Thursday, December 29, 2011

Mısır nereye gidiyor?

28 Aralık 2011 -

Mısır’da askeri cunta, üç haftadır süregelen protesto eylemini tüm dünya basınında nefretle karşılanan bir şiddetle bastırdı. Genel seçimlerin ikinci turunda, Müslüman Kardeşler’in ve Selefi akımların partilerinin aldıkları oyların oranı yüzde 70’e ulaştı. Mısır ve Devrimci Gençlik Bloku ile liberallerin toplam oyları yüzde 10 düzeyinde kaldı.

Son veriler Mısır’da ekonomik koşulların bozulmakta olduğunu gösteriyor. Ekonomik büyüme hızı yüzde 0.2’ye gerilerken, yabancı yatırımların yüzde 93, toplam yatırımların yüzde 18, turizm gelirlerinin yüzde 10.4 gerilediği hesaplanıyor (Bloomberg 25/12). Bütçe açığının bu yıl GSMH’nin yüzde 12’sine ulaşması bekleniyor (Al Ahram 25/12).

Ekonomik koşullar bozulurken, başkanlık seçiminin tarihi üzerine yoğunlaşan protesto eylemleriyle ilgili tartışmalar, siyasal İslamın, Silahlı Kuvvetler Üst Konseyi cuntasına yakınlaşmakta olduğunu düşündürüyor. Bu bağlamda oldukça kötümser yorumların birinde, Mısır’ın giderek Türkiye’ye değil Pakistan’a benzeyeceği ileri sürülüyordu.

Üç odaklı siyaset 
Mısır’da siyasi coğrafyayı bir süredir üç siyasi odak arasındaki mücadele şekillendiriyor.

Mübarek devrildikten sonra yönetimi ele geçiren askeri cunta (artı, “yargı ve bürokrasi” - Shaboski, Alawsat, 21/12), aşağıda değineceğim ekonomik etkenlerin de baskısıyla, yeni şekillenmekte olan siyasi yapı içinde kendine etkili bir kurumsal konum sağlamadan yönetimi “sivillere” devretmek istemiyor.

Gereken pazarlıkların yapabilmesini açısından cunta, önce genel seçimlerin tamamlanmasını, başkanlık seçimlerine de genel seçimlerin sonunda oluşacak meclisin yapacağı anayasa belli olduktan sonra gidilmesini öngören programı uygulamaya çalışıyor.

Mısır “devrimini” başlatan, “gençlik” hareketi ve etrafındaki liberal entelijansiyayı da kapsayan blok, gereken hazırlıkların yapılamayacağını düşünerek, genel seçimlere, başkanlık seçimlerine giden sürenin uzatılmasını istiyordu. Daha sonra, siyasal İslam ve cunta arasında gelişmeye başlayan diyaloğu, “devrimin”, devrime katılmayanların iktidarını hazırlamakta olduğunu gördükçe, yönetimin bir an evvel sivillere devredilmesini, anayasanın hemen yapılmasını talep etmeye, bu amaçla meydan ve sokak eylemlerini yeniden harekete geçirmeye başladı. Bu süreç Devrimci Gençlik Bloku ve bağlaşıklarıyla, cunta arasında gittikçe sertleşen, geçen hafta ekranlara yansıyan kanlı çatışmalara yol açmaya başladı.

Bu siyasetin üçüncü köşesinde, askeri cunta ve Devrimci Gençlik Bloku çatışarak birbirini yormaya, toplumsal desteklerini tüketmeye devam ederken, adım adım iktidarı almaya doğru ilerleyen siyasal İslam var. Bu hareketin büyük kanadını Müslüman Kardeşler’in, genel seçimlerin ikinci turunda oyların yüzde 47’sini alan Özgürlük ve Adalet Partisi, küçük kanadını da Selefi hareketin, oyların yüzde 20’sini alan Nur Partisi oluşturuyor. ABD Senato Dışişleri Komisyonu Başkanı Senator John Kerry’nin son Mısır ziyaretinde, bu siyasi partileri ziyaret etmesi de ABD’nin yılda 1.3 milyar dolar yardım yaptığı Mısır ordusuyla bu akımlar arasında bir “modis operandi” oluşturmaya çalıştığını gösteriyor.

