Tuesday, June 05, 2007

'Önemli Olan Değiştirmektir', Ancak...

GLOBALPOLİTİKÜLTÜR (Cumhuriyet 30.05.2007)

Evet, Marx 'ın vurguladığı gibi "Filozoflar, bugüne kadar, dünyayı yalnızca yorumladılar. Halbuki önemli olan değiştirmektir". Ancak, değiştirmeye niyetlendiğimiz dünyayı bütünlüklü bir biçimde "düşünemezsek" değiştirme şansımız büyük ölçüde azalıyor. Hatta, değiştirmek bir yana, yeniden konsolide edilmesine katkıda bulunabiliyoruz.

Esas olan 'ekonomi' ama...

Korkut Boratav hocamız 27 Mayıs tarihli yazısında, "dünyamızın durumunu" tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu: "Egemen sınıfların gündemi, geçmiş dönemlerde sermayenin sınırsız egemenliğine karşı konmuş, tüm engel ve pürüzlerin adım adım kaldırılmasıdır. Bu gündem beynelmilel sermaye ile tam bir işbirliği içinde oluşmuştur. Düzeni temsil eden siyasi partiler arasında bu ana gündeme bağlılıkta hiçbir fark yoktur. Nitekim, bir önceki ve şimdiki parlamentoda temsil edilen büyük siyasi partiler, ekonomik ve sosyal alanlarda sermayenin programının sadık temsilcileri oldular: ... Farklı hükümetler, tek siyaset..."

Bu "tek" siyasetin ülkeyi getirdiği yerdeki halimizi, Türkel Minibaş dostumuz, pazartesi yazısında karanlık bir görüntü oluşturan verilerle ortaya koyuyordu: Toplumun çok büyük bir kısmı, özellikle kadınlar ve gençler açısından, yoksullaşma, işsizlik, refah kaybı... Yine pazartesi günü, bir yorumcu, Faik Öztrak , "Uluslararası yatırımcılar faiz dışı fazla hedefini yakalamak için GSMH'nin yüzde 1-1.5'i arasında tasarruf sağlayacak tedbir paketlerinden söz etmeye başladığını" aktarıyordu. Böylece, önümüzdeki dönemde GSMH'nin yüzde 1.15'inin halkın cebinden alınarak ülke dışına transfer edileceğini öğrenmiş oluyorduk. Boratav hocamızın aktardığı gündemin bir parçası olan bu haber, Minibaş dostumuzun çektiği fotoğrafın daha da çirkinleşeceğini gösteriyor.

Durum böyleyse, "seçmen bu durumun sorumlularına, değil bu gerçekleri açıklayanlara oyunu verir, 23 Temmuz günü yeni bir dünya başlar..." Ancak, bilgi eyleme, doğrudan yol açmıyor! Bu gerçekleri ne kadar dile getirirsek getirelim, bir "şey" , halkın kendi çıkarlarına aykırı biçimde davranmaya devam etmesini sağlıyor. Sorun da burada: Kültürel ortam bu olguların bir sonuç yaratmasını, "halkın" kendi gündemine sahip çıkmasını engelleyecek biçimde şekillenmiştir. Genel olarak, sermaye ilişkisi, özel olarak neoliberalizm salt ekonomiyi değil, Prof. Dr. Baskın Oran gibi, sosyalist solun adaylığına soyunmuş aydınlara bile, sosyalist solun tüm tarihini yadsıyarak, aniden "İşgal olmadan emperyalizm olmaz" dedirten kültürel bir egemenlikle, bu ekonomide yaşayan insanların öznelliklerini de şekillendiriyor.

Türkiye'de bu sürece özellikle 1990'ların ikinci yarısından bu yana, yeni bir boyut eklendi: Siyasal İslam . Siyasal İslam neoliberalizmin sivil toplumda yarattığı tahribatın üzerinde, sivil toplumu (aile ile devlet arasındaki alanı) işgal etmeye ve moleküler düzeyde, AKP döneminde de hükümetin yardımıyla, dönüştürmeye başladı. Bugün, halkın gündemi salt ekonomik çıkarlarından değil, bu çıkarları düşünmesini ve eyleme geçmesini engelleyen neoliberalizmin ve siyasal İslamın kültürel egemenliğinden kurtulmayı da içeriyor.

