sermaye kendi birikim süreci üzerindeki denetimini korumaktadır. Kısacası, ya ulusaldır, ya yereldir (yani uluslararası sermaye ile kendi otonomisini koruyarak çalışır) yada iş birlikçi-kompradordur (tümüyle yabancı sermayenin uzantısı aracıdır, ondan bağımsız bir biçimde var olamaz.)

Bu süreçlerin hepsinde karşımızdaki sınıf burjuva/kapitalist bir sınıftır. Çünkü 19. yüzyılın sonundan bu yana kapitalizm bir dünya sistemidir ve dünyada eşitsiz, hiyerarşik, egemenlik bağımlılık ilişkileri içinde var olur. Yeniden üretilir. Başka kapitalizm (çarpık olmayan kapitalizm) artık yoktur. Bu anlamda çarpık kapitalizm, eğreti burjuva kavramı boş laftır.

Taklit ve kopya işine gelince. Sermaye birikimi, taklit ve kopya yoluyla ilerler ve genişler. Daha doğrusu, emek süreçleri, dolaşım yönetim yöntemleri, kurumları, kısacası, birikim tarzları sürekli kopya edilir. Çünkü yeni birikim tarzı yeni üretkenlik düzeyi demektir. Rekabet acilen kopya etmeyi gerektirir.

Dahası, sermaye sürekli yerelliğinden çıkar bir başka bölgeye gider ve orada var olmasına uygun koşulları yaratmaya başlar (David Harvey’in mekan düzlenmesi -spatial fix- dediği şey). Bu koşullar, hukuksal, kurumsal siyasi olduğu kadar, ideolojik, kültürel hatta duyarlılıklara ilişkindir de. Olmak zorundadır, çünkü belli bir tüketim normu, davranış biçimi, belli estetik duyarlılıkları gerektirir. Giysi, müzik, otomobil, ev eşyaları, gıda piyasası nereye bakarsanız bakın bu beğeni, duyarlıklara ilişkin “estetik yöneticilik” öneklerini göreceksiniz.

Üstelik bu salt gelişmekte olan ülkeler ait bir durum değil. Boşuna mı Fransa kültürel kurumlarının özgünlüğünü korumaya çalışıyor. Almanya medya sektörünün yabancıların eline geçmesini istemiyor. Ama yine de İngilizce her yere giriyor yeniden üretiliyor ve Anglosaxon duyarlılıkları taşıyor. Şimdi Çin ve Hindistan kaynaklı bir film endüstrisinin, yayılmakta olması da rastlantı değil.

Tüm bunları bilmeden konuşmak, bu arada kendi burjuva sınıflarını hor görmek bizim eğreti entelektüellerimizin bir özelliği ama, salt bizimkilerin değil. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’ya kadar bunların bir çok örneğini bulmak olanaklı.
Ama bunların yarattığı literatür içinde, ABD’de burjuva yok diyene hiç rastlamadım. Bu da Canan Barlas’ın katkısı olsa gerek. Canan Barlas tam 20 yıl çalışmış. Eh! Bu kadar büyük bir saçmalık da daha kısa sürede üretilemezdi doğrusu…

Wednesday, June 20, 2007

Solculuk anti-kapitalizm ve tuhaf bir anti-emperyalizm korkusu

[Rıdvan Akar, "Solculuğun temel şartlında unut(tur)ulan! Birgün, 18/06/07]


Birgün gazetesi yazarlarından Rıdvan Akar, “Solcuysan anti emperyalistsin” önermesiyle polemik yapmak istemiş. Diğer bir değişle bu tezle sorunu var. Solcu olmak için önce anti kapitalist olacaksın diyor. Ne kadar radikal bir duruş!

Ama ufak bir sorun daha, doğrusu üç sorun var. Birincisi, bu kadar radikal duruş, tam anlamıyla bir kafa karışıklığı üzerinde duruyor. İkincisi, tartışma iyi niyetle yapılmıyor. Üçüncüsü de şu soruyu sorunca ortaya çok garip bir durum çıkıyor? Anti kapitalist olduğunu söyleyen biri neden “solcuysan anti-emperyalistsin” önermesini dert ediyor?

Birincisinden başlayalım: Anti-kapitalist olmak solculuğun değil sosyalist olmanın kriteridir. Sol göreli bir kavramdır ve sağa göre şekillenir. Örneğin sosyal demokratlar, hiç de anti-kapitalist olmadıkları halde, muhafazakar partilerin karşısında solcu kategorisine girerler. Bir sömürgede, işgale tavır alan, bağımsızlık yanlısı bir küçük dükkan sahibi, bir aşiret şefi siyasi spektrumu saymaya başladığımızda, anti sömürgeci güçler kümesine girdiklerinden solda sayılırlar.

