Saturday, November 15, 2008

“Mustafa” ile ilgili bırakılan notlar üzerine

 “Sıradan” insan ve “kahraman” üzerine bir not:

“Sıradan” insan tarih sahnesine çıkmamış, “yapıya” ait, yasaya bağlı insandır, mücadele etmeyen, “yaşamayı” seçen bireydir.

“Kahraman” tarih sahnesindeki insandır. “Yapıya” uyumsuz, yasaya karşı, mücadele eden yaşamı kaybetmeyi göze alan “özne”.

“Sıradan” insan bu durumunun, (özne olmasını, tarih sahnesine çıkışını önleyen korkularının) bilincindedir. Bu ağrı veren bir bilinçtir. Bu ağrıyı katlanılır kılmak için bir “fantezi” gerektiğinde, “ ‘O’da, eninde sonunda benim gibi biri işte” inancı çok işlevsel olabilir.

Ama “O” yalnızca biyolojik olarak  “benim gibi” biridir. Toplumsal varlığı ise çok farklıdır, iki anlamda: Bir “yapıya” karşı çıktığı için. İki, bu karşı çıkış evrensel bir anlam kazandığı için.

Bu sıradan insan sözüne takılarak “düşünmeden”, “ hah işte seçkinci biri” demeye hazırlananlar için. Bir ek: Birini kahraman yapan tarihsel koşullar kitlelerin, sınıfların hareketinin, mücadelesinin ürünü / sonucudur. Kahramanın eylemine tarihsel anlamı, evrensel olma özelliğini bu mücadelelerin kazandırır. Özne, kaderini bu mücadelelerde “doğru” tarafla özdeşleştirdiğinde, bir kahramanın oluşması için gerekli özelliklere kavuşabilir. Yoksa, yapıya uyumsuz ve yasaya karşı olan “özneyle”, bir psikopat arasındaki farkı saptamak olanaksızlaşır.

Tarih sahnesinden geçmiş bir “kahramanla”, özel yaşamı üzerinden ilişki kurmaya kalkmak boşuna bir çabadır. Bir hayaleti kovalamaktır. Diğer taraftan bu yakınlaşma çabasını, onun özeline girerek, onu kendi özelime sokarak “senleştirme” çabasına, "sıradan" insanlar arasında bile şırnaşıklık denmez mi?

Ek (1): Türk halkına uşak dediğimi ileri sürerek bu tartışmaya katılan arkadaş, “kötü niyetin” anlamayı ve diyalogu nasıl engellediğine ilişkin çok güzel bir örnek oluşturuyor kendisine teşekkür ederim. 

Ek (2)  Boccaccio, Shakespeare, Dostoyevski, Balzac, Çehov, Thomas Mann, Yaşar Kemal… Bu yazarların sıradanb insanla ne kadar ilgilendiği tartışılır. Özellikle Shaskerpeare’in (Hamlet, Lear, Machbet, Prospero, Venedik taciri bile “sırada” değildir… Zaten “Trajedi” Tarifi gereği sıradan insanlarla uğraşmaz), Balzac ise “sıradan” insanla kahramanı, etik zeminde hep karşılıklı, mukayeseli bir sınava sokmaz mı? Yaşar Kemal’in ince Mehmet’i de “sıradan” değildir…

Önce, Romantik, sonra Modernist edebiyatta sıradan insana ilgi artar. Artar ama dikkatle bakıldığında,  çoğu kez, ya kahramanlaşma, ya özne olmaya yönelik tercihler her zaman gündemdedir bu  “protagonist” için.

Son olarak: Blog’a not bırakan üç yazara da teşekkürler “gümişi hücreleri” çalışmaya zorladıkları için… 

6 comments:

Baris Acar said...

Yanıtınız için teşekkürler.

Yazınızın özellikle "öznelik durumları" üzerinde odaklanması bence çok önemli. Keza Hegel'de "özbilince ulaşma" anlamında öznenin ötekiyle savaşım içindeki kurulumu evrensel insanın yaratılması için başat.

Ancak Heidegger'in "das man"de gösterdiği "sıradan insan" tam da Hegel'in öğretisinin karşısına yerleşiyor.

