Thursday, June 28, 2012

B.O.P. - Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet) 27 Haziran 2012 -

Büyük Ortadoğu Projesi battıktan sonra, Büyük Ortadoğu’nun panoraması kaosa dönüşme eğilimleri sergiliyor. Müslüman Kardeşler hareketinin de bu bölgeyi ABD hegemonyasına bağlayacak yeni Büyük Ortadoğu Palamarı olarak şekillendiği görülüyor.

Büyük Ortadoğu panaroması
En “sağlam” yerden başlarsak, Suudi Arabistan’ı “demir yumrukla” yöneten İçişleri Bakanı, Kral Abdullah’ın veliahtı Nayef bin Abdul Aziz öldü. Abdullah, Nayef’in yerine yeni veliaht olarak Savunma Bakanı Salman bin Abdul Aziz’i atadı. Ancak hanedanın veliahtlarının ortalama yaşı 80. Karen Elliot’un Wall Street Journal’da aktardığı gibi, Suudi Krallığı’nda nüfusun yüzde 40’ı ayda 1000 doların altında bir gelirle yaşıyor, kronik bir genç işsizliği var, nüfusun yüzde 50’si 25 yaşın altında. Bu sırada bölgede yeni bir rejim projesi olarak Müslüman Kardeşler yükseliyor.

Bir başka istikrar “adası” da sözde demokratikleşmekte olan Kuveyt. Geçen günlerde Kuveyt emiri parlamentoyu bir ay askıya aldı. Arkasından Anayasa Mahkemesi, şubatta yapılmış seçimleri iptal ederek, parlamentoyu feshetti, seçmenin yüzde 56’sının reddettiği önceki parlamentoyu yeniden göreve getirdi.

Abdullah Al Şayji’nin Gulf News’de özetlediği gibi kaos yayılıyor: Libya artık silahlı milislerin ve savaş ağalarının elinde, Yemen’de yönetim yıkıldı yıkılacak, Tunus’ta, MK hükümeti, topluma din kurallarını dayatan yasaları birbiri ardına çıkardıkça, dinci - seküler gerginliği tırmanıyor. Suriye, isyancıların CIA ve Türkiye eliyle silahlandırıldığı bir iç savaşa doğru ilerliyor (25/06/12). En az Suudi Arabistan kadar istikrarlı olduğu varsayılan Türkiye, Kürt sorununa, akan kana bir çözüm üretemiyor. Dünyada AKP hükümetinin iç politikasında dinci ve baskıcı, dış politikasında maceracı reflekslerin egemen olduğuna ilişkin bir algı güçlenirken bir TC uçağı Suriye tarafından düşürülüyor. Türkiye’ye 10 milyar dolar hibe ettiği söylenen Suudi rejiminin gazetelerinden Al Awsat’ta bir yorumcu, sabırsızlanarak “Türkiye neden korkuyor, neden Suriye’ye cevap vermiyor” diye sorguluyor.

Lübnan, Suriye’ye bağlı olarak istikrarını kaybetmeye devam ediyor. Ürdün Kralı, Suriye’de iktidara Müslüman Kardeşler geldiği takdirde sürmesi olanaksız bir denge üzerinde durmaya çalışıyor. Bahreyn, Şii ağırlıklı isyanı bastırmaya gelen Suudi güçlerinin adeta işgali altında. Sünni - Şii kamplaşması devam ediyor. Rivayete göre Sudan’a da “bahar” gelmeye başlıyor. Bu sırada, İsrail’de, adeta siyahları, Yahudi olsa da istemiyoruz çılgınlığı yaşanıyor. Hamas’ın roketleri yeniden uçmaya başlıyor.

Mısır’da genel seçimler iptal edildi. Anayasa, cuntanın yetkilerini artıracak biçimde bizzat cunta tarafından yeniden “düzeltildi”. Kısacası Mısır’ın halen ne parlamentosu ne anayasası, hatta devlet başkanı yok. Devlet başkanlığı seçimlerini kıl payı kazanan, halk arasında “yedek lastik” lakaplı Morsi’nin göreve nerede yemin ederek başlayacağı belli değil.

Morsi yemin edecek yer bulsa, bir taraftan yetkilerini cunta gasp etmiş durumda; diğer taraftan iplerin aslında geçen hafta Wall Street Journal’a, konuşan MK lideri, milyarder işadamı Al Şater’in elinde olacağından kimsenin şüphesi yok.