Biraz matematik kafa karışıklığına iyi gelebilir:

Tüm anti-emperyalistler bir küme olarak sayabiliriz: Anti-emperyalistler kümesi (AEK). Ancak bu küme içindeki çoluk bir çok başka kümeler oluşturacak biçimde sayılabilir. Hemen üç büyük küme düşünebiliriz: Popülist (geniş cepheci, dinci, şoven milliyetçi) anti emperyalistler kümesi (PAEK), Salt bir sınıfa (köylülük, yada proletarya) dayanana, sınıf temelli anti-emperyalistler kümesi (SAEK). Nihayet iç pazarda kontrolü ele geçirmek, bunun için emperyalistlerin ekonomik, siyasi kültürel egemenliğinden kurtulmak isteyen, ancak, bunu da emperyalistlerle anlaşarak yapmaya çalışan burjuva anti-emperyalistler kümesi BAEK. Buradan AEK (PAEK, SAEK, BAEK) önermesi çıkar.

Şimdi bir adım daha ilerleyerek, bu kez AEK içindeki çokluğu yeniden bu kez Anti kapitalistler (AKAEK) ve Anti kapitalist olmayanlar (AKOAEK) olarak sayalım. AKAEK’ içindeki çokluğu da, sosyalist anti kapitalist ve feodal anti kapitalistler, ütopik (küçük üretimci fantezisi) anti-kapitalistler kümelerini oluşturacak biçimde sayabiliriz. Hatta sosyalist anti-kapitalistler kümesinin içindeki çokluğu, Troçkistler ve diğerleri olarak…

Birinci önermedeki kümeler ile ikinci önermedi kümelerin ikisi de AEK içine girerler, bu kümelerin bir kısmı birbiriyle kesişir, bir kısmı, diğerleri tarafından içerilir, bir kısmı da diğerlerini tümüyle dışlar. Tüm bunları, matematik ifadesi olarak yazmaya kalkmayacağım. Gerek yok, ama şu kadarını saptamak yeter: Anti kapitalistler mutlaka AEK’nin içindedir. Ama AEK içindeki kimi kümeler AKAEK içine girmezler. Bir kez daha vurgularsak, anti-kapitalist olacaksan mutlaka anti-emperyalist olacaksın; solcuysan anti-emperyalist olacaksın! Anti-emperyalist değilsen solcu değilsin, anti kapitalist hiç değilsin!

Bu set ilişkileri içinde, “Solcu olmak için anti emperyalist olacaksın önermesi”, “her anti emperyalist solcudur” önermesini, o sosyal formasyonun yapısının andaki durumuna göre içerebilir yada içermeyebilir! “Solcu” kavramını el çabukluğu marifet “sosyalist” yerine kullanmadığımı bir kez daha anımsatayım!

Ama tüm bunlar hepimizin 1960’lardan bu yana malumu, dünya sosyalist geleneğinin ise yaklaşık yüz yıldır malumu! Öyleyse Rıdvan Akar’ın derdi ne? Anti-emperyalizme öncelik veren popülist solcularla mı sorunu var? Yoksa onları kendine müttefik olarak değil de düşman olarak mı görüyor? Yoksa, emperyalizmi açık işgal ile sınırlayarak, Türkiye’deki kim siyasi sorunlar kümesinden çıkarmak isteyenleri, kendine daha mı yakın buluyor?

Rıdvan Akar’ın yazısının ikinci sorunu ise kötü niyetle yazılmış olması. Tabii, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin gereksiz, “escamotage” olduğuna inanıyor olabilir Rıdvan Akar. Ama bu inancın ne kadar büyük bir teorik sorun çıkaracağının ve son tahlilde o kadar önem verdiği anti-kapitalist duruşunu tehlikeye düşüreceğini, sanırım hemen kavrayarak bu yola gitmeyecektir.

Kötü niyet şurada: Solcu isen anti-emperyalistsin tezini ileri sürenler, her anti emperyalist solcudur diye düşünmüyorlar. İçlerinden kimileri doğru yada yanlış (bana göre fena halde yanlış), radikal İslam'ın anti emperyalist kanadıyla cephe kurabileceklerine inanıyorlar. Ama bu bambaşka bir sorun? Rıdvan Akar’ın emperyalizme karşı güç birliği oluşturma derdi olmadığı için de onu ilgilendirmiyor.

“Solcu isen anti-emperyalistin” diyenler, kendine solcu diyenlerden ABD emperyalizmine, AB emperyalizmine (yoksa bunlar emperyalist değil mi?) ve ülkedeki iz düşümlerine karşı tavır almalarını istiyorlar. Bu tavrın nasıl alınacağı bir başka tartışma konusu. Yoksa Rıdvan Akar ABD emperyalizmine, AB’ye karşı değil mi? Olabilir neden olmasın? O zaman lafı dolaştırmadan, “solcu isen anti-emperyalistsin” diyenlere neden bunu anlatmaya çalışmıyor…

Bu arada Rıdvan Akar’a Gandi’yi iki açıdan bir kez daha çalışmasını önerelim. Birincisi, O sırada Hindistan’daki siyasi yelpaze açısından, ikincisi ise ekonomik siyasi tezleri acısından. Musaddık’a gelince, 1950’lerin İran’ında anti emperyalist, bir burjuva demokratik hareketi, siyasal yelpazenin neresine koyacağız, Şah ile birlikte sağına mı?