Demokrasi mi, darbe mi? 'Teşekkür ederim, istemem'

Bir yaklaşım da, haklı olarak "askeri müdahale" tehlikesinden korkuyor: "Hepimiz nefes almak istiyoruz. Ve unutmayın, 'biz'lerin (orta sınıfları kastediyor- E.Y ) nefes alabileceği yegâne atmosfer demokrasidir, ülkenin nefes alabileceği yegâne atmosfer demokrasidir."

Bu yaklaşım, öncelikle, bu "demokrasinin", son yıllarda "halkın" nefes aldığı atmosferi, ekonomik, kültürel açıdan ve kimyasal (Co2/metan gazı vb.) olarak zehirleyen ilişkilerin üzerinde mutabakat oluşturmanın aracı olduğunu görmüyor. Bu, eşitlik, ulusal bağımsızlık ilkelerinden arındırılmış, sömürü, emperyalizm gibi kavramların düşünülmesine izin vermeyen , "yaşam dünyasını" piyasa ilişkileriyle paranteze içine alan, AKP döneminde de egemenliğin, halka değil de Hakk'a ait olduğuna inanan, toplumda bu inanışa uygun bir "hakikat rejimini" egemen kılmayı amaçlayan bir akımın, siyasal İslamın iktidara gelmesine olanak veren bir "demokrasidir".

Tabii ki askeri diktatörlük, bu "demokrasinin" ilacı değildir, ama, toplumu, ya (bu) "demokrasi ya da askeri rejim" ikilemine kilitlemeye kalkmak da, "yaşam dünyasının" atmosferini ısrarla kirletmeye devam eden sosyoekonomik yapılanmayı, siyasal İslamın gelişmesine olanak veren ortamı savunmak anlamına geliyor, bir başka demokrasiyi düşünmeyi engelliyor. Bu nedenle, ben, "Darbe mi, demokrasi mi" sorusuna ( Zizek 'ten ödünç alarak) "Teşekkür ederim istemem" diyerek cevap vermeyi tercih ediyorum.

4 comments:

Engin Kurtay said...

Bu yazıyla ilintili olmakla birlikte, ben asıl geçen Pazartesi günkü yazıya odaklanmak istiyorum. 4 Haziran günü yayımlanan yazı, Gramsci’nin “pasif devrim” ve sivil toplumda “mevzi savaşı” kavramlarından hareketle ılımlı islam projesinin sinsi tehlikesini vurguluyor. Bu yazı çok önemli, olağanüstü önemli bir yazı! Çünkü buradaki tespitlerin iyi irdelenmesi, anlaşılması, solcular arasında bitmez tükenmez kavramsal-kuramsal kör dövüşün giderilmesine de katkıda bulunabilir. Düşünürsek belki daha çıkar ama şimdilik aklıma şu üç sol versiyon geldi:

1. Bir kesim sol vardır ki, önce yerel düzeyde üretim ve sömürü ilişkilerine, sınıf çatışmasına vurgu yaparak eleştiriye başlar. Sonra Güneydoğu’nun feodal yapısını, Cumhuriyet Devrimi’nin bu bölgedeki başarısızlığını tespit eder. Sonra “artık iş işten geçmiştir” gibi birşey söyler, ve mikro-milliyetçi ayrılıkçılığı meşru görme yoluna girer. Böylece eleştirisine ilk hareketi veren kuramdan (üretim ilişkileri, sınıf çatışması) iyice uzaklaşarak tutarsız sonuçlara varır: ‘Identity Politics’, yani kültür-kimlik siyaseti yapmaya başlar. Küresel düzeyde sömürü ilişkilerine, yani emperyalizm kavramına da pek girmek istemez.
2. Başka bir sol versiyon da, sınıf çatışması kavramının modasının geçtiğini söyleyerek bunu baştan reddeder, çağdaş sol siyasetin kültür-kimlik siyaseti, ‘bağlantısız toplumsal hareketler’, çokkültürcülük üzerinde biçimlenmesini savunur. Sonuçta bu versiyon da, 1. sol versiyonu ile aynı noktaya varır. Ama daha da fenası, Sayın Yıldızoğlu’nun anlattığı “Teorisiz Bakışın Sefaleti”nin sol versiyonudur bu.
3. Bu versiyon ise, ortamalı marksist kuramsal temele sadık kalır: üretim ilişkilerine içkin çelişkilerin siyasete ve ideolojik alana yön verdiğini kabul eder. Emperyalizm kavramı üzerinde de durur. Kültürel değerlere (Türklerin göçebe-barbar ruhu, alevilik, bektaşilik, hatta Galiev tipi islamcılık vb.) sol harekete zemin sağlayacağını düşündüğü kadarıyla sahip çıkar. Bu anlayışla örneğin Cumhuriyet Gazetesi’ni laikliğe gereksiz ve aşırı vurgu yaptığı için eleştirir, hatta gazetemizi hedef şaşırtmakla, Amerikancılığın ekmeğine yağ sürmekle bile suçlar.