Büyük Ortadoğu palamarı...
Geçen haftalarda “ABD - MK - Cunta” üçgeni, ABD’nin MK’ye verdiği destek, Ortadoğu medyasında etraflıca tartışıldı. Bu konuda Suudi rejiminin huzursuz olduğu anlaşılıyordu. Al Awsat’ta Tarık Alhomayed, MK’nin, cuntayla yaptığı pazarlıklara ilişkin ABD’den yardım istediğini aktardı. Al Ahram’ın bir haberine göre Özgür Mısırlılar Partisi, Demokratik Cephe Partisi, Devrim Sürüyor Koalisyonu, Tagammu Partisi, Kifaya Hareketi gibi, solcu, seküler, liberal gruplar ortak bir basın toplantısında ABD’nin MK’ye verdiği desteği kınadılar.

MK doğasına uygun olarak ısrarla “görüşmüyoruz” derken, Al Şater WSJ ile yaptığı söyleşide, baklayı ağzından çıkarıyor; hem orduyla hem de ABD ile görüştüklerini, cuntayla iktidarı paylaşmak konusunda anlaştıklarını, ama cuntanın bu anlaşmaya uymadığını açıklıyordu. Şater yalan söyleme geleneğine uyarak, “İslamda zorlama olmadığından, toplumu İslam kurallarına uymaya zorlamayacağız” diyordu. Şater için, “ABD ile stratejik ortaklık kurmak, uluslararası kredi piyasalarından yararlanmak, meşruiyet kazanmak açısından öncelik taşıyordu”.

Şater yalnızca Mısır’da ipleri elinde tutuyor olmayacak. MK, Mısır merkezli uluslararası bir hareket olduğundan, Şater, Tunus’tan Ürdün’e, en önemlisi Suriye’ye kadar geniş bir bölgede, ABD ile “stratejik işbirliği içinde” büyük etki sahibi olacak.

Bu süreçte, ABD bölgeyi MK ile kendine bağlayabilecek mi? Kim kimi peşine takıp götürecek? Bana, süreci yalnızca izlemekle kalmayacağız gibi geliyor; ne de olsa Osmanlıyız biz

Thursday, June 21, 2012

Yunanistan dersleri

(20 Haziran 2012 )

Bugünlerde, Avrupa’da, dünyada emekçiler çok uzun bir süreden sonra ilk kez işçilerin, halkın çıkarlarına öncelik verecek bir hükümetin, hatta yeni bir iktidar biçimine açılabilecek yeni “tarihsel blokunun” Yunanistan’da oluşmaya başladığına tanıklık ediyor, bu deneyimi kendi ülkelerinde tekrarlamanın yollarını düşünüyor olabilirlerdi. Ama öyle olmadı.

Pazartesi sabahı gazeteler, AB liderlerinin, piyasaların (uluslararası mali sermayenin) derin bir nefes aldıklarını, tehlikenin şimdilik, geçtiğini anlatıyorlardı. Pazartesi akşamı haberler, Angela Merkel’in, umulanın aksine, Yunanistan politikacılarına, “uzlaşma yok, kemer sıkmaya devam” dediğini aktarıyorlardı.

Seçim sonuçları...
Seçimlerde, muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi oyların yüzde 29’unu aldı. Birinci olan partiye, meclise fazladan 50 iskemle veriliyor. YDP eğer “sosyal demokrat” PASOK’u ikna ederse, 300 iskemleli mecliste 162 İskemleye dayanan bir koalisyon kurma şansı yakaladı.

Ne ki, YDP lideri basının karşısına çıkıp, “Yunan halkı iradesini Avrupa Birliği’nden yana koydu” derken düpedüz yalan söylüyordu. Birincisi, Yunan halkının yüzde 80’i zaten AB’den çıkmaktan yana değildi, depresyonun ortasında, dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı çıkıyorlardı. İkincisi, YDP hem 1999 yenilgisinde aldığı oyların bile gerisine düşmüştü hem de seçmenin yaklaşık yüzde 40’ının katılmadığı bir seçimlerde aldığı “yüzde 30”, seçmenin yüzde otuzunun bile iradesini temsil etmiyordu. Üçüncüsü, kemer sıkma politikalarına evet diyen PASOK’un oyları da yüzde 13.2’den 12.28’e gerilemişti.

