Saturday, January 06, 2007

Zulu ve Black Hawk Down, bir sömürgecilikten öbürüne

ABD’nin Somali’ye geri dönme çabalarını izlerken, ister istemez aklıma Ridley Scott’un, ABD’nin 1993’deki Mogadişu macerasını anlatan, 2001 yapımı “Black Hawk Down” filmi geldi. Arkasından da, Cyril Endfield’ın, yine gerçek bir olayı temel alan 1964 yapımı Zulu filmini düşündüm. Zulu filmi, İngiliz emperyalizminin, 1870’lerde Güney Afrika’daki sömürge savaşlarıyla ilgiliydi.

Bu iki filmin izlekleri arasında ilginç paralellikler var. Örneğin, Black Hawk… filminde Mogadişu da kentin içine düşmüş ve mahsur kalmış bir taarruz helikopteri, kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla savaşmak zorunda kalan 140 “Delta Force” komandosunu izliyorsunuz. Zulu filmindeyse, bir sahra hastanesinde mahsur kalmış bir İngiliz bölüğü vardı. Onlarda kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla savaşmak zorunda kalıyorlar. ABD askerleri zamanın en ileri savaş teknolojisini kullanıyorlar. Zulu savaşçılarının mızrak ve kalkanına karşılık, İngiliz askerlerinin elinde zamanın en üstün silahı, Enfield tüfeği var. ABD askerleri en son teknolojiye donatılmış otomatik silahlarla yüzlerce Somaliliyi sinekler gibi katlederken, İngiliz askerli aynı işi Enfield tüfekleriyle gerçekleştiriyorlar.

Ancak, izlekleri birbirine bu kadar benzeyen bu iki film arasında, konularına yaklaşım açısından çarpıcı farklar gözleniyor. Örneğin Ridley Scott’un filminde Somali’li savaşçılar, biri hariç, hep uzaktan görüntüleniyor. Hiç yakın çekim yok. Diğer bir değişle yapımcı onlara insan olma onurunu vermiyor; film boyunca, yalnızca birer tehlike konusu ve hedef olarak kalıyorlar o kadar. Filmde Amerikan askerlerinin özverili dayanışmalarını, “arkada kimseyi bırakmamakla” ilgili mitolojililerini izlerken, aynı anda Somalililerin nasıl, kimlikten yoksun, şuursuz vahşiler sürüsü olarak sunulmalarına, film boyunca sinekler gibi öldürülmelerinin olağanlaştırılmasına şahit oluyoruz.


Zulu filimindiyse, İngiliz askerlerinin, Zulu savaşçılarını, büyük bir verimlikle öldürmesini anlatan sahneler filmin sonun doğru giderek, izleyicilerde sömürgecilikten, savaşan, hatta savaş teknolojisinden nefret etme, tiksinme duygusu uyandırmaya başlıyor. Giderek, İngiliz askerlerinin de Zulu kadar sürecin kurbanı olduklarını düşünmeye başlıyorsunuz. Bu yabancı topraklarda ölümlerinin hiç bir anlamı yoktu. Zulu savaşçılarının cesetleri üst üste birikiyor, yakın çekimler nasıl öldüklerini, yüzlerini, insanlıklarını, dehşet verici bir biçimde izleyiciye sunuyor, giderek savaş müstehcen bir katliama dönüşüyor. Zulu filmi, şiddeti yüceltmiyor, savası ceset ve kan pornografisine dönüştürmeden sunuyor; izleyicilere çeşitli karakterleri ve savaş içinde dönüşümlerini izleme olanağı da sunuyor. Örneğin Michael Caine’in canlandırdığı üst sınıftan bir subay olan karakterin filmin sonunda, savaş tarafından radikal bir biçimde değiştirildiğini görüyoruz. Filmdeki işçi sınıfı karakterlerin savaşın anlamsızlığı konusunda kafaları filmin başından beri açıktı. Buna karşılık Caine’in karakteri Afrika’ya madalya almaya gelmişti. Ancak filmin sonunda, Zulu savaşçıları hayatta kalmayı başarmış bir avuç askeri öldürmeyi kendilerin yediremeyip, onları kahramanlıklarından dolayı selamlayarak giderken, Cain’in karakterini üst üste yığılmış Zulu cesetleri arasında utançtan yüzünün kızardığını gözlerinin yaşardığını görüyorduk. Somali’deki savaşçıların aksine, Zulu filmi, Zulu savacılarını, onurlu, kahraman bir halk olarak sunuyordu izleyicilere, bir vahşiler sürüsü olarak değil.

1964’den 2001’e sömürgeciliğin ve emperyalizmin algılanış tarzının ne kadar değişmiş olduğunu düşündüm. O zaman sömürgecilik hala ayıp, başkasının toprağına el koymak kabul edilemez bir durum olarak görülüyor, insan onuruna önem veriliyor, sömürgecilerin gözüyle çekilmiş bir film bile evrensel insani değerlere sadık kalmaya çalışıyordu.

Ne kadar geriledik 40 yılda; tüm düşmanlarını vahşiler olarak gören, sinekler gibi imha etmekten çekinmeyen Roma barbarlığına geri mi döndük… Sosyalist muhalefetin , işçi hareketinin zayıflamış olmasının bu çürümede büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. İnsan ilişkilerini şeyleştiren piyasanın hızlı yayılmasının, post-modernizmin hakikati görelileştiren, tarihi anlatıya indirgeyen, genelde “sinik” tutumunun (biliyorum ama yapmaya devam ediyorum) getirdiğin tahribatı da unutmamak gerekir.

No comments: