Wednesday, August 25, 2010

Liberalizmin Son Sığınağı, Çakma ‘Marksizm’ (II)

Geçen hafta, ‘Zaman’ yazarlarından Ömer Taşpınar’ın, bir yazısını (Türkiye’nin Marksist Analizi-I ) değerlendirirken ikinci kısmını beklemeye gerek duymadan iki saptama yapmıştım:

“Tüm savları iflas eden liberal ‘düşünür’ son bir çabayla, ekonomik determinizme dayalı bir ‘apologia’ya (savunmaya) sarılmayı deniyor. Aklınca kapitalizmi… eleştirenleri, kendi silahlarıyla vuracaktır. Bunlar arasında anlamadığı bir konuda konuşmakta olduğunu bir süre başarıyla saklayabilenlere rastlanabiliyor… Taşpınar bunlardan biri değil.”

Birinci bölüm “yazının ikinci bölümünün, AKP iktidarını, Türkiye’de siyasal İslamın yükselişini doğallaştıran, Marksistlere de ‘ilerleme’, ekonomik belirleyicilik adına kabul ettirmeyi amaçlayan bir ‘apologia’ olacağı izlenimi yaratıyor”.

Cehalet devam ediyor
Birinci yazısında Taşpınar’ın “üretim tarzı” kavramını duymuş ama anlamaya zahmet etmeden kullanmaya başlamış olduğu anlaşılıyordu. İkinci yazıda, bu cehalet kendini çok daha açık bir biçimde gösteriyor. Taşpınar’a göre Özal, Türkiye’nin, kapitalist potansiyellerini serbest bırakarak, “ekonomik sistemini” değiştirmiş. Böylece devletçi korumacı “yarı-kapitalizm” (!) sona ermiş. Taşpınar klasik neoliberal uygulamaları saydıktan sonra “Bütün bu etkenler yeni bir üretim tarzının ortaya çıkmasına yol açtı” diyor.

Taşpınar’ın bu saptamalarından ne öğreniyoruz: (1) Özal Türkiye’de burjuva demokratik devrimini tamamlayan adamdır - 12 Eylül darbesi de böylece yeni, hatta ilerici devrimci bir anlam kazanmış oluyor. (2) Özal’dan sonra Türkiye’de artık yeni bir üretim tarzı vardır. Burada, eğer üretim tarzı Marksist terminolojiye göre kullanılıyorsa, bizim de “Özal’dan önce Türkiye’de kapitalizm yoktu!” sonucuna ulaşmamız gerekir.

Hadi gelin Taşpınar’a, bu saçmalık çukurundan çıkması için bir ip atalım. Acaba, Taşpınar, “Türkiye’de, Özal’dan önce kapitalizm egemen üretim tarzı değildi; Özal’dan sonra egemen hale geldi” mi demek istiyor? Ama bu Marksist bir ip olacağından, tutunsa bile çıktığı yerde Taşpınar, kendini, kapitalizmi, tek bir piyasa (serbest piyasa) modeline indirgemiş olmanın gülünçlüğüyle karşı karşıya bulacaktır: 1930’larda ABD’deki, 1960’larda Almanya’da, İngiltere’deki üretim tarzı kapitalist değil miydi? “Hiç olmazsa git Polanyi oku” diyeceğim ama…

“Git Hegel oku” da dememiz gerekiyor, “Hegelci ilkeye göre her tez kendi antitezine dönüşür” saptamasını okuyunca. Çünkü Hegel’de (çok kaba bir betimlemeyle) tez ve antitez birlikte bulunur, buradaki diyalektik ilişkiden bir sentez ortaya çıkar. Tez ve antitez, zıtların birliği ilkesine aittir; bir tarafı olmadan öbürü var olamayan bir birlikteliğe işaret eder. Örneğin, kapitalist (burjuva-sermaye) işçiye (proletarya-emek) dönüşmez. İkisinin, çelişikli birliği (varlığı), her ikisini birden, aynı anda tanımlar.

Kafa karışıklığı da
Özal’a dönersek, Özal’ın, bu yeni kapitalist dönüşümleriyle, yeni bir kapitalist sınıf doğmuş: Anadolu Burjuvazisi. Weberci kültürel deterministler, İslamcı bir karşı devrim korkusuyla titrerken, Marksist ekonomik deterministler AKP’nin arkasında kapitalist demokratik statükodan yana olan bu yeni bir burjuvaziyi görüyorlarmış.

Peki, bu saptamalardan ne anlıyoruz: “Yeni üretim tarzının” doğuşunu gerçekleştiren “büyük dönüşüm”ün arkasında, ekonomik dinamikler, sınıf mücadeleleri filan yok. Aksine Özal’ın, bir siyasetçinin (bir darbe sayesinde), uygulamaya koyduğu yasalar/reformlar var. ‘Yeni üretim tarzının’ arkasında tek bir adam ve onun tasarımları (yasalar ve reformlar tasarlandıkları noktada, kültürel alana aittirler - Taşpınar’ın ikilemine göre) var. Çünkü Taşpınar, bunları hangi sınıf mücadelesinin gündeme getirdiğini bize söylemiyor.

Diğer bir deyişle, Taşpınar, kendi, kurduğu ikilemde, “Kemalistlerle”, Özal’ı aynı yere (kültürel devrimciler kategorisine) koymuş oluyor. Dahası, Taşpınar’a göre bugün Özal reformlarına sahip çıkan sınıf, bizzat Özal reformları (kültür) tarafından yaratılmış bir sınıftır. Olabilir, bunu (yeni bir sermaye birikim -üretim değil!!!!- tarzının, ek olarak yeni sınıflar da yaratmasını) kabul etmek zor değil. Ama bu sınıfın burjuva devriminin temsilcisi olduğunu ima etmek, önce devrimin (Özal eliyle) geldiğini, ilgili sınıfın, hatta ilgili ‘üretim tarzının’ bu devrimi arkadan izlediğini söylemek olmuyor mu?..

Neyse kafanız karıştıysa fazla takılmayın. Çünkü, Taşpınar’ın yazısı, AKP iktidarını, Türkiye’de siyasal İslamın yükselişini doğallaştıran, Marksistlere de “ilerleme”, ekonomik belirleyicilik adına kabul ettirmeyi amaçlayan, üstelik de çok amatör, bir ‘apologia’ dan başa bir şey değil. Tek ilginç yanı, liberalizmin özgüvenini, bir “çakma Marksizm”e sığınacak kadar yitirdiğini sergilemesi.

Ha bir şeyi daha sergiliyor: “İmparatorluğun” en mutena düşünce kuruluşlarındaki, harp akademilerindeki, entelektüel düzeyi…

Thursday, August 19, 2010

Liberalizmin Son Sığınağı, Çakma ‘Marksizm’

‘Zaman’ yazarlarından Ömer Taşpınar, Türkiye’nin Marksist Analizi-I başlıklı bir yazıya başlamış. Siyasal İslamla neo-liberalizmin ortak propaganda aracının aniden Marksizme ilgi göstermesine şaşırmadım.

Sosyalistlerin, “hayır” kampanyası etrafında güçlerini birleştirmeye başlaması belli ki kimi çevrelerde kaygı yaratıyor; çakma Marksist savlarla solu etkileme aymazlığına yol açıyor. Tüm savları iflas eden liberal “düşünür” son bir çabayla, ekonomik determinizme dayalı bir “apologia”ya (savunmaya) sarılmayı deniyor. Aklınca kapitalizmi, andaki yapısını eleştirenleri, kendi silahlarıyla vuracaktır. Bunlar arasında anlamadığı bir konuda konuşmakta olduğunu bir süre başarıyla saklayabilenlere de rastlanabiliyor.

Kendin pişir kendin ye...

Karşımıza, kültürel determinizm- ekonomik determinizm ikilemiyle çıkan Taşpınar bunlardan biri değil. Marksizm açısından, kültür ve ekonomi ikilemine ilişkin tartışmanın, hangisinin hangisini belirleyeceğine değil, birini ötekine indirgemenin sorunlarına ilişkin olduğunu belli ki bilmeyen Taşpınar, projesini daha baştan boşlukta inşa etmeye başlamış oluyor.

