Wednesday, December 12, 2007

'Adalete Tecavüz'

(Cumhuriyet 05.12.2007)

Başlığı Oktay Ekşi 'nin cumartesi günkü ilginç yazısından aldım. Ekşi, yazısına "İKTİDARDAKİ partinin adına bakarsanız 'Adalet' kavramının bu parti için çok önemli olduğuna hükmetmeniz gerekir. ...parti programına da bakarsanız, ' Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığını tam olarak sağlamayı ve yargıç güvencelerini korumayı' taahhüt ettiklerini görürsünüz. Tıpkı 'herkesin iktidarı' olmayı vaat edip de hemen unutuvermeleri gibi adalet konusunda da taahhütlerini unuttular. Pardon unutmak bir yana, Meclis'e verdirdikleri bir yasa önerisiyle tam tersini yapmaya kararlı olduklarını ortaya koydular" saptamalarıyla başlıyor; " Başbakan'ın her fırsatta dile getirdiği 'yargıyı tarafsızlaştırma' vaadini, 'yargıyı AKP'lileştirerek' gerçekleştirmiş (!) olacaklar " dedikten sonra, bunun nasıl gerçekleştirildiğini, Anayasa Mahkemesi 'nin AKP hükümetinin aracı haline geldiğini anlatıp, " Hukuk dünyamız da 'yargı bağımsızlığını' mahveden bu cinayeti seyrediyor" saptamalarıyla bitiriyor.

Yazılarını her gün, mutlaka okuduğum Ekşi'ye haksızlık etmek istemem ama, AKP'nin yaptıklarında şaşılacak bir şey yok! Süreç doğasına uygun bir biçimde seyrini izliyor; durdurulmadığı sürece de izlemeye devam edecek!

Parti gibi parti

Bugün, birçok yazarın, AKP'nin uygulamaları karşısında, düş kırıklığına uğramalarının, kandırıldıklarını düşünerek sinirlenmelerinin arkasında, sanırım "dün" , AKP'nin "Parti gibi parti" olduğunu görememiş ya da görmek istememiş olmaları yatıyor.

Biraz ağır kaçabilir ama, ülkede siyasi parti tarifine uyan tek yapılanma AKP'dir. Bunun dört nedeni var: Birincisi AKP, yaygın taban örgütleri olan, hem kadro hem de kitle partisidir. İkincisi, etrafı çok çeşitli, toplumun dokularına nüfuz eden yaygın, derin sivil toplum örgütleriyle, çevre ağlarıyla çevrilidir. Üçüncüsü, AKP salt yerel (ülke çapında, ülke dinamiklerinden kaynaklanan) değil aynı zamanda uluslararası boyutu olan bir siyasi-kültürel dalganın (siyasal İslam) parçasıdır. Nihayet dördüncüsü, AKP özgün bir kültüre, toplumsal projeye, buna bağlı olarak uzun erimli "sadakatlere" sahiptir.

Bu nedenlerle AKP, daha ilk kez seçimlere girmeye hazırlanırken, AKP'nin toplumsal projeye ve sosyal tabana sahip bir parti olduğunu, bu projeye, sosyal tabana, mutlaka bir ölçüde "sadakat" göstermek zorunda kalacağını, AKP yönetimi altında toplumun, bu sosyal projenin ve tabanın arzuları yönünde giderek dönüşeceğini savunmuştuk. Son seçimlerden önce yine bunları tekrarladık; ek olarak, seçimlerden sonra AKP'nin ilk dönemine göre çok daha hızlı, kendine güvenli ve artık "yol arkadaşlarının" isteklerine, eleştirilerine fazla önem vermeden davranmasını beklediğimizi söylemiş, bu momentumu kırmanın önemini vurgulamıştık.

AKP'nin "Parti gibi parti" olduğunu, gerçek bir siyasi iktidarı gerçekten arzuladığını, tarihte benzer süreçleri çözümleyen Gramsci gibi düşünürlerin yapıtlarından, Mısır gibi ülkelerin Müslüman Kardeşler gibi yapılanmalarının deneylerinden de elimizden geldiğince yararlanmaya çalıştığımız için zamanında görebildik. Ne yazık ki, öngörülerimiz gerçekleşiyor.