Ama benim kafamdaki en önemli sorun hala şu: Neden birilerinin, Türkiye’de anti-emperyalizmden söz edilince tüyleri diken diken oluyor? Yoksa, anti-emperyalizmin siyasi sonuçlarından ve karşı karşıya kalacakları güçlerden mi korkuyorlar?

Wednesday, June 13, 2007

İran’la Mısır arasında Türkiye

[Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu Tempo dergisinin 7 Haziran 2007 sayısında yayımlandı.]

Türkiye, Nisan eylemleriyle birlikte Dünya gündemine oturdu. Çok canlı bir tartışma yaşanıyor. Saflar da oldukça belirgin. Bir taraftan, AKP laik düzeni yıkacak korkusuyla sokağa dökülen milyonlarca insan. Buna karşılık, hem ülke içinde hem de dışında The Economist, New York Times, The Guardian, Der Spiegel gibi dergi ve gazetelerin yorumcuları, AKP’yi destekliyor, önemli olanın Laiklik ve Cumhuriyet değil, “demokrasi” olduğunu vurguluyorlar.

İran’da devrim öncesinin tirajı en büyük gazetesi Kayhan’ın editörü Amir Taheri, Middle East Forum’un direktörü Daniel Pipes, İsrail’in prestijli güvenlik “Think Tank”ı Herzilia Enstitüsünde, Küresel Araştırmalar ve Uluslararasi ilişkiler Merkezi direktörü, Jarusalm Post yazarı Barry Rubin ve National Review’dan Barbara Lerner gibi, AKP’nin Türkiye’yi giderek tehlikeli bir biçimde İslamlaştırdığını düşünen, son gelişmeleri bu bağlamda yorumlayanlar da var

Modern zamanlarda, toplumların İslamlaştırılmasına, siyasi rejimlerinin bu yönde dönüştürülmesine ilişkin önümüzdeki en çarpıcı örnek 1979 İran Devrimi. Taliban Rejimi soğuk savaş ürünü olduğundan uygun bir örnek değil. Eğer, Türkiye’deki gelişmelere bakarken, ilk anda, İran devrimi gibi ani bir alt üst oluş modelini, ölçüt alırsak, AKP hükümetinin İslamlaştırma yolunda adımlar atmadığını, oldukça makul bir biçimde savunabilir, The Economist gibi, Türkiye’deki gelişmeleri Suudi rejimiyle karşılaştırırsak (Muslim and the veil, The meaning of Freedom, 10/05/07) “laik cephenin” boşuna telaşlandığını ileri sürebiliriz.

Ancak, ani bir alt üst oluş, bir devrim, modeli yerine, Cezayir, Filistin, Sudan, Lübnan ama özellikle Mısır örneklerinde olduğu gibi, devletle, aile arasında kalan alanın (sivil toplumun) yavaş yavaş dönüştürülmesi yoluyla “evrimci” (“mevzi savaşı” stratejisiyle), Prof. Şerif Mardin’in Vatan gazetesinde Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide, “mahalle baskısı” olarak ifade ettiği, tabandan başlayan, giderek yayılan bir İslamlaştırma modelini ölçüt alırsak, ilk anda edindiğimiz izlenim belirgin bir biçimde değişmeye başlayabilir.

Bu evrimci dönüşüm bağlamında, göz önüne almamız gereken, genellikle pasif devrim[*] kavramıyla ifade edilen bir örnek daha var: Parlamenter rejimin olanaklarını da kullanarak hükümet olmuş bir “siyasi hareket”, Mussolini İtalya’sında olduğu gibi, devlet eliyle, ilk anda birbirinden bağımsız gibi görünen bir dizi yasal değişikliklerin de katkısıyla, bir aşamada, tüm bu değişikliklere yeni bir anlam kazandıran, son bir kritik adımla, yeni bir rejim yaratabiliyor.

Tabii ki AKP ile İtalyan Faşizmi arasında bir benzerlik aramıyorum. Amacım, ideolojik, kültürel projesi olan bir siyasi partinin, belli devlet olanaklarını, örneğin Hükümeti, Cumhurbaşkanlığını ve Anayasa mahkemesini ele geçirdiğinde, sivil toplum içinde zaten yaşanmakta olan bir dönüşümler süreciyle birleşerek, gerçek siyasi gücünden çok daha büyük bir etki yapabilme olasılığına dikkat çekmek.