Taşpınar’ın yazısında bir hamlede “ekonomik determinizm” kavramından “üretim tarzı” kavramına sıçraması, ekonomiyle “üretim tarzını” adeta birbirinin yerine kullanmaya kalkması da bu kavramları anlamadığını, ya da aralarındaki farkları bilerek yadsımayı seçtiğini düşündürüyor.

“Yaradılış” mitini bir kenara bırakırsak, insan, biyolojik varlığından fazla bir şey olarak tanımlanabildiği noktada, sembol (el, yüz hareketleriyle, sesle) üreten, kullanan, toplumsal bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Üretim (gereksinimlerini ve türünü) yapıyorsa, hem nesne hem de simge üretimini, aynı anda ve bir topluluğun üyesi olarak yapıyor. Diğer bir deyişle, kültürün en temel bileşenleri, simge, hafıza, bilgi, üretimin organik koşulu olarak insanın yaşamının, toplumsal, siyasi, ideolojik biçimlerinin belirlenmesi sürecinde rol oynuyor.

‘Üretim tarzı’na gelince, bu “ekonomik” olanla sınırlı bir kavram değildir; üretici güçlerle (insan, araç, bilgi) üretim ilişkilerinin belli bir birlikteliğini ifade etmek için kullanılır. Marx’ın işaret ettiği gibi, emekçilerle üretim araçlarını bir araya getiren koşullar bize üretimin özgün biçimini verir (Capital. V-II, sf 120, Pelican,1978). Bu üreticiler üretim araçlarını verili toplumsal ilişkiler içinde kullanmaya devam edeceklerse, “yeniden-üretim” ilişkilerinden konuşuyoruz demektir. Bu da bizi yine ideoloji, siyaset, “simgesel evren” (en geniş anlamıyla kültür) kavramlarına götürür: Üretim her zaman yeniden üretimdir, öyleyse her zaman siyasi ve ideolojik bir boyuta sahip olacaktır. Bu yüzden belirleyicilikilişkisi, ne doğrudan üreticilerle üretim araçlarının özelliklerine, ne de bunların bir araya geliş biçimiyle, bunun sürekliliğini sağlayan siyasi, ideolojik koşullara indirgenebilir.

Sahte ikilemden ‘apologia’ya

Ama yazara göre, eğer kültürel belirleyiciliğe inanıyorsak, siyasi (!) ve ekonomik dinamikleri anlama çabalarımızın merkezine İslamı koyarmışız. Yok, eğer Marksçı isek, değişen, kültürel vesiyasi (!) dinamikleri, ülkenin sınıf dinamiklerinin, üretim tarzının ve kapitalizmin yapısının evrimine bakarak anlamaya çalışırmışız.

Taşpınar’ın yazısının birinci bölümünü bitirirken, yarattığı bu ikilem, bizi yazının ikinci bölümünün, AKP iktidarını, Türkiye’de siyasal İslamın yükselişini doğallaştıran, Marksistlere de “ilerleme”, ekonomik belirleyicilik adına kabul ettirmeyi amaçlayan bir ‘apologia’ olacağı izlenimi yaratıyor.

Dikkat ederseniz yazar, “siyaseti”, kurmaya çalıştığı ikilemin her iki tarafına da, (bir kez ekonomiyle, bir kez de kültürle yan yana) koymadan edemiyor... Neden? Koymazsa, bu ikilemi üzerine kurmaya hazırlandığı söylemin istikrarını koruyamaz da ondan. Eğer konuya, ekonomiyi ve kültürü karşı karşıya koyarak değil de, bunları birleştiren bir siyaset kavramıyla girersek yazarın hiç istemediği sonuçlara ulaşabiliriz de ondan:

1980’lerde uygulanmaya konan neo-liberalizm, Türkiye kapitalizminin yerleşik bölüşüm ilişkilerini, toplumsal dayanışma ağlarını kırmaya, devletin sosyal hizmetlerini yıkmaya başladı; sermaye içi sınıf çelişkileri de derinleşti. Bu zeminde, İslamın geleneksel (kendilerini siyasal iktidarın varoşlarına süren Cumhuriyet’le başından beri mücadele içinde olan) entelektüelleri, askeri darbenin solu imha etmiş olmasından da yararlanarak, tarihsel bir fırsat yakaladılar. Bunlar, küresel sermayenin önünü açmak için “ulus devlet” kavramını hedef alan liberal entelektüelleri de kazanarak (trasformismo), kimi sermaye kesimlerini de içeren, “dış dinamiklerce” de desteklenen yeni bir iktidar bloku inşa etmeye koyuldular. Taleplerinin Türkiye’nin devlet yapısına sığmayacağını düşünen Kürt entelektüellerinin ve halkın desteği de bu projeye “dönüşüm-statüko” ikilemi yoluyla kazanılmaya çalışıldı.