Siyasal İslam da siyasal sürecin takvimi konusunda cuntanın yaklaşımını benimsiyor. Bu akım, yeni anayasayı, genel seçimlerden sonra iskemlelerin çoğunu almış olacağı bir meclisin yapmasını istiyor. Bu nedenle de, özellikle Selefi Nur’un sözcülerinin, çatışmalarda ölen 14 gösterici ve askerlerin meclisin camlarından göstericilere fırlattıkları eşyaların arasındaki, üzerinde Kuran’dan ayetler yazılı metal plakalar konusunda suskunluklarını koruduğu; göstericilere, özellikle kadınlara karşı giderek daha eleştirel, sert bir dil kullanmaya başladığı görülüyor (El Ahram, 22/12/2011). Bu eleştirilere ABD dış politika çevrelerinden sesler de katılıyor (“The Frankenstein of Tahrir Square” Steven Cook, Foreign Policiy, 19/12/2011).

Pakistan’a mı benzeyecek? 
Siyasal İslamla cunta arasındaki yakınlaşmanın arkasında güçlü ekonomik dinamikler de var. Mısır’da ordu, Pakistan ordusuna benzer biçimde makarna üretiminden maden suyuna, tüp gazdan petrol istasyonları zincirine, inşaattan turizme birçok alandaki yatırımlarıyla ekonominin yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor (Al – Khalsan, Al Masry Al Youm, 24/12). Bu anlamda ordu emir-kumanda “nomenklatura”sını (hiyerarşisini), bir “devlet kapitalisti” sınıf olarak görmek de olanaklı. Siyasal İslama bakınca da, Müslüman entelijansiyanın yanı sıra, çarşı eşrafından büyük tüccarlara, toprak sahiplerine kadar uzanan bir mülk sahipleri bloku görüyoruz.

ABD, Pakistan örneğinde olduğu gibi, Mısır’da da bu iki kesimi birden kendi çıkarlarına eklemlemeyi amaçlıyor. Mısırlı analist Maamun Fendi, ABD’nin bu konuda deneyimli diplomatlarından Anne Patterson’u, Pakistan’dan sonra Mısır elçisi olarak atamış olmasını, Mısır’daki siyasal İslamın Pakistanlı din bilimci Abul Ala Maududi’nin yorumlarından esinlenerek gelişmiş olmasıyla birleştirerek, “Pakistan’laşma” sürecinin bir belirtisi olarak yorumluyor (Al Masry al Youm, 16/12).

Thursday, December 22, 2011

Yılın İnsanı -Yılın ‘Olayı’

Time dergisi “protestocu”yu kapak yaptı. Time belki de uzun zamandır ilk kez doğru bir seçim yapmış. Dergi kapağındaki resme bakınca yüzü kapalı, kimliği belli olmayan bir figür görüyoruz. Bence bu da doğru. Yılın insanı, belli bir “yüzü” olan birey değil de ondan.

Yıl boyunca, Tunus, Mısır, Cezayir, Bahreyn, ABD, İspanya, İngiltere, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İsrail, Meksika, Suriye, Hindistan, Şili ve Rusya’da sokakları, meydanları dolduran protesto eylemlerinin anlamını, katılanların toplumsal özelliklerini, teknolojinin rolünü tartıştık. Tartışmaya da devam edeceğiz. Büyük bir olasılıkla, 2012’de benzer eylemlerin Çin’de ve diğer Asya ülkelerinde de patlak verdiğine tanık olacağız.