İran, Cezayir ve Mısır iki farklı yol..
İran’da 1979 yılında bir devrim oldu, arkasından Şii ruhban sınıfının hakimiyetine dayanan yeni bir İslami devlet kuruldu. Cezayir’de, Laikler ve İslamcılar olarak şekillenen bir toplumsa kamplaşma üzerinde, 1989 da kurulan İslami Kurtuluş Cephesi, Aralık 1991 genel seçimlerinde meclisteki 430 iskemlenin 231’ini ele geçirdi. İKC lideri Benhacı’nın, İslam’ın demokrasi ve genel seçimlerle uyumlu olmadığına, ancak seçimleri iktidara gelmek için kullanacaklarına, “bir kişiye bir oy, bir kez” anlayışıyla, seçimleri salt bir kez yapacaklarına ve iktidardan seçimlerle gitmeyi kabul etmeyeceklerine ilişkin, görüşünü göz önüne alan ordu müdahale etti, IKC’nin iktidara gelmesini engelledi. İKC’de ülkede uzun soluklu, yüz binden fazla insanın ölümüne yol açacak olan iç savaşı başlattı.

Mısır’da ise hiç bir aşamada İslami bir rejim kurulmadı, aksine, Nasır, Sedat, Mübarek gibi seküler eğilimli, Batı yanlısı liderlerle ve rejimlerle yönetildi. Ancak bu gün İran’da toplum giderek açılır, “dini hakikatlerin” günlük yaşam içinde etkileri azalmaya başlarken, Mısır’da, toplumun ve devletin içinde “dini hakikatlerin” etkisi artmaya devam ediyor. Bu gün gelinen aşamada, 1981’den bu yana iktidarda olan Hüsnü Mübarek’ten sonra rejimin, son seçimlerde büyük başarı gösteren Müslüman Kardeşlerin eline geçmesinin önünde hemen hiç bir engel yok.

Her iki modeli de dikkatle irdelediğimizde, en önemli farkın, İslami hareketin, toplumun aile ile devlet arasındaki, çoğu zaman sivil toplum denen alandaki etkinlik düzeyinden kaynaklandığını görüyoruz.

İran deneyinde, 1979’da Şah rejimi çökmeye ve devrim olmaya başladığında, Şii İslam’a dayalı dini hareket, doktrin ve örgütlenme açısından merkezi, homojen, hiyerarşik ve yetkin kadrolara sahip olmasına karşın, bir çok tarihçinin, örneğin Asef Bayat’ın (“Revolution withouth movement. Movement Without Revolution: Comparing, Islamic Activism in Iran and Egypt” Comparative Studies in Society and History 1998, No 40:1, Cambridge) ayrıntılı bir biçimde gösterdiği gibi, “çarşıdan” ve feodal toprak sahiplerinden destek almasına karşın, esas olarak bir halk hareketine değil aydınlar arasında etkinliğe dayalı, seçkinci bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan devrimden önce İran’da, Şah rejimine rağmen (ve bu rejimin, Carter yönetiminin de baskısıyla 1970’lerin ikinci yarısında insan hakları ve demokratik haklar alanlarında gevşemeye başlamasının da etkisiyle) seküler yaşam tarzına yatkın bir orta sınıfın, Tudeh, Fadayin ve Mücahidin gibi modern devrimci/Marksist siyasetin ürünü, yaygın kitle desteğine sahip siyasi örgütlerin olduğunu, güçlü bir işçi sınıfının şekillendiğini biliyoruz.

Ancak, sivil toplum içinde varlığı, çok yaygın ve derin olmamasın karşın bir kez devrimci kargaşa başlayınca, Şii dini örgütlenmesinin, camilerin, medreselerin, Kuran kurslarının, Vakıfların ve dini derneklerin üzerindeki etkisine dayanarak, seküler muhalefetin taktik hatalarından da yararlanarak, adeta devrimci bir parti gibi davrandığını, devrimlerin birinci kuralı olan “iktidar en örgütlü ve kararlı kesimin elinde kalır” ilkesine uygun olarak, devleti ele geçirdiğini, ondan sonra diğer siyasi rakiplerini imha ederek, sivil toplumu yukarıdan aşağı, şiddete dayanarak dönüştürmeye başladığını görüyoruz: Kısa sürede, İran’da monolitik, baskıcı, yaşamın hemen tüm alanını adeta bir faşist devlet gibi, ama onun hayal edebileceğinden çok daha etkin ve güçlü bir meşruiyete dayanarak nüfuz eden, denetleyen bir Molla rejimi kuruldu.

Görüldüğü gibi İran’daki gelişmelerin ve Devrim modelinin Türkiye’de tekrarlanmasını beklemek için yeterli neden yok. Türkiye’de dini hareket Şii ruhban sınıfı gibi hiyerarşik, monolitik bir örgüt tarafından kontrol edilmiyor; aksine çok parçalı çok liderli bir yapı sergilediği, liderliklerinin sermaye ve meta ilişkilerine entegre edildiği (tarikatların holdingleşmesi denen olgu) söylenebilir. Buna karşılık, dini hareketin bu çok parçalı haliyle, sivil toplum içinde, giderek etkisini arttırdığına devlet içinde kadrolaştığına ilişkin kimi gözlemler yapmak olanaklı. Yine de geniş kapsamlı bir siyasi kriz içinde dahi, tüm bu etkinliği bir araya toplayacak bir merkezi üreterek iktidarı ele geçirme kapasitesine aniden ulaşabileceğini düşünmek, imkansız olmasa da, kolay değil. Bu nedenle İran devrimine bakınca, Türkiye’de islami bir rejim kurulma tehlikesinin düşük olduğu söylenebilir. Ama, Mısır deneyi başka ve oldukça düşündürücü bir öykü anlatıyor.