Kısacası, çakma Marksizmin kültür-ekonomi ikilemine kapılmazsak siyasal İslamın, Türkiye’nin özgül koşullarında, bir sınıf egemenliği ideolojisi, bir emek/beden kontrol (bio-politik) sistemi olarak karşımıza çıktığını görebiliyoruz.

Sunday, August 15, 2010

Yeni bir savaşı beklerken...

Bu yıl yaza Ortadoğu’da yeni bir savaş beklentisiyle girdik (“Yine Savaş Rüzgârları”, 12/07). Council on Foreign Relations’un “A Third Lebanon War” (Üçüncü Lübnan Savaşı) ve International Crisis Group’un “Drums of War: Israel and the ‘Axis of Resistance’” (Savaş Davulları: İsrail ve ‘Direniş Ekseni’) başlıklı raporlarının yayımlanmasının üzerinden daha 1 hafta geçmeden Akabe (Ürdün), Eilat (İsrail) kentlerine “Katyuşa” ve “Grad” tipi roketler düştü (kaynağı hâlâ tartışılıyor). Lübnan-İsrail sınırında çatışma çıktı, iki asker, bir gazeteci Lübnanlı ve bir İsrailli Albay öldü.

Cumartesi günü, Lübnan gazetesi The Daily Star, İsrail savaş uçaklarının Lübnan hava sahasında, korkutma amaçlı, saldırı taklidi yapan uçuşlar yaptıklarını yazıyordu.

Geçen hafta uluslararası medya da, özellikle İsrail’de ve Arap ülkelerinde yorumcular, kimsenin savaştan yana olmadığında, savaşın kimseye bir yarar getirmeyeceğinde, hemen herkesin hemfikir olmasına karşın yeni bir savaşın her gün biraz daha yakınlaşmaya devam ettiğini vurguluyorlardı.

Dahası, yeni bir savaşın Lübnan’la sınırlı kalması da artık zayıf bir olasılık. Bu kez, Suriye’den İran’a, Türkiye’den ABD’ye birçok ülkenin savaşın burgacına kapılması kaçınılmaz görünüyor.

İki rapor
ABD’nin dış ilişkiler alanında en etkili düşünce kuruluşu CFR’in, ABD’nin eski Mısır büyükelçilerinden Dan Kurtzer’e hazırlattığı “III. Lübnan Savaşı” başlıklı araştırmanın sonuçlarına göre, “ABD’nin yeni bir savaşı engelleme kapasitesi çok düşük”. Bu yüzden Kurtzer’e göre ABD Dışişleri’nin “önümüzdeki 12-18 ay içinde patlak vermesi olası bir savaşın”yayılmasını engellemeye yönelik önlemler üzerinde yoğunlaşması gerekiyor.

Kurtzer’in bu kötümserliğinin arkasında, Hizbullah’ın, 2006’dan bu yana, Birleşmiş Milletler kararlarına karşın, edindiği gelişmiş füze sistemlerinin, İsrail’in güvenlik açısından kabul etmeye hazır olduğu sınırı aşmış olabileceği düşüncesi yatıyor. Kurtzer, Hizbullah’ın yerden havaya füze sistemi edinme olasılığının, İsrail’in Lübnan hava sahasındaki üstünlüğüne son vereceği için, İsrail ordusu tarafından kabul edilemez olduğunu düşünüyor.