Belki de bunların hepsine birden geride bıraktığımız 20, hatta otuz yılın “olayı” demek gerekiyor. Yaşananlar, gözlemlenenler, felsefi anlamda “olay” tanımına uygun: Hiç beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yerde, biçimde patlak verdi. Hiç beklenmedik, hatta anlaşılamaz biçimde hızla yayıldı, evrensellik kazandı. Toplumsal olaylar, devrimler konusunda yerleşik bilgilerimizi altüst etti. Daha sonra üzerinde düşünmeye başladığımızda, çoğumuz, bu “olay”ın aslında olmayı beklediğini, koşullarının çoktan hazır olduğunu gördük. Ama “olay” gerçekleştikten, bizi bu koşulları görecek biçimde değiştirdikten sonra...

Peki, ne oldu?

“Olay” verili bilgi sistemimizde bir delik açtı. Şimdi deliği doldurmaya, bilgi sistemimizi yeniden düzenlemeye çalışıyoruz: Olanların anlamı ne? Kimler yaptı? Bizi nasıl etkiliyor, bir sorumluluk yüklüyor mu?

Bu açılan delik, artık gerçek anlamda bir ideolojik mücadele sahnesidir. Bu mücadeleyi kazananlar, bu “olayın” anlamını belirleyecekler, tabii etkilerini de...

Bu ideolojik mücadele alanında, birbirinden farklı üç yaklaşım dikkat çekiyor. Birincisi, “olay”a açıkça karşı çıkamıyor, saptırmaya başlıyor. İkincisi, aslında olmadı, ortada “olay” filan yok diyor. Üçüncüsü, “olayı” kabul ediyor, ona katılmaya, “hakikatini” evrenselleştirmeye, etkilerini yaymaya çalışıyor.

Birinci yaklaşımın en tipik örneğine Foreign Policy dergisinde Hernando de Soto’nun yorumunda rastlıyoruz: Tunus’ta kendini yakarak olayı başlatan Bouazizi, “hayatını kazanmak ve sermaye biriktirmek istiyordu”.. “yeteneği alıp satmaktı”.. “pazarda kalıcı bir tezgâh istiyordu, verselerdi (piyasa serbest olsaydı E.Y.) yaşamı değişecekti”.. “yoksulların da alıp satma hakkı vardı”. Kısacası bu “olay”ın “hakikati”, alıp satma özgürlüğü mücadelesidir. Gözden gizlenen ise şudur: Alış satış işlerinin devam edebilmesi, sermayenin birikebilmesi için, Bouazizi gibi “büyük insanlığın” sürekli başarısızlığa uğraması, yoksul ve işgücünü piyasada satmak zorunda kalması gerekir.

Time’ın yaklaşımı da aynı kapıya çıkıyordu. Time, bize kimliği, amacı belirsiz, ama genelde bir eğitimli “orta sınıf” bireyine indirgenmiş, “cool” bir protestocu sunuyor. Ortada ne polis, ne biber gazı, ne tutuklanmalar, ölüler var. Her “cool” orta sınıf bireyi gibi. Bu da “demokrasi”, daha adaletli, sürdürülebilir bir kapitalizm istiyor. Time’a göre “Protestocu” var olan kapitalizme, bir yenisi adına karşı çıkıyor.

İnsanın aklına,1980’lerde, neo-liberalizmin kapitalizme karşı tepkiyi, postmodernizmin sol liberallerin söyleminden yararlanarak Fordizme karşı bir tepkiyle sınırlayarak, refah devletine karşı mücadelede kullandığı günler geliyor.

“Olay”ın gerçekliğini yadsıyan yaklaşıma en iyi örneği, “kendiliğinden hareket”, “devrim” gibi kavramlardan yoksun, buna karşılık kapitalizmin “gücü” karşısında gözleri kamaşmış jeopolitik analistleri oluşturuyor: Bunlara göre ortada “olay” yok, emperyalizm bölgeyi düzenleme planlarını uygulamaya koyuyor, o kadar! Bize de umuda kapılmadan, “gerçekçi” olmak, durumu kabul etmek düşüyor.