Mısır ve “Pasif devrim” süreci
Mısır’da ılımlı İslam’ı, şiddet kullanmayı reddeden Müslüman Kardeşler örgütü temsil ediyor. 2005 genel seçimlerine, Mecliste 88 temsilciyle iskemlelerin %20’sini ele geçiren (diğer muhalefet partileri yalnızca 14 iskemle kazanabildiler) Müslüman Kardeşler örgütünün kökleri 1920’lere kadar gidiyor. Ancak siyasi bir etken olmaya başlamaları, 1960’larda Nasır’ın popüler halkçılığı gibi seküler hareketlerin yenilgisiyle, 1980’lerde Sedat’ın öldürülmesinden sonra, hükümetin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’la işbirliği yapmaya karar vermesiyle başladı.

Bu sürecin arka planındaysa, 1970’lerden başlayarak, 1990’lar boyunca devam eden ekonomik gerileme, nüfus patlaması ve yoksullaşma var. Bu dönemde, İslami gruplar, yerleşik cami ağlarına, derneklere, toplum içi bağlara ve körfez ülkelerinden gelen mali yardımlara dayanarak güçlendiler. Aynı dönemde devlet özellikle 1967’de İsrail’e yenilmesinden sonra hızla meşruiyetini kaybediyor, radikal terörist eğilim İslami hareket içinde güçleniyordu. Devletin, bu kanada karşı, ılımlı İslam’la işbirliği çabası bu meşruiyeti kaybetme sürecini hızlandırdı.

Ama islami hareketin güçlenmesinin temelinde, öncelikle, devletin, sunmakta giderek zorlandığı sosyal hizmetleri üstlenmeye başlaması yatıyordu. İslami hareketin sivil toplum içindeki etkisi artarken beraberinde siyasi bir mesaj da gelişiyordu: “Tek yol İslam”. Böylece, bir yorumcunun işaret ettiği gibi, İslam’ın vurgusu birey-tanrı ilişkilerinden, birey-siyasi İktidar ilişkisine kayıyor, din, bir siyasi ideolojiye dönüşüyordu (“There are no moderates”, National Interest, Sonbahar, 1995,).

Dahası, bu süreç bir örgütlenme aracı olarak da işliyor, Sheri Berman’ın belgelediği gibi önce herkese sunulan bir sosyal hizmet, örneğin tüm üniversiteli kız öğrenciler için başlatılan minibüs servisine, talep artınca, yalnızca peçeli öğrenciler kabul edilmeye başlanıyordu (“İslamism, Revolution, and Civil Society”, Perpectives on Politics, Haziran 2003). Kendi sivil toplum örgütlerini kurmalarının yanı sıra Müslüman Kardeşler 1980’lerde öğrenci örgütlerini, 1990’larda, doktorların, eczacıların, mühendislerin avukatların vb.. meslek örgülerini de ele geçirdiler.

Mübarek rejiminin radikal İslam’a karşı “ılımlı”, şiddete baş vurmayan İslam’la, işbirliği yapmaya başladığı1980’lerden itibaren dini söylem, resmi siyasi söylemin içine sızmaya, siyasi tartışmalarda, en üst düzey bürokratların yükselme süreçlerinde önemli rol oynamaya, Kuran’a ve Hadislere gittikçe daha sık gönderme yapılmaya, böylece, siyasette, seküler söylem gerilemeye başladı.

Mısır’ın önde gelen dini eğitim merkezi El Ahzar üniversitesinin, etkisi arttı, giderek kültürel alanda önemli bir egemenlik merkezi haline geldi. Artık, okullarda neyin okutulacağına, neyin nasıl öğrenileceğini El Ahzar fetvaları belirliyordu. El Ahzar denetiminde üniversitelerden yetişen öğrenciler devlet bürokrasisinde yükseldikçe, Müslüman Kardeşlerin, genelde İslami hareketin etkisi, toplumu dönüştürme kapasitesi artıyor, diğer bir değişle “pasif devrim süreci” ivme kazanıyordu. Bu sırada, El Ahzar’ın kültürel baskısı altında Seküler aydınların çalışma, etkinlik alanı hızla daralıyordu.

Sheri Berman’ın aktardığı gibi, devlet bu politikaları radikal İslam’a karşı geliştiriyordu ama “ılımlı İslam’ın temsilcileri hiç bir zaman daha radikal kardeşlerini ret etmiyor”, Müslüman Kardeşler’in sözcüleri sık sık, onların eylemlerini savunuyor, onları, hükümetin politikalarına karşı çıkan ateşli, idealist gençler olara tanımlıyor, faturayı hükümete çıkarıyordu.