'İki taktik'

Ne yazık ki bu süreç işlemeye devam edecek! Gelin, gerçek iktidarı ele geçirmeye gerçekten niyetli bir başka, kadrosuyla, kitlesiyle, toplumsal projesiyle gerçek bir siyasi partinin , Rus Sosyal Demokrat Partisi 'nin lideri Lenin 'in Rus Sosyal Demokrasisinin İki Taktiği (1905) kitabından yararlanalım.

Kitabı, kendi özgün tarihsel koşullarından soyutlayarak, o tarihsel koşullara, söz konusu partinin öznel koşullarına, sınıf karakterine ilişkin tartışmaları ayıklayarak, Gramsci'nin tezleriyle birlikte okursak karşımıza, iktidarı ele geçirmeye ilişkin şu tipik model çıkar:

Bir tarafta, " aşağıdan yukarı" etkisini genişleterek, güçlenerek, toplumun dokusunu moleküler düzeyde dönüştürerek yükselen bir siyasi/toplumsal hareket. Diğer tarafta, onun etkisiyle Meclis'e girmiş, hükümet düzeyine ulaşmış bir siyasi parti. Bu parti, karşıt güçler, yanına çektiği entelektüeller, kültür endüstrisinin seçkinleri arasında bir paniğe yol açmadan, adım adım hayata geçirdiği yasal, bürokratik dönüşümlerle, " yukarıdan aşağı" doğru devleti ele geçirerek bu hareketle birleşir ve süreci tamamlar.

Benzer bir süreci (tarihsel - sınıfsal ve "sosyal projeye" ilişkin farkları unutmadan), Mussolini hükümetinin faşizme geçiş sürecinde de görebiliyoruz. Mussolini de, bir dizi yasayla devleti yavaş yavaş dönüştürür, ama sosyalist lider Giacome Matteotti 'nin öldürülmesine kadar faşist devlete geçilmez. Geçiş son bir yasal düzenlemeyle gerçekleşir.

İsterseniz, felsefeci George Santayana 'nın şu ünlü sözüyle bitirelim: " Tarihten ders almayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdurlar. " Ve sonuçlarına da katlanmaya...

Sunday, December 02, 2007

Aman beyler dikkat, çatlayacaksınız!

(Cumhuriyet, 28/11/07)

AKP yanlısı yazarlar giderek, La Fontaine’in, öküze özenen kurbağasına benzemeye başladılar. Bizden uyarması, “aman beyler dikkat! Böyle giderseniz çatlayacaksınız!”

Bataklıktaki kurbağanın trajik öyküsü
Küçük, yumurta kadar bir kurbağa bataklıkta otururken bir öküzü görmüş. Cüssesine hayran kalmış. Onun gibi olmak istemiş. Üfleye püfleye kendini şişirmeye başlamış. Sonunda da çatlayarak ölmüş. La Fontain, “dünya böyle akıllılarla doludur” diyor.

Bizimkilerde de bir hava, yazdıklarını okuyunca gözlerinize inanamıyorsunuz. Türkiye’nin diplomasi trafiği son aylarda hızlandı ya, birileri, T.S Eliot’un “deneyimi yaşadık ama anlamını gözden kaçırdık” sözlerindeki gibi, “anlamı tamamen gözden kaçırarak” teoriler üretmeye başladılar.

Efendim Türkiye AKP hükümeti ve Prof. -Stratejik derinlik- Davudoğlu sayesinde, artık “soğuk savaş dönemindeki gibi bir uydu ülke olmaktan çıkmış, bölgesel bir hegemon olmuş”. “Türk lirası dünyanın en değerli paraları ligine yükselmiş. Ülke ihracat rekorları kırıyor, kentleri inşaat şantiyelerine benziyormuş.” “Arap ülkeleri Türkiye’ye, özellikle de, ABD güçlerinin, Kuzeyden Irak’a geçmesini engellediği için hayranlık duyuyorlarmış. Türkiye bölgedeki Müslüman ülkelere benzersiz bir örnek oluşturuyormuş”…

Dış İşleri Bakanı ve Baş Müzakereci Ali Babacan, “bölgesel hegemon” olmanın verdiği öz güvenle olacak, AB’ye, ayırtında olmadığı (ne de olsa onlar dünkü çocuk, bizim stratejik, tarihsel derinliğimiz var) çıkarlarını anımsatıyor, “Avrupa’nın küresel güç haline dönüşmesinde Türkiye’nin AB üyeliği vazgeçilmez bir rol oynayacaktır”.