Bu anlamda Shakespeare'in Hamlet'inin bir kahramandan ziyade bir insan, kuşkuları, tedirginlikleri, geri çekiliş ve ileri atılışlarıyla bir "das man" olduğunu düşünüyorum ben. İnce Memed'in de öyle...

Bu konuda, son olarak, Aziz Nesin'in Düşün Yayınları'nın kuruluşu sırasında yazdığı mektubundan bir bölüm aktarmak isterim:

"Uygarlığı yaratan kişileri yapıtlarıyla tanıyıp bildiğimizi sanırız. Örneğin kurduğu yapılardan bir mimarı, yazdıklarından bir yazar ya da şairi, tablolarından bir ressamı, öğreti ve düşüncelerinden bir filozofu, tarihten bir yönetmen ya da politikacı ya da bir komutanı tanıdığımızı, onların yapıtlarını, işlerini değerlendirebildiğimizi sanmaktayızdır. Oysa onların mektuplarını, anılarını, güncelerini, özyaşamöykülerini ve onlar üzerinde yazılmış araştırma ve incelemeleri okuduktan sonra hem o büyük insanları hem de onların yapıtlarını nasıl eksik, hatta yanlış tanıdığımızı, gereğince bilemediğimizi, yetersiz değerlendirdiğimizi, çarpık yorumladığımızı anlarız...

Yaratıcıların ve kültür üreticilerinin anılarını, mektuplarını, güncelerini, özyaşam öykülerini okuyanlar kendileri de içlerinde yaratıcılık ve yapıcılık isteği duyacaklardır. Yaşam deneyimler toplamı ve bunlardan dolayı ders almak demekse, en iyi, en güzel ders uygarlık tarihimizi yaratan insanların yaşamlarından doğrudan ya da ters olarak çıkarılacak olanlardır."

Bu anlamda "özne"ye ulaşmanın zorunlu bir durağı olarak "sıradan insan"dan geçmek gerektiğini düşünüyorum hâlâ.

(NOT: Buraya eklediğim notlar filmden iyice bağımsızlaştı. Sadece kavramsal düzeyde "sıradan olan" ve "kahraman" arasındaki ayrım anlamında ele alınmalı sanırım.)

Engin Kurtay said...

Bir "Ek" de ben yapayım izninizle:

Sayın Yıldızoğlu'nun "sıradan insan" tanımlamasından hareket ediyorum:

"“Sıradan” insan, özne olmasını, tarih sahnesine çıkışını önleyen korkularının bilincindedir. Bu ağrı veren bir bilinçtir. Bu ağrıyı katlanılır kılmak için bir “fantezi” gerektiğinde..."

Barış Acar arkadaşin dediği gibi, geniş bir sanat dünyası da sıradan insana bakıyordur, onun dünyasını işliyordur, doğrudur.

Ama bu sanat yapıtlarının sıradan insanı "aradığı" ya da idealize ettiği doğru değildir. Bu yapıtların perspektifi, yine Sayın Yıldızoğlu'nun söylediği o korkular, ağrılar ve çelişkilerdir ve bunları katlanılır kılmak için sıradan insanın fantezi geliştirme stratejileridir.

Sonuçta yapıt (sıradan değil sanatsal bir yapıt ise), sıradanlık içinde dile gelmeyen, simgesel evren içindeki başedilmez çelişkiyi ("unbearable kernel" - Zizek) açığa vurduğu ölçüde sanatsaldır. Bunu ister kahraman üzerinden yapsın, ister sıradan insan üzerinden yapsın, farketmez. Estetik anlatımını sıradan insan üzerinden yapsa bile, her durumda bir "kahraman" varolabileceğini kabul etmiştir.

Temel mantık hep yukarıdaki gibidir ama yapıt içinde kahramanlık farklı şekillerde işleyebilir:

Örneğin, sıradan insandaki potansiyel halde bulunan kahramanlık işlenebilir: Bulantı ya da Yabancı'daki kahramanlar hep sıradan biri gibi görünürler, dışarıdan bakınca biraz tuhaf adamlardır, ama öykünün sonunda, örneğin papazın gırtlağına sarılırken kahramanlıkları ortaya çıkar.