Böylece hem sivil topumda, hem de devlet kademelerinde İslam’ın etkisi artıyor, merkezi devletin denetimi zayıflıyor, Mısır toplumu derin bir biçimde İslamcılaşma yönünde dönüşüyordu. Sonuç olarak İslami hareket belki devleti yıkmıyordu ama, gittikçe tecrit ediyor, içine nüfuz ediyor ve dönüştürüyordu. Bu İran modeli bir devrim değildi ama, dönüşümlerin derinliği, çapı açısından belki de çok daha kalıcı özellikler gösteriyor, devlet ve sivil toplum içindeki İslamlaşma birleştiği taktirde, İran türü ani bir radikal alt üs oluş olasılığını da güçlendiriyordu.

Türkiye’de “pasif devrim”?
1980’ler başlayan, 1990’larda güçlenen kimi gelişmelere, 19 AKP hükümetinin deneyimine, Mısır örneğinin ışığında baktığımızda, Türkiye’de de İslami hareketin, 1994 belediye seçimlerinin, 28 Şubat sürecinin, AKP’nin iktidara gelişinin gösterdiği gibi, salt siyasi olarak değil, sayıları artan camiler, kuran kursları, dini medya, dini eğitiminin yeniden canlanması, ulusal eğitim sistemi içinde dini söylemin etkisini artmasıyla, aile ve devlet arasında kalan alanda, dayanışma kurumları, çeşitli sosyal hizmetler yoluyla da geliştiğini görüyoruz. Jenny White’ın (Islamist Mobilization in Turkey: A study of vernacular politics, 2002) İstanbul tabanlı bir araştırmayla sergilediği gibi, bu sürece, katılanların, siyasi yaşama katıldıkları düşünmeden, siyasi yaşamın parçası haline gelmelerine olanak sağlayan, geniş, yaygın ilişki çevreleri (hücrelerden) ağından oluşan ortak yaşam alanlarını oluşmuştu. Jenny White gelinen noktada, taban örgütlenmelerinin, giderek siyasi yapıyı, etkilemeye başladığına, siyasi yapının da bunları koruma eğiliminde olduğuna işaret ediyor.

Bu günlerde, tüm bu gelişmelerin, yakın zaman kadar AKP’ye yakın, kesimlerde bile endişe yaratan düzeye ulaştığını görüyoruz. Bu bağlamda, Cüneyt Ülsever’in, Hürriyetteki köşesinde üç gün yayımladığı çarpıcı yazısında AKP’nin tabanının “milli görüş” tarafında ele geçirildiğinden yakınması, önemli bir örnek olarak görülebilir. Yine “ılımlı İslam’a” olumlayıcı bir gözle bakan Prof Şerif Mardin’in, Ruşen Çakır’a AKP’nin Cumhurbaşkanlığını almasını çok olumlu karşılamadığını anlattığı söyleşisinde “mahalle politikası”, “mahalle baskısı” olayından rahatsızlığını ifade etmesi de anlamlı. Bir süredir, yine yakın zaman kadar en azından AKP karşısında tarafsız kalmaya çalışan kimi köşe yazarlarının İslami hareketin toplum yaşamına müdahale eden, türban takmaya zorlama, dini Bayramlarda, Ramazanda içki yasağı, lokanta kapattırma yoluyla toplumsal baskı oluşturma çabası, kimi bölgelerde İslami yaşam tarzını, tüm simgeleriyle birlikte hakim kılmaya başlamasını en son olarak da “malum” bikini tartışmasını vurgulamaya çalışmaları da benzer bir korkunun ürünü olarak görülebilir.

Mısır örneğine dönersek, bir benzerlik daha bulabiliyoruz: Radikal siyasi yaklaşımları bastırmak için ılımlı İslam'la işbirliği taktiği. Türkiye’de, 1980’da askeri rejimle birlikte gündeme gelen, İslami harekete yeni hareket alanı açan, din eğitimini resmileştiren bu taktiğin, aynı zamanda kimi seküler aydınlar arasında İslami entelijensiyayla diyalog çabaları, İslami hareketin meşruiyet kazanarak gelişmesini hızlandırmasında önemli rol oynadı. Bu sürece ekonomik programın, kırsal yapılarda, kent alt sınıflarında hatta geleneksel orta sınıf üzerindeki sarsıcı etkileri eklenince süreç bizi 1994 belediye seçimlerine kadar getiriyor….