Tam bir kör dövüşü! Üç versiyonun ne birinde, ne de birbirleri arasında bir kuramsal bütünlük var. Öyle olunca da konuşamaz, anlaşamaz olurlar.

Önce 3. versiyonu şereflendirelim: tarihsel materyalizme göre, yavaş ve süreğen uzun dönemli nicel birikimler, ani nitel değişimlerle yani devrimlerle sonuçlanır. Çok geniş ölçekte bakınca, binlerce yıl süren köleci birikim süreci, 50-100 yıl içinde feodal düzene (serf üretimine) dönüşmüştür. 1000-1500 yıl süren feodal birikim süreci, birkaç on yıl içinde kapitalist üretim biçimiyle uyumlu siyasal devrimi gerçekleştirmiştir (monarşinin feodal bir siyasal rejim olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı tartışılır ama şimdi kafa karıştırmayalım: ortodoks marksist anlayışla, feodaldir diyelim. Eşzamanlı farklı üretim biçimlerinin varlığı sorunlarıyla oyalanmayalım – teori yapıyoruz!).

Bence her solcu, öncelikle bu yukarıdaki önermeyi kabul etmeli ve aklında tutmalıdır. Öyleyse bu bilince sahip olmayan 2. versiyonu hemen eliyoruz ve kınıyoruz.

Gelelim şimdi buradan hareketle 1. versiyondaki kafa karışıklığını nasıl giderebiliriz ve 3. versiyonu da nasıl zenginleştirip yetkinleştirebiliriz?

Nicel birikim dönemlerine göre çok daha kısa süren devrim dönemlerinde –tanım gereği– devrim yapıldığı ve düzen dönüştürüldüğü için, ideoloji bir sorunsal değildir. Çünkü devrimin öznesi olan sınıf, düzeni değiştirecek “doğru bilince”, “zamanın tarihsel ruhuna” sahiptir.

Ancak tamamen olasılık olarak bakarsak: tarih çizgisinde bugün, kısacık devrim dönemlerine göre çok daha uzun zaman dilimlerini kapsayan bir birikim döneminde olma olasılığımız daha fazladır (1’e 50 olasılık gibi).

Öyleyse büyük olasılıkla, günümüzde “ideoloji”, bir sorunsaldır.

Belli bir üretim biçimi altında işleyen uzun birikim dönemlerinde, siyasal ve ekonomik düzenin stabilitesini, yeniden üretimini, “ideoloji” sağlar.

Hatta ideolojinin de yeniden üretimi gereklidir: pedagojinin kodladığı ruhsal süreçler ve bastırma + devletin ideolojik aygıtları vb.

Düzenin yeniden üretiminden sorumlu bu devasa mekanizma ne kadar olsa da kusursuz çalışamaz. Düzen bir yandan normal dışı anarşik unsurlar da üretir: “semptomlar”.

İşte Gramsci’nin sözünü ettiği “mevzi savaşı”, düzenin yeniden üretim döngüsünün TAZELENMESİ ya da KIRILMASI savaşıdır. Solcu, bu nedenle ideolojik alan üzerinde yoğunlaşmalı, gündelik hayatın eleştirisini yapmalı, en doğal ve alışılmış görünen ancak bilinci kilitleyen basit pratikleri sorgulamaya yönelmelidir. Bunları “kültürel demokratik haklar” diyerek örtbas etmemelidir! Hangi kültürel/ideolojik/etnik unsurların emperyalizmin manipülasyon aracı olduğunu teşhis ederek bunlara karşı cephe açmalıdır. Çünkü sermaye ve uluslararası güç odakları, bu unsurları demokratik kısve altında, hegemonyasını yeniden üretmek için kullanır. Örnek: “Ilımlı islam”, soğuk savaş dönemi “yeşil kuşak teorisi”nin devamı, daha geliştirilmiş daha sinsi versiyonudur. Din de, etnik ulusçuluk da, sınıf bilincini soğuran, “halkın afyonudur”. Solcu, bunların kültürel hak ve demokrasi gereği diye yutturulmasına karşı durmalıdır. Bunlara karşı, sınıf bilinci ve emperyalist sömürü algısına göre siyasal proje kurmaya uygun olan “yurttaş ulusçuluğunu” ve laikliği sahiplenmelidir. Cumhuriyet Gazetesi’nin çizgisi de tam olarak budur!

