Thursday, July 30, 2009

Bu Kriz de ‘Teğet’ Geçmiş Olabilir

Ekonomik kriz tartışmalarına bir kriz tartışması daha eklendi: “Macho-man” (sert erkek), “Alpha male” (lider erkek/esas çocuk) gibi kavramlarla ifade edilen “karakterin” krizi… Ancak, Türkiye’de medyada, cinayet, magazin haberleri, TV’de diziler, siyasilerin demeçleri, ekonomik kriz gibi, bu “macho-man” krizinin de bizi teğet geçtiğini gösteriyor. Ne de olsa biz farklıyız!

Kadının yükselişi ve kriz

Yirminci yüzyılda, kadının iş sürecine katılımının hızlanmasıyla, sosyalist, özellikle feminist hareketin etkileriyle kadın haklarında önemli kazanımlar elde edilmişti. Ancak yüzyılın sonuna doğru, ekonomik krizin içinde “nükseden” neoliberal küreselleşme döneminde, muhafazakâr ideolojilerin de etkisiyle çelişkili bir süreç oluştu. Bir taraftan ekonominin, siyasetin en üst düzeylerinde güçlü kadınlara giderek daha çok rastlanıyor, demografik gelişmeler, kadın cinsinin erkeklere yetişmeye hatta kimi alanlarda geçmeye başladığını gösteriyor. Okullarda kız öğrencilerin hemen her alanda erkek öğrencilerden daha başarılı bir performans sergilemeleri dikkat çekiyor. Diğer bir deyişle kadınların yükselişine ilişkin bir evrim giderek belirginleşiyor. Yazar, Raihan Salam, geçen ay Foreign Policy’de yayımlanan, büyük ilgi çeken makalesinde, ekonomik krizin bu evrimci sürece devrimci bir hız kazandırdığını ileri sürdü.

Bu madalyonun öbür yüzündeyse, Suzan Faludi’nin neoliberalizmin ilk uygulandığı ABD’de, ilk on yılın sonunda, 1991’da yayımlanan Backlash (Tepki) başlıklı kitabında vurguladığı olgu var. Kadının ekonomik, siyasi yükselişine, feminizme karşı, kapitalizmin ataerkil kültürünün, kendini post-feminizmle işbirliği içinde başlattığı gerici tepki. Kadın bir taraftan yükseliyor, öbür taraftan kültürel olarak cinselliğin metalaşmasının olağanüstü ivme kazandığı popüler kültürde, sinemadan müziğe, “macho man” egemenliği altına alınmaya çalışılıyordu. Küreselleşmenin özellikle güçlü olduğu, reklamcılık ve medya gibi özdeşleşme nesneleri (ünlüler vb..) üretme fabrikalarında, finans alanlarında dünyayı fetheden erkek (macho men) imajı hızla güçleniyordu. İki yıl önce başlayan mali kriz, bu çelişkili süreçteki dengeleri değiştirmiş gibi görünüyor

Kriz ve erkek

Bir süredir krizin olası kültürel etkileri bağlamında yoğunlaşan bu ve benzeri gözlemler, Raihan Salam’ın, özellikle ABD ve Avrupa üzerinde yoğunlaşan ama belli ki iyi zamanlanmış yazısıyla birdenbire hızlandı. Çünkü Salam’ın gözlemleri çarpıcı, savları güçlü, beklentileriyse endişe vericiydi. Ekonomik krizin yükü en çok kadınların sırtına yıkılmakla birlikte, hızla artan işsizlik Batı’da yüzde 80 oranında erkekleri etkiliyordu. Köpüklerin en etkin olduğu finans ve inşaat gibi bir önceki dönemde ücretlerin aşırı şiştiği sektörlerde, yüksek tüketim kapasitesine, buna bağlı olarak statüye ulaşan erkeklerin bu ayrıcalıkları hızla kayboluyordu. Mali güç kaybına bağlı olarak, bu tabaka krizden de sorumlu tutuluyordu. Böylece özgüven kaybı, kızgınlık, teslimiyet el ele gidiyor, kadın düşmanlığı ile yeni duruma uyum çabaları birbiriyle rekabet ediyordu.