Sonuç olarak denebilir ki, Türkiye’de 27 yıldır devletle aile arasındaki alanı, “sivil toplumu” adım adım etkisi altına alan “bir pasif devrim” sürecinden söz edilebilir. Kimi yorumculara göre bu süreç, uluslararası ilişkilerle de birleşerek, hem AKP hükümetinin oluşmasına yardımcı olmuş, hem de AKP hükümeti döneminde yeni mali kaynak, kadro, kurumsal hukuki kazanımlar elde ederek daha da derinleşmiş, hızlanmıştır. AKP Cumhurbaşkanlığı makamını de elde etmeye kalktığında, oluşan büyük tepkinin arkasında da, sanırım, bu gün bu sürecin çok kritik bir noktaya geldiğine ilişkin korkular yatıyor.
-------------------------
[*](DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ, Cumhuriyet 04.06.2007)
(...)
'Devrim'... 'pasif devrim'
Ilımlı ve radikal kanatlar arasındaki diyalektiği daha iyi görebilmek için "pasif devrim" kavramına bakabiliriz. Devrim, bir toplumun iktidar ilişkilerinin, siyasi, ekonomik rejiminin değiştirilmesine ilişkin bir kavram. Bu bağlamda iki olasılık söz konusu: Siyasi erkin ani bir altüst oluş sırasında "cepheden bir saldırıyla" ele geçirilmesi; ya da toplumda yaşanan dönüşümler, bir "mevzi savaşının" kazanımları, birikerek bir aşamada siyasi erkin ele geçirilmesine olanak sağlar.


Antoni Gramsci , ikinci olasılığı, devletle aile arasındaki alanın, "sivil toplumun", "mevzi savaşı" y ürüten bir siyasi hareket tarafından dönüştürülmesi, giderek yeni sınıflar matrisinin iktidar ilişkilerinin oluşması süreci olarak tanımlamak için, "pasif devrim" kavramını kullanıyor ( Prison Notebooks -Hapishane Defterleri- L&W 1971, sf: 52-119: "İtalya tarihi üzerine notlar" )


"Pasif devrim" sürecinde üç boyut önemli. Birincisi, "sivil toplumun" ilişki ağları, kurumsal özellikleri, kültürel duyarlılıkları, değer yargıları ( "hakikat rejimi" ) bağlamında dönüştürülmesi. İkincisi, "mevzi savaşını" sürdüren hareketin, Gramsci'nin "tranformismo" (sf: 58-60, 107-109) (dönüşümcülük) dediği bir taktikle, siyasi coğrafyada rakipleriyle arasındaki alanı tutan "tarafsız" seçkinleri teker teker ikna ederek, satın alarak vb. kendi tarafına kazanması; karşı kamptaki huzursuzları bağımsızlaştırmaya çalışması. Böylece süreç ilerledikçe "mevzi savaşı" sürdüren hareket, "merkezin" kanaat önderlerini (entelektüellerini) de kazanarak toplumda kendi "hakikat rejimini" egemen kılmaya, kültürel hegemonyasını kurmaya başlar. Üçüncüsü, bu kültürel hegemonya bir taraftan devlet bürokrasisi içinde kendi kadrolarıyla yayılırken "mevzi savaşı sürdüren" hareketin "en kabul edilebilir/ılımlı" kanadını, parlamenter yoldan hükümet taşır. "Ilımlı kanat" hükümete ulaştığında, devletin kurumlarını, yasaları adım adım değiştirerek alttan gelen radikal unsurları taşıyan, hatta onlar tarafından belirlenen dalgayla birleşerek ya da onların önünü açarak "pasif devrimi" hızlandırır.


Siyasal İslamın, Mısır, Malezya gibi ülkelerde ama özellikle Türkiye'deki gelişme sürecine bakınca "mevzi savaşının", "pasif devrim" sürecinin tüm özelliklerini görebiliyoruz. Bugün bu gözlemlere "ılımlı" kanadın büyük güçler tarafından desteklenmesini de eklemek gerekiyor.



Tuesday, June 05, 2007

'Önemli Olan Değiştirmektir', Ancak...

GLOBALPOLİTİKÜLTÜR (Cumhuriyet 30.05.2007)

Evet, Marx 'ın vurguladığı gibi "Filozoflar, bugüne kadar, dünyayı yalnızca yorumladılar. Halbuki önemli olan değiştirmektir". Ancak, değiştirmeye niyetlendiğimiz dünyayı bütünlüklü bir biçimde "düşünemezsek" değiştirme şansımız büyük ölçüde azalıyor. Hatta, değiştirmek bir yana, yeniden konsolide edilmesine katkıda bulunabiliyoruz.

Esas olan 'ekonomi' ama...

Korkut Boratav hocamız 27 Mayıs tarihli yazısında, "dünyamızın durumunu" tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu: "Egemen sınıfların gündemi, geçmiş dönemlerde sermayenin sınırsız egemenliğine karşı konmuş, tüm engel ve pürüzlerin adım adım kaldırılmasıdır. Bu gündem beynelmilel sermaye ile tam bir işbirliği içinde oluşmuştur. Düzeni temsil eden siyasi partiler arasında bu ana gündeme bağlılıkta hiçbir fark yoktur. Nitekim, bir önceki ve şimdiki parlamentoda temsil edilen büyük siyasi partiler, ekonomik ve sosyal alanlarda sermayenin programının sadık temsilcileri oldular: ... Farklı hükümetler, tek siyaset..."