Geçen seçimlerde, emekçileri hedef alan kemer sıkma politikalarına karşı çıkarak yüzde 17 oy alan sol blok SYRIZA, bu kez oyunu yüzde 27’ye yükseltti. Böylece, YDP ile SYRIZA arasında yalnızca yüzde 2.7’lik bir seçmen kitlesi kalıyordu. 6 Mayıs seçimlerinde yüzde 8.5 oy alan Yunanistan Komünist Partisi KKE’nin oylarıysa, seçmeninin önemli bir kısmı SYRIZA’ya kayınca yüzde 4.5’e geriledi. Faşist Altın Şafak partisinin oylarının değişmeyerek yüzde 7’de kalmış olması kararlı bir toplumsal tabana sahip olduğunu gösteriyordu.

Özetle, gerek seçmenin tercihi, ama daha da önemlisi bu tercihin momentumu, Yunanistan emekçi sınıflarının kemer sıkma politikalarına karşı olduğunu gösteriyordu. Eğer KKE farklı bir tutum alsaydı, sol bir ittifak bugünlerde hükümet kurma çalışmalarını, daha da önemlisi, bir başka yerde tartıştığım gibi (www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45710) emekten yana halkçı bir “tarihsel blok” inşa çabalarını başlatabilecekti.

İki korku...
Bu sonuçların oluşmasında sanırım iki korku rol oynadı. Birincisi, uluslararası mali sermayenin, tüm medya, toplumsal ilişkiler, organik entelektüeller aracılığıyla topluma dayattığı ikilemin orta sınıflarda yarattığı korkuydu: Ya YDP ve PASOK’a oy verecek, böylece kemer sıkma politikalarını kabul edeceksin ya da kemer sıkma politikalarını reddeden SYRIZA oy verecek, böylece Avrupa Birliği’nden çıkacaksın. O zaman AB’nin geleceği tehlikeye girecek Yunanistan ekonomisi, toplumu bir kaosa sürüklenecek. AB’nin ve Yunanistan’ın kaderi bir avuç yeniyetme radikale, Neo-Marksist entelektüele bırakılamayacağına göre... Bu propaganda, orta sınıfların bir kısmını korkutarak YDP’ye yönlendirdi.

Bu korkuyu yayanlar, bugün, uçurumun kenarından döndüklerini düşünüyorlar. Tarih bize, bunların bir daha bu noktaya gelmemek için önlem almaya başlayacaklarını söylüyor. Eğer muhafazakârlar hükümet kurmayı başarırlarsa, SYRIZA muhalefetteyken üzerinde yapılacak operasyonları hep birlikte izleyeceğiz.

İkincisi de bence, KKE’nin seçimlerde SYRIZA’ya destek vermesini engelleyen korkuydu. KKE’nin açıklamalarından, bu korkunun iki bileşeni olduğu anlaşılıyor. Birincisi, günlük politikada SYRIZA ile olan rekabetinden hareketle, “beni eritmeye çalışıyorlar”, bağımsızlığımı koruyamazsam, işçi sınıfının çıkarlarının, mücadelesinin bağımsızlığını koruyamam korkusu. İkinci de, devrim koşulları yok, hükümeti alırsak yönetemeyiz, faşizm gelir korkusu. Bu tutum, KKE’ye seçmeninin yarıya yakınını kaybettirdi. Kaçan fırsatlar bilinçlere çıktıkça bu kayıp daha da artacak. İkincisi, devim koşulları yok ama bu koşullara yol açabilecek “devrimci durum” (yönetenler ve yönetilenler ilişkisi açısından) var. Dahası, “devrim koşullarına” geçmeye olanak verecek, ittifaklar zinciri, anti-kapitalist söylem, bunun üzerinde “karşı hegemonya”, giderek anti kapitalist halkçı bir “tarihsel blok” oluşturmanın olasılığı da var. Seçimlerden önce vardı, şimdi, muhafazakâr partilerin yeniden saldırıya geçmeye hazırlandıkları koşullarda da var.