evrim dogru said...
This comment has been removed by the author.
evrim dogru said...

yorum yazı kadar "ilginç". ultra-teorik gramsci esinli felsefeden, insanlık tarihi birkaç adımda yeniden yazılıyor ve batı akademik marksizminde çok moda olan "gündelik hayat eleştirisi"ne ve oradan Cumhuriyet'in çizgisine geliniyor... Gramsci nedense hep birkaç kelime olarak alınır ve bu birkaç kelime üzerine öylesine "büyük" düşünceler inşa edilmeye çalışılır. Bu da aydınımızın trajedisi olan özgünlük ve bilimsellikten uzaklığının göstergelerinden binisi olsa gerek.
"Pasif devrim", "sivil toplum", "hegemonya", "mevzi savaşı" gibi birkaç basit kelime için Gramsci'ye ya da başkasına referans verme ihtiyacının anlamı nedir?

Bir "islami pasif devrim"le ilgili Ergin Yıldızoğlu'nun verdiği bilgilerin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ama faşizme karşı mücadele vermiş bir komünist olan Gramsci'yi ve diğer anti-faşist literatürü dikkatli okursak, bence şunu göreceğiz: Evet bir "İslam cumhuriyeti" olasılığı var ama bu pek pasif biçimde olmayabilir. İran'da olduğu gibi gerçek bir halk devrimi, gerçek bir sınıf hareketi yükselirse -yani egemen sınıfın çıkarları kesin olarak tehdit edilirse- buna karşı gayet şiddetli bir "islam devrimi" ihtimali olarak gündeme gelebilir. Bu durumda Cumhuriyet gazetesinin islamileşmeye karşı büyük burjuvaziyi (koçları, sabancıları vb.) ve NATO üyesi olan ve NATO'yla birlikte Afganistan'ın bilfiil işgaline katılan, Irak'ta çocukların bombalanması için üslerini pek sızlanmadan sonuna kadar ABD'nin hizmetine açan TSK'yı "anti-emperyalist" olarak göstermeye çalışan çizgisi bir dayanak olamaz.

Engin Kurtay said...

Kelime ne basit, ne de karmaşık. Kavramlar böyle egzersizler yaparak anlamlarını bulur.

Gramsci ve ideoloji teorisi yapan akademik dediğin o diğer Batı marksistleri genelde birlikte okunmazlar, aykırı algılanırlar (organik entelektüel-geleneksel entelektüel tartışması). Oysa işlediğimiz konuda Gramsci’nin “mevzi şavaşı” dediği, marksistlere göre tam da ideolojik alanda verilen bir savaştır. Çünkü o “academik marksistler” ideolojiyi, salt zihinde varolamayan, gündelik yaşamın içinde, pratiklerde varolan ve yeniden üretilen bir olgu olarak ele alırlar. Sentezci olmak iyidir, kör dövüşünü engeller. Çamur atacağına, bu yaklaşımda seni rahatsız eden her ne ise (bilimsel ya da özgün olmadığını söylediğin), onu bulup tartışmalısın.

Askeri üsleri ABD'ye açan, kontratları yenileyen TSK değil. Hükümet. TSK'yı NATO'ya sokan da geçmişte Hükümet idi. Hani demokrasi var ya, halkın seçtiği partinin hükümeti orduyu Kore’ye gönderdi, sonra NATO’ya soktu. Şimdi burada bir terslik var mı sence? Halk DP’yi ya da AKP’yi seçiyor, demokratik yollardan iktidara gelen hükümet, orduyu emperyalizmin hizmetine sokuyor, üs veriyor... Sonuçtan memnun değilsen sormalısın: halk, hele halkın varlıksız, sömürülen çoğunluğu, kör kör parmağım gözüne kendi çıkarlarına aykırı icraat eden siyasal iradeye neden yol veriyor? Sorunun yanıtı ideoloji teorisinde.