The Observer yorumcularından Amelia Hill, Hollywood’da da benzer değişiklikler gözlemliyor. Macho-man, “alfa male” imajının temsilcileri, Pacino, Niro, Nicholson, Clooney, Michael Owen gibi fiziki özellikleri belirgin erkeklerin yerini, büyük gözlü, yumuşak hatlı, Zac Efron, Toby Maguire, Jack Gylenhall, Rob Pattinson gibi, genelde birbirine benzeyen, kolaylıkla birbirinin yerine ikame edilebilen artistler almaya başlamış. Bu eğilim stüdyoların pazarlık gücünü arttırmanın yanı sıra artık kızların erkeksi değil de bebek yüzlü erkekleri tercih etmeye başlamasından kaynaklanıyormuş…

Sanırım bu trend, popüler kültürün hiç umulmadık alanlarını da etkilemeye başladı. Çünkü, gangster, sert erkek kültürünün, altın, elmas, lüks ve büyük arabalarla (fallus!) temsil edilen servet imajlarının, büyük kalçalı, büyük göğüslü, uzun bacaklı, şarkılara eşlik eden “kliplerde” erkeklere hizmet veren, tapan (“my bich”) kadın imajlarının en güçlü olduğu “hiphop” alanında da bir yıldır ilginç şeyler oluyor. Şarkılarda, kliplerde, aşka, sadakate, aileye vurgu yapan, kadını/sevgilisini “patronu” gibi gören, duygulu, hatta sulu gözlü erkek tipi kendini göstermeye başladı…

Ancak sevinmeden once biraz düşünmekte yarar var. Raihan Salam’ın da dikkat çektiği gibi, süngüsü kırılmış erkeğin tepkilerinde egemen olacak eğilim henüz belli değil: Uyum göstermek yerine, şuursuz bir kadın düşmanlığı da olanaklı…

Thursday, July 23, 2009

‘Vesayet’ Sorunu Üzerine Düşünceler

Şimdi sözde tatildeyim, kafamı dinlendirmeye çalışıyorum. Ama geçen hafta, medyada rastladığım saçma sapan bir “vesayet”tartışması aklıma takıldı kaldı: “Asker vesayetine karşıyız”, “Biz de Erdoğan’ın vesayetine”…

Modern siyaset ve devlet teorilerinden biraz olsun nasibini almış birisi, bu ülkede, hatta (“muz cumhuriyetleri” hariç) hiçbir ülkede, neaskerin ne de bir siyasetçinin “toplum” üzerinde “vesayet” kuramayacağını bilir… Bir “vesayet” sorunu vardır ama kaynağı her zaman başka bir yerdedir, sınıfsaldır (yapısaldır). Bir kurum veya sivil bir siyasetçi ne kadar öne çıkarsa çıksın, gerçekte bu yapısal “vesayetin” temsilcisi, uygulayıcısıdır, o kadar. Bu durum bir kralın, kendisini orada tutan ve biteviye “sen kralsın” diyen yapıyı unutarak gerçekten kral olduğuna inanmaya başlamasına benziyor. Halbuki “sen kralsın” diyen ses kesildiğinde, gerçekten kral olduğunu sanan adam ortada kalacaktır, çoğu zaman bedeni bir tarafta, kafası bir başka tarafta olmak üzere…

Bir ‘vesayet’ var ama…

Gerçekten de bu ülkede bir “vesayet” sorunu var. Bu “vesayet”, kökü 1950’lere kadar uzanan, Türkiye ekonomisinin uluslararası sermayenin devreleriyle bütünleşmeye başlamasıyla, özellikle 1990’lardan sonra giderek güçlenen bir egemenlik-bağımlılıkilişkisinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle bu uluslararası hegemonya sisteminin, mali sermayenin Türkiye ekonomisi, toplumu üzerindeki “vesayetidir”.

Kimse burada, “hah işte yine bir ulusalcı saplantı” filan demeye kalkmasın. Bu, öyle ülkeye dışarıdan “yabancı bir el” tarafından dayatılan bir “vesayet” değildir, (bu toprakların sosyalist hareketinin geleneğinden bir kavramı anımsarsak) içseldir!!! Bu içselliğikavrayabilmek için, uluslararası mali sermayenin Türkiye ekonomisinden çıkması halinde gündeme gelecek “krizi ve kaosu”düşünmeyi deneyebiliriz: Böyle bir “çıkış” durumunda, Türkiye denen toplumsal şekillenme, “yaşam dünyasını” yeniden üretmeye devam edemeyecek, köklü yapısal, travmatik değişiklikler gündeme gelecektir.

