Wednesday, September 12, 2012

Başkanlık Yarışında Obama Öne Geçiyor...

ABDde Cumhuriyetçi ve Demokrat Partinin ulusal kongreleri tamamlandı, seçim yarışı son aşamasına girdi. Önceki hafta Cumhuriyetçiler kongrelerinde Mitt Romneyin Başkan, Paul Ryanın Başkan Yardımcılığı adaylığını onaylamışlardı. Geçen hafta da Demokratların kongresi Obamanın ve Bidenin adaylıklarını onayladı

Kongreler tamamlandıktan sonra yapılan kamuoyu yoklamaları, kongre sonrasında Mitt Romneyin desteğinde bir artış olmazken, Obamanın kongre dinamiğinden yararlanarak 4-5 puan öne geçmesi, başkanlık seçimlerini kazanma şansının şimdilik arttığını düşündürüyor. 

Dünya ekonomisinin yaklaşık dörtte birini oluşturmasının yanı sıra, dünyanın toplam savunma harcamalarının yüzde 48ini gerçekleştiren, gerilemekte olan hegemonyasını korumaya çalışan ABDnin izleyeceği ekonomik politika, dış politika sorunlarına yaklaşma tarzı, dünyanın geri kalanını çok yakından ilgilendiriyor. Hangi yapısal sorunlarla ve sınırlamalarla karşılaşacak olursa olsun bu politikaların başında duracak siyasetçiyi belirleyecek olan seçimler de... 

İki kongre ve seçim kampanyası arasındaki farklara geçmeden bir noktayı vurgulamak gerekiyor: İki kongrede de abartılı bir ulusalcı dil egemendi. Tarihin en yüce ulusu”, “dünyanın lideri gibi genellemeler havada uçuşuyordu. Bakan adaylarının ikisi de, ülkenin eski büyüklüğünü, zenginliğini (iyi de peki bu nasıl kaybedildi? tartışmasına girmeden) restore etmeyi amaçlıyordu. Bu abartılı ulusalcı zemin üzerinde ileri sürülen politikalardaki farklar, karşımıza bu abartılı ulusalcılığın iki farklı versiyonunu çıkarıyordu. 

İki kongre, iki vizyon
Cumhuriyetçilerin kongresinin, seçim kampanyasının iki temel ekseni olduğu söylenebilir. Birincisi, Ayn Randı, Hayeki anımsatan, Ben kendimi kurtarırım, kimseye, hele devlete gereksinimim yok, toplumun geri kalanına ne olur, beni ilgilendirmezdiyen, toplumsal sorumluluğu, dayanışmayı dışlayan patolojik bir bireycilik. İkincisi, Obamaya oy verdiniz krizden çıkaramadı, şimdi bana verin, sorunları ben çözerimdiyen, çok genel, Obamayı karalamaya odaklanmış, onun komünist olduğunu düşünecek kadar sağa savrulmuş bir propaganda hattı. Bu hat kongrede, kampanyada çok sinirli, saldırgan, nefret dolu, ırkçı, kadın ve eşcinsel haklarına, yoksullara düşmanca yaklaşan bir dilin egemen olmasına yol açtı. Dil ve mantık o kadar bireyciydi ki, o kadar dar çıkarlara odaklıydı ki, savunma harcamalarını arttıracağını söyleyen, Rusya ve Çini hedef alan militarist bir dile karşılık, halen savaşmakta ve ölmekte olan ABD askerlerine, sürmekte olan savaşlara, Cumhuriyetçilerin kongresinde değinen bile olmadı.

Demokratların kongresinde çok farklı bir hava vardı. Kongre, rahat, kendinden emin, kızgın olmayan, zaman zaman şakacı bir havada geçti. Michelle Obamanın kocasını tanıtan, Bill Clintonın kampanya konularını beceriyle açıklayan, gaflarıyla ünlü Bidenin sakin, ağırbaşlı konuşmaları kongreye enerji verdi. Son gün, Obamanın, birçok yorumcu tarafından sıkıcı bulunan, ama bana kalırsa, adamın retorik bilgisini de düşününce, İşimiz zor ama yapabiliriz, sabırlı olmak gerekiyortemasıyla uyumlu, sakin ve güven verici konuşması da buradaki liderliğin kalibresinin daha yüksek olduğunu ortaya koyuyordu. 