Solun bu seçim sonuçlarından gereken dersler çıkarıp, güçlerini, temsil ettiğini iddia ettiği sınıfların iradelerini bir araya toplayarak bir “tarihsel blok” kurmaya çalışması gerekiyor. “Devrim koşulları” kendiliğinden oluşmuyor. Bu koşulların “Devrimci durum” içinde, öznenin pratiğiyle inşa edilmesi gerekiyor.

Thursday, June 14, 2012

Aman 'mayın eşeği olmayalım'

Bir okuyucum pazartesi yazımla ilgili olarak gönderdiği notta “Mayın eşeği olmayalım” diyordu. Kaygısına katılmamak elde değil. 

Hem savaş davullarının sesinin aniden yükselmesine yol açan Hula katliamına ilişkin sorular, hem de Türkiye üzerinde baskılar artmaya devam ediyor. 

Hula’da ne oldu? 
Hula katliamından hemen sonra, ABD, İngiltere, Arap medyasında “Suriye’ye askeri müdahale” çağrısı yapan koro sesini daha da yükseltmişti. Ancak tüm şamataya karşın, Lübnan’da yayımlanan Al Akhbar gazetesinin 5 Haziran yorumunda vurgulandığı gibi, Hula’da aslında ne oldu hâlâ belli değil, her şey hâlâ çok bulanık. 

Hula’da katliamı aslında “muhalefetin” düzenlediğine ilişkin Rusya kaynaklı iddialara, pazar günü, ABD’de muhafazakâr kanadın dergilerinden National Review’a yansıyan bir rapor eklendi. Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) için hazırlanan rapor, pazartesi günü aktardığım Rusya kaynaklı bulguları destekliyor. 

FAZ’ın raporuna göre Hula katliamını Suriye muhalefeti gerçekleştirmiş, FAZ’ın görgü tanıklarından derlediği bilgilere göre, ölenlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi yanlısı Alevi ve Şii ailelerin üyeleri. FAZ, nüfusunun yüzde 90’ı Sünni olan Hula’da katliamda ölenlerin, Sünni İslamdan, Şii İslama geçen ailelerin üyelerinden oluştuğuna işaret ediyor. 

Ortadoğu uzmanı, Martin Janssen de Belçika haber sitesi De Redactie’de yayımlanan araştırmasında, görgü tanıklarının, Hula’daki katliamı, kafası kazınmış uzun sakallı insanların gerçekleştirdiğini söylediklerini aktarıyor. Salı günü de Syria Report (muhalefete yakın) Marmarita bölgesinden 40 genci öldürenlere ilişkin, benzer görgü tanığı ifadeleri aktarıyordu. Bu tanımlamalar, Suriye askerlerine değil Radikal İslama, Selefi militanlara işaret ediyor. 

NR yazarı, muhalefetin gerçekleştirdiği birçok gaddarca olayın, Batı ve Arap basını tarafından, yeniden paketlenerek, Suriye rejimi yapmış gibi sunulduğu konusunda, St. James Haçı Manastırı’ndan rahibe Agnes-Mariam’ın daha nisan ayından bu yana birçok uyarıda bulunduğunu da aktarıyor. 

Fay hattına mı sürülüyoruz? 
ABD, İngiltere başta olmak üzere Batı, Suriye’yi Libya’ya benzetmeye kararlı görünüyor. Bu nedenle de medya propaganda yayınına dozunu arttırarak devam ediyor. Kissinger gibi, dış politika duayenlerinin, pazartesi yazımda aktardığım uyarıları, anında “sen yanılıyorsun” tepkisiyle karşılanıyor. 

Çünkü ABD sağının en militarist kesimleri Suriye “olayı”na, stratejik bir mekânı, enerji kaynaklarını denetleme bağlamında büyük anlam yüklüyor. Örneğin başında, eski CIA Başkanı James Woolsey’in bulunduğu “neo-con” tekkesi, Foundation for Defense of Democracies’in kurucu üyelerinden Clifford May’e göre, Esad yerinde kalırsa İran kazanmış olacak, Esad giderse ABD (NRO, 07/06). Bu amaç için Libya’da olduğu gibi Selefi akımlarla işbirliği yapmak da sorun değil; önemli olan İran’ı sıkıştıracak, İsrail’i koruyacak bir Sünni-Şii kamplaşmasının inşa edilmesi. 