İşte uluslararası sermayenin bu varlığı, onun uluslararası kurumlarına, onun küresel/hegemonik devleti olan ABD’ye, Türkiye’nin ekonomik, siyasi hatta kültürel yaşamında bir “üst belirleyici” olma gücü vermiştir. Bu durum Türkiye’deki demokratik süreçler (halk iradesi) üzerinde sınırlayıcı, engelleyici, yönlendirici (medya vb.) bir irade, dört dörtlük bir “vesayet” olarak karşımıza çıkıyor.

Yakın tarihimize bakınca da bu “vesayetle” çelişen, sağcı veya solcu olsun, her siyasetçinin ya da siyasi hareketin iktidarsızlaştırıldığını, hatta fiziki olarak tasfiye edildiğini görüyoruz. Türkiye işte bu “vesayetin” altında yaşıyor; ordunun veya Erdoğan’ın değil.

Kısaca tarih…

Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, 1950’lerden bu yana bu vesayetin izlerini hemen her dönemde görebiliyoruz. Bu vesayeti önceleri esas olarak soğuk savaş koşulları belirliyordu. Daha sonra, kapitalizmin yapısal krizinin ve kapitalizmin finansallaşmasının başlamasıyla birlikte, 1970’lerin ve 1980’lerin başında gündeme gelen iki askeri darbede, ABD’nin jeostratejik (Yeşil Kuşak, BOP) gibi projelerinin yanı sıra giderek, uluslararası mali sermayenin taleplerinin de (IMF reformları gibi) belirleyici olmaya başladığını görüyoruz.

Her iki darbenin öncesi konjonktürde, uluslararası sermayenin ekonomik, ABD’nin jeostratejik taleplerine cevap veremedikleri takdirde yaşam koşullarını kaybedebileceklerini düşünen yerli sermaye sınıfının “iktidar bloku” orduyu göreve çağırmış, medya aracılığıyla toplumda müdahale beklentisi, arzusu oluşturmuştur. Ordu da devletin yürütme aygıtının bir parçası olarak görevini yerine getirmiş, bunu yaparken de uluslararası mali sermayenin kurumlarında ve Pentagon, NATO merkezlerinden onaylanmış, desteklenmiştir.

Ordu vesayetine “tipik” örnek olarak gösterilen 28 Şubat müdahalesi dahi şimdi geriye doğru bakarak, aynı bağlamda anlamlandırılabilir. Bu müdahale Pentagon’un savunma doktrinini, “Büyük Ortadoğu”, “Arap Dünyası” kavramlarıyla, radikal İslam-terorizm ilişkisi üzerinden “düşünmeye” başladığı, siyasal İslam’ın içinde, neo-liberalizmle ve ABD bakış açısıyla barışık eğilimin arandığı, inşa edilmesinden söz edildiği bir dönemde gerçekleşmedi mi? AKP’nin, “ılımlı Müslüman ülke Türkiye” imajının doğuşuna giden yolu, Milli Görüş hareketini marjinalleştirerek 28 Şubat müdahalesi açmadı mı?

Sakın bu, gerçekdışı “Asker-Erdoğan” ikileminin amacı, gerçek “vesayet” odaklarını bizlerden saklamak olmasın? Sakın, bu ikilem, toplum üzerinde, bu “vesayet” adına “total” denetim kurma arzusunu açıkça dile getiremeyen güçlerin başvurduğu bir metaphor olmasın?

Monday, July 13, 2009

Siyasal İslamın İran İkilemi

İki haftalık bir sessizlikten sonra perşembe günü Tahran sokaklarını yeniden hareketlendiren İran “olayı” siyasal İslamın Türkiye’deki propagandacılarını aşılması zor bir ikilemle karşı karşıya bıraktı.