Üçüncü yaklaşım, kitle eylemlerini, meydanlarda şekillenen örgütlenmeleri, devlet şiddetine karşı direnişi, gezegeni bir felakete sürüklemeye başlayan kapitalizme karşı seçenek arayan yeni bir dalganın ilk örnekleri olarak görüyor. Bu yaklaşım bu ilk örneklerin mutlaka başarılı olacağını, başlattıkları devrimleri tamamlayabileceklerini düşünmüyor. Bu “dalgaya” bakınca, hâlâ boş olan “özne” yerinde, işçi sınıfının yeni şekillenmekte olan, bu anlamda sınıfın geri kalanıyla örgütsel, daha önemlisi kültürel bağları zayıf kesimlerinin izlerini görüyor.

Bu “olay” halk kitleleri açısından yeniden tarihi başlatıyor. Kendi kaderini eline almak isteyen “kitle”, 19’uncu, 20’nci yüzyılın, yüzü yağlı, işçi tulumlu tipik örneklerinden (bunlar hâlâ varlığını korumaya devam ederken) farklı özellikler sergileyen yeni biçimleriyle birlikte, 2011’de tarihe geri dönüyor! Hem de tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan, hatta gezegenin geleceğine sahip çıkan taleplerle... “Başka bir dünya mümkündür” diyerek...

Friday, December 16, 2011

Avrupa kıyısında bir garip ülke

(14 Aralık 2011)-

Hayır... Türkiye’den Söz etmiyorum.

İngiltere’nin, Avrupa’yla yollarını ayırmaya başladığı, 9 Aralık gece yarısından 24 saat sonra, sabaha karşı, telefonda, “Ben Londra’yı hiç böyle görmedim” diyordu Sema. “Gündüz Oxford Street, Picadilly kalabalıktı. Malum Noel alışverişi furyası. Ama gece yarısı bankanın Noel yemeğinden çıktığımda, Picadilly Circus çok daha kalabalıktı. Metroya bindiğimde daha da şaşırdım. Ağzına kadar doluydu. Ama her zamanki sarhoşlarla, serserilerle, ısınmak için sığınan tek tük evsizlerle, yorgun perişan turistlerle, aylak gençlerle değil... Gayet iyi giyimli kadınlar, erkekler, birbirleriyle konuşuyor şakalaşıyor, havada bir neşe, iyimserlik... Metroda yanındakine bakmamaya çalışan Londra halkı nerede, bunlar nerede?”

Sonra ekledi, “Picadilly’den, South Gate”e kadar 45 dakika güle söyleye kahkahalar arasında geldik. Kendi durağında inenler, geride kalanlara iyi geceler filan diliyordu. Adeta salak bir Hollywood filminin içindeydim.”

İngiltere tarihinin en derin resesyonunu yaşıyor. Kamu sektöründe geçen ay, bir genel grev gerçekleşti. Yeni grevler kapıda. Televizyonlarda, “ana cadde” satışlarının beklenenin altında seyrettiğini duyunca, “Amazon.co.uk”ye baktım. Yılbaşı geliyor, hediye alacağız ya. Gerçekten fiyatlarda bir hafta öncesine göre bir gerileme var. Temel gıda mallarının fiyatları artmaya devam ederken sanayi malları, beyaz eşya ve konut piyasalarında deflasyon devam ediyor. Bu arada işsizlik de artmaya... Harçlar 9 bin sterline çıkınca, bu yıl üniversitelere başvuranların sayısında belirgin bir düşüş başlamış.

Dahası var. Başbakan Cameron AB liderler toplantısında, mali krize karşı daha derin bütünleşme, finansal sektörde denetim, önerilerini veto edip Londra’ya döndüğünde, yalnızca ülkesini değil, koalisyon hükümetini de, AB’den daha bölünmüş buldu.

“Borç bini aşınca baklava börek yenirmiş” derler ya galiba öyle bir şey. Geçen yüzyılın başındaki depresyon döneminde de işsizlik, yoksulluk hızla artar, bedava yemek dağıtan hayır kurumlarının önünde kuyruklar uzarken halkın cebine biraz para giren kısmı, “gerçeğin çölünün” dayanılmaz ağrılarından kaçmak için kendilerini radyo programlarının, film endüstrisinin birbiri ardına ürettiği müzikallerin, ucuz müzikhollerin, ünlülerin yaşamlarına ilişkin dedikoduların, Yahudi düşmanlığının eline bırakmamışlar mıydı?