Fransız Devrimi sırasında Fouche adında bir polis şefi vardır, herkesin kellesini kaptırdığı bir ortamda hayatta kalmasıyla kahramandır. Herkesin siyasi kavga içinde olduğu bir dönemde ilkesizliği ve kaypaklığı onu sıradan olmaktan çıkarır ve bir sanat yapıtının kahramanı yapabilir. Fouche eğer kahramansa, öncelikle diğer devrimciler kahraman oldukları için kahramandır.

Her yapıta ayrı ayrı bakmak lazım, ama şu kural değişmiyor: yapıt sıradanlığı işliyorsa bile, bunu yaparken kahramalığa öyle ya da böyle bir referansı vardır.

Şimdi filme dönelim: filmin iğrençliği, bunu temel mantığı tersine çevirmiş olması:

Yani, Atatürk'ün sıradan kişiliğinden kahraman kimliğine doğru ilerlemiyor, kahraman kimliği referans alacağına, kişinin sıradanlığını, onu kahraman kimliğinden soyutlayarak işliyor. Böylece izleyiciyi "bütün bunlara ne gerek vardı?" diye düşündürebilir de... ki galiba filmin nihai amacı da bu.

Bunun tam bir karşı örneği ise, Alev Coşkun'un anlattığı, Mustafa Kemal'in İstanbul'da geçirdiği 6 ay. Alev Coşkun'un anlatımında da Mustafa Kemal sıradan birçok İstanbullunun öfke, eziklik, hüsran duygularını paylaşıyor, "sıradan" bir Osmanlı Paşası refleksiyle önce Padişahı milli mücadeleye davet ediyor, sonra darbe planları yapıyor, hiçbiri olmayınca da ait olageldiği "yapıdan" tamamen kopuyor, kahraman oluyor.

Film işte bu "yapının" rezilliğini ve öznenin bundan kopuşunu gözardı ederek, "kahramanlığı" da silmeye çalışıyor.

Baris Acar said...

Sayın Kurtay’ın notları çok önemli. Teşekkür ederim. Sorunun benim takıldığım yönünü de bir yüzüyle aydınlığa kavuşturuyor.

Ancak öncelikle ve bir kez daha belirtmeliyim ki, benim Yıldızoğlu’nun yazısına sorduğum soruların filmle uzaktan yakından alakası kalmadı. Tümüyle sıradan olanın ve kahramanın niteliğine dair, belki tartışmanın kökeninde yattığını düşündüğüm, ancak her koşulda çok elzem bulduğum, kavramsal bir ayrıştırma üzerine.

Notlarımda ısrarla vurguladığım edebiyatta “sıradan insan” duruşuna karşın Yıldızoğlu, saydığım edebiyat yapıtlarının başkişilerinin de “özne”liğe kavuşmalarından dolayı kahraman niteliğine büründüklerini söyledi. Yıldızoğlu’ndaki özneliğe kavuşmayı “özbilincin inşası” anlamında önemli bulduğumu belirttim. Ancak şimdi Kurtay’ın vurgusu söylemek istediğimi daha iyi kristalize ediyor.

Örneklerimi özellikle zor yerden, yani kahraman mitosuna inanan yazarlardan (Shakespeare, Balzac vb.) seçmeye çalışmıştım. Onların kahramanlarının Hegel’in kafasındaki “kahraman”dan (Tragedya kahramanı) ayrılan yerlerini vurgulamaya çalışmıştım. Amacım Hegel’in düşünüşündeki statükocu yönü (kurumların yaşantısı) vurgulamaktı. Buradaki tutumum anlaşılmadı sanıyorum. Ancak yine orada örneklediğim Çehov öyküsü ya da Sabahattin Ali öyküleri ya da Necati Cumalı öykülerinin kahramanları, Fakir Baykurt’un Tırpan’da ısrarla anlatmaya çalıştığı “bütün bir köye yayılmış kahramanlık” durumu (İnce Memed’in de ana temasının bu olduğunu düşünüyorum) ne olacak diye ısrar ediyorum.