Bir taraftan İran’da başlayan muhalefet hareketinin, siyasalİslamın biyopolitiğinden (giysi kuralları, cinsel pratikler -özellikle kadın hakları- tercihler, bedenin zaman ve mekândaki denetlenme biçimleri) uzaklaşma arzusunun ürünü olduğunu görüyor, karşı çıkmak istiyorlar. Diğer taraftan, siyasi çizgilerini ABD’ye indekslediklerinden İran’daki dinci rejimi savunamıyorlar. Çözümü, muhalefetin aslında siyasal İslama, dinci rejime (siyasal İslamın biyopolitiğine) değil, yalnızca molla rejimine karşı olduğunu anlatmaya çabalamakta buluyorlar. Kısacası,İran halkı da bir AKP hükümeti istiyor demeye getiriyorlar. Sanki, Türkiye’de siyasal İslamın biyopolitiğinin, “mahalle baskısı” kaygılarından birçok akademik saha araştırmasının sonuçlarına kadar uzanan bulguların gösterdiği gibi, AKP hükümeti döneminde toplumda egemen olmaya başladığını yadsımak olanaklıymış gibi...

İran’da şimdi yeni bir ‘durum’ var

İran’da şimdi yeni bir durum var. Bu kez muhalefet hareketi, gazeteci ve İran uzmanı Robin Wright’ın işaret ettiği gibi, 1999’daki öğrenci olaylarından farklı olarak, iki eski devlet başkanını, bir eski başbakanı, dış dünyanın uyguladığı yaptırımlardan bunalan iş çevrelerini, taksicileri, ünlü film sanatçılarını, milli takımın oyuncularını içeriyor. Bu katmanlara daha önce de aktardığım gibi kadın hareketini, kentli orta sınıfı, işçi sınıfının bilişim ve hizmet sektörlerinde yeni şekillenen kesimlerini de eklemek gerekiyor.

Bir rejimin meşruiyetini, muhalefet hareketlerine dayanma gücüyle ölçebiliriz. Bu bağlamda, seçimlerden sonra patlak veren olayların molla rejiminin meşruiyetine ve özgüvenine büyük bir darbe vurduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. İran’da, muhalefetin genel grev çağrısı yaptığı gün rejimin kendini korumak için, tüm gösterileri şiddetle bastıracağını ilan etmenin ötesinde, cep telefon hatlarını, tekst mesajı ağlarını kesmek, üniversiteleri kapatmak, hava koşullarını bahane edip 48 saat resmi tatil ilan etmek zorunda kalmış olması da bunu gösteriyor.

Bu yeni muhalefet cephesinin talepleri karşısında, molla rejiminin meşruiyetinin iki kaynağı (din ve halkın iradesi) arasındaki denge bir daha düzelmeyecek biçimde bozuldu. Muhalefet cephesi genişlerken, Şii bürokrasisinin İran karşı devriminden sonra kurulan iktidar blokunun temelindeki tarihsel ittifakın çözüldüğü görülüyor. Şimdi, iyice daralan blok, ittifakın, Tanrı’nın iradesine ilişkin kendi yorumlarından başka bir irade tanımak istemeyen kesimi tarafından, zorunlu olarak, daha çok şiddete dayanmayı gerektirecek, toplumun en dinamik kesimini dışlayacak biçimde yeniden kuruluyor.

Rejimin iki kanadı

İran’da iktidar blokunu oluşturan ittifakın tarihsel kökleri, Stanford Üniversitesi’nden İran çalışmaları direktörü Abbas Milani’ye göre Şiiliğin iki farklı yorumuyla ilgili. Müslümanlığın Şii kanadı içindeki, Alevi, Zeyidi, İsmaili dallarının yanı sıra özellikle İran’da egemen olan 12 İmam’cı dalı 19. yüzyılın sonunda, modernitenin, akılcılık, bireycilik, anayasacılık, hukuk düzeni, eşitlik, laiklik, kişi özeli, güçler ayrımı gibi özelliklerinin etkileri altında, siyasetle din arasındaki ilişkinin anlamı üzerinden iki akıma bölünmüş. Milani, bu gün yaşananların temelinde bu bölünmenin yattığını savunuyor (The New Republic, 15/07).