Ama bu madalyonun öbür yüzünde, Suriye ile olan ekonomik, siyasi bağlarını korumaya kararlı Rusya ve Çin var. Suriye bağlamında öncelikle Rusya önemli. Rusya için Suriye önemli bir silah pazarı. Rusya’nın Suriye’de büyük enerji sektörü yatırımları var. Rus donanmasının Akdeniz’de ikmal yapabileceği tek liman, Tartus da burada. Pazartesi aktardığım gibi Rusya’nın Suriye’deki personelinin (ekonomik, askeri, istihbarat) sayısı 100 bine ulaşıyor. Bu nedenlerden dolayı Rusya’nın Suriye’yi, ABD’ye ve bölgedeki enerji piyasası rakibi Suudi Arabistan’a kaptırmaya niyeti yok. 

ABD’nin bölgedeki etkinlikleri, İran’ı hedef alması, Çin’i de tedirgin ediyor. Çin açısından Suriye’nin düşmesi, sıranın, önemli bir enerji tedarik kaynağı, yatırım piyasası ve stratejik coğrafya olan İran’ın da ayakta kalmasının olanaksızlaşması anlamına geliyor. 

Bu jeopolitik diziliş, Suriye, İran çizgisinin, çok kırılgan bir fay hattı oluşturduğunu gösteriyor. ABD-Suudi Arabistan tarafında yer alan ve pazartesi günü Financial Times’ın başyazısının bir kez daha vurguladığı gibi, Suriye konusunda inisiyatif alması istenen Türkiye böylece her an kırılacak, kırıldıktan sonra da Lübnan’dan, bir askeri müdahale olursa devreye gireceğini açıklayan İran’a, Ürdün’den büyük bir Şii nüfusa sahip Suudi Arabistan’a hatta, Müslüman Kardeşler bağlamında Mısır’a kadar uzanacak, İsrail’i de kaçınılmaz olarak sarsacak bir depremin fay kırığı üzerine sürülmek isteniyor. 

Bu sırada insan sormadan edemiyor: Sakın, aralarında, Fethullah Hoca Efendi’ye geçmişte referans mektubu yazmış Morton Abramowitz gibi tiplerin de bulunduğu kimi yorumcuların, düne kadar yere göğe koyamadıkları Başbakan Erdoğan’ın, otoriter eğilimlerinin şimdi farkına varmaya başlamaları bu konuyla ilgili, artmakta olan bir basıncın parçası olmasın?