Bu "tek" siyasetin ülkeyi getirdiği yerdeki halimizi, Türkel Minibaş dostumuz, pazartesi yazısında karanlık bir görüntü oluşturan verilerle ortaya koyuyordu: Toplumun çok büyük bir kısmı, özellikle kadınlar ve gençler açısından, yoksullaşma, işsizlik, refah kaybı... Yine pazartesi günü, bir yorumcu, Faik Öztrak , "Uluslararası yatırımcılar faiz dışı fazla hedefini yakalamak için GSMH'nin yüzde 1-1.5'i arasında tasarruf sağlayacak tedbir paketlerinden söz etmeye başladığını" aktarıyordu. Böylece, önümüzdeki dönemde GSMH'nin yüzde 1.15'inin halkın cebinden alınarak ülke dışına transfer edileceğini öğrenmiş oluyorduk. Boratav hocamızın aktardığı gündemin bir parçası olan bu haber, Minibaş dostumuzun çektiği fotoğrafın daha da çirkinleşeceğini gösteriyor.

Durum böyleyse, "seçmen bu durumun sorumlularına, değil bu gerçekleri açıklayanlara oyunu verir, 23 Temmuz günü yeni bir dünya başlar..." Ancak, bilgi eyleme, doğrudan yol açmıyor! Bu gerçekleri ne kadar dile getirirsek getirelim, bir "şey" , halkın kendi çıkarlarına aykırı biçimde davranmaya devam etmesini sağlıyor. Sorun da burada: Kültürel ortam bu olguların bir sonuç yaratmasını, "halkın" kendi gündemine sahip çıkmasını engelleyecek biçimde şekillenmiştir. Genel olarak, sermaye ilişkisi, özel olarak neoliberalizm salt ekonomiyi değil, Prof. Dr. Baskın Oran gibi, sosyalist solun adaylığına soyunmuş aydınlara bile, sosyalist solun tüm tarihini yadsıyarak, aniden "İşgal olmadan emperyalizm olmaz" dedirten kültürel bir egemenlikle, bu ekonomide yaşayan insanların öznelliklerini de şekillendiriyor.

Türkiye'de bu sürece özellikle 1990'ların ikinci yarısından bu yana, yeni bir boyut eklendi: Siyasal İslam . Siyasal İslam neoliberalizmin sivil toplumda yarattığı tahribatın üzerinde, sivil toplumu (aile ile devlet arasındaki alanı) işgal etmeye ve moleküler düzeyde, AKP döneminde de hükümetin yardımıyla, dönüştürmeye başladı. Bugün, halkın gündemi salt ekonomik çıkarlarından değil, bu çıkarları düşünmesini ve eyleme geçmesini engelleyen neoliberalizmin ve siyasal İslamın kültürel egemenliğinden kurtulmayı da içeriyor.

Demokrasi mi, darbe mi? 'Teşekkür ederim, istemem'

Bir yaklaşım da, haklı olarak "askeri müdahale" tehlikesinden korkuyor: "Hepimiz nefes almak istiyoruz. Ve unutmayın, 'biz'lerin (orta sınıfları kastediyor- E.Y ) nefes alabileceği yegâne atmosfer demokrasidir, ülkenin nefes alabileceği yegâne atmosfer demokrasidir."

Bu yaklaşım, öncelikle, bu "demokrasinin", son yıllarda "halkın" nefes aldığı atmosferi, ekonomik, kültürel açıdan ve kimyasal (Co2/metan gazı vb.) olarak zehirleyen ilişkilerin üzerinde mutabakat oluşturmanın aracı olduğunu görmüyor. Bu, eşitlik, ulusal bağımsızlık ilkelerinden arındırılmış, sömürü, emperyalizm gibi kavramların düşünülmesine izin vermeyen , "yaşam dünyasını" piyasa ilişkileriyle paranteze içine alan, AKP döneminde de egemenliğin, halka değil de Hakk'a ait olduğuna inanan, toplumda bu inanışa uygun bir "hakikat rejimini" egemen kılmayı amaçlayan bir akımın, siyasal İslamın iktidara gelmesine olanak veren bir "demokrasidir".

Tabii ki askeri diktatörlük, bu "demokrasinin" ilacı değildir, ama, toplumu, ya (bu) "demokrasi ya da askeri rejim" ikilemine kilitlemeye kalkmak da, "yaşam dünyasının" atmosferini ısrarla kirletmeye devam eden sosyoekonomik yapılanmayı, siyasal İslamın gelişmesine olanak veren ortamı savunmak anlamına geliyor, bir başka demokrasiyi düşünmeyi engelliyor. Bu nedenle, ben, "Darbe mi, demokrasi mi" sorusuna ( Zizek 'ten ödünç alarak) "Teşekkür ederim istemem" diyerek cevap vermeyi tercih ediyorum.