Kurtay, Camus’yü işaret ediyor. Benim kafamdaki sorunun çözüm noktasına dokunuyor böylece. Modern edebiyatı baştanbaşa sarmış bu izleği takip edersek bir anti-kahraman olarak inşa edilmiş ve kahramanlığın (Hegel’in sözünü ettiği anlamda kurumsal kahramanın) ortadan kaldırıldığı ya da en azından bambaşka bir şeye dönüştürüldüğü bir alana ulaşırız. Bu aşamada tartışma eğer ki kahraman yok edilemez (nitelikleri dönüşüme uğratılamaz, kahraman mitosu yenilgiye uğratılamaz) noktasına getirilirse bunun güncel yaşamdaki karşılığı Hollywood sinemasıdır (20. yüzyıl başındaki Sovyet sineması deneyiminin burada ele aldığım kahraman mitosunu yıkmak için yaptığı girişimleri hatırlayalım: Eisenstein, Pudovkin vb.).

Burada sorunun (Yıldızoğlu’na da isabetle konuyu buraya getirdiği için teşekkür ediyorum) “öznelik durumları”nda düğümlendiğini düşünüyorum. F. Baykurt’un, S. Ali’nin kişileri de birer “özne”. Ancak büyük jestlerle varolan, müthiş kararlı, kurumsal özneler değil onlar. Yıldızoğlu’nun izinden giderek “tarih yapma” nosyonuyla değerlendirecek olursak, tarih yapan özneler değiller, tarih yapan sınıflarla ilişkili (Deleuze’ün söylediği gibi) daha dağınık, daha fragmanlara bölünmüş, daha “insan” özneler (Buradaki vurgum yine “kuruma karşı insan” iması taşıyor). Daha ileri giderek, bütün sosyalist düşünüşün temelinde de özneliğe ilişkin bu yeni algının yattığı savlanabilir kanımca.

Neticede, Hegel’deki hiyerarşik / kurumsal yapıyı ne yapacağız, sıradan insanı savunmak ya da insanı sıradan yönleriyle savunmak (onun özneliğini aşkın bir öznelik olarak ele almadan savunmak) için gidebilecek bir yol yok mu; onu sormak istiyorum.

Düşüncelerimi özlü olarak ifade etmeye çalışırken fazla karmaşık ya da üst üste dile getirdiysem şimdiden özür diliyorum.

Ergin Yildizoglu said...

Hem Baris Acar'a hem de Engin Kurtay'a katkilarinin derinligi ve ciddiyeti icin cok tesekkur ediyorum. Cok yararlandim, kafamda yeni dusunce alanlari acti

Engin Kurtay said...

Sayın Yıldızoğlu'nun teşvik edici sözlerinin verdiği gazla bir yorum daha ekliyorum:

"Butterfly Effect"

Bu film de, kahramanlığı işleyişi bakımından "Mustafa" ya benziyordu. Psikolog arkadaşlar çok sevmiş, üzerinde çok konuşmuşlardı, ama ben bu filmi de çok iğrenç bulmuştum.

Bu filmde önce kahramanın olağanüstü iradesi (ya da yeteneği) ile geçmişteki olaylara müdahale ederek değiştirdiği senaryolar işleniyor. Ama her girişim başını daha bir derde sokuyor, beklemediği daha berbat bir sonuca yol açıyor, yine başka bir noktadan müdahale etmek zorunda kalıyor.

En sonunda herşeyi asıl istediği gibi yoluna koymaya çalışmaktan vazgeçiyor, bağrına taş basıyor, geçmişe son bir yolculuk daha yaparak kızı daha baştan kendisinden uzak tutacak girişimi yapıyor.

Filmin son sahnesinde adam ve kız, caddede iki "sıradan" insan gibi birbirlerini tanımadan yürüyüp geçiyorlar. Kahramanlıkları siliniyor, kalabalığa karışıyorlar.

Psikolog arkadaşlar bu son senaryoyu herşeyin yerli yerine oturduğu mutlu son gibi görme eğilimindedirler. Oysa bence bu sonuncu versiyon, filmde işlenen tüm versiyonların en feci olanıdır: Özneyi tamamen siliyor. "Mustafa"nın ima ettiği mantığı sonuna kadar götürüp açık söylüyor: "Ne yapsan boşuna !"

Ergin Yildizoglu said...

Cogito versus Capital!