Kurtzer’in İsrail’in güvenlik kaygılarını eleştirisiz kabullenmesi, ABD’nin Hizbullah’ı etkisizleştirecek tedbirler geliştirmesine ilişkin önerileri adeta İsrail’e yeşil ışık yakıyor. Nitekim Kurtzer, ABD’nin, büyük çaplı, yayılma eğilimi taşıyacak bir operasyonu engellemek veya ötelemek için İsrail’i daha küçük çaplı bir operasyona teşvik edebileceğini de düşünüyor. Özetle CFR’nin raporu kötümser bir yerden kalkıyor ve çok tehlikeli bir noktaya ulaşıyor.

International Crisis Group’un “Savaş Davulları: İsrail ve Direniş Ekseni” başlıklı raporuna göre 2006 savaşından dört yıl sonra bölgede durum, “olağanüstü sakin ve bir o kadar da tehlikeli”. Taraflar yeni bir savaşın, hem 2006’dakinden daha yıkıcı olacağının, hızla genişleyebileceğinin bilincinde olarak, savaşa yol açabilecek adımlardan kaçınıyorlar. Bugünkü koşullarda, Hizbullah çok daha iyi silahlanmış, Lübnan hükümetinin parçası haline gelmiş durumda; Lübnan’daki toplumsal saygınlığı da çok yüksek. Bu yüzden Hizbullah’ın siyasi durumunu tehlikeye atacak bir adım atma olasılığı çok düşük. Buna karşılık, yine bu yüzden İsrail’in bir savaş sırasında, Lübnan resmi güçleriyle Hizbullah, sivillerle askeri hedefler arasında bir ayrım gözetme olasılığı çok düşük, bu nedenle yıkımın çok daha büyük olacağı kesin. Ancak, yine aynı nedenlerden, bu savaşın Hizbullah’ı tasfiye etme şansı 2006 savaşından daha düşük; ama Hizbullah roketlerinin İsrail’de sivillere zarar verme şansı çok yüksek. Diğer taraftan, “direniş ekseni” olarak nitelenen İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah arasındaki ilişkiler çok daha derin. Bu yüzden birine yönelik bir saldırıya, “eksen”in diğer üyelerinin de cevap vermesi olasılığı yüksek. Tüm bu etkenler taraflar üzerinde caydırıcı bir etki yapıyor.

Ancak rapora göre bunlar öykünün iyimser yanı. Kötümser yandaysa, bu görüntünün altında “gerginliklerin basıncının, herhangi bir güvenlik vanasından yoksun olarak yükselmeye devam ediyor olması” var. Rapora göre Lübnan krizi bölgesel sorunlardan kaynaklanıyor ve bu sorunlar çözülemediğinden, savaşı engelleyen en büyük etken, tarafların ortaya çıkacak bir felaketin büyüklüğüne ilişkin korkularıyla sınırlı kalmaya devam ediyor.

Eksen sorunu...
Olaylar, gerginliklerin bu iki raporun gözlemleri doğrultusunda artmaya devam ettiğini gösteriyor. Örneğin Lübnan-İsrail sınırında yaşanan çatışma, İsrail askerleriyle Hizbullah arasında değil, Lübnan ordusu ile yaşandı. Ama çatışmanın hemen ardından Hizbullah’ın direniş gücünü Lübnan ordusunun hizmetine vermeye hazır olduğunu açıklaması, “Hizbullah ve hükümet, Şiiler ve diğerleri” ayrımlarının artık geçerli olmadığını gösteriyor. Nitekim, cumartesi günü gazeteler, Lübnan Devlet Başkanı Süleyman’ın “İsrail’in saldırganlığı karşısında orduyu gelişkin silahlarla donatacağı açıkladığını” yazıyordu (Haaretz, The Daily Star).

Bu gelişmelere ek olarak, Hariri suikastını soruşturmak için uluslararası mahkeme bulgularını açıklamaya hazırlanıyor. Sızan bilgiler, mahkemenin Hizbullah’la ilişkili kimi isimleri suçlayacağını düşündürüyor. Yorumcular mahkemenin doğrudan Hizbullah’ı suçlaması halinde Lübnan’ın bir iç savaşın eşiğine geleceğini ileri sürüyorlar. Bu gözlemler, bölgede bir Şii-Sünni çatışmasına yatırım yapan güçlerin süreci iç savaş yönde etkilemeye çalışacağını düşündürüyor. Buna karşılık, Hariri’nin oğlu, Başbakan Saad Hariri’nin böyle bir olasılığı engellemek için, Hizbullah’ı değil, “kimi denetim dışı unsurları” suçlamaya hazırlandığı anlaşılıyor. Hizbullah’ın lideri Nasrallah da, daha panelin sonucu açıklanmadan İsrail’i suçladı, bugün (pazartesi) iddiasını destekleyecek somut verileri açıklayacağını söyledi. Tüm aksi yönde çabalar karşın, Hariri soruşturması bölgeyi ateşleyecek fünye görevini kolaylıkla üstlenebilecek.