Cumhuriyetçilerin aksine, Demokratların kongresinde ve kampanyalarında, işçi sınıfının ekonomik sorunlarına, kadınlara, siyahlara, Latin Amerika kökenlilere, eşcinsellere ve hatta öğrencilere yönelik, bu kesimlerin sorunlarını teker teker ele alan bir yaklaşım vardı. Neredeyse sınıf mücadelesisöylemine yakın bir dilin benimsendiği görülüyordu. Demokratlar da bireyciydi doğal olarak ama kongrede sunulan bireycilik, toplum karşısında sorumluluğa, dayanışmaya ilişkin tonlar içeriyordu.
Dış politika söz konusu olduğunda Demokratların, Bin Ladinin öldürülmesini, Afganistan ve Iraktan çekilmeyi vurgulayan, diplomasiye vurgu yapan, savaş gazilerine daha iyi yaşam koşulları vaat eden bir dili benimsedikleri görülüyordu. 

Bu kısa özetten hareketle, karşımızda abartılı bir oligarşik ulusalcılıkla abartılı bir halkçı ulusalcılık olduğunu söyleyebiliriz.

Tabii bunların kampanya söylemleri olduğunu, ABDnin gerek içinde olduğu ekonomik krizin, gerekse de dünyadaki konumunun gerçek sorunlarını halka aktarmamaya dikkat eden bir noktada buluştuğunu, neticede, her iki adayın da kim seçilirse seçilsin ABD devletinin yapısal özelliklerinin, egemen sermayenin sorunlarının koyduğu sınırlamalar içinde hareket etmek zorunda olduklarını unutmamak gerekiyor. Bu iki aday arasında ulusalcılık ve bireycilik alanlarında geliştirdikleri farklarıysa, ülkede keskinleşmekte olan sınıf mücadelesinin partilerin kampanyalarına sızması olarak görebiliriz: Biri mali oligarşinin korkusunun, diğeri mali oligarsinin halkın gittikçe artan öfkesini peşine takma arzusunun ürünü...

Wednesday, September 05, 2012

Ekonomik Kriz - Silah Piyasası

Küresel kapitalizmin yapısal krizi, iki mali çöküşle (1997, 2007) sarsılarak yoluna devam ederken, geçen günlerde yayımlanan araştırmalar, bu dönemde şiddet olaylarında, savaşlarda görülen artışı anlamamıza yardım edecek veriler sunuyordu: Dünya ekonomisi bir krizin pençesinde kıvranır, işsizlik, yoksulluk, toplumsal, bölgesel eşitsizlikler artarken, silah endüstrisinin, özellikle ABDde adeta altın çağını yaşadığı görülüyor.

Kriz mi? Ne krizi?
New York Timesın, ABD İstatistik Bürosunun topladığı verilere dayanarak yayımladığı bir grafik (31/07/09) mali krizin başladığı, dünya ticaretinin hızla daralmaya başladığı 2007-2009 yıllarında, ABD dayanıklı tüketim malları ihracatı da gerilerken, silah sanayii malları ihracatının hızla arttığını ortaya koyuyordu. Grafikte, 2007 yılında, dayanıklı tüketim malları ihracatındaki artış, 2000 yılı ortalamasının yüzde 10 üstünde bir yerde seyrederken, 2009 yılına gelindiğinde, 2000 yılının yüzde 25 altına gerilemiş olduğu görülüyordu. Grafik, aynı dönemde savunma malları ihracatında 2000e göre yüzde 50 artış düzeyinden yüzde 125 düzeyine yükseldiğini gösteriyordu. 