‘Hiç bu kadar yalnızlaşmamıştı’
AB liderleri, maliye politikaları ve mali piyasalar üzerinde daha sıkı bir disiplin uygulamaya, IMF’nin İtalya, İspanya destek paketine 200 milyar Avro eklemeye, 500 milyar Avro’luk kalıcı Avrupa İstikrar Fonu oluşturmaya karar verdiler. İngiltere Başbakanı Cameron, bu kararları, “İngiltere’nin çıkarlarına uygun bulmayarak” veto etti. İsveç, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti de katılmadılar. Böylece The Economist’in deyimiyle, “Maastricht anlaşmasının 20. yıldönümünde AB’nin fay hatları, en zayıf oldukları yerde, Manş Denizi üzerinde kırıldı”. The Economist, Başbakan’ın tutumunda bir mantık görmekle birlikte, 23 üyeli, birçok açıdan bölünmüş AB blokunun içinde kalarak siyaset yapmak yerine “Britanya’da, Avrupa’da siyasilerin suçladığı finansçıların çıkarlarını Cameron’un savunmasının taktik olarak tuhaf ” olduğunu yazıyordu.

Cameron ülkesine döndüğünde, partisinin milliyetçi-muhafazakâr kanadından başka kimse bulamadı yanında. Avrupa Reformu Merkezi Başkanı Charles Grant’a göre, “İngiltere Avrupa’da hiç bu kadar yalnız kalmamıştı”. Cameron’un koalisyon ortağı Liberal Parti Grup Başkanı “Veto AB’yi ikiye böldü (17 +10), İngiltere’yi de ikinci lige gönderdi” diyordu. Muhafazakâr, The Times’ın yorumcularından Martin Ivens alaycı bir dille “Başbakan sen şimdi Demir Adamsın cesur ol” dedikten sonra “İngitere’nin AB ilişkilerinde belirsiz bir alana girdiğini” vurguluyordu. Başbakan Yardımcısı Liberal Parti Başkanı Nick Clegg’e göre Cameron’un vetosu “Muazzam bir başarısızlıktı”.

The Observer’den Will Hutton muhafazakârların tarihin en eski partisi olduğunu vurguladıktan sonra, bu partinin varlığını toplumun en muhafazakâr kesimine “orta sınıfın desteğine” borçlu olduğunu anımsatıyordu. Bu parti “Fransız ve Amerikan devrimlerine, köleciliğin kaldırılmasına, karşı çıkmış, 1930’larda Hitler’le uzlaşmadan yana olmuş, Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasına direnmişti... İngiltere’yi yine bir dış politika felaketine sürüklüyordu”.

Ekonomik kriz devam ediyor. Koalisyon hükümetinin ne kadar ayakta kalacağı belli değil. Avrupa ile ilişkiler belirsiz bir alana girdi. İngiltere Finans kapitalin ve muhafazakâr orta sınıfın elinde, yalnız ve Almanya’nın liderliğinde toparlanmaya başlayan Avrupa’da kimsenin takmadığı küçük ülke konumuna düştü... Ama bu sırada bu çarşılar, sokaklar dolu, bulvarlar, John Fowless’in deyişiyle “tüm ruhen karanlık yerler gibi ışıl ışıl”. Avrupa kıyısında küçük ve garip bir ülke işte...

Wednesday, December 07, 2011

Uygarlıklar da intihar eder

(07 Aralık 2011)

Güney Afrika’da toplanan Durban İklim Değişikliği Zirvesi’nin ikinci haftasına girerken, ilk haftanın sonuçları, bu mavi, güzel gezegenin üzerinde ortaya çıkan son uygarlığın intihar etmekte olduğunu düşündürüyor.