Lübnan savaşının bölgeyi etkileme olasılığı, aslında İran’la ilgili bir dinamik. İsrail ve ABD medyası, “bölgede tüten tüm dumanların İran’dan kaynaklandığını”, İran’ın Lübnan’dan Afganistan’a, Irak’a barış ve istikrar önünde büyük bir engel oluşturduğunu, nükleer silah edinme sürecinin engellenemediğini ısrarla savunuyor.

İddialar, İran’ın Beyaz Rusya üzerinde S-300 füzeleri almasından, Suriye üzerinden Hizbullah’ı silahlandırmaya devam etmesine kadar uzanıyor. Uzanırken de, geçen hafta İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ısrarla tekrarladığı gibi Türkiye’den geçiyor. İsrail tarafı geçmişte Türkiye’nin, İran’ın Hizbullah’a, Türkiye üzerinden silah taşımasını engellediğini, ancak yeni MİT başkanının İran’la yakınlığından dolayı bu durumun değişmesinden kaygı duyduklarını söylüyor.

Bu eksen tartışmaları sürerken, Zaman gazetesinin “Dışişleri Bakanı Davutoğlu: Türkiye kendi eksenini saptar”başlıklı haberi oldukça düşündürücüydü. Çünkü “Türkiye’nin kendisini ilgilendiren konularda kendi sesinin olması”nı istemesi bir şey, dünyanın geri kalanında bu sesin, İran, Suriye ve Hamas’ın sözcüsü olarak algılanmaya başlanmasıysa başka bir şey, özellikle bu günlerde...

Wednesday, August 04, 2010

Korkutucu Bir Tartışma

“Evet” - “Hayır” tartışmaları yoğunlaşırken medyada, AKP ve siyasal İslama muhalefet edenlere yönelik ideolojik / kültürel saldırıların giderek artacağını düşündüren tehlikeli eğilimler şekilleniyor.

‘İslam düşmanı’, komünist filan…

Kimi gazeteler, “Hayır” diyenleri, hain ve terörist ilan etmeye çalışırken, Radikal gazetesi yazarı Namık Kemal Zeybek’in Özdemir İnce’yi “Gerekli gereksiz konu açar ve inançlı okuyucuların İslam inancını sarsmak amaçlı yazılar yazar...” suçlamasıyla Kesin ve keskin bir İslam düşmanı” ilan ettiğine şahit olduk.

Zeybek, İnce’nin, Kuran’ın Nahl (Arılar) suresinden yaptığı bir alıntının, mülkiyet ve bölüşüm konularıyla ilgisini sorguluyor; hızını alamayıp komünist suçlamasına kadar ulaşıyor.

İnce, sureyi söyle aktarmış: “Allah sizi, maişet ve rızk hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye inecek derecede, yanlarında çalıştırdıkları köle (ve hizmetçi)lere vermezler. O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendileri üzerindeki haklarını bile bile inkâr ederler?” Sonra “Kuran’ın D. Masson tarafından yapılan Fransızca çevirisinde bu anlam daha da açık diyor ve devam ediyor: “Allah yanınızda çalışanlarla eşit olarak paylaşmanız için kiminize daha çok verdi. İnce, “Statükoyu koruyan, patron-işçi arasındaki emek/kazanç ilişkisinde egemen olan sömürü düzenini koruyan bu ayetin vahiy yoluyla indiğine inanmanın çok güç olduğunu düşünüyor, ekleme olmasından kuşku duyulabileceğini söylüyor.