Komünizm düşmanı propagandanın en etkili olduğu yıllarda şöyle bir laf dolaşırmış: “Rusya’da, evine geldiğinde portmantoda başka birinin şapkasını görürsen, gerisin geriye çıkıp gitmelisin”. Öyle bir durumda nasıl davranman gerektiği ayrı bir konu, ama bunlar halkın en duyarlığı olduğu konular: kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük, bacakarası namusss... Adam her türlü sefilliğe, rezilliğe, açlığa, sürünmeye, sömürüye razı gelir, yeter ki evindeki, ailesindeki ataerkil egemenliği tehdit edilmesin. Çünkü ekonomik alandaki sefilliğini, ezilmişliğini, ailesindeki iktidarı telafi etmektedir. Din destekli ataerkil cinsel ahlak, devrimci sol bilince karşı en güçlü silah olduğu içindir ki “Ilımlı İslam” bugün de, dün olduğu gibi emperyalizmin temel ortadoğu politikasıdır. Öyleyse solcu, en radikal biçimde ve tam cepheden halkı dumur eden bu en “kutsal” değerlere saldırmalıdır: ailenin ve cinsel bastırmanın ortadan kaldırılmasını, kadın özgürlüğünü, serbest seksi, böylece eşek becermenin yasaklanmasını, eşeklerin namusunu savunmalı; dinin ve tüm dinsel kurumların ortadan kaldırılması istemelidir. Kendi yaşamlarında ve çevrelerinde bir ölçüde cinsel özgürlük olduğu için entelektüel solcu aydınların umursamadığı ya da demode bulduğu bu konular, bence AKP iktidarı altında şimdi her zamankinden daha günceldir. Yüzyıl önce Sovyet devrimcileri bu gerçeğin farkındaydılar. Devrimin ilk on yılındaki aile-cinsiyet politikaları ile Stalin dönemi aile-cinsiyet politikaları tam ters yöndedir ve aslında sovyet devrim projesi, tam da bu nedenle 1990’da değil daha 1930’da çökmüştür. Bugün Kollontai, Zetkin, Lunatcharsky unutulmuş olsa da, bu kez Batı Avrupa sanayi-sonrası refah toplumu kendi dinamikleri içinde ideolojik devrimi tamamlamak üzeredir. Orada aile kurumu ve ataerkil cinsel ahlak neredeyse ortadan kalkarken, burada cinsel baskı ve cinsiyet ayrımcı ideoloji demokratik kısve altında daha da kökleşiyor. Çünkü küresel işbölümünde, Ortadoğu ve Afrika köle, Batı ise tanrı olma yolundadır. Bak nasıl bağlanıyor, emperyalizm teorisi, ideoloji teorisine....

Öbür konuya gelelim: Cumhuriyet Gazetesi TSK’yı antiemperyalist göstermeye falan çalışmıyor. TSK çeşitli dönemlerde farklı siyasal pozisyonlar almış, geleneği ve kökeni ile konjonktürel pozisyonları zaman zaman çelişmiş bir kurum. Çünkü TSK’yı da bu halkın üyeleri meydana getiriyor, misyonunu, ideolojisini, bir ölçüye kadar halkın seçtiği hükümetler, bu hükümetlerin ve egemen sınıfların emperyalizme bağımlılığı biçimlendirebiliyor. Cumhuriyet Gazetesi de TSK'yı bu değişen pozisyonlarına göre savunuyor, yeriyor, eleştiriyor, değerlendiriyor. 30 Ağustos TSK’sı; 27 Mayıs TSK'sı; 12 Mart TSK'sı; 12 Eylül TSK’sı; 24 Ocak TSK'sı; antiemperyalist TSK; NATO TSK'sı.. Gazete'de bunların hepsi var. Düzenli takip edersen göreceksin.

Öyleyse TSK’ya da çamur atmak yerine, savunduğun değerler adına “TSK daha çok antiemperyalist olmalıdır” demelisin, TSK’nın antiemperyalist mayasını savunmalısın. Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını savunmalısın. Gazete’nin çizgisi de aynı böyle zaten.