ABD Kongresinin partiler üstü Araştırma Servisinin geçen hafta yayımlanan raporu, ABD silah ihracatının 2011de tarihsel bir rekor kırarak bir önceki yıla göre yüzde 300 arttığını ortaya koyuyordu. Bir önceki tarihsel rekor da 2009 yılına aitmiş. NYTden aktardığım grafik, ithalatın 2009 yılında, bir önceki yıla göre yüzde yüzden fazla arttığını gösteriyordu. Kongre Araştırma Servisi verileri ABD silah ihracatının 2009da 31 milyar dolardan 2011de 66.3 milyar dolara çıkarak, 85.5 milyar dolarlık küresel silah piyasasının üçte ikisine ulaştığını gösteriyor. Hemen arkasından gelen Rusyanın toplam içindeki payı yalnızca yüzde 5.6. Avrupanın toplam payı da 2010da yüzde 12.2den yüzde 7.2ye gerilemiş.

Araştırma Servisinin raporu, 2011 yılı ihracatının ağırlıklı olarak, uçaklarla, füze savunma sistemlerini kapsadığını, Ortadoğuya, Körfez ülkelerine yönelik olarak gerçekleştiğini aktarıyor. Suudi Arabistan 84 yeni F-15 alırken, filosundaki 70 F-15 uçağının sistemlerini yenilemiş. Birleşik Arap Emirlikleri 3.49 milyar dolarlık füze savunma sistemi, 1 milyar dolar ödeyerek de 16 Chinook helikopteri almış, Umman da 18 F-16 satın almış. Araştırma bu silahlanma eğiliminin arkasında, İran korkusunun yattığını vurguluyor.

Merkezden çevreye
Araştırma, dünya ekonomisindeki yeniden daralma eğilimlerine de işaret ederek silah piyasasında rekabetin sertleşirken ihracatçıların, ülkelerdeki ve bölgelerdeki potansiyel (gelecekte oluşması olası) pazarlar üzerinde yoğunlaştığına işaret ediyor.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün, (SIPRI) silah piyasasında alıcılar ve tedarik yolları üzerine yaptığı eğilim araştırması (ISN, 3/09/2012) Batının sattığı silahların esas olarak gelişmekte olan ülkelere ve enerji ihracatçısı ülkelere gittiğini ortaya koyuyor. SIPRI savaşlarda siviller arasındaki can kaybının yüzde 90ına neden olduğu hesaplanan hafif silahların satışlarında yaşanan artışlara da dikkat çekiyor.

Bu da bizi Cenevre kaynaklı bağımsız bir araştırma kurumu, SASın geçen hafta yayımladığı Hafif Silahlar Araştırması -2012 raporuna getiriyor. Dört yıllık yoğun ve kapsamlı bir çalışmaya dayanan araştırma, 52 ülkeye yapılan yasal silah satışlarının 2006dan bu yana yüzde yüz artarak 8.5 milyar dolara ulaştığını saptıyor. Ancak Afrika, Asya ve Ortadoğu devletlerinin şeffaflık düzeylerinin düşük olmasından hareketle araştırma gerçek ihracatın daha yüksek olduğunu düşünüyor. Araştırmayı hazırlayan kuruluşun yöneticisi Eric Bermana göre yasadışı silah ticareti de muhafazakâr bir tahminle 2 milyar dolara ulaşıyor.

Araştırma, hafif silahlar alanında, yıllık 100 milyon dolardan daha fazla ihracat yapabilen ABD, İtalya, Almanya, Brezilya, Avusturya, Japonya, İsviçre, Rusya, Fransa, Güney Kore, Belçika ve İspanya gibi ülkelerin pazara egemen olduğuna, uluslararası silah ticaret anlaşmasının da bizzat bu ülkeler tarafından engellendiğine işaret ediyor.

Asya krizini, Kosova savaşları, 11 Eylül olayı, terörizmle savaş, Afganistan ve Irak savaşları izlemişti. 2007de patlak veren finansal krizi, Arap Baharı, Libya ve Suriye olayları, Sünni, Şii kamplaşmasının, İran nükleer silah yapıyorkorkusunun körüklenmesi izliyor. Şimdi silah piyasasında ihracatçı ülkelerin potansiyel ülke ve bölgelere odaklandığına ilişkin saptamadan kalkarak Acaba bundan sonra neresi?diye düşünmeye devam edebiliriz