Isınmaya devam ediyoruz 
Berkeley Earth Project ekim ayında kapsamlı bir küresel ısınma raporu yayımladı. 1800’den bu yana küresel ısınmayı araştıran raporun finansal kaynakları arasında, “küresel ısınma” savlarına yıllardır şiddetle karşı çıkan Koch Sanayi grubu da vardı. Buna karşın, raporun aktardığına göre araştırma, 1950 yılından bu yana dünyada ortalama sıcaklığın 1 derece arttığını ortaya koyuyor, bu artışın arkasında da insan etkinliğinden başka bir neden bulamıyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre geride bıraktığımız 2000 - 2010 dönemi, ölçümler başladığından bu yana en sıcak, sera gazlarındaki artışın da en yüksek olduğu on yıl olmuş (Los Angeles Times 05/12/11). Bilimsel araştırma dergisi Nature Climate Change’de (Doğa İklim Değişikliği) pazar günü yayımlanan bir makaleye göre Oslo’daki Centre for International Climate and Environmental Research’un (CICERO) bulguları, küresel ısınmanın temel nedenini oluşturan sera gazları emisyonunda, 2009’da yüzde 1.4 bir gerileme yaşandıktan sonra, 2010 yılında, yüzde 5.9’la tarihin en yüksek yıllık emisyon artışı düzeyine ulaşılmış.

Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin kasım ayında yayımlanan raporunda, 220 bilim insanının iki yıl süren bir çalışmasının sonuçları, küresel ısınmayla sert hava değişiklikleri arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyordu. Rapor önümüzdeki 20 yılda ağır sağanak yağışlardan kaynaklanan sel felaketlerinin artacağını, daha sert fırtınalar yaşanacağını, yaygın kuraklık olaylarının daha sık görüleceğini ileri sürüyor. Bu koşullardan en çok yaşlıların, yoksulların, çocukların zarar göreceğine dikkat çekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Fatih Birol’a göre 2017 yılına kadar uluslararası anlaşmalar yapılamazsa, küresel ısınmadaki artışı 2 derecenin altında tutma olasılığını tümüyle yitireceğiz (The Guardian 20/11/011).

Tüm bu sonuçlara yol açan sürecin son dönemi, 2005’te uygulanmaya konan, 2012’de de bitecek olan Kyoto İklim Değişikliği Anlaşması altında yaşandı. Şimdi Kyota’dan sonra yeni ama bu kez gerçekten etkili bir anlaşma gerekiyor.

Koyun can derdinde... 
Peki, durum bu kadar vahimse, neden gereken anlaşmalar yapılamıyor? Neden olacak, adeta, “koyun can derdinde kasap mal derdinde” de ondan. Genel olarak dünya halkları, küresel ısınmanın sonuçlarını hissediyor, eğer işi Tanrı’ya havale etmemişlerse, acilen bir şeyler yapılmasını istiyorlar. Buna karşılık, büyük ekonomilerin yöneticileri, anlaşmamak için türlü bahaneler buluyorlar. Ama aslında sorun onlardan da kaynaklanmıyor. Sorun onların korumakla yükümlü oldukları kapitalizmden kaynaklanıyor.

Birincisi, artık en muhafazakâr, sorunu yadsıma konusunda en inatçı araştırmacılar bile kavramaya başladı ki, küresel ısınma ve çevre kirlenmesi kapitalist sanayileşmenin, 1950’den sonra yerleşen, küreselleşme döneminde iyice hızlanan tüketim hummasının sonucu.

Ama kapitalizmi yönetenler, krize bir tepki olarak, tüketim, yatırım, dolayısıyla ucuz üretim alanlarını genişletmek için yaratılan, hacmi, 2007’de patlamadan önce 1000 trilyon dolara ulaşan borç köpüğüyle desteklenen küreselleşmenin, iklim krizini daha da arttırdığını kabul etmeye yanaşmıyorlar. Bu direniş krizi üç açıdan daha da derinleştiriyor. Birincisi, kâr maksimizasyonuna dayalı bir ekonomik modelde, alınması gereken önlemler maliyetler üzerinde baskı yaratacağından, liderler bu önlemleri almak istemiyorlar. İkincisi, bir aşırı kapasite fazlası sorunuyla karşı karşıya olan kapitalist sistem bunu aşabilmek için tüketimi ve üretimi (büyümeyi) körüklemekten başka bir yol göremiyor. Borçların ödenebilmesi için büyümenin hızlandırılması gerekiyor. Diğer bir deyişle, kapitalist üretim tarzının krizi aşma stratejileri küresel ısınmaya yol açan dinamiklerin hızlandırılmasını gerektiriyor.