Biraz teori
Bir ülke de kendi başına hegemonyacı güç olamaz. Bir ülke, genel olarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebildiği bir grup ülkenin varlığı halinde, onlara göre hegemonyacı bir güç olarak tanımlanabilir. Bu yönlendirme kapasitesinin iki bileşeni var. Biri, ekonomik güç, örnek alınacak ekonomik model, kültürel yaşam, çekicilik gibi etkenlerden kaynaklanan, yönlendirilen ülkelere bu bağlamda sunulan bir tür kamusal hizmetler üzerinde oluşan kabule dayalı liderlik. İkincisi, söz konusu ülkeler grubuna, çeşitli düzeylere güvenlik sağlayıcı hizmet sunabilen bir askeri güç, rakipsiz bir şiddet uygulayabilme kapasitesi.

Bu ölçütlerle bakıldığında, Türkiye AKP döneminde hangi ülkeler grubu karşısında hegemonyacı konuma yükselmiş, bu sayede hangi çıkarlarını elde etmek için bu ülkeleri
yönlendirmeyi başarmıştır. Bu sorulara, hüsnü-kuruntu ve vehim dışında hiç bir olumlu cevap verilemez, örnek gösterilemez.

Biraz da gerçeklik…
TL’nin en güçlü paralar ligine katılması bir marifet değil, yabancı spekülatöre, (pardon yatırımcı diyecektim) güvenli ortam sunmak ve ülkenin birikmiş servetinden değer transferi için TL’nin aşırı değerli tutma politikasının soncudur; Türkiye mallarının dünya piyasalarını fethetmesinin sonucu değil. Bu bağlamda “muazzam ihracatın” ülkeye neye mal olduğuna görebilmek için cari açığa, dış borç stokuna bir göz atmakta yarar olabilir. Ülkenin kentlerinin şantiyeye dönmesine gelince söylenecek iki çift söz var. Birincisi, 1996 yılında, Asya krizinden az önce, Tayland ve Endonezya gibi ülkelerin kentleri de şantiyeye dönmüştü. İkincisi, bu binaların yapılırken ve satılırken devreye giren kredilerin finansmanının yakında nelere yol açacağını görebilmek için bakınız ABD morgıç krizi.

Biraz da kafa karışıklığı üzerine. Türkiye’nin yükselen hegemon olduğunu savunan yazar şişinirken, Mart tezkeresinden, hani Wolfowitz’in Rumsfeld’in ağzını bozan teskere var ya ondan pay çıkarıyor. Yanlış mı anlıyorum, yoksa yazar, bu hükümetin, kendi tezkeresini bilerek engellediğini mi iddia ediyor? Ya Babacan? O da AB’ye ABD’ye karşı ittifak mı öneriyor? Bizi alın sizi ABD karşında küresel güç yapalım…

Tüm bu şişinmeye, patlama vukuu bulmasın diye havasını almak için iğneyi Morton Abromovitz batırıyor, fazla acıtmamaya çalışarak: “Türkiye Ortadoğu’da bir yüzyıldır olmadığı ölçüde bir oyuncu olmuştur”…. “Ancak”, diyor “rolü etkin ve yapıcı bir oyuncu olmakla sınırlıdır; bölgede bir karar verici ve önden gelen bir kolaylaştırıcı olmayacaktır”… Abramowitz bir “uydu ülkeden mi” söz ediyor yoksa “bir bölgesel hegemondan mı?” Karar sizin.

Son bir not da siyasal İslam’ın, “Kemalizm’in” din olduğunu iddia eden “yarı-münevverler” ajitatörlerine: İslam’ın temel metni, Peygamberin eylemleri, eleştirilebilir, “doğru-yanlış” ikilemi içinde tartışılabilir mi? Eleştirilemez, tartışılamaz, çünkü İslam bir dindir, “mutlak”a ilişkindir. Buna karşılık Kemalizm’in temel metinleri, Mustafa Kemal’in uygulamaları tartışmaya, eleştiriye açıktır. Çünkü Kemalizm bir din değildir!