Bir tarafta, 12 İmam dönene kadar kurulacak tüm rejimler kusurlu olacağından, din devleti kurmak yerine Anayasal Cumhuriyet’le yetinmek gerektiğini savunan Ayetullah Naini’nin “laikliğe” oldukça yakın tezleri var. Bu tezlere göre Ayetullahların işlevi danışmanlıkla sınırlı kalacak, ülke yönetimine karışmayacaklar. Karşı taraftaysa, Ayetullah Nuri’nin demokrasiyi, Kuran’da ve Şeriat’ta kendini ifade eden ebedi, ulvi, mutlak doğru aklın karşısında yetersiz, yanlış bularak dışlayan yaklaşımı. Yüce lidere mutlak yetki veren, Vilayet-i Fıkıh teorisinin de gösterdiği gibi Humeyni, Nuri’nin tezlerinin devamını temsil ediyordu. Ancak, iktidarı ele geçirme sürecinde anayasacı akımla zorunlu bir ittifak kurmak zorunda kalmıştı. Bu yüzden İran’da anayasal bir demokrasi değil, Yüce liderin mutlak iradesi altında cumhuriyet taklidi yapan (seçimlere yalnızca onun onayını almış adaylar girebiliyor), gerçekteyse totaliter bir yapıyı amaçlayan rejim oluşmuştu.

Halbuki, 1979-80’de siyasal İslam liderliği ele geçirmeye başladığında, devrimin egemen sloganları bağımsızlık ve özgürlüktü. Asef Bayat’ın anımsattığı gibi, İslam Cumhuriyetinin ilk ve Humeyni tarafından da onaylanmış anayasa taslağı, Tanrı’nın egemenliğine ya da Viley’i Fıkh tezine (danışmanlar meclisine) hiçbir gönderme yapmayan, Fransız anayasasından esinlenmiş, genel olarak laik ve demokratik bir belgeydi. Ancak meclisin onayına sunulmadan önce, son anda, Devrim Konseyi, yeni kurulmuş İslami Cumhuriyet Partisi tarafından, yüce lidere mutlak yetki veren, danışma meclisini kuran, otoriter, ataerkil, cinsiyetçi, insan haklarını hiçe sayan bir yönde değiştirildikten sonra (Open Democracy, 07/07 )temsilciler meclisinden (antiemperyalizm adına demokrasiyi, sosyalizmi unutan solun desteğiyle) geçirildi.

Rejimin yeni dinamikleri

Milani ve Bayat’ın yanı sıra, Ahmad Salamatian (Le Monde Diplomatique, Temmuz 2009), Mahan Abedin (The Asia Times 09/07) gibi gözlemciler şimdi bu ittifakın bozulduğunu saptıyor, rejimin daha otoriter ve baskıcı olacağını düşünüyor. Ancak Abedin bu yeni durumda bir istikrar olasılığı görürken, diğer gözlemciler gibi ben de molla iktidarının meşruiyetini,hegemonyasını kaybettiğini düşünüyorum.

Bayat, geçtiğimiz 30 yılda hızlı kentleşme, okuma yazma oranlarındaki artış, elektrifikasyon, çekirdek ailenin, apartman yaşamının yaygınlaşması, medya sektöründe, giderek internet, cep telefonu, uydu vb... gibi iletişim araçlarındaki gelişmelerin, özgürlük (azadi) kavramının içeriğini değiştirdiğine dikkat çekiyor. Artık “Azadi” kavramı, sivil haklar, bireysel özgürlükler taleplerinin, yanı sıra, yaşam tarzını, gideceği yeri, giyeceği giysileri, dinleyeceği müziği, evleneceği kişiyi seçme,“gençliğini yaşama” hakkını da içerecek biçimde genişlemiş. Kadınlar da artık sürekli gözetim altında olmaktan, çarşaf, türban giymeye zorlanmaktan, ahlak polisinden kurtulmak istiyorlar. Diğer bir deyişle İran halkının giderek genişleyen bir kesimi, egemen sınıfların dini kullanarak dayattıkları bir biyopolitiğin altında yaşamak istemiyor.

Hemen bütün gözlemciler üç konuda anlaşıyorlar. Birincisi, Şii/molla bürokrasisinin “iktidar bloku” çatladı, tabanı daraldı, şiddet uygulama eğilimleri arttı. İkincisi, toplumsal muhalefet tabii ki dinsizleşmedi, ancak siyasal İslamın Türkiye’deki propagandistleri, kaç takla atarlarsa atsınlar, din ve devlet ilişkisinin, egemen biyopolitiğin değişmesini istiyor. Diğer bir deyişle İran’da muhalefetin gelişmesinin yönü laikliği gösteriyor. Üçüncüsü, muhalefet, bugünkü durumuyla da uyumlu olarak, barışçı ve reformcu bir gelişme istiyor. Ancak Asef Bayat’ın da vurguladığı gibi hiçbir devrim geleceğini önceden haber vermez.