Bu ortama, ABD hegemonyasının gerilemesiyle sistemde liderlik öğesinin kaybolmaya başlaması, yeni yükselmeye başlayan güçlerin, bu yükselişi yavaşlatacak önlemlere direnci gibi jeopolitik sorunların da eklendiği görülüyor.

Güney Afrika Durban Zirvesi’nin ilk haftasında bu direnişleri, tartışmaların jeopolitik boyutunu açıkça görmek mümkün oldu. ABD, Hindistan ve Çin, küresel önlemler almaya yönelik uluslararası bir anlaşmanın yapılmasına en çok direnen güçler olarak öne çıktılar.

Ekonomik ve siyasi rekabet kısırdöngüsüne saplanmış bir toplumsal üretim biçimi olarak kapitalizm, öldüğünü bilmeyen bir zombi gibi yürümeye çalıştıkça tüm uygarlığı tehdit ediyor.

Thursday, December 01, 2011

Liberalizmin dayanılmaz ikiyüzlülüğü

(30.11.2011)
Marx bir yerde, “insanları kendileri hakkında söylediklerine değil yaptıklarından bakarak değerlendiririz” diyordu. Bu bağlamda, liberalizm karşımıza, yalnızca söyledikleriyle yaptıkları arasında değil, söylediklerinin bir yarısıyla öbür yarısı arasında inanılmaz çelişkiler sergileyen bir akım olarak çıkıyor. İkiyüzlülük söz konusu olduğunda kimse liberalizmin eline su dökemiyor!

Özgürlükler, ama liberalizme rağmen...
Genelde bireysel özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, kuşkuculuğun ve aklın önemi gibi kazanımların liberalizm sayesinde elde edildiğine inanılır.

Halbuki felsefe profesörü Dominico Losurdo’nun 2005’te İtalya’da, 2011’de de İngiltere’de yayımlanan, Financial Times yazarlarının bile övgüyle bahsettiği “Liberalizm: Bir Karşıt Tarih” başlıklı çalışması karşımıza başka bir tarihsel panaroma koyuyor(1): İnsanlığın tüm bu kazanımları, ilk kez liberal gelenek tarafından, mutlak monarşiye, kiliseye karşı gündeme getirilmiş olsalar bile ancak liberalizmin dışladıkları, köleler, yoksullar, işçiler daha da ilginci, liberalizmin baş düşman ilan ettiği Jakobenlerin, onların mirasını devralan Marx’ın, Engels’in izinden gidenler tarafından liberalizme karşı mücadele içinde geliştirilebildiğini görüyoruz.

“Eski rejime” karşı liberal görüşlerle mücadele eden kapitalist sınıfın, kendi ekonomik kazancını arttırmak için sömürgecilikten, soykırımdan çekinmemiş, çıkarlarıyla çelişen her konuda, otoriter, baskıcı görüşleri benimsemekten, şiddet uygulamaktan kaçınmamış olması büyük bir paradoks oluşturuyor.

Ekonomik liberalizm daha başından siyasi liberalizmden (özgürlüklerden) kopmuş. Kapitalist sınıf kendisi gibi olmayanları dışlamış, liberalizmin ilkelerini onlara uygulamamış. Siyasi özgürlükleri geliştirmek için dışlayıcı, “ötekileştirici” anlayışlara, ideolojilere karşı mücadeleyi de liberalizmin dışladıkları üstlenmiş. Siyasal özgürlükleri geliştirmek için mücadele edenler de kısa sürede, liberalizmin tanımladığı “ekonomik özgürlükler” kavramıyla hesaplaşmak zorunda olduklarını görmüşler.