Friday, June 08, 2012

Sıkıcı Yazılar

(06.06.2012)
Kürtaj, sezaryen tartışmaları başladığından bu yana liberal yazarların köşeleri, sıkıcı, karma karışık savlarla, bıktırıcı yakınmalarla dolup taşıyor. Buna karşılık siyasal İslamın önde gelen yazarlarının köşelerinde çoğunlukla, keskin, berrak, “durumun” özelliklerine uygun yazılara rastlanıyor.
Yoksa ben safdillik mi etmişim?
Geçenlerde bunlardan biri tüm şaşkınlıkları, yakınmaları, bunlara yol açan liberal yanılgıları, “stratejik cehalet” tercihlerini bir yazıda toplamayı başardı.
Söz konusu yazar “Artık inanmıyorum ki”... “Bütün o ‘ileri demokrasi’ lafları doğru değil” diyor. Yazar hep grilere inanmış. Hep ara alanlarda yazmış, “Kategorik yazar olamadım” diyor. “Şu insan, şu sistem, şu parti, şu ideoloji kötüdür” diyememiş. Her şeyin iyi yanları da var kötü yanları da var diye düşünmüş. Şimdi şaşkın: “Yoksa ben safdillik mi etmişim?”
Saflığa sığınmak için çok geç. Sorun ta baştan, “safdillik etmekten” değil, en iyi niyetli bir yorumla, düşünce yerine kanaatlerle karar vermekten, kimi zaman da “ben işime bakayım yeter” diyen “stratejik cahillik” tercihinden kaynaklandı.
Kanaat sanki ideolojik değilmiş gibi edinilen, hangi değerler sistemine ait olduğu irdelenmeden benimsenen, sarf edilen, yeniden üretilen ifadelere ilişkin bir kavram. Düşünce ise, hangi ideolojiye, değerler sistemine ait olduğunu bilerek eleştirel bir süzgeçten geçirdikten sonra edinilen, bu dikkatle sarf edilen ifadelere ilişkin.
Bu cins yazarlar, toplumda bağımsız tutum almanın, ortalama bir yerde durmanın erdem olduğuna inanmamızı isterler. Halbuki bu tutum, bir davayı ciddiye almak ona bağlanmak yerine, kendi hazlarının, bunlara ulaşmayı kolaylaştıracak savların peşinden gitmekten kaynaklanan bir zaafa işaret eder. Dante bu tipleri cehennemin ilk katına koyuyordu, hayatlarında Tanrı’dan yana olmadıkları, ama Tanrı’ya da karşı çıkmadıkları, gerçek bir davanın peşinde koşmamış oldukları için. Bunlar saçlarında eşekarılarıyla sonsuza kadar koşacaklardı...
Bunlar hayatlarında, bu tavırlarıyla her zaman güçlü olanın, yükselen güçlerin programına alet olurlar. Sonra süreç onları aşmaya başlayınca da ortada kalırlar şaşkınlıklarıyla... Dante’nin birinci kata layık gördüğü önemsiz günahkârlar gibi...
Halbuki saflar...
Halbuki saflar baştan kesin bir biçimde belirlenmiştir. Ama bu saflaşma, başlangıçta kendini böyle sunmaz, “yararlı salakları”, “tarafsızları” ürkütmemek, “stratejik cehalete” fırsat tanımak için, hoşgörüden, “ötekinin gözüyle bakmayı başarmaktan”, hatta olumlu bir vurguyla “değişimden” söz eder.
Bu siyasi-kültürel operasyonun labirentlerinin içinden kanaatlerle çıkılmaz; sistemli, değerleri, sadakatleri berrak, bir düşünme çabası gerekir gerçekte ne olduğunu anlayabilmek, tutum alabilmek için.
Siyasal İslamın kimi önde gelen entelektüellerinin yorumlarında bu berraklığı ve erdemi (kendi davasına sadık olmak anlamında) görmek olanaklı. Bu yorumlarda, çoğu kez, kanaatler değil, neye, hangi projeye sadık olduğunu bilen sistemli düşünceler var.
Örneğin, şu saptamalara bakabilirsiniz:
“[B]u noktayı ‘haklar teorisi’ açısından ele aldığımızda sonuçta şu veya bu referansa göre düzenleme yapmamız kaçınılmazdır... Netice itibarıyla bir kaynağa, bir değerler sistemine, bir kabuller paketine göre düzenleme yapmak durumundayız.”(abç) “Sorun, bedenin Allah’ın müdahalesi dışında tutulmak istenmesidir... Kürtajla ilgili düzenlemeyi de ‘dinin dışında’ tutma mücadelesi verenler, diğer her sosyal, politik ve iktisadi alan gibi bedeni de özerkleştirmek suretiyle sekülerleştirmektedirler. Arada ve zahirde uygunluk ya da benzerlik arz eden hak ve özgürlükler olsa da, temelde Batı’dan iktibas ettiğimiz ‘insan hakları paketi’ Allah karşısında özerkleştirilmiş seküler insan tasavvurundan neş’et etmektedir.”
Bence bu açık, parlak bir saptamadır. Evet olayın özü de burada: Belli bir “hakikat rejimi”ni, “beden yönetimi rejimini” savunan yazar, kürtaj konusunda bir düşünce üretmekte, iki farklı “hakikat rejimi” arasında, tarafsız ya da ikisinin ortalaması bir alan olmadığını vurgulamaktadır. Yazara göre kürtaja karşı çıkanlar Allah’ın iradesinden bağımsız olmak, Allah karşısında özerkleşmek, Allah’a karşı çıkmak isteyenlerdir. Yazar, adeta, “Cehennemin 1. katı size az gelir” demektedir.
Bu yüzden, bugün “ne oluyor yahu” diyerek şaşıranlara, “bir şey olduğu yok, sizinle birlikte yürüyen bir pasif devrim süreci artık, yeni mevziler elde etmek üzere sizleri de geride bırakarak yoluna devam ediyor” demek gerekiyor. Bu sırada, bir bakanın “Kürtaj darbe ürünüdür” sözleri de, türbanın aslında türban olmadığını, darbe savlarının başka bir şey olduğunu, bu sürecin buraya nasıl geldiğini, grev yasağı, kürtaj tartışması da yeni adımlarla nereye gittiğini gösteriyor.