Thursday, May 24, 2012

Aman 'iyi niyetlere' dikkat

1 Mayıs’tan sonra başlayan bir tartışma aklıma yine “Aman ne istediğine çok dikkat et, bakarsın gerçekleşebilir” uyarısını, hemen ardından da “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” deyişini getirdi. 

Bırak fazla kurcalama, önemli olan... 
Kendilerini “Antikapitalist Müslüman Gençler” olarak tanımlayan bir grup, bir “ortaya çıkış” bildirisi yayımlayarak, 1 Mayıs kutlamalarına katıldılar. 

Ben 1 Mayıs’tan önce, bu gelişmenin, kapitalizm karşıtları açısından sevindirici olabileceğini vurguladıktan sonra, bu yeni oluşuma sevinmeden önce, kapitalizm, emek, sermaye, sömürü, tarih ve zaman, özgürlük gibi ekonomi politik, felsefe alanıyla ilgili kimi sorulara, bu yeni gelenlerin ne cevaplar verdiklerini öğrenmekte büyük yarar olabileceğini vurgulamıştım. Bu yazıdan sonra aldığım tepkilerde, benim dışımda başlayan tartışmalarda “Doktriner olmayı bırakın, fazla kurcalamayın, bu arkadaşlara kucak açalım. Dinin eleştirisi gündemin ana konusu değil” tutumunun yaygın olduğunu gördüm. Ben dinin eleştirisinin günün ana konusu olduğunu ileri sürmediğim için (yalnızca bir anımsatma yapmakla yetinmiştim) tartışmanın bu kısmı beni ilgilendirmedi. Ancak, birinin komünist ya da sosyalist olduğunu beyan etmesinin, doğrudan dinin eleştirisini içerdiğini anımsatmakla yetineceğim. O gün medyanın bu küçük grubu adeta “meydanın ruhu” düzeyine yükseltmek için, tüm gazetecilik ölçütlerinin ötesinde bir çaba sergilemiş olmasının beni daha da kaygılandırdığını eklemek isterim. 

1 Mayıs öncesi yazımdaki sorular doktriner bir saplantıdan kaynaklanmadı. Bu soruların cevaplarının siyasi pratikte çok önemli sonuçları var. “Önemli olan birlik olmaktır, sonra konuşuruz” iyi niyetinin “yolunun cehenneme çıktığını”, başka ülkelerdeki komünistlerin başlarına gelenlerden biliyorum. Bile bile de “yararlı salak” durumuna düşmek istemiyorum. Yine de aklıma, bu sorularla şimdilik ilgilenmek istemeyenler için, bir çözüm önerisi geliyor. 

Yazıya deyimlerle başladık, bir deyimle devam edersek, “qui se ressemble s’assemble” (benzeyenler bir araya toplanır) diyebiliriz. Sosyalistlerin kapitalizme karşı, siyasi, kültürel mücadelesi, cinsel özgürlüklerin, düşünce özgürlüğünün önündeki engellere karşı mücadelesi, hatta temel haklar mücadelesi sürüyor. Antikapitalist Müslümanlar gelip bu mücadeleye katılabilirler. Biz de bu katılımı sevinçle karşılarız. Ne de olsa biz “önce hareket vardı” diyen bir akımız. Ancak bu sevincin daha sonra bir pişmanlığa dönüşmesini önlemek için de, o mücadelenin içinde, benim gündeme getirdiğim soruların cevaplarını hep birlikte aramaya başlamak gerekiyor. “Hareketin” cazibesine kapılıp, ona anlamını veren şeyleri tartışmayı, günün gereksinimlerini bahane ederek ertelersek, kendimizi kolaylıkla “hareket her şeydir” diyen Bernstein’in yanında, “cehennemde” bulabiliriz. 

Fazla umutlu değilim 
Ben Müslüman gençlerin antikapitalizminin, sosyalistlerinkiyle buluşabileceği, sorularıma anlamlı cevaplar verilebileceği konusunda umutlu değilim. Birincisi, dini “hakikat rejimine” sadakati olanlar, bu sadakate sahip olmayanlarla bir arada yaşamaya (kutsala karşı tutum söz konusu olduğundan), bu durum güçlenmelerine hizmet ettiği sürece katlanabiliyorlar. 