Thursday, July 09, 2009

Honduras Dersleri

“Toplumsal yaşam esas olarak pratiğe ilişkindir. Teoriyi mistisizme yönlendiren tüm gizemler akılcı çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar.”
Geçen ay Honduras’ta gerçekleşenaskeri darbe (pratik), Türkiye’de bir süredir yaşadığımız, en hafif tabiriyle“ne olduğu belirsiz” (gizemlerle dolu)“darbe tehlikesi” ve “darbeciler”tartışmalarını düşünmeye yardımcı olması açısından iyi bir örnek.

Üç bileşenli denklem
Ancak bu “gizemli” tartışmaların, rastlantısal ve “akıl dışı” olduğunu da düşünmeyelim. Dikkatle bakınca üç bileşenli bir mantığın işlediği görülebilir.
Birincisi, siyasal İslamın hegemonya oluşturma sürecinde andaki ve olası muhalefetinin direnç noktalarını kırmaya, bağlaşıklarını bir arada tutmaya yönelik dinamikler. İkincisi,“yapının”, derinleşen ekonomik krizin gündeme getirmekte olduğu toplumsal tepkilerin esas hedeflerinden başka yönlere kanalize edilmesine ilişkin gereksinimler. Üçüncüsü, solun, sosyalistlerin bazı kesimlerinin, siyasal İslamın ve “yapının” gereksinimlerine teslim olmaları. Bu teslim olmanın nedenlerini de sanırım (kişisel çıkar beklentilerini bir kenara bırakırsak),toplum kavramını, yapısal özelliklerinden, sınıfsal dinamiklerinden soyutlayarak salt kültürel bir düzeye indirgeyenpostmodernizmin etkilerinde aramak gerekiyor.

Darbe şöyle bir şeydir
Türkiye’de darbe tartışmaları, tarih unutularak, darbelerin sınıfsal ve“yapısal” belirleyicileri yadsınarak, bir taraftan emekli subaylardan, üniversite rektörlerinden, gazetelerdeki kanaat önderlerinden, diğer taraftan derin devletin, tükenmiş ve ipliği pazara çıkmış unsurlarından oluşan garip bir karışımın üzerinde yoğunlaşıyor, içinden çıkılmaz kurgulara, komplo teorilerine yol açıyor. Halbuki, Honduras’ta gerçekleşen askeri darbeye bakınca, bu işin pratikte nasıl yaşandığını görebiliyoruz.
Askeri darbeler egemen sınıfların çıkarları, ekonomik yapının bekası tehlikeye girdiğinde gündeme geliyorlar; halen fiilen görev yapmakta olan askerler, ordu eliyle (“yapıya” ait bir kurum tarafından) gerçekleşiyor. Askeri darbeler her zaman bölge jeopolitiğinin bir parçası olarak, uluslararası hegemonyacı gücün desteği ile onun çıkarlarıyla uyum halinde gerçekleşiyorlar.
Aslında tüm bu koşullar, sıkı sıkıya dokunmuş bir ilişkiler ağı oluşturuyorlar. Ordu, hegemonyacı gücün ordusuyla teknik, ideolojik olarak eklemlenmiştir. Egemen sınıf, uluslararası sermayeyle bütünleşmiştir. Ordu ve egemen sınıf arasında doğrudan ve dolaylı (döner kapı) sistemiyle kaynak, personel ve ideoloji alışverişi vardır. Bu koşullardan biri bile eksik olsa “bağımlı bir ülkede”bir askeri darbe gerçekleşemez. Gerçekleştireceğini sananlar, “yapı” için hiçbir tehlike oluşturmazlar, hemen ve kolaylıkla tasfiye edilirler. Bu tasfiye süreci de yapının güçlendirilmesine hizmet edecek biçimde yaşanır.