Zeybek’in tepkisi söyle: “Bu nasıl iş? Bu nasıl akıl Bay Ö. İnce? Ayet, hem zenginlere yanlarında çalıştırdıklarına kendileriyle eşit düzeye gelecek şekilde dağıtmalarını isteyecek ve hem de bu sömürü düzeninin korunması olacak? Zeybek, devam ederek İnce’yi komünist olmakla suçluyor. Eğer” diyor, İslamın öngördüğü sistemin komünizm olmasını istiyorsa o mümkün değil... Ne olduğunu merak ediyorsa söyleyelim: Üretimde girişim özgürlüğü, üleşimde adil dağılım. Bu da ne mi? İşte ne ise o...”

Adalet üzerine…

Bu tartışmada benim esas ilgimi çeken, Üretimde girişim özgürlüğü, üleşimde adil dağılım” savındaki “adil” sözcüğü oldu.

Ama, İnce’nin aktardığı “çevirilerin” de, Kuran’ın yazıldığı zamanın ruhu, hâkim felsefi arka planı bağlamında düşündüğümden, bende kuşku uyandırdığını söylemek isterim. Arapça okuyamadığımdan, İngilizcede Mohammed Marmaduke Pickhall’in genel kabul gören “çevirisine” (İngilizce anlamına) başvurdum, sonra internette aradım, Maulana Muhammed Ali ve Abdullah Yusuf Ali gibi yazarların “yorumlarına” da baktım. Ufak ama benim kuşkumu giderecek kadar önemli bir farklılık söz konusu olduğunu gördüm: Söz konusu surenin İngilizceye aktarımının Türkçesi şöyle: “Tanrı kimilerine diğerlerinden daha fazla vermiştir (ihsan etmiştir). Kendilerine daha fazla verilenler, verilenleri, sırf eşitlik sağlamak için yanlarındakilere (kölelere) veremezler. Böyle yaparlarsa Tanrı’nın ihsanını yadsımış olmayacaklar mı?”

Bu, Kuran’ın zamanının, felsefesinin (Platoncu), adalet kavramıyla da uyumlu olan aktarımının daha doğru olabileceğini düşünüyorum.

Platon ideal sitenin temelini oluşturmak amacıyla adalet kavramını (Devlet, 331-445e; 544-592b, Kanunlar, 810-817e) tanımlamaya çalışırken, önce bireyler arası ilişkiler, karşılıklı sorumluluklar düzeyinde çalışır, sonra, egemenlerin kendi çıkarlarıyla ilgili koydukları kurallar olarak adalet kavramına değinir, giderek adalet kavramını, sitenin iç uyumu, işbirliğinin temeli olarak düşünür.

Bu düşünce sürecinde ona iki varsayım yol gösterir. (1) Bireyler kendi kendilerine yeterli değildir. (2) Her birey doğal olarak (yaradılış itibarıyla), yalnızca tek bir şeyi yapma becerisine (techne) sahiptir. Kimilerinin techne”si üretmek, kimilerininki de koruyuculuktur (askerler) ya da yöneticiliktir (filozoflar). (1)’e göre bireyin varlığı sitenin varlığına tabi olacaktır. (2) Sitenin istikrarı her bireyin, yaptığı işten (techne) başka bir şey yapmamasına bağlıdır. Bu siyasal düzen“doğal” ve idealdir. Platon, Kanunlar’da bir adım daha ileri giderek, yasaların da tanrıların ilhamı (sözü) olduğunu ileri sürer.

Şimdi, “Ne ise o…” ifadesini sanırım şöyle yorumlayabiliriz: Adalet, herkesin yerini bilmesine (yaradılışına uygun davranmasına), Tanrı’nın kendisine ihsan ettiği yeteneklerine ve servete (rızka) sahip çıkmasına, yapmakta olduğu işi yapmaya devam etmesine, başka işlere burnunu sokmaya kalkışmamasına bağlıdır. Elindekini (servet, siyasi iktidar) başkalarına vermeye kalkması, Tanrı’nın ona verdiğine sırt çevirmesi anlamına gelmeyecek midir? Başkasının elindekini (servet, siyasi iktidar) almaya kalkmak da Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak anlamına… Adil olan da budur. Bu da günümüzde, sermayenin üleşim sisteminin kutsanmasından başka bir anlama gelmez. Kuran’dan aktarılan sure (16/71) de bunu onaylıyor!