İkincisi, bu çok kuşku verici bir kapitalizm karşıtlığı. Örneğin, siyasal İslamın önde gelen “entelektüellerinden” biri, pazartesi yazısında, “ister sömürgeci politikalar ister kendi kendini sömürgeleştirme olan modernizasyonla ağır baskılar altına alınan Müslüman toplumu fikri, ahlaki ve sosyal bakımdan güçlendirmeyi amaçlamışlardır (Nur cemaati ve Müslüman Kardeşler -EY)” diyordu. 

Bu, “kendi kendini sömürgeleştirme” saptaması, sorunun kültürel, ahlaki bozulmaya indirgenmesi, kapitalizmin gel[iş]mesiyle, “modernizasyon” arasındaki nedensellik ilişkisinin yadsındığını gösteriyor. 

Modernizasyon salt bir kültürel olay değil ki. Bir yanında ticaretin, sanayileşmenin, fabrikaların, işçi sınıfının yaşamının, sermayenin gereksinimi olarak gündeme gelen, bireysel özgürleşme sürecinin, bu bireyin yaşam enerjisinin metalaşmasının, aile, aşiret yaşamına vurduğu darbeler var. Diğer yanında teknolojinin, bilimin bulgularının ister istemez kutsal kitaplarla çelişmeye, giderek sermayeye kültür üretimini de belirleme, hatta inançları metalaştırma olanağı vermeye başlaması var. Tüm bu “felaketler” hatalı tercihlerin ürünü değil ki. Bunlar kapitalizmin gel[iş]me sürecinin ta kendisi. 

“Kendi kendini sömürgeleştirme” saptamasını yapan birinin, bu durumdan çıkmak için bizzat kapitalizme, hem de modernizasyonun getirdiklerinden (işçi sınıfı, teknoloji, özgürlükler) güç alarak, karşı çıkmaktan başka seçeneği var mı? 

“Var” diyenlerin önünde, yalnızca iki yol kalmıyor mu? Birincisi, kapitalizm öncesini arzulayan bir antikapitalizmi benimsemek. Diğer bir deyişle işçi sınıfının, kapitalist teknolojinin (elektrik, otomobil, uçak, bilgisayar, antibiyotikler, genetik bilimler vb.) yanı sıra bireysel özgürlüklerin, örneğin “vatandaş” kavramının, eşitlik kavramının öncesini arzulamak. İkincisi, kapitalizmi, modernizasyonun “siyasi (vatandaşlık, bireysel özgürlükler vb.) ahlaklı (cinsel özgürlükler, kadın hakları vb.) etkilerinden” arındırarak korumayı ya da edinmeyi amaçlamak. 

Dedim ya, ben umutlu değilim... Ama, yine de.. “Önce hareket vardı” diyelim.

Friday, May 18, 2012

Bir Yunan Tragedya’sı


Yunanistan’daki gelişmeleri, sol radikal parti SYRIZA’yı, genç lideri Tsipras’ın yükselişini izlerken aklıma (biraz klişe olacak ama…), Aristoteles’in Poetika notlarında tanımladığı haliyle tragedya geldi.  “SYRIZA’nın yükselişini başlatan süreç (izlek) potansiyel olarak tragedya özelikleri içeriyor” diye düşündüm.

Dönüşüm, “anagnôrisis”, katarsis
Aristoteles’e göre tragedyanın en önemli unsurudur izlek. Karmaşık, makbul bir izlek, olaylarda mantıksal bir akış, bütünsellik, olayı yaşayanların kaderinde beklentilerle uyuşmayan (şaşırtıcı) bir yön değişikliği, bu sırada bir gerçeği tanıma (cahillikten çıkma – anagnôrisis) durumu yaratır. Tüm bu özellikleriyle izlek, izleyenlerde acıma ve korku duygularını harekete geçirerek, “ruhun” temizlenmesine (katarsis), bir rahatlamaya yol açar. Tragedya yazarı, insanları değil yaşamı ve olayları taklit eden (mimesis) bir izlekle tüm bunları gerçekleştirirken, izleyici, katarsis’le birlikte taklit edilen şeyi tanıyabiliyor, anlayabiliyor olmaktan dolayı bir haz duyar.

Neden PASOK, ya da Yeni Demokrasi Partisi değil de SYRIZA tragedya potansiyeli taşıyor? İzlek boyunca kaderi değişen insan çok kötüyse, başına gelenleri hak ettiğinden acıma duygusu yaratmayacak, başarılı olursa bu kez ahlaken tiksindirici bir durum oluşacak. Çok erdemli bir insanın kaderi iyiden yana dönerse olağan karşılanacak, başına çok kötü bir şey gelirse ahlaken itici olacak. Her iki durumda da acıma duygusu engellenmiş, izlek işlevini (katarsis’i) yerine getirememiş olacak. Bu yüzden, ne çok iyi ne çok kötü biri olmalı tragedya’da izlediğimiz özne.