İşçiler, çocuklar ve köleler 
Bu “ikiyüzlülük”, kapitalist sınıf “devrimci barutunu” yitirdikten sonra gelişmiş bir hastalık değil. Losurdo, liberal düşüncenin tarihine bakınca, bu ikiyüzlülüğün “devrimci” döneme de damgasını vurduğunu gösteriyor. Örneğin Losurdo, okuyucusuna liberal düşüncenin kurucusu sayılabilecek John Locke’un aynı zamanda, köleciliğin ateşli bir savunucusu olduğunu anımsatıyor. Locke, “bir insanın bir başkasının tutarsız, belirsiz, bilinemez ve gelişigüzel iradesine tabi olamayacağını” ileri sürerken aynı zamanda, “Caroline eyaletinin her özgür bireyi, siyah köleleri üzerinde mutlak otoriteye sahip olacaktır” diyebiliyor. Amerika’nın 1775 bağımsızlık deklarasyonu, “bütün insanların (aslında erkekleri kastediyor-E.Y) eşit yaratıldığını, yaratıcının bu insanlara verdiği hakların ellerinden alınamayacağını” savunurken aynı anda köleleri insan saymayarak bu haklardan dışlıyor; bu tutumunu da “Yaratıcı”nın (Tanrı’nın) iradesine dayandırıyordu. Losurdo, çalışmasında liberallerin iktidarında köleciliğin hızla geliştiğini, Amerika’daki köle sayısının, 1700’de 330 binden 1800’de üç milyona, 1850’de de altı milyona çıktığını gösteriyor.

1770’lerde Adam Smith’in bir “gündelikçiler ve uşaklar sınıfından” söz etmeye başlaması, liberallerin, proletaryanın sefil yaşam koşullarını haklı çıkarmak için de “Yaratan”ın iradesine (takdiri ilahi), başvurduklarını gösteriyor. Saturday Review adlı popüler bir dergi 1864’te “Nasıl bir negro köle, Tanrı’nın hangi deri rengini kendisine verdiğini anımsaması gerekiyorsa, yoksul İngilizlerin ve çocukların da Tanrı’nın onları koyduğu yeri anımsamaları gerekiyor” diye yazıyordu. Jefferson Amerika’da yerlilerin kökünün kazınmasını isterken Locke da “yoksulların kiliseye gitmesinin zorunlu kılınmasının yararlı olacağını” savunuyordu.

Ama, bu ikiyüzlülükten başka bir başka gelenek daha var. Bunu da liberalizmin ötekileştiriciliğine, ayrımcılığına karşın evrenselliği savunan Jakoben hükümetin köleciliği kaldıran kararında, Fransız kolonisi Santa Domingo Adası’nda 1891’de patlak veren siyah kölelerin isyanında, Latin Amerika’da Bolivarcı hareketlerde görüyoruz.

Santa Domingo, köle isyanının lideri siyah Jakoben Toussaint L’Ouverture, eşitlik ve özgürlük kavramlarını “doğanın insanlara verdiği bir hak olarak” tanımlıyor, böylece maddi ve evrensel bir zemine oturtuyordu. Kendileri de birer köleci olan Amerikan liberal devrimcilerinin aksine Fransa’da devrimci Jakoben hükümet, Toussaint’in bağımsızlık, özgürlük isyanını destekledi. Toussaint’in, Napolyon ordularını yenen askeri dehasının bu süreci hızlandırdığını da söylemeden geçmemek gerekir.

Jakoben hükümeti yıkıldıktan sonra, Napolyon Toussaint’i güvenliği konusunda garanti vererek Fransa’ya davet etti, ancak yolda tutuklattırıp hapse attırdı, ölüme terk etti. Belli ki bazı şeyler hiç değişmiyordu. Sınıf egemenliğini meşrulaştırmak, yoksulların başına gelenleri açıklamak için bugünlerde de sık sık “takdiri ilahiye” dayanmaya çalışmak gibi...

(1) Tim Black, Spiked, 25.11.2011; Ed Rooksby, New Left Project, 21.11.2011.