Honduras örneği
Honduras, CIA ve ABD ordusunun bölgedeki operasyonları açısından çok önemli bir merkezdir. Ordusunun üst kademesi her zaman ABD’nin ünlü“işkenceci yetiştirme okulunda” eğitilmiş komutanlardan seçilir.
Askeri darbeyle devrilen Zelaya, devlet başkanlığı seçimlerini, 2005 yılında, Liberal Parti’nin adayı olarak iş çevrelerinin desteklediği bir programı savunarak kazandı. Ancak ekonomik koşullar bozulurken yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti yedeğine alabilmek için, giderek ulusalcı, halkçı bir çizgi geliştirmeye başladı. Zelaya,“oligarşiyi” haksız kazanç elde etmekle eleştirdi, asgari ücreti yüzde 60 arttırdı; bölgede ABD’nin serbest ticaret projelerine karşı şekillenen Bolivarcı bloka (ALBA) katıldı.
Bu gelişmeler karşısında Honduras egemen sınıflarının güçlerini bir araya toplamak için kolları sıvadıklarını, CIA kaynaklı, ABD’nin kamu diplomasisi (rejim değişikliği) araçlarından USAIDve National Endowment for Democracy’den finansal destek olarak, Arcadia Foundation gibi karanlık örgütlerin de katkısıyla “Barış ve Demokrasi Hareketi”ni kurduklarını görüyoruz. Zelaya’nın da iktidarda kalabilmek için, ikinci kez seçilmesine olanak sağlayacak bir yasal değişiklik önerisine yönelik bir reform projesini gündeme getirdiğini…Ordunun müdahalesi, bu projenin anayasaya aykırı olduğu gerekçesinden kaynaklandı. ABD’nin başından beri sürecin içinde olduğunu, salt ikircikli tutumundan değil, üst düzey bir diplomatın, “Komutanlarla görüşüyorduk, darbeyi engellemeye çalıştık ama başaramadık” sözlerinden de anlıyoruz.
The Guatemala Times’ın, “Honduras darbesi buzdağının yalnızca tepesidir. Şimdi sırada kim var?” başlıklı başyazısı da bize ABD’nin bölgede ALBA’ya karşı yeni bir inisiyatif başlatmakta olduğunu düşündürüyor…

Friday, July 03, 2009

Yorumsuz

İran muhalefer liderlerinden, dinbilimci ve filozof Mohşen Kadivar: Der Spiegel’e verdiği bir mülakatta, Laiklik talebinin İran’a uymadığını şu sözlerle açıkladı: Benim yurttaşlarımın büyük çoğunlu dinle devletin birbirinden tamamıyla ayrılmasını istemiyor. Ben de istemiyorum. İran İslami değerlerin ve geleneğin hakim olduğu bir ülkedir. Vatandaşlarımızın %90’ından fazlası Müslüman’dır…

Thursday, July 02, 2009

İran Merceğinden Dış Politika

AKP hükümeti, İran seçimlerinin sonuçlarını, alelacele benimseyerek Ahmedinejad’ı kutladı. Böylece, İran “olayı”, AKP hükümetinin dış politikasına yön veren doktrinin, daha önce dikkat çekmeye çalıştığımız zaaflarını (“Kaygı Verici Bir Doktrin”, Cumhuriyet Strateji eki, 23/06/08) gözler önüne serdi.


‘Stratejik’ derinliğin çatlakları

Dışişleri Bakanı Prof. Davutoğlu’nun, başından beri AKP dış politikasına yön veren yapıtı “stratejik derinlik”,Türkiye’nin bölgedeki “yerini” kavramaya katkı yapabilecek kapsamlı bir çalışma. Ancak, daha önce de vurguladığımız gibi, bu “yer” saptamasına dayanarak yapılan varsayımlar, çok önemi zaaflar taşımanın ötesinde birbirleriyle çelişerek kaygı verici bir karışım oluşturuyorlar.


Bu varsayımları şöyle özetleyebiliriz: (1) Türkiye çok yönlü, komşularıyla “sıfır” sorun temelinde barışçıl ilişkiler geliştirerek bölgede bir istikrar merkezi olabilir; (2) Türkiye mihver/periferi/merkez ülke, küresel güç olarak bölgede, kıtasal bir hegemonyacı güç olan ABD’ye dayanarak güç yansıtabilir; (3) Gerek Türkiye’nin içindeki siyasi kültürel iklim (“ılımlı İslam”), gerekse de tarihsel mirası (Osmanlı imparatorluğu), yukarıdaki amaçların gerçekleşmesine yardımcı olacak etkenlerdir.