Yunanistan’ı 1975’den bu yana yöneten, YDP ve PASOK, bu gün bu ekonomik siyasi çöküntüyü hazırladılar. Bu dönem boyunca, özellikle kriz başladıktan sonra, her aşamada halkı, dünyayı kandırdılar. YDP gerçek borçlanma durumunu saklayarak,  PASOK halkçı, emekten yana vaatlerle hükümet olduktan sonra uluslararası mali sermayeye (tanrılara) teslim olarak, sonra, bu teslimiyetin de gereklerini yerine getirmeyerek karşımıza, bu gün içine düştükleri durumu her açıdan hakkeden karakterler olarak çıkıyorlar. Bunların kaderi acıma, korku duyguları değil, ahlaki açıdan tiksinti uyandırıyor. Bu anlamda trajik değiller.

SYRIZA ve Tsipras
Bu çöküntü yaşanırken, izlekte SYRIZA’nın, lideri Tsipras’ın kaderi, beklenmedik bir biçimde sıradanlıktan, iyiye doğru değişmeye başladı.  SYRIZA  sahnede haksızlıklara, tanrılara başkaldırarak öne çıkıyor. Bundan sonra ne olacak sorusu izleyiciyi iyice germeye, beklentilere sokmaya, böylece tragedya unsurları bir araya gelmeye başlıyor. İzleğin bu dönemecinde, SYRIZA ve Tsipras, hem yapması gereken şeyleri yapıyorlar hem de yapmaları gereken şeyleri tam olarak yapamıyorlar.
Kathimerini gazetesinde Nick Malkoutzis’in aktardığı gibi, SYRIZA, geçmişin lekelerini taşımayan temiz, yakışıklı, erdemli bir lidere sahip (09/05).  Bu lider haksızlığa uğrayanları, tanrıların terk ettiği insanları savunuyor. Tsipras haksızlığa uğrayanları savunmaya, tanrılara baş kaldırmaya kararlı olanların bir kısmını, örneğin sosyal demokratların, Marksistlerin önemli bir kesimini bir araya getirebilecek bir liderlik sergileyebiliyor.  “SYRIZA ve Tsipras çok çalıştı diyor” Malkoutzis, ekliyor, “sokaklarda, meydanlarda, protesto eylemlerinde fabrikalarda, halkla, işçilerle, emeklilerle işsizlerle, konuşarak onların eylemlerine katılarak enerji harcadı ter döktü... YDP ve PASOK’un gitmeye, hatta yüzlerini göstermekte cesaret edemeyecekleri yerle gitti”. Böylece Tsipras, haksızlığa uğrayanların, tanrıların terk ettiklerinin, sesi, temsilcisi, umudu olmaya başladı.

Şimdi, SYRIZA’nın, Tsipras’ın gelecek seçimleri kazanarak hükümeti kurabilmesi için SSCB geleneğinden Komünist Parti’sine ve Troçkist ANTARSYA’ya  (tanrılara karşı çıkan diğer Titan’lara) güven vererek, birlikte davranmaya ikna etmesi gerekiyor. O zaman izlek  bir  “kriz” noktasına ulaşacak.
Bu noktada SYRIZA ve “Titan”lar “tanrıların” ve tapınak bekçilerinin tüm gazabıyla karşı karşıya kalacaklar. Burada izlekin bir sonraki aşaması açısından üç olasılık söz konusu olacak:  SYRIZA ve Titan’lar tanrılardan korkacak,  canlarını kurtarabilmek için uzlaşarak davalarına ihanet edecekler. Savaşacaklar, kazanacaklar tanrılara boyun eğdirmeye, tanrıları cezalandırmaya başlayacaklar. O zaman Bu izlek asırlarca dillerde dolaşacak olan bir destana dönüşecek.

Ya da, SYRIZA ve Titan’lar, tanrılara başkaldırmanın bedelini ödeyecekler. Böylece  izlek izleyicide acıma ve korku duyguları uyandırırken,  haksızlıklara son vermek için “tanrılardan” kurtulmaktan başka bir yol olmadığını göstererek, bir “anagnôrasis” ve katarsis yaratacak, başarılı bir trajedi olarak sona erecek. Heyecanla izlemeye devam edelim