Birincisi, Türkiye’nin bulunduğu bölge, buraya yansıyan, büyük güçler rekabeti, Türkiye’nin uluslararası bağlaşıkları, üyesi olduğu kuruluşlar ve “kaynak savaşları” ortamı, Türkiye’nin komşu ülkeleriyle “sıfır” sorunlu ilişkiler kurmasına olanak sağlamaz. Böyle bir yaklaşım hiperaktif, alınan sonuçla harcanan enerji arasında sürekli bir açık yaratan, konferans trafiğini diplomatik kazanım sanmaya başlayan bir dış politikaya yol açabilir. İkincisi, Davutoğlu’nun Türkiye’nin uluslararası hiyerarşideki yerini düşünmekte zorlandığı, periferi/merkez ülke gibi birbiriyle çelişen kavramları harekete geçirmek zorunda kaldığı görülüyor. Bu “düşünme” zorluğu, kimi zaman güç yansıtmak için yaslanılacak uluslararası gücün kapasitelerininabartılmasına, kimi zaman etkisinin azımsanmasına, kimi zaman da Türkiye’nin kendi kapasitelerinin abartılmasına yol açma riskini taşıyor. Üçüncüsü, hem iç dinamiğin gerçekten dinamik yani değişken ve gelişken olduğunu, karmaşıklığını, siyasal İslamın gelişmesinin yan etkilerini hesaba katmıyor. Hem de Osmanlı geçmişini, yine Osmanlı, imparatorluk gözüyle okuyarak, bölgedeki, geçmişte üzerinde egemenlik kurulmuş olan halkların Osmanlı algısını görmezden geliyor.


Ve İran sınavı…

Bu zaaflarının yanı sıra, bu üç varsayımın, siyasi sonuçları açısından birbiriyle çelişen özelliklere sahip olduğu görülüyor. Örneğin, AKP (Davutoğlu doktrini) hem komşularıyla “sıfır” sorunlu dış politika izlemek istiyor, hem de bir kıtasal güce dayanarak bölgede güç yansıtmak. Hem güç yansıtmak, bir etki-tepki ilişkisi içinde “sıfır sorun” ilkesini yadsıyor, hem de kıtasal bir güce dayanmaya çalışmak o gücün bölge projelerinde işlevsel olmayı dolayısıyla onun yaratacağı sorunları de üstlenmeyi gerektiriyor.


Ülke içindeki ılımlı İslam iklimiyle birlikte gelişen, toplumsal, kültürel duyarlılıklar dış politikayı etkilemeye başlayınca, güçlendirmek yerine, İran olayında olduğu gibi birinci ve ikinci amaçların çatışmasına dolayım oluşturarak fiyaskolara yol açma riski yaratabiliyor.


Örneğin, iç politikada siyasal İslamın yükselişi, bu gelişmeye ters yönde ilerleyen akımlara, olaylara olumsuz tepki verme eğilimini güçlendirdi. Bu eğilim içeriğinden, koşullarından ve sonuçlarından soyutlanarak salt seçimlere indirgenmiş bir demokrasi anlayışıyla birleşince hükümetin İran tavrına yol açtı. İran’da seçimler yapılmıştı, sonuç alınmıştı, muhalefet, sokaklardaki toplumsal hareket ise dini yaşam tarzından uzaklaşma eğilimi sergiliyordu. Öyleyse, molla rejimini koruyan seçim sonuçları hemen kabul edilmeli, kulaklar sokakların sesine tıkalı kalmalıydı.


İkincisi, geçen bir iki yıl içinde El Kaide tipi radikal gruplar içinde, eskiye göre giderek daha çok sayıda Türkiye kaynaklı militana rastlanıyor, iç politikada siyasal İslamın yükselişinin, ılımlı kanatların yanı sıra radikal akımların da yeşermesine, güçlenmesine uygun bir ortam yarattığı görüşü Batı’da giderek daha çok taraftar bulmaya başlıyor. Böylece Davutoğlu’nun dış politikayı güçlendireceğine inandığı iç dinamikler, İran “olayında” hem bölgede güç yansıtmak için dayanak olarak görülen gücün, hem de en eski komşusu İran’da toplumun en dinamik kesiminin talepleriyle çelişiyor. Böylece de Türkiye dış politika yönetimi İran sınavından başarıyla çıkamıyor.